43. El-Hakk
Hakk kelimesi masdardır. Bu kelimenin aslı “mutabakat ve muvafakat” demektir .1543 Geniş bir kullanılış alanı olan Hakk kelimesinin lügatte, batılın zıddı, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, hakikat vb. anlamları vardır.1544 Cenab-ı Allah'ın vasfı olarak:
“İnkârı mümkün olmayan, Varlığının kabul olunması gereken” 1545
“Hakikî Var olan, Varlığı ve Ulûhiyyeti kesin olan” 1546
“Hikmetin iktizasına göre eşyayı var eden” 1547
“Son derece Âdil” yahut “Hakkı izhar eden” veyahut “Va'dinde doğru olan” 1548 diye açıklanır. el-Gazzâlî'nin tanımlamasına göre:
“Her hakikatin kendisinden alındığı, zatıyla Var olan hakiki Mevcûd” demektir. 1549 Arapcada masdarla tesmiyenin mübalağa ifade ettiği, bu mübalağanın sıfatla mevsuf arasında, bir aynılık kurduğu bilinmektedir. Buna göre “Allah hakkın ta kendisidir, mahza haktır” anlamı çıkmaktadır. Hz. Peygamber bir zikrinde: “Allah'ım! Sensin Hakk (ente'l-Hakk), va'din de hak, sözünde hak. Sana kavuşmak da hak(...)dır” demiştir. 1550
Er-Râgib el-İsfehânî'nin yaptığı ve el-Fîrûzâbâdî'nin de benimseyerek iktibas etiği bir sınıflamaya göre hakk kelimesi, Kur'ân'da belli başlı dört vecih üzere kullanılmıştır:
a) Hikmetin gereğine göre eşyayı var eden:
Allah Taâlâ için Huve'l-Hakk “Odur Hakk” denildiği gibi, (Müellif 6, 62; 10, 32 âyetlerini örnek veriyor. Bizce, Hakk vasfının Allah hakkında olduğuna dair şu örnekler daha zahirdir:
“İşte burada yardım ve hakimiyet Hakk olan Allah'ındır (li'llâhi'l-Hakk)”1551.
b) Hikmetin gereğine göre var edilen eşya:
Bundan dolayı Allah Taâlânin fiillerini nitelemek için “hakk” denir. Allah'ın, güneşin ve ayın yaratılması konusunda:
“Allah bunları ancak hakka (gerçeğe) göre yaratmıştır” 1552 buyurması gibi. Ahiret konusunda “o, gerçek midir diye senden sorarlar. “De ki: 'Evet, Rabbime andolsun ki, o gerçektir (hakk), siz Allah'ı âciz, kılamazsınız” 1553,
“Hakkı saklarlar” 1554.
c) Bir şey hakkında aslına uygun bir inanç taşımak:
Bizim “falanın ba's, cennet ve cehennem konusundaki itikadı haktır” sözümüzde olduğu gibi. Nitekim Allah buyuruyor:
“Allah iman edenleri, ayrılığa düştükleri gerçeğe (hakka), Kendi izniyle eriştirdi” 1555.
d) Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda vaki olan söz veya iş:
Bizim, “senin sözün haktır, senin işin haktır” dememiz gibi. Allah buyurur:
“Böylece Rabbinin sözü gerçekleşti (hakka)” 1556.
“Eğer gerçek (el-Hakk), onların heveslerine uysaydı gökler, yer ve oralarda bulunanlar çöküp giderdi” 1557. Burada “el-Hakk”dan murad hem Allah Taâlâ 1558 hem de hikmetin gereğine göre olan hüküm olabilir .1559
Hakk kelimesinin başka anlamları arasında şunu da ilâve edebiliriz.) Borç:
“Üzerinde başkasına ait hak bulunan (...)” 1560 gibi.
Bu madde, Kur'ân'da en çok,zikrolunan köklerdendir. Fiil olarak sülasiden gerçekleşmek, gerçek olmpk; if'alden gerçekleştirmek; istifalden hak sahibi olmak anlamında şekilleri görünür. Sıfat olarak ism-i tafdıl ehakk, mukayese değeri belirterek 10 kadar yerde geçer. Hakîk (gerekli, lâyık) bir âyette 1561 görünür. el-Hâkka (vukuu muhakkak olan) ise, kıyametin sıfatlarındandır 1562. İsim olarak hakk ise, 250 kadar yerde, demin zikrolunan anlamlardan biri için varid olmaktadır. Ancak Allah'ın vasfı olarak göründüğü yerler mahduttur. Öbür yandan hakk kelimesinin bir çok âyette kesin anlamını tesbit etmek güç olmaktadır-hakikat mânâsına alınabileceği gibi. Tanrının vasfı olarak da düşünmek mümkün olmaktadır. 1563
El-Hakk kelimesi, Alâh'ın vasfı oalrak ilkin 45. sıradaki Tâhâ sûresinden itibaren görünmeye başlar 1564. Mekkî âyetlerde olduğu gibi, medenî âyetlerde de tekerrür etmiştir.
“İşte burada, yardım ve hakimiyet hakk olan Allah'ındır” 1565 âyetinde olduğu gibi kimi sıfat (tâbi') durumunda olur keza bk 1566 kimi zaman haber (yüklem-) durumunda olur:
“Allah hakktır” 1567. Ekseriya münferid olarak gelir. Bazı hallerde ise esmâ-yı hûsnâdan birine iktiran eder:
“el-Melik el-Hakk” 1568; Mevlâhum el-Hakk 1569 gibi. 1570
44. El-'Azîm
'Azîm, azama masdarından sıfattır. Allah hakkında şu anlama gelir. “Her şeyin Kendi dûnunda olduğu azamet (büyüklük, ululuk) sahibidir ki, Ondan büyük hiç bir şey olamaz” 1571 İbn 'Abbâs, “Ululuğunda kâmil olan” diye açıklar. 1572 Az sonra göreceğimiz gibi, bu sıfatın, Kur'ân'da varid olduğu muhtevadan çıkan mânâ şudur:
Gökler ve yer diye tabir olunan bütün kâinatın üstündeki, hüküm ve malikiyyet ile, onların çok kolay bir şekilde tedbir ve idaresi ve varlıkta tutulması ile tezahür eden pek yüce ve tenzih edilmesi gereken Rabb, Allah Şu halde biz, müşahhas bir unsurla ifade olunan, manevî bir azametle karşı karşıyayız. Allah'ın azameti Kendisine ağırlık ve itibar veren, insana saygı telkin eden bir vasıftır. Menşe' bakımından, Onun zatî olan bir sıfatının, harice tezahür eden br hususiyetidir. Onun azameti, tezahür eden Ulûhiyyet yani tezahür eden ilâhî Kudret ve Kudsiyettir.
Çok eskiden beri Allah'ın 'Azîm vasfı, değişik tarzlarda anlaşılmıştır. Kimisine göre, “Ta'zîm olunan” demektir, mahlûkları Onu tazim eder, Kendisinden heybet duyarlar. Bunlara göre 'Azîm, ya bu tefsirde olduğu gibi, muazzam”, yahut “mekân ve ağırlık bakımından Büyük” anlamınadır. Bu son mânâ, Onun hakında bâtıl olunca, birincinin doğru olduğu ortaya çıkar, derler, Kimisine göre el-'Azîm vasfından:
“Onun, Kendisine ait bir sıfatı olan bir Azamet” anlaşılmalıdır. Bunlar derler ki:
“Biz, Onun Azametini, her hangi bir şekilde nitelemeyiz; ancak isbat yönünden Azameti Ona izafe ederiz, ve bunun mahlûklardaki bilinen büyüklüğe, iriliğe ('izam) benzemesini nefyederiz. Zira, böyle saymak Onu, mahlûklara benzetmek olur ki, gerçek böyle değildir”. Bu sonuncular, “tazim olunan” tarzındaki te'vîli de reddederler. Çünkü, onlara göre, bu takdirde, mahlûkları yaratmadan önce, Allah'ın 'Azîm olmadığı anlamı çıkarılabilir. Keza mahlûkları fani olduğundan, Onun 'Azîm olmasının zamanla batıl olacağı kabul edilmiş olur. Zira, bu halde, Onu te'zim eden kalmaz.
Bazılarına göre, Alâh'ın Kendisini el-'Azîm olarak vasfetmesi, Zatını Büyüklük ile tavsif etmesi demektir. Bunlara göre, Onun dûnundaki bütün mahlûkları küçüklük ifade eder; Çünkü Onun azameti yanında küçük kalırlar. 1573
El-Halîmî (ö. 403/1012) şöyle açıklıyor:
“Azîm, Kendisine mutlak surette hiç bir şeyin mümteni olmayacağı Zattır. Zira bir topluluğun büyüğü, onların bütün işlerine malik olur. Onun karşısında direnilemez, emrine aykırı davranılamaz. Fakat arız olan afetlerle, kendisine acz gelebilir. Arızalar, Onu zayıflatabilir. Neticede Kendisine karşı direnilebilir, hatta mağlub edilip, kendisine son verilebilir. Allah Taâlâ, Kendisini, hiç bir şeyin âciz kılamayacağı Kadirdir; Kendisine kerhen karşı çıkılması, mağlup olarak emrine aykırı davranılması mümkün değildir. Şu halde O, kelimenin tam anlamıyla doğru olarak 'Azîmdir. Bu vasıf, Kendisinden başkaları hakkında mecazdır. 1574 el-Hattâbî ise, bu vasfı: “Kudretinin yüceliği, Şanının büyüklüğü” tarzında manevî bir büyüklük olarak tefsir eder, cisimlerdeki maddî biriliği bertaraf eder. 1575
Czm maddesi, fiil ve isim şekilleriyle, Kur'ân'da çok zikrolunur, İki yerde, Allah'ın emirlerine, kulun saygı gösterip büyük tanıması hakkında tefti babından 1576, bir âyette. Onun uhrevî ve manevî mükâfatı büyütüp artırması anlamında if'al-babından 1577 olan kullanışlar dışında, fiil şekli varid olmamıştır. Büyüklük mânâsında isim şekli hiç gelmemiştir (Ancak, “kemik” anlamındaki 'azm ve çoğulu 'ızâm müteaddit âyetlerde görünür). Sıfat şekli 'azîm 100'den fazla yerde varid olmuştur. İsm-i tafdil A'zam sıfatı, bir kaç defa mukayese belirterek Ulûhiyyetten başka şeyler hakkında kullanılmıştır. Keza 'azîm sıfatı da daha ziyade Allâh'dan başka şeyleri niteler (Arş, azab, fadl, ecr, imtihan, uhrevî mükâfat, uhrevî kurtuluş ve başarı, uhrevî rüsvaylık, sıkıntı, nasib, zulm, ahlâk, kıyamet haberi, iftira, sorumluluk getiren söz, vb.). Çok tekerrür eden yevm 'azîm (büyük gün) ise, kıyamet günüdür.
Buna mukabil, Kur'ân'ın tamamında, sadece 6 âyette Allah'ı tavsif eder. İlkin 46. sıradaki el-Vâkı'a sûresinde görülür 1578. Zikrolunduğu bütün yerlerde eliflâmlıdir. 5 mekkî bir medenî âyette yer alır.
a) 3 âyette “Rabbuke'l-'Azîm” şeklindedir 1579. Bu âyetlerde Onun tesbîh ve tenzih edilmesi 1580 buyrulmaktadır:
Bu âyet iki tarzda mânâlandırılabilir; “Yüce Rabbinin adını teşbih et “veya” Rabbinin yüce adını tesbîh et” 1581
b) Bir âyette, lafz-ı celal'in sıfatıdır: “Çünkü o, Yüce Allah'a iman etmezdi” 1582.
c) İki âyette “el-'Alî e I-'Azîm” terkibi vardır 1583. Bu iki âyette de haber (yüklem) durumundadır.
Azamet ve 'uluvv, biribirinin müteradifi gibi görünürse de, denilebilir ki, azamet, Allah'ın Kudret ve İzzetinin haricî tezahürüdür; 'uluvv (Yücelik) ise daha çok Onun zatî yönüyle ilgilidir ve yücelik, azamet kavramında, bizzarure dahil değildir. 'Azîm vasfının, tenzih fiiline veya 'Alî vasfına mukareneti, ilâhî azametteki ayrılmaz özelliğe dikkati çekmektedir. “Göklerde ve yerde ne varsa Onundur; Odur 'Alî, 'Azîm” 1584.
“(...) Onun Kursîsi, gökleri ve yeri kaplamıştır; onların (göklerin ve yerin) muhafazası Ona ağır gelmez. Odur 'Alî, 'Azîm” 1585. Şu halde Kur'ân'ın kullanışından:
Bütün kâinatın malikliği, çok kolay tedbir ve idaresi ile tezahür eden pek yüce ('Alî vasfının refakatinden dolayı) ve tenzîh edilmesi gereken bir azametin nisbet olunduğu anlaşılmaktadır. 1586
Dostları ilə paylaş: |