Küresel Bir Dünya mı? BİR evriMİN Özeti



Yüklə 436,59 Kb.
səhifə4/6
tarix23.01.2018
ölçüsü436,59 Kb.
#40286
1   2   3   4   5   6


Kaynak: UNIDO

Yoğunlaşma, gelişen ülkelerde aralarındaki bölgesel bütünleşmelerde dikkat çekici. Bölgesel entegrasyonların oluşturulmasında nedenler çok. Coğrafi yakınlık bu nedenlerin başında geliyor. İkinci olarak politik güç özlemi geliyor. Üçüncü yakın konumdaki ülkelere ticaret her biçimde yoğunlaşma olanağı veriyor. Dördüncüsü ulusal ekonomilerin eylem alanının daraldığı ortamda, ekonomi politikaları bölgesel paktlar yoluyla hareket yeteneği kazanıyor. Altıncı serbest ticaret bölgesi yoluyla coğrafi (fiziki) pazar alanı genişliyor. Yatırımların kıvam ölçekte yapılmasını mümkün kılıyor. Yedincisi ileri teknoloji yatırımlarının kuruluş yeri sorun olmaktan çıkıyor (üç ülkeye yayılan bir yatırımla Airbus üretimi gibi). Sonuncusu, ulusal finans piyasalarında artan dengesizliğe karşılık, moneter önlemlerle para ve döviz rejimine kısa dönemli istikrar kazandırılıyor.


Bölgesel alandaki gelişmeler bölge-içi ticarete de ivme kazandırıyor. AB’de ticaretin % 70’i bölge içinde (Avrupa) gerçekleşiyor. Mevcut trendin devamı halinde; 2005 yılında K. Amerika’da bu oranın % 45 ve Asya blokunda % 60’a yükselmesi bekleniyor. Dünya ticaretinin bölgesel birlikleri geliştirmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Dünya ticareti içinde, bölge içi ihracat payı 1985’te % 16 iken, 20. yy sonunda % 60’lara ulaştı. Ama bu alanda dikkat çekici gelişmeler de vardır:


  • 1993 yılı sonunda ABD, Kanada ve Meksika’yı kapsayan NATFA kuruldu. Aynı yıl 1.XI.1993’de Maastricht Anlaşmasıyla, Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği’ne dönüştü. Aynı yıl, Uruguay Round görüşmeleri sonuçlanarak dünya ticaretinin liberalleşmesinde kural koyucu örgüt, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kuruldu. APEC Örgütü ABD Atlantikli Pasifik kıyısına kavuşturdu. Bu gelişmelerin tümünün aynı yıla denk düşmesi tesadüf mü?




  • AB’nin 15 üyesi, EFTA “Örgütüyle Avrupa Ekonomik Alanı”nı oluşturuyor. AB, 1997 yılı sonunda Lüksemburg Doruğu’nda 6 Doğu Avrupa ülkesini aday üyeliğe kabul ederek, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya egemen olma hayalini ortadan kaldırdı.




  • AB, 1995’de İsrail ve Türkiye’yle, 1996’da Fas ve Tunus’la serbest ticaret anlaşmaları veya gümrük birliği kurarak, Akdeniz alanındaki genişlemesini hızlandırdı. AB 2010 yılına dek 12 Akdeniz ülkesini serbest ticaret anlaşması yoluyla hakimiyet alanına almayı tasarlıyor.

  • ABD orta-doğunun altyapı projelerine yönelirken, Fransa ve İngiltere eski sömürgeleriyle ticaret anlaşmaları yapıyor. Fransa, Akdeniz ve Afrika’ya yönelirken, Almanya “lebensraum” alanı olarak doğu Avrupa’ya uzanıyor.




  • Asya (Avrasya) nüfuz sahası çekişmesi, ABD-Rusya arasında yaşanıyor. Kısa vadede ABD; NATO, G-7 ve IMF desteğiyle, Avrasya petrolü de üstünlük sağladı.




  • Avrupa Birliği, Avrupa Tek Senediyle 21.yy’a “Tek Pazar” olarak girerken bu hedef EFTA ve NAFTA’da yer almıyor. Her iki ekonomik örgütün mal hareketlerini hızlandıracak “ortak gümrük tarifesi” rejimi var.



KÜRESEL YENİ BİR MAL: E TİCARET
Yeni ekonominin motoru olarak “internet” . Bu motorun araçları; bilgisayar, mobil iletişim araçları ve dijital TV. 2001’de 330 milyon $’luk iş hacminin 2005 yılı sonunda 1 trilyon $’a ulaşması bekleniyor.
İnternet ekonomisinin getirileri bize şöyle sıralanıyor:

  • Maliyet ve zaman tasarrufu, verimlilik artışı.

  • Yeni iş alanları yaratması.

  • Uluslararası piyasalara giriş sağlanması.

  • Rekabet üstünlüğü vermesi.

Goldman Sachs işletmeler arası e-ticaretin, satın alma alanında %30’luk bir yeni maliyet avantajı yaratmasını bekliyor. AB ise Mart 2000’deki Lizbon Zirvesi’nde 2003 yılı sonunda Topluluk içindeki ihalelerin on-line yapılmasını kararlaştırıyor.


Pazarlamanın babası Profesör Kottler ise tüketici alışkanlıklarında oluşan değişiklikler e-ticarete bir ivme kazandırdığı inancını taşıyor. Alışveriş kolaylığı satınalma sürecinin kısalması ve sonucunda yaratılan tasarruflar olayı cazip kılan diğer öğeler oluyor.
İşletme açısından pazar erişimdeki kolaylık, zaman tasarrufu, fırsat eşitliği işletme bütçesine getirdiği rahatlamalar, tüketicilerin yanısıra şirketler dünyasına da, bu olayı anlamlı kılıyor.
Arthur Andersen’ın dünya genelindeki e-ticaret araştırması, bize yeni olguların varlığını gösteriyor:


  • E- ticaretin gelişmesine ilk sırayı rekabet korkusu alıyor. Yüzde %74’ü ereklerinin rakiplerine ayak uydurmak olduğunu söylüyor.




  • Yüzde 63’ü işletim giderlerini düşürmek, yeni gelirler aramak ya da varlıklarını azaltmayı düşünüyor.




  • Endüstrilerini yenileme arayışı yarısında mevcut.




  • İşletmelerin % 50’si 3 yıl içinde işlerine hız kazandırmada e-ticaretin etkili olacağı kanısını taşıyor.

Sanıldığının aksine, e-ticaretin küresel etkiler yaratmadığı görülüyor.




  • Avrupa’da % 49 ve ABD’de % 39’u piyasalarda fiziksel olarak yerel bir firmaya sahip olmanın, bu piyasalarda elde edilecek e-ticaret başarısının anahtarı olduğunu düşünüyor.




  • Avrupalıların % 47’si sitelerin yerel dilde olmasının ve yerel kültür normlarına hitap etmesinin gerekli olduğuna inanıyor. Bu oran ABD’de % 34’e düşüyor.

E-ticaretin önemli eksiklikleri de var:




  • ABD’li şirketlerin % 50’si sanayilerini yeniden düzenlemek için e-ticaret kullanmayı amaçlıyor. Avrupalı firmaların sadece % 39’u böyle bir tutkuya sahip.




  • Avrupalı yöneticilerin dörtte üçüne göre, güvenlik ve gizlilik yokluğu e-ticaretin gelişmesi için engel teşkil ediyor.

  • Avrupa’da yeni bir işe başlamak için gereken çekirdek sermayeyi bulmak henüz çok zor. Avrupa’da bir şirket kurmak için ortalama 12 hafta ve 1800 $ gerekiyor. Oysa ABD’de bu sadece bir hafta ve sermaye 500 $’u bulmuyor.




  • En büyük açık nitelikli eleman. Strateji ve öngörü alanında profesyonel eleman eksikliği var. Avrupa’da IT profesyonellerine olan talep henüz 600 bin. Bu sayının 2003 yılına kadar 2 milyon olması bekleniyor.




  • Avrupalı yöneticilerin üçte biri, profesyonel açığını e-ticaret girişimleri için önemli bir sorun olarak görüyor. Com şirketlerinin yaklaşık % 60’ı bu açıkla karşılaşıyor.

Gelelim temel soruya: E-ticaret, gezegen genelinde az gelişmişler için ne oranda rekabet avantajı sağlar?


New York Üniversitesi’nden Profesör A. Shapiro’nun “The Central Revolution” eserinden “Foreign Policy” Türkçe baskısında yapılan değerlendirmede, iki kalın başlık dikkati çekiyor, paylaşmak isterim:


  1. İnternet sayesinde aracılar ortadan kalkmıyor, aksine artıyor. Olsa olsa değişim geleneksel aracıları ortadan kaldırıyor. “Sürtünmesiz ticaret” dönemine geçiliyor.




  1. İnternet temelde küresel kapitalizmin büyümesini teşvik ediyor.

Sonrasını yazarın kendisinden aynen aktarıyorum:




  • Peki ya teknoloji ve ticaretin göz kamaştırıcı birlikteliği körlüğe yol açar ve

makul kişilerin dahi piyasa değerlerinin sınırlarını gözden yitirmelerine sebep olursa.... Benzeri görülmemiş bir küresel patlama meydana getireceğine inanılan post-endüstriyel, bilgi güdümlü, yüksek oktanlı kapitalizm diye tanımlanan sözde yeni ekonomi’nin (New Economy) bazı savunucuları, sadece İnternet’te birden beliriveren işler için fiyat-kazanç oranları gibi geleneksel ekonomik ölçütleri değil, temel sağduyuyu da bir kenara attılar. Yoksulluğun sonu, sanayinin “kendini düzenlemesi” (anlamı: kuralların aşırı derecede gevşetilmesi), bedava dalgaboyu ve benzeri öngörülerin gerçekleşmesi ilk bakışta kesinmiş gibi geliyor. Fakat yakından bakıldığında, bunları ciddiye almak zor. Genellikle, çalkantılı değişimlere sahne olan çağımızda, devletin ana aktör olmasının gerektiği basit gerçeğini bile görmezden geliyorlar. Devlet demokratik değerlerin ve tüketicilerin korunması ve ticari faaliyetlerden temel kuralların belirlenmesinde başı çekmek zorunda. Hükümetlerin serbest zihinlere değil, ama serbest piyasalara izin vermeye meyilli olduğu yerlerde ise, uluslararası toplum gerçekten açık toplumlar yaratılmasına kendisini adamalıdır. ABD gibi liberal demokrasilerde, yasa yapıcılar sosyal sorunlarda piyasaya dayalı çözümlere fazlaca güvenmemeyi de öğrenmelidir. Mesela Amerikan endüstrisinin tüketici mahremiyetini kendilerini düzenleme (self – regulation) ve tüketicilerin çevrimiçi mahremiyet seçimlerini yapmalarına imkan tanıyacak, web-tabanlı araçların geliştirilmesi yoluyla koruma konusunda son birkaç yıldır verdiği sözlere rağmen, ABD’de mahremiyet hala tamamen korumasız. Artık bir mahremiyet sınırı oluşturmanın ve çevrimiçinde müşterilerin kendilerini güvende hissetmelerini sağlamak için eskisi gibi kanunlara ve düzenlemelere ihtiyacımız olduğunu kabul etmenin zamanıdır.
Bu saptamaya bir şey eklemeyi gereksiz görüyorum.

YA 21. YÜZYIL?
Yeniden yüzyılımıza dönelim! Time Dergisi 20 yy. özelliklerini şöyle irdeliyor:
 Özgürlükler bu yüzyılda gelişti.

 Kapitalizm bu yüzyılda damgasını vurdu. ABD’de Başkanı T.Roosevelt’in ifadesiyle kapitalizm ve demokrasi bir bütünün iki parçası oldu.

 Yüzyıl elektronik çağı olmuş, bir ünite mikroçipsin maliyeti 1 milyon birim düştü. Üretici ve tüketici yeknasak bir ekonomik ağ içinde buluştu.

 Ford’un üretim bandının gelişmesiyle, önce yığınsal, sonra da esnek üretim ekseni oluştu.

 Yüzyıl, teknikteki olağanüstü gelişmeye karşılık, jenosit çağı kıyımından kendisini kurtaramadı.
Saptamalar düşündürücü! Ama temelsiz değil.
BM-UNCTAD 20.yüzyılı değerlendirirken yüzyılın 7 darboğazda çok benzeştiğini sergiliyor:
 Dünya ekonomisinin yeterli ve dengeli büyümemesi, global yoksulluğun giderilmedi.

 Dünyada Kuzey ve Güney Yarımküre olarak ifadesini bulan gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki fark açıldı. Gelişmekte olan ülkelerin büyümesi, küresel şirket ve piyasaların hükümranlığından soruluyor.

 Demokrasinin güvencesi “Ortadireğin” durumu bozuldu.

 Rant gelirlerinin büyümesi, yatırım kapasitesini küçülttü.

 Sermayenin payı, emekten daha fazla büyüdü.

 Teknoloji yoğun yatırımlarda iş güvencesi tehlikeye girdi.

 Ücretler kendi arasında giderek eşitsizlendi.
Yüzyılın ilk çeyreğindeki “iki kutuplu global güç kümelenmesi”, yüzyılın sonunda “tek kutuplu” ve yanında “bölgesel güç merkezi” ortaya çıkardı. Kapitalizmin demokrasiyle birlikte yaşaması için gerekli olmazsa olmaz kuralı ise hayata geçemedi. Demokrasi 3. ülkelerde “kozmetik demokratikleşme” olarak ortaya çıktı. “Düşük yoğunluğu” nedeniyle kırılgan oldu.
Dinlenmesi gereken bir farklı ses de Nobel Ekonomi Ödülü’nün sahibi Prof. Arthur Lewis, ise “Uluslararası Ekonomik Düzen” kavramına şöyle açıklık kazandırıyor:


  1. Dünya ilkel maddeler ve sanayi ürünü ihracatçısı ülkeler olarak ikiye bölündü.

  2. Gelişmekte olan ülkelerin ihraç ürün gelirleri bu ülkelerin çıkarlarına karşıt yönde gelişme göstermektedir.

  3. Gelişmekte olan ülkeler finansmanıyla gelişmiş ekonomilere bağlıdır.

Oyun sahası düzenlenirken, eski çim tohumu kullanılamayacak durumdadır. Yazar Hasan Bülent Kahraman’ın 4 saptaması dikkat çekicidir:




  1. Yoksulluk ve gelir dağılımı kavramları ciddi bir değişim geçirmiştir. Artık klasik terminolojinin tanımları ve çözümleri ne uluslararası, ne de ulusal planda eskisi kadar işlevsel. Bununla birlikte eşitsizlik kavramı da, sosyal adalet kavramları da gündemdeki yerlerini koruyor. Eşitsizlik kavramı üstünde çalışan ve yazdıkları dikkatle okunması gereken Amartya Sen’in “Nobel İktisat Odülü”nü kazanması bir rastlandı değil.




  1. Daha önceki dönemde, sol, eleştirilerini ve çözüm önerilerini sistem dışı bir önerme olarak sunuyordu. Oysa aradan geçen sürede, elde edilen birikimin ve sistemin onu oluşturmak için ortaya koyduğu çabanın “revizyonu” temel yaklaşım haline geldi. Böylelikle sorunlara, küreselleşme ve onun getirisi ve açılımları bir veri olarak kabul edilerek çözüm aranmaya başladı. Üçüncü Yol bu oluşumun en çarpıcı örneğidir. Bu konunun akıl hocası Giddens’in son kitabında önemli yorumlar mevcuttur.




  1. Klasik kavramlar değiştiği için klasik çözüm önerileri de devre dışı kalmaya başlıyor. Tüketim alışkanlıklarındaki değişiklikten kalıcı yoksulluk gibi kavramlara varıncaya kadar her düzeyde önümüze gelen yeni oluşumlar sosyal devlet – eşitlik – adalet ilişkisini de parçalamış durumdadır. Daha fazla vergiyle ve Keynesyen modellerle, daha fazla vergi alma çabalarıyla birçok sorunun çözülmediği anlaşılmıştır. Ayrıca ekonomi olgusunun kapsamına da bilgi ekonomisi gibi yeni kavramlar girmeye başlamıştır. O nedenle ekonominin iyileştirilmesi artık sadece gelir dağılımını düzeltmekle ve ekonomiyle sınırlı değildir. Eşitlik kavramı da artık yalnızca ekonomik eşitlik değildir. Mesela eğitim süreci ile iktisadi ilişki arasında ne kadar önemli bir ilişki olduğu anlaşılmış, gene mesela kadın – erkek eşitliğinin de ekonomik bir boyutunun olduğu ortaya çıkmıştır. Anne Philips’in son kitabı da bu konuda yol göstericidir.



  1. Bütün bunlara rağmen bir gerçek yerli yerinde durmaktadır. Eşitlik ve dağılım daima ideolojik içerikli adımlardır. Sadece teknik çözüm önerileriyle sonuç alınmayacaktır. Siyasal çözüm bugün de geçerliliğini korumaktadır. Mesela o siyasal sürecin dinamikleridir. Steril bir durum saptaması yetersizdir. Sorun ancak sosyal devlet kavramının yeni anlamı içinde ele alınırsa eleştiriler bir şey ifade edecektir.

Muhafazakar The Economist’e göre “Pespembe öngörüler, tehlikeleri sadece gözden kaçırtıyor.” Bu ortamda “Ekonomik Düzen”in, “yeni” sıfatına haklılık kazanması için Prof. Naom Chomsky’nin ifadesiyle “oyun sahasını düzenlemesi” gerekiyor. BM’nin Global Gelişme Raporu’nda vurgulandığı üzere bu;




  • Temel insan ihtiyaçlarını gözetilmeli,

  • Fakirlik çemberinin kırılmasını istihdam yaratma projesi olarak ele alınmalı,

  • Gerçek büyüme hızını arttıracak iklim öğelerini yaratmalı,

  • Kalkınmaya istikrar ve sürdürülebilirlik kazandırmalıdır.

1989’da, Fransız İhtilali’nin 200. yılında Avrupa’da merkezden kumandalı marksist yönetim tasfiyesi, “sistem çatışması” denilen olayı geride bıraktı. Bu dünya ekonomisi açısından önemli bir dönüşüm noktası. Yeni dönüşüm bir altın üçgeni biraraya getirdi. Bu üçgenin saçayakları; piyasa ekonomisi, kalkınma ve demokrasi üçlüsünün bir çatıda kenetlediği gibi, biri diğeri için “olmazsa olmaz koşulu” haline geldi.


Kabul etmeliyiz ki bu üçlünün birarada yaşamasında “küresel darboğazlar” vardır.
Piyasa ekonomisi içinde sanayileşme ülkelerin refah düzeyini arttırıyor olsa da, ekoloji ve doğal çevreyi de tahrip ediyor. Bunun “sürdürülebilir kalkınma” olayını yaratmakta zorlandığını söylemeye gerek bile yok.

İKTİSAT TEORİSİ ŞAŞIRDI!
1990’lı yıllarda önce küresel bir model oluştu. Adına “Washington Uzlaşması” denildi.
Model 3 temel öğeye dayanıyordu:


  1. Serbest piyasanın varolacak.

  2. Küresel birleşmelere yatkınlık gösterilecek.

  3. Makro ekonomik istikrar sağlanmış olacak.

Bu anlaşmaya Dünya Bankası’nın baş iktisatçısı Prof. J. Stiglitz itiraz getirdi. Elendi, devre dışı kaldı. Sonrasında kör kör gözüm parmağı “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAİ) hazırlandı. WTO Başkanının ifadesiyle bu anlaşma küresel bir ekonominin anayasası olacaktı. Tepkiler yaşandı ve 190 sayfalık metnin imzaya açılması “şimdilik” ertelendi. Küresel düzen yine de “Bütün dünya pazarları birleşin!” demekten geri kalmıyor...

Süregelen bir de teorik tartışma var: Döviz kuru rejimi ne olsun? Bir kısım Güney Asya ülkesi sabit kur rejiminde, Arjantin, Para Kurulu ve dolarlaştırılmış kur politikasında, Türkiye ise serbest kurda hepsi farklı uygulamalar içinde olmakla birlikte; aşırı dalgalanmalar ve kriz konjöktürü etkisi yaşıyor.
Bir olayımız kesin: Serbest kur politikası “sadre şifa tek iksir” değil! Berkeley Üniversitesi’nde Prof. B. Eichengreen “Yeni Bir Finansal Mimari Proje” kapsamında hazırladığı el kitabında, IMF’nin tüm üyelerini “serbest kur” rejimine zorlaması gerektiğini söylüyor. Oysa 30 yıldır serbest kur rejimindeki ülkelerdeki kriz sayısının sabit kur rejimi izleyenlere göre daha fazla olduğu biliniyor.
Ani piyasa paniklerine, küçük ölçekli finansal sistemleri olan ülkelerin yetersiz kaldığı, Türkiye örneğinden de bildiğimiz bir diğer gerçek.
Az gelişmiş “ülkeler” batının bir büyük bankasının büyüklüğüne özdeş gören ABD - FED eski başkanlarından P. Volcker’ın “Döviz kuru dalgalanması riski arizi değil, yapısaldır” değerlendirmesi yapması ilginç ve üstünde düşünülmesi gerek.
Kuşkusuz az gelişmiş ülkeler açısından döviz kuru politikasından yaşanan her değişiklik, yeni bir stand-by ve istikrar politikasının ipucunu veriyor. L. Amerika’nın deneyimlerinden uygulanan yeni kur politikası büyüme ve istihdamın arizi olumlu yönde etkilediğini biliyoruz. Sonrasında bu gelişim gelir dağılımını bozuyor. Mutlak yoksul sayısı artıyor. Bu teori “ekonomik refahın artması sırasında sosyal gerileme hali” (social regress) adını alıyor.
İlk baskısını 1948’de yapan, dünyanın en klasik ders kitabı olarak anılan Nobel Ödüllü Prof. P. Samuelson’un 41 dile çevrilmiş, 4 milyon baskı yapmış “İktisat” adlı ders kitabı 17. baskısında bu olaya bakalım nasıl bir bakış getirecek?
Aslında iktisat teorisi politikanın arkasına sığınıyor!

Modern iktisadın babası sayılan Adam Smith (1723 – 1790) “Ulusların Zenginliği” (1776) eserinde, tüketicinin yararı için uluslararası serbest rekabet ortamının önemi vurgulanır. Kilit sözcüğü piyasanın liberalleştirilmesidir. İşte 200 yıl önceki bu öngörü günümüzde bir “zoraki saçayak” ortaya çıkarır:


1° Devlet ekonomik yasanın dışına çıkmaktır, de-regüle olmalıdır.

2° Piyasa serbest olmalıdır, piyasa liberalleşmelidir.



3° Özel sektöre daha çok alan yaratmak için kamusal alanlar özelleşmelidir.
Kuşkusuz malların serbest dolaşımını öngören küreselleşme dayanak noktası olarak David Ricardo’yu (1772-1823) alır. Ricardo “Karşılaştırılmalı Mutlak Üstünlük” yasasıyla, her ülkenin kendisine en uygun mal demeti yaratarak refahını en iyileyebileceğini varsayar. Oysa bu mal demetinin küresel serbest ticaret ortamında az gelişmiş bir ülkeye refah yaratması bir yana, bazen marjinal ülke olma şansını bile tanımıyor.
Sermayenin serbest dolaşımını isim babalığını ise moneterist görüşün öncüsü ABD’li Milton Friedman yapar. Bu görüş, sermayenin serbest dolaşım olanağının dünya genelinde “iyi” yatırım alanlarının akmasını hedefler.
Sermayenin iyi bulduğu kârlı alanların her zaman ülke yararına olmadığını çoktan biliyoruz.
Küreselleşmenin teorik anlamda de-mode 3 görüşün (Smith – Ricardo-Friedman) arkasına sığınmış olduğunu bilmemiz yeterli olacak.
İlke belli “Alabildiğince çok piyasa, gerektiğince az devlet” yaratmak. Sorunsa ortada: Sosyal devlet, piyasa tarafından ikame edilir!

CEVAP İÇİN SORU SORMAK
Küreselleşme konusunda yazılan – çizilen çok. Bu konuda yazmamak nerdeyse bir “ayıp” haline geldi. Bu alanda yazılanları 2 – 3 öbekte değerlendirmek gerek. Birinci öbek de, ABD’den Chomsky, Soros, Krugman; Avrupa’dan Dörnhoff, Forrester, Attali gibi yazarlar var. Bu öbekte yeralan BM, UNCTAD örgütünün eleştirel pusulasını unutmamak gerek. İflah olmamaları iman eksiğinden çok, sorgulama yetilerinin derinliğinden kaynaklanıyor. Olayın bir “dogma kabul”ü haline dönüşmemesindeki en büyük güvence de bu...
İkinci öbekte ise “inançlılar” yer alıyor. “Kutsal Kitap’a” inandıkları için her mecliste yer alıyorlar, yazdıkları da yayınlanıyor. Aralarında Profesör Drucker gibi “İşletme mesihi” kabul edilen ve olaya “evrim” düşüncesinden bakanlar var. ABD’li A.Toffler ya da Japon K.Ohmae gibi işi kehanetçiliğe döküp “fal bakan” tacirler de var. Genelde akademik gelenekten gelmemeleri nedeniyle kolayca “yanıldım” diyebiliyorlar.
Bir de otoyolcular var! Prof. D. Rodrik ve J.Sachs (Harvard Üniversitesi) olayı bir “yeniden düzenleme” mantığı içinde ele alıyor. Uluslararası Ekonomik İlişkiler Enstitüsü ise bunu “olay saptaması” şeklinde yapıyor.
Onlar aynı konuda üstelik çok sık aralarla, farklı görüş açıklayabiliyorlar. IMF ve BM bünyesi içindeki çalışmalarsa ağırlıklı olarak dönemsel ve “nokta analizi” şeklinde. Çok yankı yaptıkları da söylenemez.
Profesör R. Dornbush gibi son zamanların gözdesi bir akademisyen “küçük fetvalar” vermekle yetiniyor. Standart ekolden gelme Profesör Samuelson olayın tümüyle dışında. Post –Keynesçiler Prof. J. Tobin’in “Sermaye Kazancı Vergisiyle” yetiniyorlar. Galbraith gibi “sistem kritikçisi” kabul edilenler “yaş gereği” olsa, yazmak yerine, Boston’da Harvard Square civarında yürüyüş yapıyor. Friedman ise özel bir yorum getiriyor. Kendisine sorulduğunda “zaman beni haklı çıkadı” diyor.
Bir isim üstünde biraz daha durmalıyız: Profesör Paul Krugman! 47 yaşında MİT’de öğretim üyesi. Bu iktisatçı, Galbraith’den bu yana en “popüler” iktisat yazarı kabul ediliyor.
Popülerliği ne mensubu olduğu üniversiteden, ne de danışmanlığını yaptığı kuruluşlardan kaynaklanıyor. Yale’de tarih lisansı almakla birlikte, ortodoks iktisada çok hakim. İroni dolu çeşnili bir dili var. Elinin yanmasından korkmuyor. Doğru soruyu, doğru dönemde gündeme getiriyor. “Japonya’da kriz ve yetersiz önlemler” Japon türü krizden çok önce dile geldi. Euro’nun ekonomik anlamda gereksizliği ve 2002’den önce söylediği bir olgu. Brezilya bir 1998 krizinde yanıldığını kabul edebilecek bir mizaca sahip.
Popülerliğindeki yeni evre; G.Asya krizi ve sonrası, 1999’da kaleme aldığı “Depresyon Ekonomilerine Dönüş” çalışmasından kaynaklanıyor. Krugman’ın tezi Sovyet lideri Lenin’in geliştirdiği “Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm”le benzerlik gösteriyor. Saptama, Markist “Devrevi Krizler” teziyle örtüşüyor. Çıkış noktası genelde “serbest piyasa”nın, özel anlamda küreselleşmenin insanlara edinimlerinin sorgulanması. Ekonomik krizleri bir “sistem ürünü” bir çıktı olarak kabulleniyor.
Depresyondan değilse de, sonuçlarından sakınabileceğimize inanıyor. Saptaması, Profesör J.Schumpeter’in 1930’larda öngördüğü kapitalizmin depresyona zorunlu olarak girileceği teziyle benzeşiyor. Politikacının “kendi doğrusu olan” mercekten artık bakmaması gerektiğine inanıyor. İktisatçının genel anlamda ekonomik buhran olayına bir uzun dönem etkisi olarak bakması, uluslararası kuruluşların “kuru inatlara” bağlı kalmamasını gerektiriyor.
Krugman’ın korkusu, depresyon ekonomisi mikrobunun Arjantin, G.Afrika, Türkiye ve Çin’e sıçraması. Bu, deflasyonun dünya genelinde bir ekonomik daralma olarak gündeme gelmesiyle sonuçlanacak.
Dikkatinizi çekmiştir: Krugman’ın bu değerlendirmesinden bir yıl sonra 2 ülke – Arjantin ve Türkiye – bu duştan soğuk kaptı. Türkiye 2 ay arayla şoklandı. Tarihinde bilmediği bir belirsizliğe sürüklendi. Gelişmemiş dünyanın soğuk algınlığını gidermedeki aldı-verdi bedelinin (trade –off) gelişmişlere göre çok ağır olduğu bir kez daha görüldü.
Önlem tartışılabilir: Özel şirketlerin ve bankaların finansal kaldıraç kullanılmasını önlemek için ulusal para dışında borçlanmasının yasaklanması ya da vergilendirilmesi! Bunun, Nobel sahibi Profesör Tobin’in önermesinden 27 yıl sonra gündeme gelmesi ilginç. Türkiye’deki bankaların “açık pozisyon” ile “dış borçlanma” ilişkisinin “16 Kasım ekonomik göçüğünde” önemini anımsamak kanımca yeterli oluyor.
Krugman altını çiziyor: “Bedava yemek yoktur!” Ekleyelim: Az gelişmişlerde karavanadan çıksa dahi yemek fişi pahalıdır.
Krugman haksız değil! Krizler kaçınılmaz. Ama bulanık zihinlerden ve kemikleşmiş doktrinlerden kaçınmamız mümkün. Çünkü dünyadaki en kıt olan maddi kaynaklar değilse de anlayışın kendisi. Paul Krugman herhalde daha çok tartışılacak.
Az gelişmişlerde yaşanan krizlerin daha fazla sorgulanmasında sizce yarar yok mu?

YENİ KAVRAM: KÜRESEL YÖNETEBİLİRLİK
Demokrasinin şekil koşulları tam yerine gelemezken, “katılımcı” yerine “temsili” demokrasi ağırlık kazandı. Demokratik dayanışmanın doğal uzantısı olan “sosyal bağlar”, uluslararası rekabetin şiddetlenmesi nedeniyle zayıfladı.
“Yeni Ekonomi”nin milad olarak nitelenen 1989 yılından sonra sistem rekabetinin ortadan kalktığı bir galibiyet ortamı içinde bakmadı. En azından bunu bir yeniden yapılanma sürecinin başlangıcı olarak kabul etti.
Ekonomi yapı, teknoloji, iletişim ve nakliye sistemlerinde yaşanan küreselleşme, beraberinde “evrensel hastalıklar” getirdi:


  • Suçluluk oranı uyuşturucu kullanımı ve teknolojik işsizlik arttı.

  • Küreselleşme demokrasi tabanlı piyasa ekonomisinin taşıyıcı ayakları olamadı.

  • Egemenlik alanını aşan evrensel sorunların sayısı fazlalaştı.

  • Krizlerin yaygınlaşması ve global krize dönüşmesi tehditleri yaşandı.

  • Dünya sorunları, egemenlik kavramıyla kendini sınırlayan ulus-devletlerin çözüm boyutunu aştı.

  • Saydamlığın yetersizliği ve kayıt dışı ekonomi, dünyada önemli engeller çıkarmaya devam etti. Nijerya ve Tayland’da kayıt dışı ekonominin % 80’ler düzeyinde olması şaşırtıcı değil. OECD üyesi gelişmiş ülkelerde kayıt dışı sektörünün toplam ekonomik büyüklük içinde % 10 - % 20 arası pay aldığı gözleniyor. Yunanistan’da bile bu ekonominin büyüklüğü yüzde 30.

Küreselleşmenin ana belirleyenleri bundan böyle ne olabilir?


1° Ülkelerin karşılıklı bağımlılıklarının artması.
2° Ticaretin, finansman akımlarının ve dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının bir ortak ağ yaratması.
3° Sosyalist uygulamanın çöküşü ve Çin’in dünya pazarına katılması.

Bu gelişmeler kimince “tarihin bittiği” (Fukayama: 1989), kimince “dünya toplumuna geçişi “ (Ohmae: 1990) olarak kabul edildi. Ulusal, bölgesel ve noktasal tüm sorunların özelliğini kaybettiği ve tüm sorunların “Global Olgu”lar şeklinde değerlendirilmesi gerektiği öne sürüldü.


Bu görüşlerin abartılı yönleri bir yana, yaşanan “global trend”ler dünya ekonomisinde birey-kurum-devletin “sorun yumağı”nın daha da büyüdüğünü gösteriyor. Oysa ”Çözüm Odaklı Global Ortak Bakışlar” (global commons) çok az yaşanıyor.
BM “Küresel Kazalar”a karşı önlemi “küresel yönetebilirliğin” artmasında görüyor. Nitekim BM tarafından 1995 yılında tamamlanan “Küresel Uygarlık Projesi” (İnsanlığın Yönetimi: Yeni Bir Global Politika) başlığını taşıyor.
Bu politika, dünya ekonomisinin ana aktörü olmaya devam edecek olan ulusal devletin sorunlara kapanmasını değil, açılmasını öngörüyor. Sorunların küreselleştiği bir ortamda, politika da küreselleşmeli, küresel sorumluluk olmalı ve küresel yeni anlamlı yapılar oluşmalıdır.


Gelecekteki Global Düzenin Dört Senaryosu




Global Toplum


Yenilenmiş Devlet

Sistemi

Çoğulcu (Plüralist)

İkiye Bölünmüş Süregiden

Çatallaşma

Bölünmüş dünyanın yapısı

Merkezileşmiş bir ortamda merkezsizleşme

Üst düzeyde merkezileşme

Üst düzeyde merkezsizleşme

Merkezileşme ve

merkezsizleşme arasında

Denge durumu


Çok merkezli dünya statüsü

Devlet merkezli dünya statüsü



Otonom

Otonom


Bağlılık Tabiyet

Baskın


Baskın

Bağlılık


Otonom

Otonom


Her iki dünyayı da yöneten

Kuralların geliştirilmesi



Tüm kurallar dizisi

gelişiyor



Egemenlik – bağımlı aktörler

Uymama haklarını muhafaza

etmekte ve kullanmaktadır.


Hür aktörler uymama

Haklarını muhafaza etmekte

ve kullanmaktadırlar.


Önemli: Her iki aktör tipi de ulusötesi sonuçlara uyuyor.

Yöntemlerin mikro düzeyde

Karakteri



Bireylerin gelişmiş

yetenekleri evrensel

normların paylaşımı

konusundaki isteklilerin

artmasına önderlik

ediyor.


Bireylerin gelişmiş yetenekleri

devlet önderlerinin

yönlendirmesini önlemeye yeterli

olamıyor ve böylece devletlerin

baskınlığının yenilenmesi

kabulleniliyor.




Bireylerin gelişen yetenekleri

devlet liderlerine yönlendirmelerine

ve alt gruplar vasıtasıyla

kendi çıkarlarını izlemelerine

önderlik ediyor.


Bireylerin gelişen yetenekleri

gerek merkezileşme ve

gerekse merkezsizleşmenin

üstünlüklerini algılamalarına

yardımcı olarak devlet

otoritesini destekleme ve

altgrupların dalgalanmaya

sebep olmakta.



Makro-mikro etkileşiminin ilk yönü

Makrodan mikroya

Makrodan mikroya

Mikrodan makroya

İki yönlü akış

Bireyin (insanın) durumuna

ilişkin perspektif



Liberal ve iyimser

Muhafazakar ve kötümser

Liberal ve kötümser

Faydacı

Yüklə 436,59 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin