Küresel Bir Dünya mı? BİR evriMİN Özeti



Yüklə 436,59 Kb.
səhifə5/6
tarix23.01.2018
ölçüsü436,59 Kb.
#40286
1   2   3   4   5   6


Kaynak: Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Globalleşme Senaryosunun Aktörleri

Projenin odak vurgularını şöyle özetleyebiliriz:


 Küresel yönetim (yönetebilirlik); çok yönlü devlet ilişkisi tesisi ve uluslararası

örgütlerde işbirliğinin geliştirilmesinden olayından ibaret değildir.


 Küresel yönetim bir küresel devlet anlamını taşımamaktadır. Cumhuriyetlerin

merkezi, varolmayan bir dünya federasyonudur.


 Küresel yönetim sadece devletlerin değil her türlü sivil toplum örgütünün çözüm

sürecine katılmasını gerektirir. Bunlar arasında Devlet Dışı Kurumların (N.G.O.)

vatandaş hareketleri, 3. Sektör (Vakıf) kuruluşlar vardır. Bu yolla “devletler

dünyası”ndan daha fazla organize “sivil toplum dünyası”ndan yararlanacaklardır.

Küresel çözüm odaklı bakışlar “yönetimsiz yönetebilirliğin” (governance without

goverment) geliştirilmesidir.


Küresel yönetim bürokrasi yaratmamayı, ulusal kimliklerin yokolmamasına özen göstermeyi taahhüt ediyor. Ulus devletlerin hedefi; dünya devleti olmaktan çok “küresel olarak ayrılmış global projeler”e dönüşecek.
Küresel yönetim dünya ekonomisine işlerlik sağlamak üzere 5 ayrı düzeyde hareket alanı arıyor:


  1. Dünya ekonomisinin hakim güçleri: (ABD, Kanada, Japonya, İngiltere, Almanya, İtalya) dünya toplam çıktısının % 50’sinden fazlasını üretiyor. Dolar + DM + Yen, dünya döviz işlem hacminin % 80’ini oluşturuyor. Bu üç para birimi, dünya rezervlerinin % 90’ını sağlıyor.




  1. Bölgesel bütünleşmeler (entegrasyon): AB ve NAFTA önemli bir düzenleme yetisi kazandı. Şimdi onlar çevre normlarının benimsenmesi, işyeri güvenliği belirlenmesi, gibi alanlarda etkinliklerini sürdürmek zorunda. AB ise “Tek Pazar” rejiminde piyasa ekonomisini yeni dokusuna açıklık kazandırmak durumunda.




  1. Uluslararası rejimler:Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Dünya İklim Konvansiyonu çok uluslu şirketlerin yabancı sermaye yatırımlarına düzen getirmekten, çevre standartlarının güçlendirilmesini kadar, bir dizi alanda, misyon üstlenmesi şansı doğdu; ama henüz bunu kullanmıyor.




  1. Yerel platform: Güçlenen yerel yönetimlerin yapısının modernleştirilmesi ve güçlendirilmesi alanında görev üstlenmek gerekiyor.




  1. Ulusal platform: Devletlerin rekabet gücü kazandırma çabaları gündemin 1.sırasına yükseldi.

Yüzyılımızda dünya ekonomisine işlerlik sağlayabilmek, hakimiyet etkilerini asgarileştirmek için yeni kurumsal düzenlemelerin yapılması gerekiyor.


Küresel Hukuk Oluşturma Ve Güçlendirme: Tüm dünya aktörlerinin benimseyeceği kurallar için uzlaşma biçimleri, uyuşmazlıklarda yatırım mekanizmaları bu alanda başlıca konulardır.
Finans Sisteminin İstikrarını Sağlama: Dünya döviz kambiyo rejiminin istikrar kazanması için dünya hakim paraları arasında çarpraz kur farklılığının % 10’luk bir band içinde dolaşması; kısa vadeli sermaye hareketlerine sınırlayabilmek için belli bir marj üzerinden vergilendirilmesi, IMF’nin krizlere karşı daha donanımlı olabilmek için ekonomik veri altyapısını güçlendirilmesi ve saydamlaştırması; bu gündemin maddelerini oluşturuyor.
Ticaret ve Yatırım Çerçevesi: Bir uluslararası rekabet hukuku oluşturularak, küresel ticaret ve denizaşırı dolaysız yabancı sermaye yatırımları için sınırlama getirici çerçeve bir düzen ve uygulama anlayışı sağlanması hedefleniyor.
Altyapı ve Kurumları: Ölçü ve ağırlıklara ortak standartlar getirilmesi, çevre normları benimsenmesi, deniz ve nehirlerin ortak kullanımına ilişkin esaslar konulması gerektiğinde buluşuluyor.
Rüşvetle Mücadele: Küreselleşmiş rüşvete karşı ortak hareket alanı ve araçları yaratılması gündemin bir başka asıl maddesini oluşturuyor.
Bu gelişmeler içinde Birleşmiş Milletler (BM) “Küresel Yönetim Esaslarını Belirleme Komitesi”, 1995’te “Ekonomik Güvenlik İçin Uluslararası Kurul” oluşturulmasını önerir. Yetkisinin “danışma ve tavsiye” ile sınırlandığı Kurulun, temel işlevleri şöyle öngörüldü:


  1. Küreselleşmedeki ana eğilimlerin belirlenmesi ve uluslararası topluluğa iletilmesi.

  2. IMF, Dünya Bankası ve DTÖ arasında hedef uyumsallaştırmasının sağlaması.

  3. Devlet – Dışı – Örgütler’in (NGO) Forum’unu düzenlemesi ve bu Kurul ile devletler arasında diyalogu temin etmesi.

Görünürde somut bir çözüm yok! Öngörülenlerse çok anlamlı birinci önerinin sahibi olan Prof. James Tobin kendisine 1981’de Nobel ödülü kazandıracak, 1972’de geliştirdiği öneri, döviz denilen ürünün spekülasyon kazançlarını önlemeye dönüktü.


Tobin malın paraya göre daha ağır hareket ettiğini görmüştü. Bu yüzden likit olan dövizin hızını “biraz” kesmek istedi. Üstelik toplam dövizin % 80’i, 1-7 gün içinde yeniden işlem görüyordu.
Bu nedenle her döviz alım, ya da satımına % 1 vergi getirilmesini öngördü. Sistemin başarısı için önlem tüm finans piyasası merkezlerinde eş-anlı devreye girmeliydi. Böylece sıcak paranın “spekülatif yüzü” önlenebilecekti.
Öneri, IMF’nin gündemine bile girmedi. Genel kurul gündemine almaya hazırlanan BM, gelişmişlerce “üyelik aidatını vermeme” tehdidiyle karşılaştı. Üstelik liberal muhafazakarlarca “arwell’e davetiye çıkarmakla” sonuçlandı.
Olay şimdilik akademik bir öneri olarak kalsa da, savunanlar arasında AB eski komisyon Başkanı J. Delors, DB eski Başkanı B.Conable ve BM eski genel sekreteri Boutros – Ghali var. 1979-1994 döneminde ticaret % 134 döviz hareketlerinin % 823 artması, hükümetlere döviz kuru ve faiz üzerinde tüm denetimi getirmesine neden oldu. Bu yöntem “Tobin Vergisi” geçiştirilse de gündemde hep kalacağı benzer.
Yanısıra, sıcak paranın ulaştığı düzey olayın ele alınmasını önlemektedir. Başkan Clinton’ın talimatıyla kurulan bir bağımsız kurul 1999 sonunda önerilerini sunar. Buna göre;


  • IMF ve DB işleyiş biçimi gözden geçirilmelidir.




  • Kısa vadeli sermaye hareketleri sınırlandırılmalıdır. Uzun vadeli sermayeyi özendiren düzenlemeler yapılmalıdır.




  • Doğru ekonomik politika üreten ülkeleri ödüllendirici bir mekanizma olarak IMF ilgili ülkeye daha avantajlı kredi vermelidir.

Başkan Clinton gidince önerilerin rafa kalktığı anlaşılmıştır.


Bu arada George Soros’un hakkını yemiyelim. “Open Society İnstitute” Başkanı olarak, 1997 G.Asya krizi sonrası saydamlık sorgulaması ile dikkati çekti. Çok tepki aldı. Ama geri basmadı. O da, IMF yan örgütü bir “Uluslararası Kredi Garanti Fonu’nun kurulmasını önerdi. Böylece, IMF – kreditör ülke arasında bir 3.taraf ilişkisi doğacak.
IMF ise bu öneriyi tartışacak yerde kolay yolu seçti. Başkan Camdesus “günah keçisi rolünde”, süresinden önce istifa edip, yerine bir “iktidarsız” Alman, Başkan olarak atanınca, IMF fiilen ABD’nin güdümüne geçti.
Yüzyılın “acil” gündemi; Prof. Arthur Lewis’in 1977 yılında Princeton Üniversitesi’nde yaptığı tarihi konuşmada saklı gözüküyor:


  1. Kalkınan ülkelerin fakirliklerinin ve faktör ticaret hadlerinin kötü olmasına başlıca nedeni işgücünün ağırlıklı kesiminin çok düşük bir verimlilikle gıda maddeleri üretmesidir. Bu durum, sanayi ürünleri ve hizmetler için iç piyasanın sınırlı kalmasına, ithal eğiliminin çok yüksek olmasına yol açmakta, vergilendirilebilir kapasiteyi ve tasarrufları azaltmakta ve uygun olmayan koşullarda mal ve hizmet ihracına zemin yaratmaktadır. Bunu değiştirmenin başlıca yolu AGÜ/GÜ ilişkisini değiştirmektir. Bu zaman alıcı bir olaydır.




  1. AGÜ’ler, ithalatın bedelini ödeyebilmeleri borç taahhütlerini yerine getirebilmeleri ihracatlarının daha hızlı gelişmesinde düğümlüdür. ÇGÜ’ler, AGÜ’lerin sanayi ve tarım ürünleri ihracatlarına koydukları engelleri azaltarak, AGÜ’lere dünya ticaretinden daha fazla pay verebilirler. Bu, AGÜ’lere en iyi ve en etkin yardım şeklidir.




  1. AGÜ’ler uzun-dönemli finansman ihtiyacı içindedir. Kısa-dönemli finansmanın halihazır oranı yüksek ve tehlikelidir. Bu ham petrol fiyatlarındaki aşırı artıştan önce de böyleydi.




  1. IMF devresel durgunluklarla mücadele edebilmek için daha fazla kaynağa muhtaçtır. AGÜ’ler, fondan borçlanma güçleri, bir miktar SDR (Özel Çekme Hakkı) ve mal dengeleme finansmanından ibaret kalmıştır. AGÜ’ler için ayrılan stand by finansman rezervi, bir yıllık toplam ihracatın yarısından daha az olmamalıdır.




  1. AGÜ’lerin 1950’lerde ve 1960’larda maruz kaldığı şeklindeki fiyat düşmeleri, ihracatı engelleyerek, ticaret hadlerini aleyhe çevirerek ve borç yükünü arttırarak, sorunu daha da ağırlaştırır. Dünya ticaretinde AGÜ’lere daha çok yer açılması, bu ülkelerin ihracat fiyatlarının desteklenmesine yardımcı olabilir. Fiyat istikrarı planları, uluslararası ekonomik durgunluğun yansımasını azaltarak, gelişmiş ülkelerin de yararına sonuçlar doğurur.

Temel olay Morin’in sözleriyle “insanlaşma sürecinin” henüz devam etmesi. Bu “gezegenin demir çağı”ndan yeryüzünün uygarlaştırılması anlamını da taşıyor. Gelişim ekonomik şemalardan kurtarılıyor.


Lewis ekonomik sorunları ekonomizm yaparak çözümünü öngörüyordu. Aslında kırılması gereken, gelişmenin büyümeye özdeşliği. Gelişme yeniden insanlaştırmalı....
Hedef bir yönüyle gelişme ötesi bir anlam taşıyor. Çünkü aslolan “yaşamın reformu”...
Küresel yönetebilirlik koşulunun olması için demokrasinin çeşitlilik ve anlaşmazlıkları çok daha fazla sürdüren bir yapı kazanması gerekiyor.
Hepsi tek kapıya çıkıyor: Edgar Morin’in eşsiz formülasyonuyla “gerekli olan, insan türünden bir insanlık, gezegenden de insani çeşitlilik için ortak bir ev yapmaktır.”

Bu ortamda kalkınma artık bir seçenek değil tercih. Bu tercihin “Hobson Tercihi”ndeki gibi insanların pazarda dolaştırılan atlar ve satıcı ile yetinmesi olmadığı açık.


Unutmayalım, demokrasi insanların 1.mevkii tercihidir.
Bir nokta açık: Kasım – 1999’da ABD’nin Seattle kentinde başlayan “isyan”, küreselleşmenin zaafiyetini ve insanı değerlendirmeye başladı. Nesne, özne olana dek süreceği anlaşılıyor.
İktisatçının veremediği cevabı, bir felsefeci Profesör Betül Çotuksözen’de aramak istiyorum:
Sorgulamaya başlayabiliriz: İnsan sadece ilişkilerin öznesi mi? (...) Sosyal devlet anlayışını büyük ölçüde aşındıran küreselleşme olgusu yeni düzeninin sadece uygulayıcısı durumunda olan ve buyrukları alması konusunda sık sık uyarılan ülkelerin insanları için bir katkı sağlayamamaktadır. (...) İnsanların kendilerini bireysel özne olarak kuramadıkları, değer yaratan kişi olarak göremedikleri ve toplumsal/siyasal yaşama yeterince katılamadıkları, kendilerini yurttaş olarak algılayamadıkları bir ortamda, sadece araç kılınacakları açıktır; hem de her şeyin / her ortamın / herkesin (kavramların, kurumların, başka insanların) onları şeyleştireceğini / nesneleştireceğini, giderek meta haline getireceğini görmek olanaklıdır. Herbiri insanın kendine özgü nitelikleri bu durumda artık onları birbirinden ayırt etmenin, değerlendirmenin aracı haline kolaylıkla gelebilecek; öyle ki sahip olunan ayrımlar, zamanla ayırımcılıkların temelini oluşturacaktır. Bu yolla insanlara – sanki ya da görünüşte – kendileri olmanın yolu açılmış gibi gelecektir. İnsanlar şu ya da bu yolla edindikleri kavramları, sanki onlar birer nesneymiş gibi algılayacak ve yaşamlarının merkezi yapacaklardır. İnsanın simgeleştiren ve ideleştiren bir varlık oluşunda temelini bulan yönlendirmeler, asıl gerçeğin örtecektir. Bundan sonrası çatışmanın, köktendinci, ırkçı, cinsiyetçi ........kozgezdiği bir dünya olacaktır. Kuşkusuz bu arada, sloganlarla düşünme, “doğru değerlendirme”nin yerine “değer atfetme” ya da “değer biçme”yi geçirme, yeni düzenin ayakta kalmasının temel öğeleri olacaktır.
Olup biteni bir sorun olarak saptamak, sahip olunan bilinç ve bilgiyle doğru orantılıdır. Bilincin yeterince açık olmadığı ve bilgiyle desteklenmediği ortamlarda, herhangi bir olup bitenin sorun olarak kavranması da mümkün değildir. Küreselleşme olgusu salt ekonomik ilişkiler ağında ele alındığında bilinçli bir yaklaşım hemen şunun da farkına varacaktır; yarışa eşit olanaklarla, konumlarla başlamayan toplumlar ve insanlar için küreselleşme olgusunun birdenbire karşıtına döndüğü de en sık rastlanan durumlardan biridir. Ekonomik olarak şu ya da bu yapıya bağımlı kılınan insanlara, neredeyse eli kolu bağlanan insanlara, sözde kimliksel özelliklerini yaşamaları ve hatta o kimliksel özellikleriyle toplumsal / kamusal yaşama katılmaları gerektiği düşüncesi aşılanacak ve bu durum sanki bir armağan – tersinden bakıldığında ise bir bedel ödeme-olarak onlara sunulacaktır. Olanaklarını geliştiremeyen, yargıda bulunma yetisini gerektiği biçimde, başka bir deyişle sağlıklı bir biçimde kullanamayan, sadece kendine ait bir niteliği toplumsal/ kamusal alana taşıma konusunda kışkırtılan, yönlendirilen insanlar, ekonomik ilerlemeye temelde daha çok hizmet eder hale getirileceklerdir. Küreselleşme olgusunun aynı zamanda çok kültürcülük olgusunu da içermesi ancak böyle açıklanabilir: ulus devlet, toplumsal kurumların aşındırıldığı, güçsüz düşürüldüğü ortamlarda kişilikleri, bireysel, özne oluşu yokeden “sözde kurumlar”, özellikle cemaatçilik alabildiğine gelişecek; insana ve insan dünyasına yine ortak insan kimliği açısından bakmanın yolları tıkanacaktır. Burada belirlenen bütün bu durumların ortak paydası nedir? İnsan, her şeyin aracı kılınmakta; amaç olarak görülmemekte, daha doğrusu insan, şeyleştirilmektedir/nesneleştirilmektedir; bir başka deyişle insan unutulmaktadır; bireysel özne yokolmaktadır. Asıl amaçlanması gereken anlamdaki küreselleşmenin, daha doğrusu evrenselleşmenin mümkün olabileceği üzerinde neredeyse hiç durulmamaktadır. Ekonomik bağlamda kullanılan küreselleşmede çıkarlar ölçüt alınırken, evrenselleşmede insan ve insanlığın ortak yararı ölçüt alınmaktadır.

(...)

Günümüzde “küreselleştirme” aslında “olan”a işaret ediyor gibi görünmektedir; oysa ancak insanla ilgisi içinde olması gerekene işaret ettiğinde, insanlar için daha iyi bir dünyanın yolu açılacak demektir. Bu yolu açacak olanlar da evrensel insani değerlere öncelik tanıyanlar; insanın kendi varlıksal yapısına ilişkin bilincini her türlü bilgi edinme sürecinin temeli yapanlar olacaklardır. Ancak bu kişiler, sömürüye çok açık kavramlar olarak günümüzde beliren özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi kavramların doğru kullanımını gerçekleştirebileceklerdir. Bu bağlamdaki kullanım bilgisi de salt ekonomik olanla örtüştürülen küreselleşme ortamında değil, evrenselleşme ortamında bir başka deyişle, her tek kişinin insan olma onuru korunduğunda, ortak insan kimliğine ulaşıldığında gerçekleşecektir.
Şair Ahmet Oktay haklı: Modernleşmeden küreselleşilmiyor! Melih Cevdet Anday’ın dizeleriyle; “Yirminci yüzyılı yaşadım / Ertelenmiş bir yüzyılda bu”.

Profesör P.Krugman’da kanımca doğru soruyu soruyor:




  • 21. yy’ın sorusu artık ekonomik değil, politiktir. Gelişmenin insanlarla örtüşüp örtüşmeyeceği ele alınmalıdır.


AVRUPA BİRLİĞİ’NDE GELECEK

Önce Avrupa’yı tarihten gelen özelliğiyle tespit edelim. Prof. İlber Ortaylı “Geçmişi irdelemeden geleceği betimlemek mümkün değildir” der! Bu geçmişi yani birleşik Avrupa düşünü de Gaulle’ün “Tek Avrupa Evi” siyasetini yürütenlerin nasıl bir karmaşık geçmişten geldiklerini bilmek gerekir. Bunun için o tarihten gelen Avrupa’yı ele almalıyız.


Bununla yetinemeyiz! Avrupa’da hakim trendleri vermek zorundayız. 1998 sonrası on üç aday ülkenin on ikisiyle aktif görüşme sürecine girmiş olan AB, hangi hakim eğilimlerin altında şekillenmektedir? Bu topluluk 375 milyondan 600 milyona doğru giderken, hangi dinamiklerle belirlenmektedir?
Üçüncüsü AB’nin genişlemesinde hangi senaryolarla biçimlenmektedir?
Kesin olan bu olayın tekdüze bir uyum süreci olmadığıdır. Avrupa’nın kozmik çekmecesinde, birkaç gelişme senaryosu bulunmaktadır. Bu gelişme senaryoları içerisinde Türkiye’nin olduğu olmadığı durumlar vardır.
Bu senaryoların irdelenmesinde yarar vardır. Bölgesel entegrasyon olarak, genişleme biçiminin ne anlama geldiğini, siyasi boyutlarıyla ele almalıyız.
Dördüncüsü, genişleme sürecinde merkez ve çevre ülkeler çelişkisi ne durumdadır? 13 aday ülkenin, mevcut 15 üye ülkenin milli gelirinin % 6’sını oluşturduğu bir ortamda tek etaplı, bir geçiş olabilir mi? Bir “merkez ülkeler çevre ülkeler”, yani merkezde kuzey yarımküre, çevrede de güney yarımküre ülkelerinin yer alması kaçınılmazdır. AB bu sorunların üstesinden gelmeyi nasıl düşünmektedir?
Euro iki kutuplu bir dünyada ortaya çıkmıştır. 1999 Ocağından sonra 1.16’lık bir kurla dolara karşı bipolar dünyada ikinci para birimi olarak çıkan ve küresel bir liderlik tanımı yapan Avrupa’nın bu öngörüsünde ne denli gerçekçi olduğu test edilmelidir. Gerçekten bipolar bir dünya mı var? Yoksa hegemonik bir dünyada hegemonyası artan bir dolarla karşı karşıya mıyız?
“Yeryüzü Suretleri” sergisini gezdiğimde, yani insanları kardeşçe bir olayın etrafında toplamayı öngören çalışmalardan ilki olan Thomas More’un Utopia’sındaki haritaya bakmıştım. “Acaba dünya bu sınırlarla hala niye uğraşıyor?” sorusunu sormuştum. Edebiyatçı, Enis Batur’un “Büsbütün hayal ürünü olan bir yeryüzü haritası elde edebilir miyiz?” sorusunu paylaşarak “Acaba Avrupa bütünleşmeyi yapabilecek mi? derken, bir kronolojik akış vermeden “Birleşik Avrupa” temasını incelemenin mümkün olmadığını gördüm.
Zıtlaşmalardan gelen Avrupa olgusunu bilebilmeliyiz ki, niye bir araya geldiklerini de bilmek mümkün olsun diye düşünüyorum.
M.Ö. 753’te Roma’nın inşasına bir nokta koymalıyız. Bu uygarlığın oluşumunda, Helen-Hristiyan mirasının geçerli olmadığının kanıtıdır.
Avrupa’nın referans noktası İtalya’dır. Öne sürüldüğü gibi Helen uygarlığı değildir. Bu açıdan Roma’nın inşasını görüp ondan sonra buna bir Hristiyanlık boyutu eklemeliyiz. M.S. 313’te Konstantinus, Milano Fermanıyla “Hristiyanlık serbesttir!” deyince, Paganlıktan Hristiyanlığa geçilir.
Hristiyanlığı serbest bırakan anlayış, M.S. 449’da bu kez Ortodoks yorum, yani Tanrı’daki insan suretini reddeden, İsa’yı tanrısallaştıran monofistik yorum bu kez Ortodoks doktrinin kabulüne gider.
Bu yorum Ren ve Tuna nehirleriyle biçimlenen iki Avrupa’yı da beraberinde getirir. Slav dünyasıyla, klasik Katolik dünyası – yani ekumenik liderin oturduğu Roma’daki dünya-iki ayrı dünyadır.
Bu iki ayrı dünya üzerindeki zıtlık giderilmiş değildir.
Tipik bir örnek M.S. 962’de bir Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun varlığıdır.
Büyük Otto tarafından kurulan “ne Kutsal, ne Germen, ne de Roma” olan, sözcüklerin sentetik beraberliğinden doğan bir topluluktur. O kadar ki, yani büyük Avrupa düşünün olduğu bu hadise Şarlken yani onun bir anlamda 16.yüzyılda en büyüğü sayılan Şarlken, sadece akrabalık yoluyla genişlettiği Avrupa’da, bağlantı için Almanya’ya dokuz, İspanya’ya altı, Fransa’ya yedi, İngiltere iki, İtalya’ya yedi, Hollanda’ya on yolculuk yapar. Avrupa’nın “Orjinim oradan geldi” dediği sentetik bir buluşmayla oluşan bu sömürge yoluyla Avrupa siyasetinin finansmanı sağlanır.
Büyük Otto döneminde Katolikliği yüceltirken bir Alman olarak Luther’i yaşar. Nordiklerin Protestanlığı onun ebeliğinde dünyaya gelir. Birleşik Avrupa hülyasındaki bu kişi, Roma’yı talan eder. Savaşla Fransa’yı kendine katar. Otuz yedi yılın sonunda Kutsal Roma Germen İmparatorluğu dağılır.
Bu tabloda, üç yeni kutup çıkar: Slav boyutuyla perçinlenen bir Roma, Hristiyanlık dünyasıyla İtalya’da şekillenen Avrupa’nın kalbi devamında Ortodoks dünyası, yani bir Hristiyanlık sapması o da Slav dünyasıyla buluşuyor. Üçüncü boyut Protestan dünyasıdır.
Ortaçağ Avrupası’nda üç ayrı dünyadan oluşan bir olgu vardır. Avrupa’nın bir üst kültürde bir araya gelmesi, 1958’de yürürlüğe giren AET anlaşmasına kadar mümkün olmaz.
Şarlken’den sonra Otuz Yıl Savaşları vardır. Bu Otuz Yıl Savaşları, Din savaşları, Avrupa’nın kendi içindeki hesaplaşmasıdır. Bu süreç 19. yy’ın sonuna kadar yani ulus devlet sürecine kadar, devam edecektir. Bu anlamda “Birleşik Avrupa” ancak kültürel anlamda söz konusudur. Otuz Yıl Savaşları 1648’de tamamlanır.
Avrupa sınırlarını çizen, ulus devletin yolunu açan Westphalia Anlaşmasına gidilir. Westphalia Anlaşması ulusal sınırlar kadar uzlaşma ve diyaloğu da beraberinde getirir. Avrupa kültürünün en önemli olaylarından biri, dört yıl süren Westphalia Anlaşması görüşmeleridir. Sonuçta Almanlar, Avrupa önderliğini ele geçirir. Germen dünyası öne çıkar.
1707 yılındaki bir oluşum İngiltere İskoçya ile –“Union Act” yaparak bir parasal birliğine girer. İskoçya’da bu parasal birlik halinde geçerlidir. Dolayısıyla “Paraların birleştirilmesi fantazidir.” diyen Blair’e “1707’den bu yana bir bölgesel paranız var!” hatırlatmasını yapabiliriz.
1870’te bir “Latin Para Birliği’ni görünüz. Altı ülkenin beraberliğinde, Fransa’nın öncülüğünde Yunanistan’ı içeren Latin Para Birliği kurulur.
Parasal birlikler Avrupa’da bir iktisadi katalizör olarak hep vardır. Euro bir siyasi kimlikle Maastrich’te gündeme geldiği için farklı ele alınmaktadır.
SOSYAL DEVLET AVRUPASI
Araya Bismark’ın Almanya’sından sosyal devletin temelleri girer. Yüz otuz yıl önce işyeri garantisi, sosyal güvenlik, hastalık hakkı, analık, tedavi hakları Avrupa’nın değişmez değer sisteminin öğeleri haline gelir. Bugün muhafazakar dünyanın “Bunları kaldırın! Aksi durumda yapısal uyum yapamazsınız” dedikleri olayın çerçevesi biçimlenir.
Avrupa’nın iki intihar uçuşu olur: I. ve II. Dünya Savaşları! Bunlar aynı zamanda Avrupa Birliği’ne doğru giden düşünceyi de oluşturur. Tek tek ulus devletleriyle pazar çok küçük, “kavga” ise çok büyük olmaktadır. İzmir’den Konya’ya yedi saatte gittiğimiz bir ortamda, üç saatte Avrupa’da üç ülke aşılır. Ölçekler gelişmiş sanayi pazarı için çok küçüktür.
Avrupa düşüncesinin mimarı Jean Monnet, altı ülkeyi Avrupa birliği içinde 1951’de biraraya getirerek, Avrupa düşünü ateşler. 1957’de Roma Anlaşması imzalanır. 1961’de Euro’nun fikri temelleri atılır. Sonrasında 1979’da Avrupa para sistemine geçilir.
1989’da Doğu Bloku dağılır. Avrupa’nın genişleme düşü Doğu Avrupa’ya doğru genişler.
1999’da Euro, dört eksikle yola çıkar. Maastricht kıstaslarına uymayan Yunanistan alınmaz. Danimarka, İsveç ve İngiltere ise bu oluşuma iradeleriyle katılmaz. 1999’da yaşanan önemli bir olay vardır. Santer Skandalı sonrası Avrupa Komisyonu Başkanı Santer AB’nın fonları yalan yanlış ve ben-merkezli dağıttı savıyla görevden alınır. Önemlidir! Çünkü bununla Toplulukta demokratik mekanizma, Komisyon değildir! Parlamento ve Konsey’dir. Santer Skandalı’ndan sonra AB’de karar alma süreci Konsey’in eline geçer.
Bu gelişme bütün aday ülkeler lehine önemli bir gelişmedir. Sistemi daha demokratik kılınmıştır.
Öte yandan “Agenda 2000” ile Avrupa fonları da kısılmasını artık gündemlemiştir. Klasık tarımsal fonlar, klasik bölgesel rehabilitasyon fonları eskisi gibi olmayacaktır.
Lüksemburg Zirvesinde Türkiye’ye “hayır”denilmiştir. İki yıl sonraki “evet”in arkasında ne vardır? Kararın içeriğini hangi şart belirlemiştir? Zirve öncesi çıkışların % 70’i, ABD kaynaklıdır. İlginç tesadüfler yok değildir! 10 Aralık 1999’da International Herald Tribune’de, “Türkiye’nin önüne yeni bir çerçeveyle açmalıyız!” diyen yazının sahibi Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı Papandreu’dur.
1997 – 1999 arası yaşananlar Türkiye’yi bu takvim içine alma olayı daha siyasallaşmıştır. Bir anlamda ordu kurmaya yeltenmiş, Kosova’dan dersler çıkaran, büyük patron Amerika’yı dışlamayan, onun payandası olma zorunluluğunu hisseden bir AB vardır.
Türkler ve Ruslar; 19. Yüzyıldaki konumları gereği, dinsel değil, ülkesel konumları gereği Avrupa topluluğunun ebedi şüphecilik merceğinin altındadırlar. Benjamin Franklin 1787’de, “Avrupa ancak tek ve büyük devletle kendisini yok etmekten ve savaşın getirdiği tahribatlara karşı ekonomik mücadelelere karşı koruyabilir” demiştir. Köylü Savaşlarına, Otuz Yıl Savaşlarına bakarak çok içten bir saptamadır bu.
ÜÇ UYGARLIK
Braudel’in “Akdeniz Uygarlığı” isimli eseri hangi coğrafyalarda yaşadığımızı anlatan güzel bir metindir. Braudel “Akdeniz’de üç uygarlık var” der. Batı uygarlığı, yani önce Latin, sonra Katolik sonra da Şarlken’in imparatorluk alanı. Braudel’e göre “Hiçbiri kaynak değildir, hepsi birbirinden türetilmiş uygarlıklardır.”
“Akdeniz,” der Braudel “İki sesli sonsuz bir türküdür, binbir şeyin hepsi birdendir.” O Akdeniz’in içerisinde 117 ada ve 177 kanalı olduğu, Rönesans düşüncesini beslemiş en büyük kent devleti Venedik’de St. Marco meydanında “Mahşerdeki Dört At Heykeli” Konstantinus tarafından İstanbul’da yaptırılmıştır. Venedik’e hediye edilmiştir. Fransızlarca “Venedik’ten çalınmıştır. Uygarlık yol alınca “Bu ayıp bize yeter!” denilip, heykel Fransa’dan geri gelmiştir.
Bütün bu gelişmeler biraz da uygarlığın yol haritasını bizlere verir.
Bizans’ın monofizmi, yani Ortodoks doktrini yeni yorumu önemli bir bölünme yaratır. Gövde çatlar! Hristiyan alemi ikiye bölünmüştür. 1453’le beraber Fatih’in aldığı İstanbul olayı salt İstanbul’un Türklerce alınması değildir. Fatih, Batıyla olan çelişkiyi yerinde tespit ederek, Batı Roma’yla bütünleşilemeyeceğini söyleyen bir kişiyi, Patrik olarak atamıştır. Demiştir ki “Din senden sorulur!”

Fener Patrikhanesinin ökümenik özelliği, Fatih’in onlara bu ünvanı vermesiyle sağlanmıştır. Yetmemiştir! Fatih Ermeni camiasını da bir Patrikhane kurma yetkisi vermiştir. “Erivan’da, Ecmiadzin’de”, yani 22 kilometre ötede onların “Kudüs”ü dururken, Ermeni kolonisine Patrikhane arkasında durmanın arkasında ne vardır? Fatih “Patrik İstanbul’dan çıkacak ve ben her Patriği atayacağım” demiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin her Patrik atamasını. Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylaması, bundandır.


Bu oluşumla Ecmiadzin’deki dini lider Katagigors Ermeni dini lider olmaya devam etmiştir. Patrik ise İstanbul’dadır. Cemaat hangi dini liderle ne yapacağını bilemez hale gelmiştir. Ermenistan’daki Kataggos seçimlerine bu yüzden İstanbul Patriği gitmez. Onu “saymamaktadır”. Bu, Fatih’in Slav dünyasını “bölme” anlamında politikasının bir uzantısıdır.
“Üç Roma vardır” diyen Profesör İlber Ortaylı haklıdır! Çünkü 3. Roma İmparatoru aslında Fatih’dir. Ökümenlik liderliği üstünde toplayan kişi aynı zamanda bu İmparatorluğun varisidir. Bu ebedi şüphecilik bu yüzden Viyana kapılarından dayanmış bir Türklere bir de Ruslar için vardır.
Avrupa birleşme sürecine girerken aslında bir çözülme süreci Frenk deyimiyle bir “mortification süreci” yaşamaktadır. Ulus devlet süreci Avrupa’da artık bitmektedir. İtalya’da, Kuzey İtalyayılar olarak, İspanya’da Fransa’da Galiçyalılar, Bask milliyetçileri, Katalonya yani Kırım’a kadar uzanan genç bir coğrafyada 25 alt ulus ve cemaat ulus devleti olma savındadır. “Birleşik Avrupa” tanımı, bugünkü coğrafyada yazılı olduğu biçimiyle 36 devletten oluşan Avrupa coğrafyası aslında çok geçici bir coğrafyadır. 2020 yılında bu 25 adaydan kaçının bağımsızlık ilan edeceği ayrı bir sorudur. Eurocentrik – Avrupa merkezli görüşler, her zaman mevcut olsa da aldanmamak gerekir. Birleşme bir çözülme süreciyle atbaşı gitmektedir.

ÇOĞUNLUK ÖNE ÇIKIYOR
Avrupa Birliği’ndeki yeni bir şekillenme momentumu vardır. Bir ülke yeni Avrupa yasama mekanizmasında; askıya alma rejimi Parlamentonun öne çıkmış, komisyonun yetkisizleşmiş ve Amsterdam Anlaşmasının “süspansiyon rejimi” (askıya alma rejimi) devreye girmiştir. Bu özellikler, üye ülkelerle ilişkiyi dondurma hakkı gibi önemli bir karardır.
Askıya alma rejiminin gelecekte başka yansımaları beklenmelidir. Bir konjonktürel kriz halinde ortak gümrük tarifesinden doğan yükümlülükleri yerine gelmediği zaman, askıya alma hakkı doğmaktadır. Roma Anlaşmasındaki gibi ABD “Daha elastiki olayım, bu lig küme düşmeli olsun, kümeden yükselmeyle, play off’un hangi sahada oynanacağına ben karar vereyim” demiştir.
12 ülkeli “Euroland” hala ABD’nin gerisinde ve Japonya’nın çok az ötesindedir. İhracat değerleri açısından dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı gözükmekle beraber, bunun ağırlığı bölge içindeki ihracattır. “İntra-ticaret” on beş ülkenin birbiriyle yaptıkları ticaret, 2002’den sonra, Tek Pazar ve parada, büyük oranda gerileyecektir.
Avrupa düşüncesini belirleyen hakim trendler nelerdir?
Dört hakim trend gözüküyor:
Avrupa düşüncesinde Almanya lokomotif iken, Fransa diğer ayağıdır, yani onsuz olmaz. Bir anlamda Fransa ve Almanya Avrupa Birliği’nin “sine qua non” koşulu olmuştur. Bu ikilinin almadığı karar, karar sürecine giremez. Yıllar yılı, Türkiye ile ilgili veto kararlarının gerisinde hep Yunanistan’ın adı anılırdı. Oysa karar mekanizmasında Yunanistan’ın ne kadar kolay aşıldığı Helsinki Zirvesinde çok açık görülmüştür.
İkincisi 1993 Amsterdam Anlaşmasında taraflar, yani Avrupa Birliği’nin Onbeşleri, “Bir ortak dış politika ve savunma mekanizması kuralım” demişlerdir. Bir Batı Avrupa ordusu kurma düşü de vardır. Brüksel’deki 27000 Eurokrat, yani Avrupa – teknokratı bir askeri güç oluşturma olayını uzun süre ertelemiştir.
Kosova krizi sonrasında, 1998’de Saint Malov Zirvesi’nde, Blair ile Jospen biraraya gelip Eurokratları aşarak “Biz bir askeri güç olacağız” demişlerdir. Bu askeri güç bağımsız bir askeri güç değil, NATO müttefiği bir askeri güç olmaktır. “Biz konvergence ilkeleri içinde böyle bir ordu oluşturacağız, masrafları yakınlaştıracağız” şeklinde olay formüle edilmiştir. “Biz orduyu sadece bir formel buluşma olarak düşünüyoruz. Bu ordu bir bağımsız dinamik güç oluşumu değildir. Atlantik Zinciri içerisinde ABD’nin Avrupa’da oluşturduğu bir tümendir.” düşüncesi bu kararın nedendeki saklı düşüncedir.
Kararı küçümsemiyorum! Gerek harcamaların kompozisyonu, gerekse Amerika ile girilecek ortak operasyonlar açısından bu ordu çok önemlidir. Atanan Yüksek Komiser, -İngiliz mantalitesi gereği Komiser diyemiyorlar, Salona, NATO eski Genel Sekreteri’dir. “NATO’nun güvenilir adamı”, yatay geçişle geldiği bu görevde Amerika etkinliğini çok açık göstermektedir. 2002 yılından sonra para biriminin euro oluşu bu siyasi oluşun üzerinde onların da öngöremeyecekleri çatlamalara neden olacaktır.
Blair AB’de askeri gücü oluşturmada öncüdür. Öte yandan “Euro’da yer almayacağım.” demektedir. Bu ironik farklılığı dünya çözmek zorundadır. Birleşik Avrupa düşüncesini Euro etrafında oluşturamayan bir Avrupa, ister istemez sorunlar yaşayacaktır. Bu olayın “turnosol kağıdı” ise 2002’de Euro’nun tek para olarak tedavüle girişi ya da kalkışı olacaktır.
Üçüncü eğilim daha fazla demokrasi, daha fazla demokratik mekanizmalar talebidir. Konseyin devreye girişiyle Avrupa Parlamentosu daha yoğun da devreye girmiştir.
Dördüncü hakim eğilimse onbeşlere, 13 yeni aday, Avrupa Birliği’ni artık zenginlik ve refahta buluşan bir idealin dışına çıkarmaktadır. Avrupa artık taşrasıyla buluşmaktadır. Bu taşranın bir “Zenginlik Kulübü” şeklinde çalışması, gerek kaynak tahsisi, gerek kaynakların dağıtması açısından mümkün değildir. Bu mekanizmada “supra nasyonel” yani ulus ötesi diye nitelenen olayın, çok ulusal düzenleme gerektirdiği gibi bir de çelişkisi vardır. Çelişki şudur: Avrupa para biriminden sonra ulus-devlet süreci, para ve savunma konularına daha fazla dikkat etmek zorundadır.
Avrupa, para birliğine geçtikten sonra çok daha kolay yalpalayan politikalar izleyebilirlerdi. Oysa şimdi Maastricht kriterleriyle, ulus-devlet çok daha fazla öne çıkmaktadır. Üstelik bu “yetki ikamesi” ilkesiyle iyice perçinlenmektedir. Ortak “yetki ikamesi” konuları sadece adalet ve içişleri ile sınırlıdır. Komisyona gündemindeki konular büyüme ve sübvansiyon olarak tanımlanmıştır. Komisyon bağımsız karar almamaktadır. Parlamento ise ulus-devletle ilişkilidir.
Bu sistem içerisinde süspansiyon yani askıya alma rejimiyle beraber, ittifak oyuna geçiş, Komiser sayısının azaltılması ve harcama yetkisinin sınırlanması gibi üç yeni gelişim vardır. Komisyon kuvvetlerin ayrılığı ilkesini gözeterek karar verecektir.
İttifakla karar alma yeni bir olaydır. Düne kadar çoğunluk mekanizmasıyla karar alan “Avrupa veto mekanizmasına çok bağlı bir olaydı, Fransa ve Almanya’nın oynattığı bu “kukla oyununda”, Yunan vetosu, Türkiye’nin aday üyeliğini red için yetiyordu. Şimdi ittifak oyu ile geçerek; yepyeni bir oluşum biçimi karar alma sürecini etkileyecektir. Çoğunluk daha küçük sayılarla sağlanabilecektir.

AB’DE YENİ HARİTA
1957 Roma Anlaşması, Ocak 1958’de yürürlüğe girmiştir. “Bir ortak pazar tesisi yolunda ulusal ekonomilerin adım adım eritilmesi,” hedeflemiştir. Roma Anlaşmasının 237. Maddesinde “Avrupa’da sınırı olan herkes Avrupa Topluluğu’na aday olabilir” denilmektedir. Büyükelçi Semih Günver’in, yaptığı ilk başvuruda bu maddeye yollanma yapan bir gerekçe yazısı vardır.
Roma anlaşması bir anlamda zenginliği paylaşma kararıdır. Roma Anlaşması’nda altı ülke, Benelüks Ülkeleri, Fransa, İtalya, Almanya varken İngiltere yoktur. 1987’te Tek Pazar Kararı, 1992’de de “bunu yapalım” dedikleri gibi bir kararı Roma Anlaşmasının sadece mal ve ticaret hareketleriyle yürüyemeyeceği kestirilerek alınmıştır.
Maastricht Roma’nın tamamlayıcısı değil, yepyeni bir karardır. 1991’de Maastricht Anlaşması’yla Euro’nun çıkışı alkışlanmıştır. Ama Maastricht’te bir de politik oylama vardır. Avrupa Birliği, yani o tarihe dek Avrupa Topluluğu – AT, AB olmuştur.
Bu yeni siyasi birlikle sadece değişen AB sözcüğü değildir. 1989 Berlin Duvarının yıkılmasından sonra iştahlanan Avrupa, doğu Avrupa’dan yeni üyeler alma girişimi başlatmıştır. Aday 13 ülkenin 10’unun Slav ülkesi olması çok şey söylemektedir. 13 ülkenin 10’u Sosyalist Bloktan gelmektedir. Hepsi 1939 – 1945 yıllarında Hitler tarafından işgal edilmiş coğrafyada yeralmaktadır. Burada “Drang nach Osten” dediğimiz, “Doğuya Yönelim” politikası etkilidir! Maastricht nüfuz alanlarının paylaşımı açısından bir tescildir.
Maastricht Anlaşması tarafsız İsviçre’ye bile cazip gözükmüş, 1992 Mayıs’ında tam üyelik için başvurmuştur.
Yeni harita birdenbire Doğu Avrupa’ya yürümektedir. Oder-Nis hattı, Polonya’nın Almanya’ya sınır hattı baz olacak şekilde II. Dünya Savaşındaki biçimine genişlemektedir. Olay “futuhatçı” Almanya’nın özlemini adeta doğrular.

Genişlemenin Slav boyutunda, eski Yugoslavya’dan oluşan beş ülke ve Mağrip ayağıyla Avrupa Birliği; üç kıtaya Asya, Afrika, Avrupa’ya –yayılmış bir politik entegrasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık Maastrich’le beraber siyasallaşmış bir Avrupa ile karşı karşıya olduğumuz kesindir.



ODER-NİS HATTI AŞILIYOR
Amsterdam Anlaşmasıyla, politik boyutun savunma ve dış politika bölümü gerçekleşmektedir. Ama bir ortak dış politika el’an yoktur. Ulus-devlet politikası egemendir. 1998 görüşmeleri, 12 ülkenin tamamını görüşmeye çağırmıştır. Bunların 6’sını öne almıştır. Türkiye hariç tüm adaylar üyelik görüşme sürecine girmiştir.
Haritada sınırları Oder Nis nehrinde bitmiş olan bir Avrupa vardır. Brezinsky, “Büyük Satranç Oyunu” kitabında, Avrupa Birliği’nin toplamını NATO ve Avrupa Birliği olarak sayıp ve “Avrupa böyle bir haritayla yetinir mi?” sorusunu sorar. Buna biraz da Avrupa’nın genişleme senaryoları içerisinde ABD bakışı Avrupa’ya “Yayıl, sınırlarını nereye kadar yayarsan yay, imkanın varsa Rusya’yı da kapsa! icazeti olarak anlamak da mümkündür.
AB’nin “dış ilişkileri” yani üye dışı ülkelerle ilişkisi apayrı bir boyuttur. AB bunu dokuz ilişki biçimiyle yapmaktadır. Birincisi, “genel preferanslar sistemi”dir. ABD dış ticaret sistemini andıran bir genel preferanslar sistemi olan Lome Anlaşması, 1963’te imzalanmış ve Afrika ülkeleriyle yapılmıştır. Bununla tarım ürünlerine sıfır gümrük uygulanmaktadır.
Bağlantılı (Asosiye) on sekiz ülke vardır. Çok farklı işlemlerin yapıldığı bu kümede Türkiye dışında, Tunus, Filistin, İsrail ve Fas’ta vardır. Fransız egemenlik bölgeleri ağırlıklıdır.
AB bir kural yaratarak, Doğu Avrupa’nın iştahını kabartmıştır. Ünlü “Kohesion Fonu” (Kaynaşma) AB bir kural getirmiş “Avrupa Topluluğu’nun milli gelir ortalamasının standart sapması % 90 olan ülkelere ben bu fonu uygularım” demiştir. 3000 doların altında kalan bütün ülkeler bu uygulama kapsamındadır. Bu üç bin dolar on iki ülkenin tamamını Macaristan ve Çek Cumhuriyeti hariç kapsamaktadır. Türkiye’nin 4. Mali Protokol’den 470 milyon ECU beklediği ortamda, fon toplamı 31 milyar ECU’dur. Fon politik gerekçelerle belirlenmektedir.
Kohesion Fonu’nu eski Sosyalist Blok için yaratılan PHARE programı izlemektedir. Ticaret ve İşbirliği anlaşmasıyla Makedonya’yı içine almıştır. Eski Yugoslavya ve Bosna-Hersek kapsam dışındadır. Yine de Bosna-Hersek’in Euro’yu “hakim para” kabul ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. AB’nin bu ülkeyle bir ticaret işbirliği anlaşması imzalaması kaçınılmazdır.
Anlaşmaların bir kısmı Türkiye’nin AB ile imzaladığı gümrük anlaşmalarının ötesinde hükümler içerir. Barcelona Programı birtakım Magrip ülkelerini alırken, eski sömürge Fransa’sından gelmeyen Mısır, Cezayir, Lübnan, Suriye gibi ülkeleri de kapsamaktadır. Bir işbirliği anlaşmasıdır. Hoş tutma siyasetidir.
Eski Sovyet Bloku ülkeleriyle, Tacikistan, Kırgızistan gibi ülkelerle yürütülen bir yoğun işbirliği programı vardır.
Latin Amerika için farklı bir işbirliği programı yürütülmektedir.
Asya’da ASEAN ile başlayan bir Ekonomik – Teknik İşbirliği anlaşması vardır. AB’nin G. Asya’da en iyi ilişkisi demokrasi dışında duran totaliter Laos, Kamboçya, Kuzey Kore ülkeleridir.
Amerika ile de imzalanmış bir Trans – Atlantik İşbirliği vardır. Bu kademede özellikle uluslararası işbirliğini gerektiren olaylarda, kurumsal diyalogdan söz edilmektedir. Bu Trans -Atlantik İşbirliği içerisinde, Avrupa - ABD ile her düzeyde görüşmeyi taraflar arasında kurumsallaştırmaktadır.
Avrupa Topluluğu Türkiye gibi üçüncü ülkelerle yaptığı ihracatın yarısını, on büyük partneriyle yapmaktadır. On büyük partnerinden sadece dördünde cari açık vermektedir. Cari açık verdiği ülkelerin tamamı yer küre üzerindeki sürükleyici güçlerden oluşmaktadır. Üçüncü ülkelerin hiçbirinde cari açık vermediği gibi ihracat artmaktadır. Türkiye, AB karşısında çok ciddi dış ticaret açığı vermektedir. Bu veriler, Avrupa’nın 3. Ülke pazarlarına taşımadan, yaşamasının mümkün olmadığını gösterir.
Genellersem iki genişleme aksı vardır. Birinci aks Doğu Avrupa aksıdır, bu Alman egemenlik bölgesidir. İkincisi Akdeniz aksıdır. Fransız egemenlik bölgesidir. Bu aks ABD’yle ekonomik anlamda çarpışmaktadır.

BİR SENARYO BEĞEN!
AB’nin geleceğine dönük Jacques Attali dört tane senaryo geliştirir.
Avrupa Yatırım Bankası (European Bank for Reconstruction an Development)’nın eski başkanı, Türkçe’ye de “21. Yüzyıl Sözlüğü” adıyla çevrilen eserinde “Bir federal Avrupa Birliği, teorik olarak çok iyi, Avrupa Komisyonu’nun bir anlamda yürütme organı olduğu, Parlamento’nun, yasama organı olduğu, Konseyin de devlet başkanlığı olduğu bir konsey yapısı teorik mümkün ama zor” diyor.
Katılmamak mümkün değil! Konfedere bir Avrupa Birliği güzel bir plandır. Bu konfedere plan daha çok tabii bir Alman planı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu plan içerisinde Euro tek dinamik güçtür. Bu planda Türkiye ve Rusya yoktur. Temel hedef 500 milyona yükselmiş bir pazar erişimiyle, pazar içindeki zenginliğin paylaşımı öngörmektedir. Bu plan kuşkusuz kısmen Amerika, euro olduğu için henüz itirazı olmakla birlikte, İngiltere ve Almanya’nın planı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üçüncü plan konfedere Avrupa Birliği 19. yy’daki gibi, ciddi bir çatlama yaratabilecektir.
Üçüncü senaryoda iyice siyasallaştırılmış bir Avrupa vardır. Attali şunları söyler:
- Bu plan biraz İskandinavların hoşuna gider, Benelükslerin hoşuna gider. Küçük ülkelerdir, kendilerini bir sığınakta, bir güvenli sığınakta bulacaklardır. Tabii yeni bir Dünya Savaşı’nın kıvılcımını da yakabilir” der.
Avrupa’nın bu senaryonun gerçekleşmesiyle sonuçları riske etme şansı yoktur.

Sonuncu senaryo; Avrupa Kıtası Birliği’dir. Burada da federatif esaslar yoktur. Fonlar çalışmayacaktır! Türkiye ve Rusya da ortaktır. Çok kültürlü, çok uyruklu bir Avrupa yapısı vardır. Bu yapı otuz beş ülkeyi toplayabilmektedir. Özgün bir gelişme dinamiği vardır. Bu model bir Fransız modeli olarak gündeme gelmektedir. Bu senaryo için ABD’li Profesör Martin Feldstein “Savaş nedenidir!” yargısındadır.


Martin Feldstein’ı küçümseyemeyiz. Nobel adayıdır, iki tane Amerikan Başkanı’na Ulusal Araştırmalar Komisyonu’nda Başkanlık etmiştir. Harvard Üniversitesi öğretim üyesidir. Görüşlerini ABD’nin resmi çıkışı olarak da görmeniz mümkündür. Feldstein’in “Euro ikili bir para sistemi doğuruyor, bu para sisteminin dışında kalanlar uyum sorunu yaşayacakları için savaş çıkarmaları kaçınılmazdır” değerlendirmesi, bu senaryo üzerinde daha çok düşünüleceğini gösterir.
AB’nin öncelikle nüfuz alanları paylaşımı olan merkez ülkeler perçinlemesini öngörür. Sonuçta bu olayın ticaret sapması yaratarak, rekabet eşitsizliği yaratacağı kesindir. Bu uyum programlarını Avrupa’nın, Amerika’nın NAFTA ve APEC genişlemesine paralel olarak, Avrupa’nın nüfuz alanlarını genişletmesi olarak görmek mümkündür.
Euro – MED programlarıyla bir de Akdeniz açılımı vardır. Burada Fransız çıkarları egemendir. Bir işbirliği programı olmaktan çok bir anlamda Avrupalı şirketlere iş yaratılan bir programdır.
Genişlemeyi dört temel soruda değerlendirebiliriz. Birincisi bundan sonraki yedi – sekiz yıllık perspektifte özle statülerle genişleme öngörülmektedir. Ancak bunun nasıl olacağının cevabı verilmemektedir. İkincisi azalan desteklerle merkez – çevre ülke ikilemi nasıl giderilecektir? Üçüncüsü, karar alma organlarını geliştirmek güzel olsa da, sekiz tane karar alıcı organ vardır. Yönetim kapasitesini geliştiremezse dinamik dünya yapısı sürecinde tökezlenmek kaçınılmazdır. Dördüncüsü, “eşitlik mi hegemonyal buluşma mı olacaktır?” sorusunun cevabıdır. AB bugünkü haliyle eşitler arasından bir büyümeden daha çok 1 – 2 eksen ülkenin egemenlik gelişmesini anlatmaktadır. Almanya’da telefon ücreti Finlandiya’nın beş katıysa, o zaman milli gelirin eşit olması önemini yitirir. Satınalma gücü farklılığı önem kazanır. “Sosyal Damping” ayrı bir soru olmaktadır. OECD “Eğer Bismark’ın sosyal kontratını yıkarsanız, bu ister istemez sosyal dampingi, mal dampingini değil ama sosyal dampingi beraberinde getirecektir. Çünkü istihdam ve atma (hire and fire) politikası ABD’de olduğu gibi sabah aldım / akşam attım politikası geçerli olursa, Vahşi Batı yaratılır” görüşündedir.
Euro ile dolar için iki boyutlu bir dünyada “bir homojenik dünya, bir hegemonik para” nitelemesi yerinde olur. Hiper güç Amerika’dır. Bu ortamda yeni bir Avrupa kapitalizmi denenmektedir. Fransız lideri Jospen’in çıkışıyla “Her yiğidin kendine göre yoğurt yiyişi vardır.”
Bu çıkış 2 yeni başlığı gündeme getirir: Piyasa ekonomisi ve piyasa demokrasisi...
Piyasa ekonomisi bir piyasa demokrasisini eş anlamlı olarak yaratmamaktadır. Sosyal adalet etkinlikle buluşabilir mi? AB’nin bu soruyu uzun süre sorgulayacağı kesindir.
Organizasyonel oluşumuyla yapısal sorunlarını giderememiş, uyum sağlayamamış bir yaşlı kıta ile karşı karşıya olduğumuz kesindir. Sizce bu oluşumda Türkiye’nin yeri var mı?

Onaylı Dünya Devi: ABD

BİR PRELÜD
New York Kennedy Havalimanına indiğimizde insanların farklı farklı renkleri karşılar bizi. Buna altmışlı yılların ABD Başkanlarından L.Johnson’un “Büyük Toplumu” diyebilirsiniz Aslında ABD’de bir WASP (Beyaz-Anglosakson – Protestan) ve “Diğerleri” ayırımı vardır. “Diğerleri” arasında romantik ama risksiz Yunan ve Ermeni diasporaları, Afro Amerikalılar ve “uyumsuz” İspanyol asıllı Hispanikler girer. Diğerleri “eriten bir kazana” sokulur. Sürecin sonunda kültürel “Büyük Toplum” yapısı ortaya çıkar.
“Diğerleri” 50’li yıllarda lider arkasından giderek isyan etti. TV’nin ikna kültürüyle, 90’larda kendisiyle barıştı. Sonra ABD kollektivizmine döndü. Başkan Roosevelt’in benzetmesiyle “% 50-50 Amerikalılık olamaz! Ancak % 100 Amerikalık vardır. Amerikalı olan ve başka bir şey olmayan!” Bu ABD’nin 1.yüzüydü ve Alan Wolfe”ın “Herşeyden Sonra Tek Ulus” kitabında ifadesini buluyordu. Wolfe, ABD’nin homojen bir orta sınıf tarafından yönetildiğini, bu sınıfın asal özelliğinin “tolerans” olduğunu vurguluyordu.
21.yüzyıla ABD, 40.000 $’lık kişi başına gelirle girdi ve 20.yy “Bir ABD Yüzyılı” oldu. ABD yüzyılının yaratıcısı Roosevelt idi. International Herald Tribune Gazetesi onu “çağın kişisi” olarak selamlandı. İktidara geldiği 1932’den sonra “ülke ve dünyayı yeniden yörüngesine koymuştu.” Yeni Düzen programını açıklarken “Korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir” diyordu. ABD toplumuna özgüvenini ferdine özgüvenini aşılayan Başkan Roosevelt, ABD toplumuna yeni yönünü işaretlemişti.
“ABD Yüzyılı” deyimini ilk kez 1941’de Time Dergisi başyazarı H.Luce kullandı. Pearl Harbour baskınının henüz yaşamadığı ortamda, ABD’yi saran yalıtım çemberini yarmak için bu sözcük bir metafordu. Gerçek kapitalizm o tarihte başladı. Bu metafor bir atom bombasıyla gerçek olacaktır. 1945’in 6 Haziran’da, Hiroşima’ya atom bombası atan ABD, bu yalıtım çemberini yarmıştır.
ABD yüzyılının başlangıcı bu atom bombasıyla olur. Ortaya çıkan güç artık “hakim” olmanın çok ötesinde “kuralları koyan ve uygulayan bir egemen”dir.
Ulusal Siyaset Bilimi Derneği’nin 18.Dünya Kongresi’nde “Küreselleşme bir dünya kapitalizmi haline geldi. Bu ortamda ABD’de günlük politika, ekonominin getirdiği sorunlara baskın oldu” teması egemendi. Bir manik-depresif ekonomi yapısı oluşmuştu. Öne çıkan manik yapı; teknoloji yoğun sektörün belirlediği “yeni” ürünler Nastdaq Borsası ve çevresiydi. İçe dönük olan depresif yapı imalat sektörünün şekillendirdiği “eski” ekonomi yapı idi.
Ayırımı kendi gözleriyle yapmak isteyenlere ABD’nin batısında en zengin eyaleti olan uzanmayı öneririm! San Fransisko’ya 80 km. uzaklıkta, Silicon Vadisi içinde 1-2 km.lik küçük bir tur attığımızda “iki ucu sivri ekonomi” hali o kadar açık yaşanır ki... Yer ve mekan duygusunu yitirmiş insanlar, “an”a yatırım yapan makinalarla yer değiştirmeye başlamışlardır. Burada üretilen düşüncesi eski özelliği yeni ürünlerse borsaların gözdesidir.
Yıl 1989! Merkez kumandalı ve piyasa karşıtı devlet sosyalizmi çökmüştür.! Duvar yıkılmıştır... Varsayım demokrasinin olgunlaştığıdır. Oysa R. Putham ve arkadaşlarının Princeton’dan Üniversitesi’nden çıkma “Trilateral Demokraside Yanlış Giden Nedir?” eserinde okudum. Vatandaşın ciddi bir güven bunalımı vardı. 1950’lerde rakamlar 4 ABD’liden 3’ü hükümetlerinin doğru yaptığına inanıyordu. 1990’larda bu anlam tersine dönüşmüştü. Kazanda erimiş, sistemle bütünleşmiş ve hatta sosyalize olmuşsa da; git – gel ekonomisi içinde yabancılaşmış, an’a tapan sisteme güvensiz insan gerçeği vardır. Bu da kanımca ABD’nin 2. yüzüydü.
ABD Brookings Enstitüsü “Ulusun büyüklüğünü” ölçmek için 450Amerikalı elite şu soruyu soruyordu:

-ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük başarılarını 50 maddede sıralayın!


Sıralama şöyleydi:


  1. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın ABD tarafından yapılandırılması

  2. Oy kullanma hakkının genişlemesi

  3. Kamu hizmetlerine erişimin arttırılması

  4. Hastalıkların azaltılması

  5. İşyerlerinde ayırımcılığın giderilmesi

50 maddenin yarıdan fazlasını (26 madde) doğrudan doğruya kamu harcaması gerektiren konuların olması kanımca çok ilginçti. Çünkü bu büyüklüğünün yönetimden çözmesini istedikleri sorularla ölçülecekse, başarının parlak olduğunu söylüyor.


Brooking Enstitüsü’nün başarının anahtarı olmak “tutarlı bir strateji” ve “siyasi irade” göstermesinin altını çizmek istiyorum. Kalın çizgiler ilk 50. madde içinde yer alan, işleyen bir demokrasinin izdüşümünü verir.
The Economist’in 23 Ekim 1999 tarihli “Amerikan Dünyası” sayısına göre ABD, dünyanın en başarılı ekonomisidir. Ancak gücünü nasıl kullanacağını bilmemektedir. “Uygarlıkların Çatışması” adlı tartışmalı eseriyle tanıdığımız Profesör S. Huntington’a göre çözüm “ekonomik ambargo ve askeri müdahale”den geçmektedir. “ABD’yi finansal emperyalizm ve entelektüel kolonyalizm suçlamalarından bir tek bunlar kurtaracaktır”. 1997’de bir G-7 Zirvesinde Başkan Clinton’un “ABD ekonomisindeki başarı dünya için bir model oluşturmalıdır.” sözleriyle acaba neyi kastetmişti?
Güç, ambargo, askeri müdahale sözcükleri 20. yüzyıl sonunda hala yanyana dizilebiliyor. Çok irdelenen bu soruyu İ. Herald Tribune yalın hale getirerek şöyle formüle eder:
- ABD’nin güvenlik ve zenginliği; global mal, sermaye, bilgi ve insan hareketliliği ile

sağlanır. En önemlisi, istikrarlı ekonomik yapıyı ve refahı dünya genelinde yaygınlaştırmaktan geçmektedir.


Kanımca doğrusu da budur.

YA GÖSTERGELER?
V. Zarmowitz’in “Journal Of Economic Perspectives” Güz – 1999 sayısında, ABD ekonomisini klasik göstergelerin ötesinde değerlendiren bir yazısı vardı. Yazara göre, ABD ekonomisi 80’li yıllarda;

* Küçülmüş,

* Teknolojisi yoğunlaşmış,

* Servis sektörü büyümüş,

* De-regüle edilmiş,

* Daha iyi yönetilmiş

* Küreselleşmiş

konumdadır. Piyasayı piyasanın içinde varolan dinamikler yönlendirmektedir. ABD bu eğilimlerin ışığında geleceğini;


* Ekonomik olarak hep şaha kalkan,

* İdeolojik anlamda yükselişte,

* Askeri alanda belirleyicilikte,

görmektedir.


ABD’nin 21. yüzyılda gücünü sürdürmesinde son sözü kuşkusuz ekonominin performansı belirleyecektir. Önlenmeyen “Devrevi Krizler” hep yaşanacaktır. Bu olgu kapitalizmin doğasında vardır. Muhafazakar The Economist Dergisinin sözleriyle, “Aşağıya düşüş kaçınılmazdır. Soru nasıldan çok, ne zaman olacağıdır.”
Göstergelere dönelim!
Kişi başına gelir göstergelerde hep belirleyicidir. Oysa olay fakirlik çizgisinden değerlendirildiğinde daha farklı bir görünüm kazanır.
ABD Merkezi Nüfus Bürosu dört kişilik bir ailenin geçinmesi için 19.500 dolar gelir kazanma zorunluluğunu hesaplıyor. 46 milyon nüfus, yani toplumun % 17’si bu fakirlik çizgisinin altındadır.
Chicago Üniversitesi’nden Profesör S. Mayer “Yoksulluk kesinlikle çözümlenmiştir” dese de, her 10 ABD yurttaşından 1’inin yoksul, 12 milyon ABD’linin de evsiz olduğunu unutmayalım. ABD’nin 26 büyük kentinde ise yoksulluk giderek artmaktadır.
Gözden kaçırılmamasında yarar var: Ortalama aile geliri -yeni ekonominin etkisiyle- 1995 – 1998 döneminde % 18 artmıştır. 1967’de % 5’lik en yüksek gelirli kesimin yıllık ortalama geliri 80.000 dolardı. 30 yıl sonra aynı kesimin geliri 130.000 dolardır. En düşük kesim olan % 5’in geliri ise 20 yılda değişmeksizin, 18.000 dolarda kalmıştır.

Artan servette gelir dağılımının bozulmasının koşutluğunu ABD ekonomisinin “tek yumurta ikizi” haline benzetiyorum.


Yoksullukla mücadele programı etkisini ölçmek için The Economist Dergisinin ama anlamlı bir önerisi vardır: Bir kriz sonrası nehir altında yatan insanlar sayılmalıdır. Ne dersiniz, sizce yoksul sayısında artış olur mu?
Bildiğimiz her beş çocuktan 1’inin açlık sınırında olduğudur. Bu, Batı Avrupa’nın 2 katından daha fazladır. Dört zenci aileden biri açlık sınırındadır. Yoksulların % 40’ı kentte yaşamaktadır. Ağırlık gençlerdir. Sağlık Yardımı türü programlar son 15 yılda büyük artış göstermekle birlikte, yoksulluğun özü değişmemiştir. Yoksul ailelerin % 60’ında en bir işçi aile ferdinin olması, işsizlikle yoksulluk bağlantısını gösterir.
“Yeni Ekonomi”, niteliksiz işgücünü tümüyle devre dışı bırakma olanağını bulmuştur. Normal bir işçi yılda ortalama 2.000 saat çalışırken, yoksul bir işçinin çalışabildiği işgünü 1.000 saati geçmemektedir.
Gelir dağılımındaki bozulmayı besleyen başka veriler var. Maryland Üniversitesi’nden Profesör Bill Galston, 1970-2000 dönemi üç çarpıcı bir tespit yapıyor. Orta sınıfı altı grup 30 yılda % 30’dan 10 puan gerilemiştir. 50 bin $ üstü geliri olan orta sınıf zenginleri ise 15 puan artış göstermiştir.
Bu “kısmı” çıkarken, bir “kısmı” inmektedir! Ama galiba bir ulus, iki sosyal grup gerçeği fazla değişmeden....
ABD’nin en temel kurumlarından biri olan Vergi Denetim Servisi (IRS) verilerine göre son 10 yılda zengin hem daha zengin oldu, hem de daha az vergi verdi. 1989 – 1998 döneminde “en tepedeki” % 1’in geliri, enflasyondan arındırılmış haliyle % 40 arttı. “En alttaki” % 90’ın geliri aynı dönemde sadece % 5 artmıştı.
Hesapça “en tepedeki” ve “en aşağıdaki”ler arasında artış “sadece” sekiz kat oynamış oluyordu.
Oysa “en tepedekiler”in federal vergiler içindeki payı 1992 düzeyindeydi. Rakamla anlatırsam, 1998’de en tepedekilerin ortalama gelirleri 816.189 dolara ulaştı. Aynı yıl her dolarda verginin payı % 27 idi. Bu pay 1996’da % 29’du. Sermaye kazançları vergisi düşmüş, en tepedekiler sermaye piyasalarından daha fazla kazanır hale gelmişti.

Gelirlerin Gelir Vergisi İçi Payı
Kanımca burada yalın bir gerçek var. Profesör Krugman’a göre ABD’de refah “Çan Eğrisi” biçiminde değil, “Güç ve İktidar” kuramına göre dağılır. Nüfusun % 25’inin, gelirin % 80’ini elinde tutmasının başka bir yorumu nasıl olur ki?

21. YY ABD ÇAĞI MI?
ABD’nin değişmeyen bir gerçeği var: Zenginlik kaynaklarının çokluğundan doğsa da, gerçek başarısı bu kaynakların organize edebilmesidir. Devlet bunun için vatandaşının ekonomik haklarını gözetmiş, korumuştur. Gereken hassas ayarlar zamanında yapılmıştır.
Bir de ekonominin yeni gerçeğini söyleyelim: ABD ekonomisindeki gelişmenin, teknoloji ve yenilikçi uygulamadan kaynaklandığı söylenir. Oysa kanımca en önemlisi ekonomik koşullar ve iklimdir. Bu ortam, şirketlere yeni teknolojilerini uyarlama olanağı vermiştir. Görülmüştür ki; esnek sermaye piyasaları ve uygun ekonomik iklim en az yeni teknolojiler kadar önemlidir.
ABD Hazine Eski Bakanı Summers’in ilginç bir saptaması vardır: Teknolojinin yeni bir ekonomi yapılanmasının yol almasıyla birlikte, hisse sahipleri kar dağıtım için yarattıkları baskılar, ekonominin meyve veren ağaç olması için etkili olmuştur.





Nüfus (milyon)


OECD GSMH’si içi Payı

(%)

Dünya İhracatı içi

Payı

(%)

Dünya Döviz Rezervi içi

Payı (Mil.$)


ABD


263



.33



.20


49


JAPONYA


125


.21

.11

172


AB


370


.38

.21

349

Bu saptamaya iki seçkin akademisyen farklı boyutlar getirdi. Harvard’dan Profesör G.Mankiw yeni dönemde şirketlerin artan oranlı rekabetinde, kârların niye düşmediğini sordu. Profesör Krugman, ABD piyasa yapısında kararlı oligopolistlik yapının (2-3 firmanın piyasa davranışlarını ve ürün fiyatını etkilediği piyasa biçimi) çok yüksek kârların nedeni olarak gösterdi. Birleştirirsek, yüksek kârlılık yüksek kâr dağıtım eylemiyle buluşuyordu.


Yoksulluk çizgisi altında kalan 50 milyon nüfusun gözardı edersek iyi bir performans var.
ABD ekonomisini belirleyen 4 temel olgu var:


  1. Şirket kârlıkları artık geçici değil nerdeyse hal yaşıyor.

  2. ABD mali piyasalarında iniş çıkışlar yaşansa da, dinamizmi artıyor.

  3. Ekonomide yatırım stoku artış gösteriyor. Risk sermayesinde her yıl geometrik bir artış görülüyor.

  4. Kısa dönem korkusu olan konjonktürel etki devresi giderek devresi giderek devre dışına çıkıyor. Bu veriler, önümüzdeki yüzyılın da “2.ABD Yüzyılı” olup olmayacağı sorusuna gündeme getiriyor.

Birkaç olguyu daha ekleyelim:


* FED; ABD’de enflasyonu adeta yok etti. 1990’da % 6.5 olan yıllık fiyat artışı, 10 yıl sonra % 2.5 yüzeyine geriledi.

* Genişleme/Daralma devresinden oluşan ekonomik evreler keskin özelliğini kaybetti.

* Para politikası ABD’nin ekonomik performansının atası haline geldi. Artık “uygun/kıvam” enflasyon oranı kabulü var. Enflasyonun denetlenebilmesi, ABD Hazinesini para hacmini kısmaktan kurtardı. Bu da istikrarın pekişme nedenidir.

* ABD Cumhurbaşkanlarının artık ortak yönetim paydası oluşmuştu. Bütçe açıkları kabul edilemez kılınmıştı.

* Temel girdi fiyatları ve işgücü piyasası ölçülü gelişti. Güçlü dolar tamamlayıcı oldu.
ABD’de yaşananlar birkaç yıla sığmaz. Olay, 100 yılı aşan bir birikimin ve sürecin sonucudur.
1825’TE Eriye Kanalı’nın açılmasıyla, New York bir ticari kent haline geldi. Roosevelt “Yeni Milliyetçilik” sloganıyla eylemci yayılımcı hükümetlere zemin hazırladı.1924’te yenilenen Göç Yasasıyla “Amerikalılaşma Hareketi” başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası “Otomobil devrimi” ise ABD insanını dünyanın en hareketli insanı kıldı. Bu gelişim eyaletlerarası uzanan otoyollarla beslendi. Büyük kriz ve soğuk savaş yılları; güçlü, merkezi ulusal hükümet gereğini ortaya çıkardı. Tüm aksi söylemlere karşın “güçlü devlet” değişmeksizin korundu.
ABD’nin 20 ayrı yerleşim merkezinde üretim bölgeleri yaratıldı. 1990’da şirket kapitilizasyon oranı, ABD milli gelirin % 20’si iken, 2000 yılında % 160 oldu. Dış borçların milli gelir içi payı, 20 yılda % 7’den % 20’ye yükseldi.
Dünya rekabet sıralamasında 1998-2000 döneminde ABD 3 yıldır değişmez bir lider haline geldi. “International Institute for Management”in hayat kalitesini, ekonomik performansla buluşturması, bu liderliğin önemini kanımca artırıyordu.
ABD için yine de “Büyük Ekonomi, Küçük Demokrasi” saptamasının yaygınca yapılıyor olması düşündürücü değil mi?

İSTİHDAM PİYASASI NE YAPIYOR?
Ekonominin yeniden yapılanmasıyla ABD’de işgücü piyasası çok değişti. “Sendika olgusu” ortadan kalktı. 1994’te sendikalı işgücünün ücret endeksi 132 iken, sendikasız işçinin ücret endeksi 131 idi. İzleyen yıl, sendikalı işçinin endeksi 127’ye gerilerken, sendikasız işçinin 130 oldu. Bugün sendikalının ücret endeksi 115 puanken, sendikasız işçinin ücreti 130 puandır. Sendikalı işgücü yeni ekonomiden “Sarı kart” gördü.
İstihdam piyasasındaki gelişmeleri şöyle sıralayabilirim:
* 1996-1999 döneminde istihdam 7 milyon insan artış gösterdi.

* Üretken emeğin önemi ortaya çıktı.

* Emek verimliliği büyük sıçrama yaptı.

* Ücret artışı büyüme oranının altında kaldı. Ücretler enflasyonist döngüye girme olasılığı doğurmadı. İşsiz sayısı doğal işsizlik oranının altında kalarak, ücretlerin artması için baskı oluşturmadı.

* Mevsimlik geçici istihdam sayıca ve önemce arttı.

* 6 milyon göçmen işçi, - ki bunların yarısı komşu Meksika’dandır – ekonomide taze kan rolünü üstlendi.


BM-İLO kayıtlarına göre ABD’li işgücü dünyanın en çalışkanıdır. 1980’de yılda ortalama 1883 saat çalışan ABD işgücü bunu 1997’de 1996 saate çıkarmış. 140 ülkeyi kapsayan kıyaslama, ABD’li işçinin üretimde de “şampiyon” olduğunu kanıtlıyor. Bir Alman işçisi, ortalama yılda 46.000 $, Fransız işçisi 48.000 $’lık mal üretebilirken ABD işçisi 50.000 $’a ulaşıyor.

ABD’DE SİLAH GERÇEĞİ
ABD’de bir bilgisayar alacaksanız yarım gününüzü ayırın. Silah alacaksanız yarım saat yeterlidir! Colorado Üniversitesi hocası Profesör P.N. Limerick’in sözleriyle “ABD’nin batısında şiddet artık bir gerçekçiliktir.” Çocukların (0-8 yaş) 37 eyalette serbestçe silah alabildiği bir ortamda bu saptama kimseye şaşırtıcı gelmemeli. 51 eyaletin 42’si, çocukların ölümünde ebebeyni sorumlu tutsa da, ceza 2.000 $ gibi komik bir paradır.
Bütün bu olayların arkasında duran kanımca ülkenin 1 no’lu sektöre olan silah endüstrisidir. 1993-2000 döneminde silah endüstrisi 13 birleşme (füzyon) olayı yaşayarak, piyasanın “3 El Gerçeği”ni oluşturmuştur. Her birinin cirosu Türkiye milli gelirinin nerdeyse %10’u büyüklüktedir. Silah üreticilerinin ortaya çıkan ciroları aşağıdaki dökümden açıklıkla görülmektedir:




Eski Adı Yeni Adı Ciro (Milyar $)

Lockheed


Martin Marietta

GE Aerospace Lockheed Martin 20 $

Loral

General Dynamics




Boeing


Rockwell Boing 19 $

Mc Donnell Douglas




GM Hughes

E-Systems Raytheon 10 $

Raytheon


Yüklə 436,59 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin