Suç
Toplumlar modernleştikçe, yani Batı tarzı kapitalist yaşam tarzını benimsedikçe, şiddetli suç davranışları artmaktadır. Geçmiş 200 yıldan fazla bir süredir bir çok toplumda gözlemlenen suç tipleri, tutarlı bir model sergilemektedir. Onsekizinci yüzyılın sonlarındaki Endüstri Devrimi ile, milyonlarca Avrupalı, Amerikalı ve Kanadalı tarıma bağlı tarlalarını terkederek, iş arayışı içinde şehirlere taşındılar. Şehirlerdeki hızlı büyümeye, suç oranındaki keskin artış eşlik etti – özellikle de hırsızlık suçu. Endüstri Devrimi’nden önce, kırsal kesimdeki köylüler, zengin soyluların statüsünü elde etmeleriyle ilgili bir umutları olmadığından, fakir hayatlar yaşadılar. Aile, arkadaşlar ve kilise tarafından uygulanan yüksek derecedeki toplumsal kontrol de, suçu önledi.
Kentsel endüstriyel toplumun yükselmesiyle, ekonomiler, giderek artan üretim ve tüketim ile yönlendirilir oldu, ve mal mülk sahibi olma isteği çok büyük bir önem kazandı. Bir de artık çalınacak çok daha fazla değerli eşya vardı. Toplumsal kontrolün geleneksel mekanizması çökmeye başladı; yetişkinlerdeki gözetim ve denetimin azalması ve bir alt kültür olarak gençlerin meydana çıkması ile, ergenlik çağında olan gençlerin suç aktiviteleri arttı.
Suçluluğa neden olan sadece kapsamlı gelişim süreci değildir, aynı zamanda gelişimin bir kesim tarafından elde edilememesi de, yüksek oranda suça katkıda bulunmaktadır. Toplumun büyük kesimi tarafından yaşanan göreceli yoksunluk, maddi zenginlik takıntısı suçları teşvik etmiş,özellikle hırsızlık, cinayet, gasp gibi şiddetli suçlardan kazanç sağlamaya yöneltmiştir. Amerika Birleşik Devletleri gibi zengin toplumlarda, suç oranları, işsizlik ve silah kontrolünün azlığından televizyon şiddetine kadar çeşitli faktörlerin de etkisiyle yükselmektedir. Diğer yandan, geliştiklerinden Üçüncü Dünya ülkeleri de daha fazla suç oranına sahip olacaklar ve, bu oranlar yüksek derecede modernleşme ve kentleşme elde edilmeden azalmayacaktır. Dünyanın toplam nüfusunun yüzde 85’ini oluşturduklarından, insanlık tarihindeki en büyük suçlu davranışı patlamasını, gelişmekte olan ülkeler yaşayacaklardır – yoksulluk ve yoksunluk arttıkça her yıl binlerce insan soyulacak, tecavüze uğrayacak, dövülecek ve öldürülecektir.
Buna ek olarak, organize suçlar da başlıca problemlerdendir. Bu organizasyonlar, uyuşturucu madde trafiğinden, kredi kartı dolandırıcılığı ve silah kaçakçılığına kadar geniş bir alanda faaliyet göstermektedir.
Aile İçi Şiddet
Aile içi şiddet yeni bir olay değildir, binlerce yıldır dünyanın her tarafındaki toplumlarda var olmuştur. Ancak kapitalist düzenin olumsuz etkileri ile, geçim sıkıntısı, yoksulluk, borçlar, para hırsı vb. nedenlerle aile içi şiddette de artış olması beklenebilir.
Çocuk ve kadınlara yapılan işkence, sadece 1960’lardan sonra toplumsal bir problem olarak kabul edilmeye başlanmış, yaşlılara uygulanan şiddet ile, ancak 1980’lerde ilgilenilmeye başlanmıştır.
Çocuklara yönelik şiddetin başlıca şekilleri, fiziksel işkence, cinsel istismar ve ihmaldir. Çocuk işkencesine yönelik çalışmalarda eksik bildirim çok önemli bir problem olduğundan, çocuklara yönelik işkencenin etkileri hakkında elde edilebilen veriler eksik ve sonuçsuzdur. Çocuklarda artan saldırganlık, okulda düşük performans gösterebilme, çocuklarda artan suç işleme oranı, çocukların maruz kaldığı şiddet ile ilgili göstergeler olabilir.
Çocuklar gibi, kadınlar da çoğu kez gizli tutulan ve istatistiksel verileri eksik kalan aile içi şiddete maruz kalmaktadır. Birçok kadın şiddet içeren ilişkilerine çaresiz devam etmektedir çünkü, ekonomik açıdan kocalarına bağlıdırlar, ve az olan eğitimleri, becerileri, ya da olmayan sosyal güvenceleri nedeniyle, güvenli istihdamı kocalarının yanı bilirler.
Diğer aile içi şiddet türlerinde de durum böyle olduğundan, yaşça büyük olan insanların uğradıkları işkence hakkında veriler eksik olmaktadır. Yaşlılara yapılan kötü muamele, ihmal etmekten (yemek, kıyafet ve tıbbi bakımdan yoksun bırakmak), fiziksel işkenceye (fiziksel sınırlama, aşırı dozda ilaç verilmesi) kadar değişebilir.
Dünyadaki çeşitli toplumlarda, aile içi şiddet farklı şekillerde ortaya çıkabilir – bebek katliamı, çocuk köleliği, çocukların fuhuşa itilmesi, çocukların dilendirilmek için kötürüm edilmeleri, ensest türü ilişkiye zorlanmaları vb. Bazı geleneksel toplumlarda, eğer kocalarına olan görevlerini yerine getirmezlerse ve bazen de sadece disipline etmek için, kadınlar dövülmelidir ve dövülmeyi hak etmektedir şeklinde bir inanç vardır. Eski bir Sırp atasözü; “Kadını ve atı her üç günde bir döv” şeklindedir. Türkiye’de de ‘’Hem severim, hem döverim’’ tarzındaki psikopatolojik tutum yaygındır. Bu tür davranışlar sosyoekonomik altyapıya dayanan kültürel normlardan da kaynaklanabilir. Küreselleşen kapitalizm ise şiddeti azaltmayacak, aksine yoksulluğu, işsizliği, geçim sıkıntılarını ve stresi arttırdığı için şiddeti körükleyecektir.
Bölüm 4. Küresel Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Etkileşimler Karşısında Birey:
a) Bir Kişi Ne Yapabilir?
Son iki yüz yıldır Batı’da egemen olan ve bugün küreselleşmekte olan endüstriyel kapitalist sistem, bilim, akılcı düşünce ve rekabete dayalıdır. Bu dünya görüşünün çerçevesinde insan çevresindeki her şeyi incelenecek ve kontrol edilecek birer makine olarak görmüştür: doğayı, insanları, kendisini. Fakat bu yaklaşımın başarısı, kendi sonunu da getirmiştir. Maddi tüketim ve kişisel hırslar bir zamanlar doğal çevremizi kontrol altına almak için itici güçler olmuştu, fakat şimdi bunlar çevresel ve sosyal problemlerin kaynağı haline gelmiştir.
Bugün hiçbir toplum ya da kültür dünya sisteminden bağımsız değildir. Kapitalist dünya ekonomisinin hastalıkları olan eşitsizlik, çevresel yıkım, yoksulluk, açlık, hastalık ve şiddet tüm dünya insanlarını etkileyecektir. Bunlar küreselleşmenin maliyetleridir ve bu maliyetleri bireyler şu ya da bu şekilde ödeyeceklerdir. Ekonomik, sosyal, ve çevresel problemler, ya doğrudan ya da dolaylı olarak tüm bireyleri etkileyecektir.
Biz endüstri çağından, tamamiyle yeni bir toplum yapısına doğru büyük bir tarihsel geçişin ortalarında yaşamaktayız. Endüstriyel toplum, doğal çevrenin üzerinde hakimiyete, tüketime ve kişisel hırsa dayanmaktadır. Endüstriyel devrin dünya bakışı, pozitif bilim, rasyonel düşünce ve güç için rekabete dayanmaktadır. Ancak endüstrileşme bizim dünyayı sömürmemizin, toplumsal çözülmelere neden olan yeni meseleler yaratması ile, kendi sonunu getirmiştir. Toplumsal değişim, çok büyük gerilimlere ve yıkımlara neden olmuştur. Sistemin yarattığı kişilikler o kadar mutsuz, sağlıksız ve huzursuzdur ki, Batı’da bile bugün milyonlarca insan kişisel gelişim (self-help) ve ruhsal tedavi yöntemlerine başvurmaktadır.
Bireylerin başlıca arzusu anlamlı bir yaşam sürdürmek, ruhsal doyum veren işler yapmaktır. Sürdürmekte oldukları rutin iş hayatı, onların zamanını ve enerjisini tüketmekte, daha yüksek bir amaç için çalışmalarını engellemektedir. Kazandıkları az miktarda para da tüketim çılgınlığının dipsiz kuyusunda erimektedir. Bireylerin zehirli ortamlardan kurtulmaya, daha anlamlı, sade ve huzurlu bir yaşantıya, sağlıklarını düzeltmeye, mali durumlarını dengelemeye, diğer insanlarla iyi ve samimi ilişkiler kurmaya ihtiyaçları vardır. Bunun için hem kendi zihniyetlerini hem de içinde yaşamak zorunda oldukları sistemi değiştirmeye çalışmalıdırlar. Değişmesi gereken yalnız ekonomik sistem değil, tüm kurumlar ve sosyal yapılardır: Okullar, işyerleri, insanların birbirleriyle ilişkileri, inanların kendi vücutlarına ve ruhlarına karşı tutumları, insanların doğaya karşı olan tutum ve davranışları değişmelidir.
Birey, şu soruları düşünmelidir: Kapitalist kültürün özellikleri nelerdir? Bizim düşüncelerimizi ve yaşam tarzımızı nasıl etkiler? Hayatımızda nelerin önemli olduğunu vurgular? Sosyal ilişkilerimizi nasıl etkiler? Neden üretimin ve tüketimin sonsuz-sınırsız artması gereklidir? Ekonomik büyüme gerçekten iyi bir şey midir? Sınırı yok mudur?
Popüler kültürü kim yaratır ve yayar? Popüler kültürde gizli ne gibi siyasi-sosyal mesajlar vardır? Popüler kültür kimin çıkarlarına hizmet eder? Bizim hayatlarımızı nasıl etkiler?
Küresel bütünleşmenin (entegrasyonun) sonuçları ne olacaktır? Tüm insanlık barış, bolluk ve refah içinde ‘’küresel köyde’’ bir arada yaşayacak mıdır, yoksa egemen bir kesimin hakimiyeti altına girerek sömürülecek midir? Modern ve çağdaş olmak ‘’Amerikalılaşmak ‘’anlamına mı gelecektir?
Uluslararası kültür alışverişi neden tek yönlüdür? Bu akıma karşı hangi güçler direnç gösterebilir? Küreselleşme sonucunda dünyanın her yerinde insanlar aynı tarzda düşünüp, aynı şeyleri mi isteyeceklerdir?
İnsanlar tüketici olarak mı doğarlar, bunu sonradan mı öğrenirler? Tüketim kültürü bizlere nelere mal oluyor? Modern yaşamın bedeli nedir? Neden her şey parayla alınıp satılır? Pazarlamacılık (marketing) neden adeta bir savaş (warketing) haline gelmiştir?
Bu çalışmada yukarıdaki sorular incelendi. Sonuç olarak diyebiliriz ki günümüzde tüketim bireyin özel ve temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde, toplumsal-ekonomik yaşam içinde anlam kazanan ve işlevi olan bir eylemdir. Tüketim, sosyal statü, prestij, zenginlik gibi arzulanan değerlerle ilişkilendirilmektedir. Piyasada bulunan mal ve hizmetler bireylerin ulaşmak istediği yaşam modelini temsil eder. Fakat artık bu endüstriyel tüketici yaşam tarzımız gününü tüketmiştir. Birbirimizle ve doğal dünya ile kurduğumuz ilişkiler değişmelidir. Yaptığımız herşey, büyük sistemin ya sürmesine ya da değişmesine katkıda bulunacaktır. Ne yediğimiz, ne giydiğimiz, ne satın aldığınız, nerede çalışıp yaşadığımız – bütün bunların toplumsal değişimde etkisi olacaktır. Kişinin hayat tarzını değiştirmesi siyasi bir hareket olarak görülmeyebilir ve etkisi de hemen belli olmayabilir. Ancak, yeni yaşam tarzının canlı bir kanıtı ve örneği olacağından, bu bireylerin toplumsal dönüşüme yapabilecekleri en büyük katkıdır. Bireyler, bu değişimi kendi hayatlarına huzurlu bir şekilde geçirerek, yeni bir dünya görüşüne doğru hareket edilmesine yardım edebilirler. Yeni dünya görüşü, barış, işbirliği ve çeşitliliğe saygıyı vurgular. Bireyler bu ilkeleri kendi kişisel yaşamlarında benimseyerek, dünyaya en büyük katkıda bulunabilirler.
Hayatlarında benzer değişiklikler yapan diğerleri de olacaktır ve yavaş yavaş sağlıklı toplumu cesaretlendiren bir hareket doğacakır. Hiç bitmeyen maddi mutluluk arayışı insanları, hem kendi sağlıklarına, hem de ekolojik destek sistemine zarar veren bir ekonomik rekabete itmiştir. Güç mücadelesi ve silahlanma yarışı birçok milleti saldırganlığa ve şiddete yöneltmektedir. Ancak bireyselden küresele uzanan, dünya çapında değerlerde bir değişim bu savaş tehdidini ve ekolojik yıkımı azaltmaya yardım edebilir.
Mutluluk araştırmalarında, insanların mutluluk tanımlarının hayat, sevgi, özgürlük, dostluk, sağlık, eğitim, kişisel gelişim, güvenlik, katılım, hoşgörü, eşitlik, adalet, dayanışma gibi değerleri içerdiği görülmüştür. Para kazanmak amaç değil, sadece bunlara ulaşmak için kullanılacak bir araçtır.
Kişinin yaşamındaki amaç ve dünya meseleleri arasındaki bağlantıyı görmek önemlidir. Her insanoğlu bir diğeri ile bağlı olma gereksinimindedir. Biz toplumun bir parçası olmaya ihtiyaç duyar, diğerlerinin bizim için kaygılanmasını isteriz; biz de diğerleri için kaygılanmak isteriz. Aynı zamanda bireysel özerkliğe ihtiyaç duyarız, kendi alanımıza, yani bireyselliğimizi göstermemize yetecek kadar bir yere ihtiyaç duyarız.. Birbirleriyle kaynaklarını paylaşan bireyler kendi refahlarını sağladıkları kadar, diğer insanların ve başka canlı türlerinin hayatta kalmalarını da sağlar. Güçsüz için kaygı duyup, sorun çıkaranları uzlaştırarak, toplumsal sistemdeki tehlikeli dengesizlikleri de düzeltebilirler.
Dünyayı karıştıran bütün yaygın ekonomik, sosyal ve çevresel problemlere rağmen, insanlar hala bu dünyanın, farklı bir geleceğe geçiş yaptığını görebilirler. Mutlu ve huzurlu bir hayat tarzını hayal etme yeteneği asla kaybolmaz. Kapitalist sisteme alternatif olarak devletçiliğin çeşitli versiyonları, sosyalizm, yeşil (çevreci) ekonomi, köktendincilik, sade ve basit bir hayat gibi öneriler öne sürülmüştür.
Günümüzde gelecek görüntüleri, toplumsal değişim hareketlerine güç verebilir ve yeni bir dinamik üretebilir. Daha iyi bir dünya sadece bir hayal ürünü değildir. Daha iyi olan dünyanın küçük parçaları zaten bizim günlük yaşamımızda ve daimi etkileşimimizde vardır; ve varolan büyüyebilir.
Daha adil ve huzurlu bir dünya için çalışan çok sayıda toplumsal hareket, daha iyi bir gelecek kurabileceğimiz gerçeğini doğrulamaktadır. Yirminci yüzyıldan itibaren sivil toplum örgütlenmesinin büyümesi bireylerin resmi ve sivil guruplar arasında yeni iletişim kanalları oluşturarak, insanlar ve hareketler arasında daha önce hiç olmamış bağlantı sistemleri kurmasına imkan verir. Yirminci yüzyılda, ortak toplumsal, ekonomik, politik, ve kültürel sorunlar arasında bir bağ oluşturan sivil toplum örgütleri umut verici bir sayıda artmıştır. Bu gibi binlerce organizasyon vardır ki, ortak kaygıları, insanlığın ve dünyanın durumunu daha iyi bir hale getirmektir. Bu kurumlar uzak toplumlar ve bölgesel/ulusal hükümet gurupları arasında iletişim ve etkileşim sağlarlar.
Gerçek bireysel özgürlük için bireylerin üretim ve tüketimdeki karar verme mekanizmasına serbestçe katılabilmeleri ve toplumsal ekonomik kurumları denetleyebilmeleri, dev şirketlerin ve hiyerarşik yapıların kontrolünden kurtulmaları gerekir. Değişmesi gereken birçok durum vardır, ancak insanlar sistem karşısında yenik düştüklerini hissederek ve hangi yolu izleyeceklerini bilmediklerinden, harekete geçememektedirler. Toplumsal dönüşüm için bireylerin yapabileceği bir çok şey vardır. Bireyler içinde yaşamak zorunda oldukları tarihsel dönemin esiri veya kurbanı olmak zorunda değildir.
Her bireyin yaşamayı seçtiği yol ve kişisel yetenekleri ve tutkuları ile özel alanlarda yapabileceği şeyler vardır. Her birimiz dünyayı benzersiz bir biçimde görür, duyar ve tecrübe ederiz, ve kendi topladığımız bilgiye dayanarak kişisel yorumlar ve değerlendirmeler yaparız. Her birey bir diğerinden farklı olduğundan, dünyaya değişik ve değerli bir katkıda bulunabilir. Bu, toplumsal eylemcilerin alışılmış metodlarının yerine sanat üreterek ya da kariyer üzerinde çalışarak, gönüllü bir aktivite ya da hobi üzerinde çalışarak da yapılabilir.
Herkes hayatı boyunca harcadığı çaba ile, bir dünya yaratmada rol oynar: bütün insanların hareketlerinin toplamı, içinde yaşadığımız dünyanın doğasını oluşturur. Bireyler hayallerini sözcüklere dökebilir ve bu sözcükleri topluma fikir ve oybirliği ile pozitif bir hareket başlatana dek yayabilir.
Bu bağlamda, kişinin yapabileceği şey en azından hayallerini ve bilgisini paylaşmaktır. Bilgi bir sorun alanında çalışmak için temel önkoşuldur. Bireyler, belirli dünya problemlerinin nedenleri ve gelişimi hakkında okuyarak kendilerini eğitebilirler. Bilgi, hayatta kalmak için kritik önem taşır: hayvanlar bile ne yeneceği, nerede yaşanacağı, nasıl kendilerini koruyacakları ve bunun gibi yaşamla ilgili bilgilerini kendi yavrularına öğretirler ve nesilden nesile aktarırlar. Bu bilgi çağında, her bireyin dünyaya olan başlıca katkısı, kendilerini ve başkalarını kaygı duydukları meseleler hakkında eğitmektir. Böylece kişi daha fazla insanı harekete geçirebilir ve etkisini arttırabilir.
İnsanlar karakter özelliklerine dayanarak, amaçları için ya bireysel olarak çalışacaklar, ya da bir organizasyona ya da gruba katılacaklardır. Kişi her iki yolla da eşit derecede güçlü etki yapabilir; bazen tek bir birey, büyük bir organizasyonun işine eşit olacak karizmatik bir etki taşır. Sivil toplum örgütlerinde çalışmanın da ötesinde, bireylerin yapabileceği en önemli şey, kendi yaşam tarzlarını sağlıklı, huzurlu ve insani değerlere yakışır bir hale getirmek ve bu konuda diğer bireylere örnek olmaktır. Tüm yaşamını para kazanmak ve tüketim üzerine kurmamak, bunları ait oldukları araç konumuna indirgemek, insani değerleri öncelikli amaç haline getirmek gibi…
b) Veriler ve Örnekler
Liberal kapitalizm, teoride bireye en büyük hak ve özgürlükleri tanıyan sistem olmasına rağmen, paradoksal olarak birey bu sistemde ezilmekte, bir piyasa kuklası haline gelmekte ve sistemin yürümesi için kullanılmaktadır. Çünkü bu ekonomi ancak bireylerin üretici-tüketici rollerini oynaması sayesinde ayakta durabilir. Sistem aşırı üretime ve aşırı tüketime dayanır, üretim ve tüketim durursa krize girer ve çöker. Bu nedenle, bireyler bu rolleri oynayacak şekilde yetiştirilir ve toplumsallaştırılır. Doğumdan ölüme kadar tüm ihtiyaçları kapitalist kültür tarafından belirlenen birey, hiç bitmeyen bir yarış ve arayış içinde koşturur, durur. İnsanın psikolojik zaaflarını araştıran satış ve reklam sektörleri, tüketici davranışı üzerine çalışmalar yaparak karlarını maksimize ederler. Yapay bir kültür oluşturulur, medya aracılığıyla kitlelere yayılır. Özellikle çocuklar ve gençler kültürel baskılardan daha kolay etkilenmekte, popüler kültürün “sanatçı” olarak empoze ettiği şarkıcı, türkücü, manken, dansöz gibi eğlence sektörü çalışanlarını ya da mafya babalarını kendilerine örnek almakta, her yeni çıkan moda akımına kapılmaktadırlar. En güçlü iletişim aracı olan televizyon, insanları eve hapsederek bir koltuğa mıhlar ve sinemadan, tiyatrodan, kitaptan uzak tutarak en düşük seviyeli magazin kültürüne tutsak eder. Televizyon, yaratıcılığı, zeka gelişimini, düşünmeyi, hayal kurmayı engeller. Geniş kitlelerin hareketsiz kalmasını ve kolaylıkla yönlendirilmesini sağlar. Amaç, mümkün olduğu kadar çok insanın pasif tüketiciler olarak kullanılmasıdır. Aşağıdaki veriler, Türkiye'deki tabloyu göstermektedir:
Merkez Bankasının tüketici kredisi ve kredi kartları verilerinin nüfusa bölünerek yapılan kişi başına düşen ortalama kredi borcu bilgilerine göre, Türkiye'de bankalardan kullanılan krediler sonucunda kişi başına borç tutarı 9.3 kat artmıştır. Türk halkının tüketimi (kişi başına düşen harcama) 2001 krizinden bu yana (5 yılda) 2.1 kat artarak 3532 dolara kadar yükselmiştir. Harcama arttıkça insanlar daha fazla krediye yönelmiş, 2001'de 57 dolar olan kişi başına kredi kullanımı, 9.3 kat artmış ve 535 dolara yükselmiştir. (Sabah Gazetesi, 3 Temmuz 2006).
Bu verilere göre, Türk halkının borçluluk oranı harcamalarının çok daha yüksek bir kısmını finanse eder hale gelmiştir. Kişi başına düşen borç rakamı 2001'de sadece 57 dolardı. Rakam 2002 sonunda 60 dolar olurken ilerleyen yıllarda katlanarak büyümüştür. 2003'te 120, 2004'te 259, 2005'te 468 dolara ulaşan kişi başına borç rakamı 2006 Mart ayı sonunda 535 dolara ulaşmıştır.
Bir başka deyişle, Türk insanının 3532 dolarlık harcamasının yüzde 15.82'i borçla finanse edilmektedir. 2001'de bu oran yüzde 3.6 idi. 2006 Mart ayı sonunda toplam banka kredisi ve kredi kartı borcu 51.4 milyar YTL (38.5 milyar dolar) oldu.
Harcamalar içinde en yüksek artış oranını yüzde 251 ile dayanıklı tüketim malları aldı. 2001 sonunda kişi başına 165 dolar olan dayanıklı tüketim harcaması 2006 yılında 578 dolara fırladı. Özellikle borçla finanse edilen bu harcamalarda otomobil, beyaz eşya ve elektronik eşya yer alıyor.
Görüldüğü gibi son yıllarda küreselleşme ve ekonomik liberalizasyonun da etkisiyle Türk toplumu hızla bir tüketim toplumu haline gelmektedir. Ancak gelir düzeyi düşük olan Türk insanı, özendirilen "ihtiyaçları" karşılayabilmek için gittikçe derinleşen bir borç batağına sürüklenmektedir. Yalnız çalışanlar değil, işsizler, emekliler, öğrenciler vb. de bu tüketim çılgınlığına katılmakta, hiçbir zaman yetmeyen gelirleri ile hiç bitmeyen "ihtiyaçları" karşılamaya çalışmaktadırlar.
Bunların sonucunda insan hayatı mutsuz, sıkıntılı, tektipleştirilmiş tatsız bir koşturmaca haline gelmekte, intihar, cinayet, boşanma gibi acı sonuçlar da görülmektedir. Aşağıdaki örnekler gerçek hayattan alınmıştır ve bireysel düzeyde yaşanmakta olan olguları ve dramları sergilemektedir:
-
Ayşe Onaran (39, ev hanımı): Çarşıya çıktığımda daima niyetlendiğimden daha fazla şey alıp dönüyorum. Hiç aklımda olmayan bir sürü şeyi görünce alıyorum, sonra da pişman oluyorum. Bu yüzden bütçemi denkleştiremiyorum.
-
Ebru Sekmez (9, ilkokul öğrencisi): Barbie bebek de istiyorum, Barbie çanta da, kalem silgi, defter de, Barbie’nin nesi varsa hepsini istiyorum.
-
Berna Duran (15, lise öğrencisi): Her gün yeni bir şey moda oluyor. Bütün arkadaşlarım alınca mecburen ben de alıyorum. Almazsam kendimi onlardan geri kalmış ve eksik hissediyorum.
-
Mehmet Teker (13, sokak çocuğu): Para bulursak tiner alıyoruz ya da Bali çekiyoruz. Kafayı buluyoruz. Kışın soğukta birbirimize sarılıp ısınırız. Bize sahip çıkan yok.
-
Yusuf Alaca (35, işçi): Biz okuyamadık. Doğru dürüst bir meslek sahibi olmamıza, insan gibi yaşamamıza imkan yok. Beş çocuğum var, aylık gelirim 500 lira.
-
Güler Hepşen (20, lise mezunu): Üniversite giriş sınavına bu sene ikinci girişim. Sınavdan sonra uzun süre depresyona girdim. Kabuslarımda hep sınavlara giriyorum. Hep kalıyorum.
-
Yasemin Belek (22, üniversite öğrencisi): Üniversitede hiç sevmediğim bir bölümdeyim. Ailem burada okumam için zorluyor. Canım okumak istemiyor, sınavlara çalışamıyorum. Sürekli başarısız olmak onuruma dokunuyor, her gün ağlıyorum.
-
Ufuk Gencer (25, üniversite mezunu): Maden Mühendisliğini bitirdim. Üç yıldır işsizim.
-
Halil İltaş (43, iş adamı): Hayatım, çocukluğumdan beri çalışmakla geçti. Hiç bitmeyen bir yarış içindeyim. Sabah erkenden başlayıp her gece geç saatlere kadar çalışırım. Hiç tatil yapmam. Eğer bu tempoda çalışmazsam yarışdışı kalırım.
-
Sait Duranay ( 46, memur):Altı tane kredi kartım var. Ayın sonunu onlarla getiriyorum. Birincinin borcunu ikinciyle ödüyorum, onunkini üçüncüyle. Böylece devamlı borç çeviriyorum fakat her ay borç artıyor.
-
Leyla Eren (38, memur): Nakit yerine kredi kartı kullandığımız zaman, para harcadığımızın ve borca girdiğimizin farkında olmuyoruz. Sanki sonsuz harcama gücümüz varmış gibi hissediyoruz. Çünkü biz harcadıkça kartın limitini yükseltiyorlar.
Gazetelerden:
-
Halkın bankalara olan borcu 4 yılda 9 kat artıp 60 milyar YTL’ye çıktı. Borcun 18.7 milyar YTL’sini kredi kartları, 41.2 milyar YTL’sini ise tüketici kredileri oluşturuyor. Bu rakam 2002 verilerinin tam 9 katı. Ayrıca yılın ilk 4 ayında, borçlarını ödeyemediği için kara listeye eklenenlerin sayısı 144 bin 77’yi buldu. Bununla birlikte 2001’den bu yana icralık olanların sayısı 846 bini geçmiş oldu. (Güneş Gazetesi, 19 Haziran 2006).
-
Madenci için yer altı daha güvenli: Zonguldak’ta kredi kartı borçlarını ödeyemeyen maden işçileri, bankalardan kurtulmak isterken tefecilerin eline düşüyor. Kimi kalp krizi geçiriyor, kimi işi bırakıp şehirden kaçıyor. (İHA, 15 Nisan 2005).
-
Kastamonu’da 35 yaşındaki İbrahim İpek dört çocuğunu ve annesini öldürdü, üç aylık bebeğini ve karısını yaraladıktan sonra intihara teşebbüs etti. İpek kredi kartları yüzünden borçlandığını söylerken “Ailemi bu çileden kurtarmak istedim” dedi. (Hürriyet, 22 Ocak 2005).
-
Asgari ücretle çalışan BDDK işçisi Murat Akkavak kredi kartlarına 10 milyar lira borçlandığı için intihar etti. İki çocuk babası olan Akkavak Kurban Bayramı arifesinde eşini ve kızını eve yolladıktan sonra kendisini bir dere yatağında ağaca astı. (Hürriyet, 27 Ocak 2005).
-
Balıkesir’de 25 yaşındaki Ümit Gökçe ayrıldığı eşini av tüfeğiyle öldürdükten sonra intihar etti. Kredi kartı borcu yüzünden hakkında icra takibi başlatılan Gökçe bu yüzden bir yıllık eşinden ayrılmıştı. (Hürriyet, 2 Şubat 2005).
-
Kütahya’da Tavşanlı Belediyesi çalışanlarından 47 yaşında iki çocuk babası Mesut Temel,yaklaşık 2.5 milyar lira kredi kartı borcu yüzünden bunalıma girerek intihar etti. İple kendisini asan Temel’in üzerinde 2 milyar limitli üç kart çıktı. (Hürriyet, 18 Mayıs 2005).
-
Kahramanmaraş’ta 41 yaşındaki Hacı Bahri Aslantürk kredi kartı borçları yüzünden şakağına bir el ateş ederek yaşamına son verdi. İki çocuk babası olan Aslantürk’ün cep telefonunda geciken borçları yüzünden bankalar tarafından gönderilen çok sayıda mesaj bulundu. (Hürriyet, 8 Nisan 2005).
-
Eskişehir’de cinnet geçiren 41 yaşındaki polis memuru Fikret Doğan yüksek miktardaki kredi kartı borcu yüzünden nöbet yerini bırakıp evine gitti ve MP5 otomatik silahıyla lise öğrencisi kızını öldürdükten sonra, eşini yaraladı ve ardından intihar etti. Doğan’ın 9 yaşındaki oğlu arka odaya saklanarak kurtuldu. (Hürriyet, 26 Ağustos 2005).
-
Ankara’da TBMM Koruma Müdürlüğü emrinde görevli olduğu bildirilen bir polis memuru intihar etti. Polis memurunun kredi kartları borcu yüzünden intihar ettiği anlaşıldı. İşin trajik yanı ise bu hafta kredi kartları ile ilgili düzenlemenin karara bağlanacak olmasıydı. (Hürriyet, 19 Şubat 2006).
-
2003-2006 yılları arasında kredi kartı borçları yüzünden intihar ve ölüm sayısı 41’i buldu. ( Tüketiciler Birliği Kredi Kartları İntihar Raporu, Ocak 2006).
-
Konya'da inşaat işçisi eşi Mehmet Demir tarafından dövülen 3 çocuk annesi ve 8 aylık hamile Şerife Hanım Demir hastaneye kaldırıldı. Hanım Demir, "4 kez evlendim. Ancak kaderim değişmedi. Bütün kocalarım dayakçı çıktı" diye gözyaşı döktü. (Posta Gazetesi, 22 Temmuz 2006).
-
Başkent'te silah ve bıçak tehdidi ile yağma yapan, kadın kaçıran ve tecavüz eden beş kişilik çetenin, kendilerine Kurtlar Vadisi dizisinden "Polat Alemdar" ve "Memati" isimlerini taktıkları ortaya çıktı. (Sabah, 9 Temmuz 2006).
-
Mersin'de kapkaççı saldırısına uğrayan 18 yaşındaki Derya Ege adlı genç kız, "Bir yıl önce de bıçaklı bir kapkaççı saldırmıştı. Onun şokunu atlatamadan ikincisini yaşadım" dedi. ( Akşam, 5 Haziran 2006).
Bankalardan:
* 15 Eylül 2006 tarihinden itibaren aylık kredi kartı faiz oranlarımız % 0.5 oranında arttırılacaktır. Sağlık, başarı ve mutluluk dolu günler dileriz.
* Harca harca kazan. Harcadıkça kazan.
Reklamlardan:
-
“Bilgisayar seni acaip akıllı göstermiş, çok havalı olmuşsun.” (Kredi kartı reklamı).
-
Neden ailenize daha azını veresiniz ki? (Sabun reklamı)
-
Sizin de eviniz güzel olacak. (Mobilya reklamı)
-
Herşeyin iyi gittiğini sanıyorsun, sonra daha iyisi çıkıyor. Herkes daha iyisini ister. Daha iyisine layıksınız. (Tuvalet kağıdı reklamı)
-
Popon kuru kalacak (Bebek bezi reklamı. Hedef kitle: Bebekler).
Mağazalardan:
-
“Aynı işyerinden her biri en az 75 YTL olmak üzere iki kere daha alışveriş yapın, 20 YTL indirim kazanın.
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, insanlığın 21. yüzyılda ulaştığı uygarlık düzeyinde hayatın daha kolaylaşmış olması gerekirken, insanların büyük çoğunluğu yaşadıkları zor, anlamsız ve mutsuz hayattan şikayetçidir. Küreselleşen kapitalist kültürün dayattığı tektip yaşam tarzı karşısında bireysel özgürlükler ve farklılıklar yok olmakta, bireyin kendi kişiliğinde bulunan özel potansiyeli yakalaması ve geliştirmesi mümkün olmamaktadır.
Ekonomik sistem, bireyi pek çok kanaldan etkilemekte, biçimlendirmekte ve hayatına yön vermektedir. Bu kanallardan önemli bir tanesi de eğitim sistemidir. Bugün, ülkemiz gibi endüstriyel üretim tarzına geçmeye çalışan, fakat nüfusunun büyük bir bölümü hala kırsal-tarımsal alanda bulunan ülkelerde, zorunlu eğitim sistemi bireyleri ülkenin gerçeklerine göre değil, endüstriyel bir ekonominin ihtiyaç duyacağı elemanlar olarak yetiştirmeye yöneliktir. İşte bu nedenden dolayı üniversite mezunu işsizler çoğalmakta, istemediği ve mutlu olmadığı alanlarda okuyan ve çalışanlar artmaktadır. Maddi refaha kavuşmuş kişilerde bile, istediğini yapamamanın verdiği bir doyumsuzluk duygusu, bir hayal kırıklığı görülmektedir.
Eğitim sistemi, katı bir disiplinle, bireyleri çocukluktan itibaren bir hamur gibi yoğurur ve piyasa ilişkilerinin gerektirdiği rolleri oynamayı öğretir. Küçük yaşta çocuklar kendilerini bir rekabet içinde bulurlar. Kişisel yeteneklerinin, yaratıcılıklarının köreltildiği, ekonomik ve sosyal doğruların belletildiği bir eğitim sistemi içinde yol alırlar. Çocuklukları ve gençlikleri bitmez tükenmez sınavlara hazırlanmakla geçer.
Zengin-fakir ayırımının farklılaştırdığı gençlerin hepsi aslında aynı sistemin kısıtlayıcılığı içine hapsolmuştur: Piyasa dışında bireysel istek ve yetenekleri doğrultusunda çalışma fırsatı adeta yoktur. Eğitimini “başarıyla” tamamlamış olan gençlere, marketler zincirlerinde, bankacılık sektöründe, holdinglerde, şirketlerde, ya da devlet bürokrasisinde hazırlanmış roller dağıtılır. Artık hayatları hiyerarşik bir düzende terfi, tayin, maaşlarına zam beklentileri ile geçecektir.
Yoksulluk nedeniyle öğrenim görememiş olan gençler de geçici, düzensiz, düşük ücretli çeşitli işlerle geçimlerini sağlamaya çalışacaklardır. Birçoğu da herhangi bir işte çalışmayıp, sistemin kendilerinden beklediği “tüketici” rolünü oynayacaklardır.
Bütün eğitim kuruluşları, kendi reklamlarını yaparken, mezunlarını iş bulacak şekilde geleceğe hazırladıklarını iddia ederler. Hayat için eğitim değil, ekonomik sistemin gerek duyduğu elemanları yetiştiren eğitimi verirler. Eğitimciler de günümüzde birer pazarlamacı haline gelmişlerdir. Okutulan dersler ve kitaplar “uluslararası” nitelikte bilgi ve formasyon vermelidir. Böylece yabancı yatırımcılara, çokuluslu şirketlere eleman yetiştirilmelidir. Nitekim Türkiye Yatırım Danışma Konseyi 3. toplantısında, Dünya Bankası Bölge Başkan Yardımcısı Katsu şöyle diyordu: “Türkiye yabancı yatırımı çekmek açısından büyük potansiyel gösteriyor.Türk insanları çok yetenekli fakat eğitimdeki eksikleri yüzünden onları istediğimiz gibi kullanamıyoruz.” (NTV, 29 Haziran 2006).
Eğitim ve çalışma alanlarına genel bir bakış, bireysel özerkliğin ortadan kaldırıldığı, ruhsal tatminin yerine maddi tatminin geçtiği, ihtiyaçların hiçbir zaman giderilemediği bir yaşam tarzını göstermektedir. Bir ekonomik sistemin tüm dünya toplumlarına yayılarak insanların hayatlarını böylesine derinden etkilemesi düşündürücüdür: Nihayeti, kapitalist sistem mal ve hizmetlerin toplu üretimi demektir. Neden sadece bir araç olması gereken bu sistem insan hayatının her alanına hakim hale gelmiştir? Çünkü bu sistemin yürümesi için herkesin piyasaya katılması gerekmektedir. Her birey pazarın kendisine sunacağı mal ve hizmetlere ihtiyaç duymak üzere eğitilir ve öyle bir yaşam tarzı içine sokulur ki, bu mal ve hizmetlere bağımlı hale gelir. Böylece bu ürünlerden hep daha çok üretilir. Pazar bağımlılığı ağına düşen bir insanın hayatı, ürünler çevresinde düzenlenir hale gelir. Liberal kapitalizm perspektifinden bakanlar, toplumların gelişmişlik düzeyini üretilen mal ve hizmetlerdeki artışla ölçerler. Bir de bu ürünlere ulaşabilmedeki dağılım ölçüt olarak alınır. Günümüzde iktisat bilimi bu perspektifi kullanarak kapitalist sisteme hizmet etmektedir. Oysa gelişmenin göstergesi olarak insan hayatının kalitesi ölçülmelidir.
Kapitalist sistemin amacı, dünya pazarlarına yayılmak ve tüm dünya insanlarına üretilen mal ve hizmetleri tükettirmektir. Bunun için uzmanlar bize neye ihtiyaç duymamız gerektiğini bildirirler. İhtiyaçlar eşyalara bitişik şeyler haline gelir, yani insanın manevi ve ruhsal ihtiyaçları göz ardı edilerek, mutluluğun maddi tüketimle sağlanacağı öğretilir. Sanki insanlar tüketiciler olarak doğmaktadır ve piyasada sunulan ürünleri almazlarsa yaşayamayacaklardır. Bütün arzularına, amaçlarına ürün satın alarak ulaşacaklardır.
Peki zeki bir tür olan insan bu tuzağa nasıl düşüyor? İnsan psikolojisinin bazı zayıf noktaları vardır: İnsanlar doğdukları zaman yaşadıkları bebeklik ve çocukluk çağında ihtiyaçları daima dışarıdan verilen şeylerle karşılanır: Susayınca su, acıkınca mama, ağlayınca oyuncak verilir. Tatmin ve mutluluk dışarıdan verilen maddi eşyalarla sağlanır. Bu dönemde çocuğun mutluluğunun ve esenliğinin dışarıdan verilen şeylerle karşılanması doğaldır, çünkü çocuğun kendi ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değildir. İhtiyaçları çoğunlukla fizikseldir, bu erken dönemde kendisini mutlu edecek uğraşlar edinmesi de mümkün değildir. Fakat bir yetişkinin mutluluğu dışarıdan gelecek ürünlerde araması, çocukluk döneminden kalan bir davranış biçimini sağlıksız bir şekilde sürdürüyor olması demektir. Alkol, sigara ve uyuşturucu bağımlılığı da bu davranışın örnekleridir.
Mutluluğun kaynağı bireyin kendi içindedir, fikirlerinde, duygu ve düşüncelerindedir, bunlara dayanarak yapacağı çalışmalarda, uğraşlarında ve diğer insanlarla ve doğa ile kuracağı ilişkilerdedir. Bir giyside, bir arabada veya herhangi bir eşyada mutluluk aramak boşunadır. Bunlar sadece fiziksel ihtiyaçları karşılamak için kullanılacak araçlardır. İdeal bir ekonomik sistemde herkesin temel ihtiyaçları zaten karşılanmış olurdu.
İnsanların bir diğer zaafı da toplumda kabul görme ve onaylanma arzusudur. Reklamcılar ve satıcılar bu tür zaafları çok iyi bilmekte ve kullanmaktadır. İnsanlar bir çok ürünü sırf çevrelerine göstermek ve kendilerini beğendirmek için alırlar. Gösterişçi tüketim, bireye başka yollardan elde edemediği itibarı ve sosyal konumu sağlayabilir. Bu amaçla, reklamcılar bazı ürünleri daha nadir, pahalı prestij ürünleri olarak tanıtırlar. Belirli markalar da ancak elit kesimin ulaşabileceği çok pahalı etiketler olarak tanınır.
Reklamcılık sektöründe çalışan binlerce kişi, insanları ihtiyaç duymadıkları ürünleri almaya ikna edebilmek için günlerce, aylarca çalışır, birbirleriyle kıyasıya yarışırlar. Aslında birbirinin aynısı olan ürünleri farklı şeylermiş gibi sunabilmek için yaratıcı becerilerini sonuna kadar kullanırlar. David Ogilvy, “Bir Reklamcının İtirafları” adlı kitabında şöyle diyor: “Yılda bir milyon yedi yüz bin tüketicinin ölmesine karşılık her yıl dört milyon yeni tüketici doğmaktadır. Bunlar pazara girer ve çıkarlar. Reklam pazara giren yeni adayları bulan bir radar gibidir. İyi bir radar bulun ve taramayı sürdürün.”
Her gün her yerde yüzlerce reklama maruz kalan birey ister istemez bunlardan etkilenir. Ne yazık ki hamburger, kola, şeker, dondurma, margarin, deterjan gibi birçok sağlıksız ürünün de sürekli reklamı yapılmaktadır. Aslında kapitalist kültür değerlerinin içerikleri tamamen kara dayalıdır, amaç insanların sağlığı, mutluluğu ve refahı değildir. Bunun kanıtı, çok miktarda üretilen gereksiz, sağlıksız, hatta anlamsız ve saçma ürünlerdir. Bir diğer kanıtı da, reklamların içeriklerinin sosyal sorumluluktan çok uzak olmasıdır; örneğin nüfus artışının getirdiği yoksulluk ve sefalete karşın, çocuk bezi, çocuk maması satan firmaların reklamlarında doğumlar teşvik edilmektedir. Sosyal, ekonomik ve ekolojik sorunlar yokmuş gibi, mutlu ve tozpembe bir yaşam imajı verilmektedir. Böylece insanlar reklamlarda gördükleri mutlu yaşantıya ürünleri satın alarak kavuşabileceklerine inandırılmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |