132MELEKLER: Yukarıda belirttiğimiz gibi, melek sözcüğünün anlamı türediği köke göre değişmektedir. Melâike ve bunun tekili olan melek sözcükleri, ulûk veya melk kökünden türemişlerdir. Buna göre, melâike sözcüğü, bazen “elçi”, bazen de “yönetim gücü” anlamına gelir. Sözcüğün nerede hangi anlamda kullanıldığı ise, yer aldığı pasajın söz akışından anlaşılmaktadır. İKİŞER, ÜÇER, DÖRDER KANATLI: Cahiliye Arapları arasında yaygın olan inanışa göre Allah'ın kızları ve yardımcıları olan melekler kanatlı yaratıklardır ve rüzgâr, yağmur, deprem gibi doğa olayları da onların eseridir. Bu cahilî inanışlar, kısmen rivâyetlere de girmiş ve Peygamberimizin Cebrâîl'in kanatlarının 600 olduğunu bildirdiği iddia edilmiştir. Ayrıca bu tür abartılar, İsrâfîl'in her biri doğudan batıya uzanan tam 12.000 tane kanadı olduğu, Allah'ın Arşını da bu kanatlarla taşıdığı gibi fantezilerle de süslenmiştir. Özellikle Ka‘bu'l-Ahbar rivâyetlerinde meleklerin kanatları milyonları aşmaktadır.
Biz, kanat sözcüğünün burada “güç”ten kinaye olarak kullanıldığını düşünüyoruz. Şöyle ki: Bu kanatlar bir bakıma fizik biliminde bir güç birimi olarak kullanılan HP [beygir gücü] ifadesi gibidir. Meleklerdeki kanat çokluğu, onların güçlerinin fazlalığını ifade etmektedir. Buna göre, meleklerin kanatları; A) Melek sözcüğü “yönetim gücü” anlamında kabul edildiği takdirde, meleklerin kanatları da “yağmur, rüzgâr, sel gibi doğa olaylarının güçü”; B) Melek sözcüğü “haber verici” anlamında kabul edildiği takdirde ise, “Kur’ân âyetlerinin müteşâbih anlamlarının insanlar üzerinde yarattığı etkiler” olarak anlaşılmalıdır. Bu açıklamalardan sonra konumuz olan âyetlerin takdiri, sözcüklerin değişik anlamlarına göre iki türlü yapılabilir: A) Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, gönderdiği âyetleri ikişer, üçer, dörder anlamlı elçiler kılan Allah'a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir. B) Hamd, gökleri ve yeri yarıp parçalayacak olan, doğal güçleri değişik şiddette elçiler kılan Allah'a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.
Meleklerin bu âyette ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçi oluşları hakkındaki te’vîlimiz, indirilmiş elçiler olan Kur’ân âyetlerinin müteşâbih olanlarının birden çok anlamı ifade ettiklerinin bildirildiği yönündedir. Bu anlamı tercih etmemizin sebebi, 2. âyette geçen rahmet ve hakîm kelimlerinden elde ettiğimiz ipucudur.
Âyetin son kısmındaki, Allah … artırır ifadesiyle, “Allah'ın gücünün sınırsızlığı, her istediği şeyi yaratacağı ve yaratmasının sürekliliği” ifade edilmektedir.
133Bkz. 8 nolu not.
134Bkz. 60 nolu not.
135Resmi Mushaf'ta Îsâ ile ilgili pasajlardaki âyetler, gaflet veya ihanetten –teknik ve anlam bilgisi açısından– hatalı olarak tertip edilmiştir. Bu tertip sonucu Îsâ, insan/beşer olmaktan çıkarılmış; beşikte konuşturulmuş, göklere yükseltilmiş ve sonrada gökten yere ineceği inancı oluşturulmuştur.
Bütün bunlar, pasajdaki cümlelerin yerini değiştirmek ve oluşturulan kıraat farklılıklarını esas alma sûretiyle yapılmıştır.
Âyetin orijinalinde Meryem’in işaret ettiği kimse zamir olarak; “ona” şeklinde yer aldığından, genellikle “o” zamiri ile kastedilenin “Meryemin kucağındaki bebek” olduğu kabul edilir. Bize göre ise “o” zamiri, o toplantıda bulunan ve Meryem’in durumunu a’dan z’ye bilen, Meryem doğururken onu yönlendiren, 24-26. ayetlerde konu edilen “aşağıdaki kişi olan Zekeriyye peygambere re gönderilmiş olmalıdır. Ayrıca Âl-i Imrân/37’deki “Ve Zekeriyyayı ona (Meryem’e) kefil etti” beyanı ile ifade edilen de budur.
Ayrıca sunduğumuz meal, mehd sözcüğünün mühd; nükellimü sözcünün yükellimü şeklindeki kıraaatinden ve 30. âyetin başında “fa-i takıbiyye” olmayışından hareketle, “Îsâ'nın sözlerini içeren âyetler, 34. âyetteki “Meryem oğlu Îsâ” ifadesinin sıfatı olarak değerlendirilmesi ile elde edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.
136Bkz. 204 nolu. not.
137Anlam bilgisi gereği Resmi Mushaf'taki 98. âyet 95. âyetin arkasında tertip edilmiştir.
138Bkz. 8 nolu not.
139Âyetteki sözcüklerin “hakikat” anlamları, “Rahmân, Arş üzerine istiva etmiştir [egemenlik kurmuştur]” şeklindedir. Biz Mealde, mecâz anlamı gösterdik. Sözcüklerin ayrıntılı açıklaması için 34 ve 47 numaralı notlara da bakılabilir.
140Diğer sûrelerde ayrıntılı olarak açıklanmış olan Mûsâ olgusu, Tâ-Hâ/9-99'da (120. necm), kısa değinilerle özet hâlinde verilmiştir. Bu sûredeki anlatımın hemen bir çırpıda oluverdiği zannedilmemelidir. Burada nakledilen olaylar, bir kronoloji de takip etmez.
141Âyetin orijinalindeki sözcükler lafzen, “iki nalını çıkar” şeklindedir. Ancak bundan kasıt, “yakınlarını ve mallarını burada bırak” demektir. Bu nedenle biz Mealde, deyimin ifade ettiği anlamı verdik.
142Bu paragrafta, peygamberliği döneminde Mûsâ'ya verilen görevler özetlenmiştir. Paragraftaki, “Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et. Şüphesiz ki o saat [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim” ifadeleri, âyetteki “vahyedilecek şey” ifadesinin açılımıdır.
143Resmi Mushaf'taki Mûsâ pasajının girişinde âyetlerin tertibi hatalıdır. O nedenle 24. âyet, 19. âyetin devamı olarak tertip edilmiştir. Aşağıdaki paragraf da, “20, 25-36, 21-23” sırasıyla düzenlenmiştir.
144 Hayye sözcüğü de, Mûsâ pasajını doğru anlamadaki kilit sözcüklerden biridir. Bu nedenle bu sözcükle ilgili ayrıntıları vermek istiyoruz: Hayat sözcüğünden gelen hayye, “bir kere yaşam” demektir. Araplar bu sözcüğü birçok örneğiyle kullanırlar: Uzun ömürlü olmasından dolayı yılana hayye denir. Gözü keskin olana “O, hayye'den daha iyi görür” derler. Hain-sinsi olana, “O hayye'den daha zalim” derler. Çevresine, toplumuna yararlı olanlara, onları koruyanlara, “O, bölgenin yeryüzünün hayye'si” denir. Kadın-erkek uzun yaşayana “O hayye'nin teki” derler. Kişi akıl, zeka ve dehada zirvede olduğu zaman “O, vadinin hayye'sidir” denir. Hayye, teşbih olarak Büyük Ayı yıldız kümesinin İkizleri ile Alkaid [ölü sönük yıldız] arasındaki yıldızlara denir. ( Lisân, “hayye” mad.; Tâc, “hayye” mad.)
Tahiyye/selamlama [Allah sana ömür versin] sözcüğü de aynı köktendir.
Kısacası bu sözün anlamı, “hayat ve canlılık”tır. Aslında hayye, –yılan değil– yılanın uzun ömürlü oluşunu nitelemektedir. Burada hayyetün tes‘a [koşup duran tes‘a] denilmiştir. Bunun Türkçe'deki tam karşılığı, “yedi canlı” deyimi olup bu da, “defalarca ölüm tehlikesiyle karşılaşmasına rağmen her seferinde sağ kurtulmak” demektir. Bu sözcük; birçok hastalıktan, bela ve felaketten kurtulan kişiler için kullanıldığı gibi, kedi ve yılan için de kullanılır.
Bu âyetteki hayye sözcüğünü anlamak için, Mûsâ'nın sağ elindekinin Allah tarafından bir başka nitelemesini daha dikkate almak gerekir. Mûsâ'nın sağ elindeki, Neml/10 ve Kasas/31'de, “sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir” diye nitelenmiştir. Yani, Mûsâ'nın sağ elindeki şey, “hareket ettiren görünmez bir varlığa” benzemektedir. Peki bu hareket sağlayan görünmez varlık nedir? Bu insanların ve hayvanların canıdır/ruhudur.
Bu ifade de, vahyin ruh niteliğidir. Kur’ân'ın bir adı ruh olduğu gibi, Mûsâ'nın sağ elindekinin [Kitabının] adı da ruh'tur. Nitekim Şu‘arâ/193'te, Onunla [apaçık kitapla], uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Güvenilir Can/ilâhî mesajlar-güvenilir bilgi indi. Ve şüphesiz o [güvenilir can/güvenilir bilgi], kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı buyurularak, geçmiş kitapların da ruh/can özellikli olduğunu bildirmiştir.
14527. âyetteki hayye sözcüğü, “yılan” olarak anlaşılınca, 21. âyetteki korkma sözcüğü de doğal olarak “yılandan korkma” olarak anlaşılacaktır. Halbuki burada konu edilen korku, bu sûrenin 45-46. âyetleri ile Şu‘arâ-10-15, Neml/10 ve Kasas/30'da konu edilen Mûsâ'nın görevden korkmasıdır, kaçmasıdır. 22. âyetetteki tahrücü [çıkacak] filinin öznesi “el” değil, “sen”dir. Burada kastedilen de, Mûsâ'nın, kendisine yedek güç olarak verilen Hârûn'u devreye sokup o'nun sayesinde ifadeleri kusursuzca, lekesizce, eksiksiz olarak tebliğ edecek olmasıdır.
20-23. âyetlerde Mûsâ'ya verilen iki âyetten bahsedilmektedir. Bu âyetlerden ilki, çoban asasının yerine verilen vahiy [kitap/Tevrât]; ikincisi de gerektiği zaman gücüne güç katacak olan yedek güçtür/Hârûn'dur. Aşağıdaki âyetlerde Mûsâ'nın ifade yeteneğinin yeterli olmadığını, meramını iyi anlatması için kardeşi Hârûn'u kendisine yardımcı istediğini ve bu isteğinin Mûsâ'ya verildiğini göreceğiz.
Asa [kitap] ve yed-i beyza [kusursuz güç] ile ilgili A‘râf sûresi'ndeki Mûsâ ile ilgili pasajlarda tafsilat verilmiştir.
20-23. âyetlerde Mûsâ'ya verildiği zikredilen iki alâmet/gösterge, Furkân sûresi'nde de özet olarak şöyle verilmiştir: Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da o'nunla birlikte vezir kıldık. Sonra da, “Haydi âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!” dedik. Sonunda da parçalayıp yok ettik. (Furkân/35-36)
146Bu paragrafın âyetleri de Resmi Mushaf'tan farklı olarak, “20, 25-36, 21-23” düzeninde tertip edilmiştir.
147Bkz. 111 nolu not.
148Bkz. 110 nolu not.
149Âyetin orijinalindeki sözcüklerin “hakikat” anlamları, Onların ipleri ve değnekleri şeklindedir. Yukarıda, ısıyyıhim sözcüğünün tekili olan asa sözcüğünün “birikim” demek olduğunu ifade etmiştik. Âyetin orijinalindeki hıbal sözcüğü de, habl sözcüğünün çoğuludur. Habl sözcüğünün esas anlamı ise, “mutlak ip” olmayıp “bağlanılan ip”tir. Ayrıca bu sözcük, “verilen söz-sözleşme” anlamına da gelir. Nitekim Kur’ân'da (Resmi Mushaf: Âl-i İmrân/103) hablullah [Allah'ın ipi] ifadesiyle, insanları Allah'a bağlayan Kur’ân kastedilir. Burada konu edilen, onların birkimlerinin, eski inançlarının, bilgilerinin, tezlerinin ve tutundukları şeylerin değersizliğdir. Bu sözcükleri, Türkçe'deki “çer-çöp, ipsiz-sapsız, eften-püften” deyimleri gibi de anlamak mümkündür.
150Bu âyetlerde, Mûsâ'nın kavmini geceleri çalıştırarak, yakalanma korkusu olmadan Nil nehrinde kuru yollar açılmasının vahyedilmesi, sonra da onları izleyen Firavun'un ordusıyla birlikte o nehirde boğulmasının safhaları nakledilmektedir.
Âyette dikkat edilmesi gereken nokta, bol suda açılacak yolun, gece yürüyüşü sayesinde yapılacağıdır. Bu ifade, “insanları geceleri çalıştırmak sûretiyle, kimseye sezdirmeden, göze batmadan bu işin yavaş yavaş halledilmesi” anlamına gelmektedir.
Kur’ân'daki ifadelere göre bu olaylar, birkaç dakika veya saatte değil, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir.. Mûsâ Peygamber Mısır'a dönüşünde Firavun mülkündeki toplumu içerisinde yıllarca güven içinde faaliyet göstermiştir.
Âyetteki, haşyet de, bu yaptıklarının Firavun'a hainlik olduğunu düşünmemesi yönünde bir ihtardır. Nitekim Şu‘arâ/18-19'daki, O [Firavun]: “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan/nankörlerden birisin de...” dedi şeklindeki ifadelerden, Firavun'un Mûsâ'yı nankörlük ve hainlikle suçladığını görmekteyiz.
151Bkz. 115 nolu not.
152Bu pasaj da, teknik gerekçeler ve anlam bilgisi gereği Resmi Mushaf'tan farklı tertip edilmiştir. Tertip şekli pasajın altında gösterilmiştir. Ayrıntılı açıklamalar, Tebyîn'de ilgili pasajın tahlilinde görülebilir.
153Bkz. 56 nolu not.
154Bkz. 39 nolu not.
155Bkz. 98 nolu not.
156Bkz.200 nolu not.
157Bkz. 8 nolu not.
158Buradaki “yeminciler”, 6 numaralı necmdeki ( 2/68, Kalem/17-33) yemincilerdir. Resmi Mushaf: Hıcr/90-93. âyetleri, teknik ve anlam olarak, bulundukları yer ile alakalı değildirler. Bu âyetlerin bulunması gereken yerin, Şu‘arâ sûresi'nin giriş paragrafı olduğu, uzun araştırmalarımız sonucunda âcizâne tarafımızdan tesbit edilmiştir. Dolayısıyla bu âyetleri Şu‘arâ sûresi'nin ilk paragrafı içinde değerlendirdik.
159Bkz. 107 nolu not.
160Bkz. 108 nolu not.
161Bkz. 109 nolu not.
162Bkz. 149 nolu not.
163Burada; Mûsâ'ya nehir üzerinde, ileride yıkılarak Firavun ve askerlerini boğacak barajlar kurmasının vahyedildiği açıklanmaktadır. Bu âyetlerde Mûsâ'ya, bilgi birikimini kullanarak Nil nehri üzerinde barajlar kurmasının vahyedildiği, sonra da suyun dağlar gibi parçalara ayrıldığı; yani yüksek barajların yapıldığı açıklanmaktadır. Bilinen en eski baraj, İ.Ö. 2900-2750 yılları arasında Nil nehri üzerinde kurulmuş 15 m. yüksekliğindeki “Sadd el-Kafara” denilen barajdır. Kur’ân'ın açık ifadesine göre baraj, birden çoktur.
Barajın yıkılması ve Firavun'un boğulma sahneleri de Resmi Mushaf: Duhân/23-24, Kasas/40, Zâriyât/40'da yer almaktadır.
164Resmi Mushaf'taki 52-67. âyetlerin bulunduğu pasajda sorun vardır. Biz pasajın âyetlerini, “63, 52-56, 60-66, 57-59, 67” şeklinde tertip ettik.
165Bkz. 21 nolu not.
166Paragraftaki 155-157. âyetlerin lâfzî manası, O [Sâlih]: “İşte bu dişi devedir; onun bir su içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir” dedi. Buna rağmen onlar deveyi inciklerini kesip öldürdüler de pişman olanlar olarak sabahladılar şeklindedir. Burada, salât ve zekât, sembolik ifadeler ile yer almıştır. 63 numaralı nota da bakılmalıdır.
167Bkz. 87 nolu not.
168Resmi Mushaf'taki Neml/6. âyeti, aidiyeti gereği bu pasajda 223. âyet ile 224. âyetin arasında tertip edilmiştir.
1696. âyet, Şu‘arâ/224 âyeti olarak verildi.
170Buradaki “dokuz” sayısını iki şekilde anlamak mümkündür. A) Bu sayı çokluktan kinayedir. Zira İsrâîloğulları'na dokuzdan daha çok âyet/alâmet gösterilmiştir. B) Burada kastedilen Tevrât'taki “on emir”in dokuz âyette yazılı olmasıdır. “Yahudi Tevrât'ında, iki ayrı emir cümlesi olarak zikredilen, “Karşımda başka ilâhların olmayacak” ifadesi ile “Kendin için oyma put yapmayacaksın” ifadelerini, Samiri Tevrât'ı tek emir cümlesinde toplamıştır. Böylece, “Komşunun evine tamah etmeyeceksin “ de dahil, emirlerin sayısı, Yahudi nüshasında on, Samiri nüshasında ise dokuzdur.
171Âyetten anlaşıldığına göre Süleymân'ın (a.s) ordusu “ins, cin ve kuşlar”dan oluşmuştur: A) İns grubu, Süleymân'ın milletinden olan ve ordunun savaşçı grubunu meydana getiren askerlerdir. B) “Angaryacılar” da denilen Cin grubu, yabancılardan oluşmuş olup, ordunun levazım ve donatım işlerini gören, lojistik destek sağlayan askerlerdir. Bu grubu mensup kişiler, Sebe/13'te anlatıldığı üzere, kaleler ve yüksek sağlam binalar yapmakta, ağacı, demiri, bakırı işlemektedirler. Bunlar, Dâvûd (a.s) döneminden beri ülkede bulunan, komşu ülkelerden getirilmiş zanaatkârlardır. Süleymân'ın fethettiği yerlere sağlam bir alt yapı, sanat ve kültür götürmesinde büyük payları olan bu kişiler, iş bilir ve sanatçı özellikte olmalarına karşılık, Süleymân hakkında kötü plânlar yaptıkları için Kur’ân'da bazı âyetlerde “şeytanlar” olarak nitelenmişlerdir. Bu konuyla ilgili ayrıntılar için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân. C) Kuşlar grubu ise, iletişim ve yol güzergâhında askerin su ihtiyacını temin için kullanılan kuşlardan ve onların bakıcılarından müteşekkildir. Süleymân'ın kuşlardan oluşan ordusu işte budur. Yoksa Süleymân dağdaki kuşları toplayıp onları asker olarak kullanmamıştır.
Kur’ân'da Süleymân'ın (a.s) da bir peygamber olduğu ve vahiy aldığı bildirilmiş, fakat o'na vahyedilenlerin neler olduğuna dair bir bilgi verilmemiştir. Kitab-ı Mukaddes'teki, “Süleymân'ın Meselleri” adlı bölümün Süleymân'a vahyedildiğini kabul etmek bir Müslüman için söz konusu değildir.
Süleymân ile ilgili bilgiler, bu sûreden başka Resmi Mushaf'taki Sâd, Enbiyâ, Sebe ve Bakara sûrelerinde de yer almaktadır.
Âyetteki “Karınca Vâdisi”, karıncaların bol olduğu bir vâdi olmayıp özel bir isimdir. İmâm Zebidî'ye göre, “Karınca Vâdisi”, Jirben ile Askalân arasında bir bölgenin adıdır. Söz konusu vâdide yaşayan halkın yaşam biçimlerindeki benzerlikten dolayı karıncaya benzetildiği, bundan dolayı da bu isimle adlandırıldığı anlaşılmaktadır. Bugün dünyanın değişik bölgelerinde hem Neml/Karınca Vâdisi halkı gibi yaşamlarındaki bir özelliği isim olarak taşıyan birçok kavim yaşamakta, hem de kuş, haşere, ağaç, kaya isimleriyle adlandırılmış değişik kavimler, kabile ve oymaklar bulunmaktadır.
Burada “hüdhüd” ile malum kuş değil, o kuşun bakıcısı kastedilmiştir. Nitekim doğan, şahin, kartal gibi kuş cinslerinin isimleri de bugünkü toplumlarda insan ismi olarak kullanılmakta, bazı kuş cinslerinin isimleri ise sembolleşmektedir. Meselâ “sarı kanaryalar” denilince ülkemizde “sarı renkli kanarya kuşları” değil, bir futbol takımı anlaşılmaktadır. Her toplumda rastlanan bu tür isimlendirmeler; mecâzî, müteşâbih anlatımlardır. Dolayısıyla, burada zikredilen hüdhüd'ün, ordunun su ihtiyacını gidermekle, ordunun güzergâhındaki su kaynaklarını araştırmakla görevli kişinin müstear adı olması ve bu ismi de, “hüdhüd”den [çavuşkuşu] yararlanması sebebiyle almış olması mümkündür. Nitekim bir kimseye yaptığı işe uygun ad koyma, lâkap takma geleneği günümüz toplumlarında da hâlâ sürmektedir. Örnek olarak, ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle görevli memurlara “saka” (aslı sakkâ olup “su getirip götüren, su işleriyle uğraşan kimse” demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuş cinsinin ismidir ve o kuşa bu ismin verilme sebebi de gagası ile çevreye su sıçratmasıdır.
Diğer taraftan, 22-26. âyetlerdeki konuşmalarından hüdhüd'ün; iradeli, akıllı, hatta din bilgisi kuvvetli biri olduğu anlaşılmaktadır. Bir de, Süleymân'ın Hüdhüd'ü cezalandırmak istemesi dikkate alınınca, hüdhüd'ün bir kuş olmayıp bir insan olduğu kanaati kesinleşmektedir.
172Sebe, Güney Arabistan'da halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de, şimdiki Kuzey Yemen'in merkezi San’a'nın kuzey-doğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma’rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve 1000 yıl Arabistan'da hüküm sürdü. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan'da Yemen ve Hadramut'u, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Sûriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhur olmaları bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre, o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alış-verişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmişlerdi. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. (Ansiklopediler)
173Burada cinlerden bir ifritin, Sen makamından kalkmadan şeklindeki ifadesi, “sen iktidar koltuğundan kalkmadan”, yani “sen iktidarda iken, sen iktidardan düşmeden, senin iktidarın döneminde” demektir. İfrit sözcüğü, “akranlarını ezip geçen, onları zelil kılan kötü adam” demektir (Lisânu'l-Arab, c. 6, s. 326-331, “afr” mad.). İsrâîl ülkesindeki yabancılardan olan bu kişinin (Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 392-397) âyetteki, Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim ifadesi, “onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırıp dökmeden olduğu gibi getirebilirim; alıp kaçmam, ihanet etmem” anlamındadır.
174“Kitaptan bilgisi olan kişi”nin âyette nakledilen, kable enyertedde ileyke tarfuke şeklindeki ifadesi, Meal ve Tefsirlerde olduğu gibi “gözünü açıp kapamadan” demek olmayıp “senin bakışın kendine dönmeden önce” demektir. Yani, “Sen bu işi kafandan silmeden önce; sen şimdi aklına Sebe melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey görmüyor; başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte ben bunu sen kendine bakmadan, yani bunu kafandan silmeden, gündemden düşürmeden sana getiririm” demektir.
175Bkz. 77 nolu not.
176DÂBBETÜN MİNE'L-ARZ: Debb kökünden türemiş olan dabbeh, “hafif hafif yürüyen, kıpırdayan, debelenen, gözle takip edilemeyecek kadar yavaş hareket eden veya hareketi gözle izlenemeyen şey”dir. Dabbeh sözcüğü Kur’ân'da, “irili-ufaklı tüm canlılar” için kullanılmaktadır. Bu âyetteki dabbeh sözcüğü, diğer kullanımlarından farklı olarak tamlama şeklinde dabbetü'l-arz olarak geçmekte, ki bu, “yer canlısı” demektir. Dolayısıyla bu âyetin de, –dabbeh sözcüğünün farklı bir tamlama içinde kullanıldığı Neml/82. âyeti gibi– bağımsız olarak ele alınması gerekir. Dabbeh, mahşerde ortaya çıkarılacak yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracı olup kendisine yüklenmiş olan “insanların Allah'ın âyetlerine gerektiği gibi inanmadıkları” duyurusunu anons edecektir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Tebyîn.
177Bkz. 77 nolu not.
178Bkz. 27 nolu not.
179Bkz. 68 nolu not.
180Bkz. 8 nolu not.
181Bkz. 109 nolu not.
182Bkz. 68 nolu not.
183Bkz. 50 nolu not.
184Burada ilk vahyin inişi; Rasülüllah’ın peygamber yapılışı ve ilk vahyin indiği yer konu edilmektedir. Şekil ve yer itibariyle daha evvel de Necm suresinin giriş bölümünde bilgi verilmişti. İlk İslâm tarihçilerinden Vâkıdî'nin Kitâbü'l-Meğazî ve el-Ezrâkî'nin Ahbâru'l-Mekke adlı kitaplarındaki bilgilere göre, Mekke'de Mescid-i Haram'dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke'ye 9 mil mesafedeki Cirane Vâdisi'nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa” [en uzak mescit] denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş'ten biri yaptırmıştır. Bu bilgiler ışığında, âyetteki, bir kenarını mübarek kıldığımız ifadesinden, Mescid-i Aksa'nın, haram/mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse, Mescid-i Aksa, Kudüs'te değil, Mekke'deki haram/mübarek yerin kenarındadır ve Kur’ân'dan yapılan bu tesbit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vâkıdî'in kitabındaki ile aynıdır. Bu konuyla ilgili bilgi için bkz. Tebyînu'l-Kur’ân.
185Bkz. 77 nolu not.
186Bkz. 50 nolu not.
187Anlam bütünlüğü için 45-48. âyetler, 41. âyetin devamı; 40. âyet de 42. âyetin devamı olarak tertip edilmiştir.
188Bkz. 37 nolu not.
189Bkz. 121 nolu not.
190Peygamberimize gösterilen bu görüntü, 1) Resmi Mushaf'a göre İsrâ/1. âyetinde konu edilen gecede, Peygamberimizin ilk vahiy anında son sidre ağacında gördüğü ve ayrıntıları Necm sûresi'nde anlatılan görüntüdür. 2) Peygamberimizin, Mekke'ye girişini gördüğü görüntüdür, ki bu Fetih/27'de yer alır. Şurası unutulmamalıdır ki, burada sözü edilen görüntüler, “rüyada görülen” görüntüler değil, “uyanık iken görülen” görüntülerdir.
Lânetli ağaç, “uzak durulması, dışlanması gereken ağaç” anlamında olup bu ifade ile “altın, mal” kastedilmiştir. Çünkü Sâd sûresi'nde söylediğimiz gibi (bkz. Tebyînu'l-Kuran; c. 2, s. 444) lânet sözcüğü, “kovmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak, aile veya sülâlenin bir ferdinin dışlanması” demektir. Âdem'e, yaklaşılmaması emredilen (A‘râf/19, 69. necm) şecer [ağaç] de, “altın, mal, mülk” anlamına gelmektedir. (Bkz. Tebyînu'l-Kuran; c. 2, s. 534)
Nitekim Kur’ân'da (Resmi Mushaf: Enfâl/28, Teğâbün/15, Zümer/49), bunun insanlar için bir fitne olduğu ifade edilmiş ve ondan uzak durulması emredilmiş, müptelâsı olunmaması istenmiştir.
191Bkz. 56 nolu not.
192Bkz. 39 nolu not.
193İblis'in mallarda ve çocuklarda insanlara ortak olması için hiçbir çaba göstermesine gerek yoktur. Kişiler, İblis'e hizmet ederek, mallarını İblis'in amacı doğrultusunda harcayarak, çocuklarını rüşde erdirmeyip cahil bırakarak onu kendilerine, mallarına ve çocuklarına ortak ederler. Doğru yolda eğitilmemiş bir çocuğun babası artık yarı yarıya İblis'tir ve bu çocuğun İblis'in amacı doğrultusunda bir fâsık, bir zâlim veya bir müşrik olması kaçınılmazdır.
Bu hususlar, Resmi Mushaf: Nisâ/118-119, Mâide/103, Sâd/82-83, En‘âm/136, Bakara/268, İsrâ/31'de görülebilir.
194Bunlar, salât [zihnî ve mâlî destek] vakitlerini belirleyen ilk âyetlerdir. Her ne kadar Mekkî bir sûre içinde bulunuyor iseler de, bu âyetler Medîne dönemine aittir. Yukarıda da vurguladığımız gibi, salâtın [zihnî ve mâlî desteğin] amacı, kişiyi –zihnî ve mâlî yönlerden destekleyerek– kendisine ve topluma yararlı bir insan hâline getirmektir. Özellikle salâtın zihnî yönü, insanın rüşde ermesini sağladığından, Rabbimiz, bu çok önemli amacı gerçekleştirmenin yolu olan eğitim ve öğretime ne kadar önem verdiğini, düşman saldırısı altında iken bile salâtın zihnî yönünün terk edilmemesi gerektiği talimatı ile göstermiştir. Yukarıdaki âyetlerde konu edilen, salâtın zihnî yönüdür. İşte bu sebeple, belirli vakitlerde salâtın ikâme edilmesi istenerek, insanın manevî beslenmesinin sürekliliği sağlanmıştır. “Salât”ın, mü’minler için günün belli vakitlerinde yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda Allah inancının devamlılığını gerçekleştirme gayesine yöneliktir. Dolayısıyla, salâtı ikâme etmek [zihnî ve mâlî destek oluşturup ayakta tutmak] insan için çok önemli bir ödev mahiyetindedir. Bu öneminden dolayı da günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve gece] bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir. Salâtı ikâme etmeyi emreden Allah, bunların hangi vakitlerde ikâme edileceğini İsrâ/78-79 ve Hûd/114'te açıkça bildirmiştir. Dikkat edilirse, Hûd/114 ile İsrâ/78-79'daki ifadeler aynı olup bu âyetler salâtın vakitlerini belirtmektedir. Ancak bu vakitler, Kur’ân'ın genel üslûbuna uygun olarak değişik üslûp ve özdeş sözcüklerle ifade edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu farklı sözcüklerin hepsinin de aynı anlamı taşıyor olmasıdır. Binaenaleyh, bu vakitleme o günün Arabistan'ının coğrafî ve sosyal koşulları çerçevesinde öngörülmüş olup bize göre, farklı coğrafya ve sosyal ortamlarda salât için en uygun zamanlar belirlenebilir.
195Bkz. 54 nolu not.
196Bkz. 170 nolu not.
197Bkz. 8 nolu not.
198Kadem [ayak] ve sıdk [doğruluk] sözcüklerinden meydana gelen kademe sıdk tamlaması, “doğruluk ayağı” demektir ve “insanların yaptıkları amellerin karşılığının hayırlı, uğurlu olması” anlamına gelir. Bu tamlama ile âyette, “inananların yaptıkları amellerin karşılıklarını eksiksiz, hatta fazlasıyla alacakları” ifade edilmiştir.
199Bkz. 37 ve 52 nolu notlar.
|