179
HARİCİYE NEZARETİ
1838'den başlayarak gerektiği zamanlarda yapılacaktı. Memurlara 1838'den itibaren maaş bağlanıp eski gelir türlerine son verildi. Yine aynı yıl çıkarılan Memuriyet Ceza Kanunu ile memurların yasal statülerinde önemli değişiklikler yapıldı. En önemlisi, müsadere ve padişah cezalandırması demek olan "siyâset-i örfıyye" kaldırıldı. Memur yetiştirmek için okullar açıldı. Bu değişikliklerle, bütün hariciye ve mülkiye memurları eski hizmet şartlarının olumsuzluklarından kurtarılarak daha güvenli ve daha profesyonelleş-miş bir yapıya kavuşturuldu. Fakat 1839-1876 yılları arasında tahta çıkan padişahlar II. Mahmud kadar dirayetli olamadıkları için mülkiye memurları denetimden uzak kaldılar ve devlet teşkilâtının en kuvvetli unsurları haline geldiler. Mısır meselesinin 1839'daki kriz döneminde Avrupa devletlerine aracılık yapabilen diplomatlar söz sahibi oldular.
Bu şekilde başlayan Tanzimat döneminin önemli şahsiyetlerinden Mustafa Re-şid, Fuad ve Âlî paşalar istedikleri politikaları uygulayarak reform ve Batılılaş-ma'y] hızlandırdılar. Hariciye Nezâreti'-nin en parlak devri bu dönem oldu. Âlî. Fuad ve Ahmed Vefik paşaların yetiştiği Tercüme Odası, seçkin zümreyi yetiştiren başlıca kurum olarak ön plana çıktı. Hariciye nazırlığından sadrazamlığa yükselmek normal bir olay haline geldi. Hariciye Nezâreti'nin merkez ve dış temsilciliklerdeki teşkilâtı geliştirildi. Telgraf ağının gelişmesiyle birlikte merkezle dış temsilcilikler arasındaki İşlere süratle müdahale etme imkânı sağlandı. Yabancı dil öğrenimine önem veren Hariciye Nezâreti, Tanzimat'ın resmî eşitlik politikasının en fazla uygulandığı bir yer oldu. Fakat Fransızca bilen müslüman memurlarla bilmeyenler ayrı bürolara yerleştirildiler. Hepsi yabancı di! bilen gayri müs-lim memurlar da mezheplerine göre ayrıldılar. Bu dönemde göze çarpan bürokratik gelişmelerden biri de memur sayısındaki artıştır. Nitekim 1777-1797 döneminde 2000 civarında olan kalem efendilerinin yerini alan mülkiye memurlarının sayısı özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren öncesiyle kıyas kabul etmez derecede artmıştı. Bunların sadece birkaç yüzü Hariciye Nezâreti memuru idi. Dahiliye gibi her vilâyette teşkilât kurması gereken nazırlıklardan kaynaklanan bu artış daha çok Tanzimat döneminde meydana geldi. Mülkiye memurlarının sayıca artması ve nüfuz kazanmasına bir tepki olarak Yeni Osmanlılar muhalefeti oluştu. Genellikle yüksek seviyedeki ailelerden
180
gelen ve çoğu Tercüme Odasfnda çalışmış olan Yeni Osmanlılar, Tanzimatçılar'ı devletin karar alma gücünü hesapsızca istismar etmekle suçluyorlardı. Mülkiye memurlarının gerçekten denetimden çıkmış oldukları, Tanzimat boyunca mülkiye personel sistemi için yeni kanun ve düzenlemelerin yapılmamış olmasından da anlaşılmaktadır. 1839-1871 yılları arasında padişaha ait olan iktidarı ele geçiren Tanzi-matçılar'dan kendi iktidarlarını sınırlayan düzenlemeler elbette beklenemezdi. Bunu ancak II. Abdülhamid değiştirebil-di. Saray ile Babıâli arasındaki dengeyi saray lehine çevirerek Yıldız'da merkeziyetçi bir idare kuran II. Abdülhamid, mülkiye memurları için modern bir personel sistemi kurdu. "Sicill-i ahvâl" denilen özlük kayıt sistemi oluşturuldu. Tayin, terfi ve emekliliği kanunî bir şekle sokmak için 1881-1884 yıllarında "Me'mûrîn-i Mül-kiyye Terakkî ve Tekâüd Kararnamesi" yayımlandı. Padişahın eğitime verdiği değer göz önünde bulundurulduğunda kamu hizmetlerinin rasyonelleştirilmesi için yapılan bu reformların önemi daha iyi anlaşılır. Fakat aşırı merkeziyetçi bir rejim altında bu modern personel sistemi Fiilen keyfîliğin bir aracı haline geldi.
1294 (1877) tarihli salnameye göre Hariciye Dairesi bir müsteşarla Beylikçi-i Dî-vân-ı Hümâyun, Mektûbî-i Hâriciyye, Matbuat, Tercüme Odası, Deâvî-i Hâriciyye Kitabeti, Evrak ve Tahrîrât-ı Hâriciyye bürolarına ayrılmaktaydı.
Bu dönemde Hariciye Nezâreti önceki şöhretini koruduysa da gücünü koruyamadı. Fakat bazı olumlu gelişmeler de oldu. Nazırlığın teşkilât açısından gelişiminde, geleneksel belge oluşturma uygulamalarına göre değil idari işlevlerin maksatlarına göre yeni tarz müdürlükler kurma eğilimi kuvvet buldu. Eski reî-sülküttâb teşkilâtından kalan, fakat dış işleriyle ilgisi az olan Dîvân-ı Hümâyun Ka-lemi'nin sadrazamın sekreterliğine geçmesi bu yönde bir adımdı. Fakat padişahın, hafiyeleri ve kendisine borçlu kılmak istediği adamları resmî kadrolara doldur-masıyla memurların sayısı ve maaşların İntizamsızlığı da arttı. II. Abdülhamid'in Alman elçisine söylediği gibi yabancı elçilerle görüşerek dış politikayı yürüten kendisiydi. Hariciye Nezâreti'ne öyle bir durgunluk geldi ki 1885'ten 1909'a kadar yalnız iki nazır tayin edildi. Bunlar da Kürd Said Paşa ile (1885-1895) Ahmed Tevfik Paşa idi (1895-1909). Elçilik ve konsoloslukların sayısı arttıysa da padişahın dış işleri hakkındaki görüşlerinin onların işlev-
lerini ne kadar etkilediği, Osmanlı elçilerinin sadece nezâretle değil doğrudan doğruya Mâbeyn ile yaptıkları sürekli mektuplaşmalardan anlaşılmaktadır.
II. Abdülhamid'in memurlar için çok baskılı rejiminden sonra 1908 inkılâbı yeni, fakat sonuç vermeyecek bir reform dönemi açtı. "Tensikat" adı altında iki anlamlı bir reform çabası başlatıldı. Tensikatın ilk anlamı, kadrolardan hafiyeleri ve yararsız kişileri ayıklamak olup on binlerce kişi bu şekilde görevinden uzaklaştırıldı. İkinci anlamı ise hükümet teşkilâtına yeni bir düzen vermekti. II. Meşruti-yet'in ilânından hemen sonra 1908'in Ağustos ayında çıkarılan bir hatt-ı hümâyunda geçen reformlardan biri idare hakkındaki bütün nizam ve kanunların dü-zeltilmesiydi. Reform, artık sıfırdan başlamak ya da eskimiş bir yapıya bambaşka biçim vermek değil, önceki yüzyılın reformlarını yeniden düzenlemek anlamına gelmekteydi. Bunun için nazırlıklarda özel komisyonlar kuruldu. Harici-ye'nin büroları hakkında ayrıntılı raporlar yazıldı. Şubat 1914'te Hariciye Nezâreti'nin ilk genel nizâmnâmesi yayımlandı. Nizâmnâme ile nezâretin büroları müdürlük ve umum müdürlük olarak sıralandı; birbirlerine olan işlevsel bağlantıları belirlendi ve ayrıca elçiliklerle konsolosluklar da sınıflandırıldı. Jön Türk döneminin sürekli krizleri bu dinamizmi kısıtladığı halde, Osmanlı reform döneminin sonuçları göz önüne alınırsa hem Ha-riciye'nin hem genel kamu idare sisteminin imparatorluktan Cumhuriyet'e geçişi devrimci değil evrimci bir süreç olarak nitelendirilebilir.
BİBLİYOGRAFYA :
C. V. Findley, "From Reis Efendi to Foreign Minister: Ottoman Bureaucratic Reform and the Creation of the Foreign Ministry", Ph. D. Dissertaüon, Harvard 1969;a.mtf.. Bureaucratic Reform İn the Ottoman Empire, Princeton 1980; a.e. (tre. L. Boyacı - 1. Akyol). İstanbul 1994; a.mlf.. Ottoman Civİl Offıcİaldom, Princeton 1989; a.e. (trc. Gül Çağalı Güven], İstanbul 1996; a.mif., "The Legacy of Tradition to Reform: Origins of the Ottoman Foreign Mi-nistry", IJMES, 1 (1970], s. 334-357;a.mlf.."The Foundation of the Ottoman Foreign Ministry: The Begİnnings of Bureaucratic Reform under Selim III and Mahmud II.1', a.e., III (1972), s. 388-416; İsmail Soysal. "Umûr-i Hariciye Ne-zareti'nin Kurulması (1886)", Sultan II. Mahmud oe Reformları Semineri: Bildiriler, İstanbul 1990, s. 71-80; Ali Aky[\Ğ\z, Tanzimat Dönemi OsmanluMerkez Teşkilâtında Reform: 1836-1856, İstanbul 1993, s. 70-91; Cahit Bilim, "Tercüme Odası", Otam, I, Ankara 1990, s. 29-43; Halil İnalcık, "Reis-ül-Küttâb", İA, IX, 682-683; İlber Ortaylı, "Osmanlı Diplomasisi ve Dışişleri Örgütü", TCTA, 1,278-281.
İMİ CARTER V. FlNDLEY
r HÂRİCİYYE
(bk. HARİCÎLER).
L J
HÂRİÇ MEDRESESİ
Osmanlı medrese sisteminde
ibtîdâ-i hâriç, hareket-i hâriç
şeklinde iki dereceden
oluşan ilk kademe
(bk. MEDRESE).
HARÎDETÜ1-KASR
İmâdüddin el-Isfahânî'nin
(ö. 597/1201)
Ebû Mansûr es-Seâlibî'ye
ait Yetîmetü'd-dehr adlı antolojiye
zeyil olarak kaleme aldığı eseri
(bk. İMÂDÜDDİN el İSFAHANI:
YETÎMETÜ'd-DEHR).
r ~ı
HARIK
Kur'ân-ı Kerîm7de
"azâbü'l-harîk" terkibi içinde yer alan
ve cehennemliklerin uğratılacağı
yakıcı azabı ifade eden bir tabir
(bk. CEHENNEM).
F HÂRİKA n
(bk. HARİKULADE).
L J
HARİKULADE
Alışılmışın dışında tabiattaki işleyişi
belirli zamanlarda bozan
tabiat üstü olaylar İçin
kullanılan terim.
L J
Sözlükte "delmek, yırtmak; aşmak" mânalarına gelen hark kelimesinden sıfat olan hârik ile "alışılmış olan şey" anlamındaki âdet kelimesinden meydana gelen bir tamlama olup "alışılmışı ve normal telakki edileni aşan, olağan üstü" mânasına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de âdet kelimesi yer almazken hark kavramı fiil si-galarıyla "delmek, yırtmak, yarmak, bozmak, gerçeğe aykırı olarak hükmetmek" anlamlarında dört yerde geçmektedir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hrk" md.; M. F. Abdülbâki, el-Muccem, "hrk" md.}. Tabiatta gözlenen düzenli işleyiş, etki-tepki mekanizması içinde kendi kendine bir süreklilik ve tekrarlanış gibi görünür-
se de gerçekte düzeni kuran ve işletenin Allah olduğu inancının sonucu olarak İs-lâmî terminolojide fizik âlemi idare eden ilâhî kanuna "âdetullah" veya kısaca "âdet" denilmiştir. Aynı mânaya gelen "sünnetullah" ise Kur'an'da sosyal hayatı idare eden ilâhî kanunu ifade etmek üzere kullanılmıştır (bk. a.g.e., "sünnet" md.).
İslâm filozoflarının tabiat kanunlarının değişmezliği tezine karşı kelâmcılar Allah'ın kendi koyduğu âdeti değiştirebileceği, dolayısıyla söz konusu kanunların zorunlu olmadığı görüşünü savunmuşlardır (bk. determinizm). İlk kelâmcılar-dan olup akılcılığıyla tanınan Nazzâm'ın da tabiatta harikulade olayların meydana gelebileceği görüşünde olduğu nakledilir (Câhiz. IV, 73). İbn Hazm'a göre bir şeye nisbet edilen âdetle tabiat arasında fark vardır. Âdetin değişmesi söz konusu iken ilâhî bir müdahale olmaksızın tabiatın değişmesi mümkün değildir. Çünkü tabiatlar ait oldukları nesnelerden ayrılmayan ana özelliklerdir. İnsanın şuur sahibi veya şarabın sarhoş edici oluşu gibi tabiattan gelen özellikler ortadan kalktığı takdirde insan hayvana, şarap da sirkeye dönüşür. Bu sebeple âdetin değişmesi değil tabiatın değişmesi harikuladedir. Bununla beraber bazan yanlış olarak âdet kelimesi tabiat mânasında da kullanılmıştır (el-Faşl,W, 15-16). Nesefîise tabiatların değişmemesi fikrini zayıf ve temelsiz bulur. Zira âlemdeki değişiklik müşahede ile sabittir. Bunu inkâr etmek, onun yönetimini ilâhî kudret ve iradenin dışına çıkarmaktır {Tebştratü'l-edille, I, 476-477) Teoride mümkün fakat realitede mümteni* sayılan harikulade olaylar (Teftâzânî, Şerhu'l-Makâşıd, V, 15) Allah'ın iradesiyle vâki oldukları takdirde âdet dışı kabul edilirler. Bazı mümkünler hiç vukua gelmeyebilir, buna karşılık bazıları nadiren vâki olsa da bir kanun (âdet) haline gelmez; birçok mümkünler ise alışılagelen, süreklilik kazanan bir şekle dönüşür. Ancak bu sonuncular vuku bulmayanları inkâr etme hakkını doğurmaz (El-malılı, IV, 2239).
İslâm literatüründe tartışma konusu yapılan harikuladeleri iki grupta incelemek mümkündür. A) Dinî Yönü Bulunan Harikuladeler. 1. Mucize. Peygamberlik
iddiasında bulunan bir kimsenin gösterdiği, iddiasını doğrulayan fevkalâde olaydır. Nübüvvet iddiası taşıdığı için mucizenin sihir ve hayal ürünü diğer şeylerle karıştırılması ihtimali yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen mucizeler arasında yer alan
HARİKULADE
ölüleri diriltme, doğuştan körleri ve alaca hastalığına yakalananları iyileştirme (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/49} veya asayı yılana dönüştürmenin (el-A'râf 7/107, 117) beşerî güç ve kapasite çerçevesinde bulunmadığı zaruri olarak bilinir (bk. MUCİZE). z. irhâs. Peygamberden nübüvvet öncesi dönemde sâdır olan harikuladeler için kullanılır. Bu tür olayların nübüvvete bir nevi hazırlık oluşturduğu kabul edilmiştir. Hz. îsâ'nın doğduktan hemen sonra konuşması (Meryem 19/30-33}, Hz. Mu-hammed'in üzerinde gölge yapmak üzere bulutun dolaşması ve benzeri olaylar irhâs grubu içinde mütalaa edilmiştir. Bir görüşe göre irhâs olayları keramet türüne dahildir; çünkü peygamberlerin nübüvvetlerinden önceki dereceleri velayet mertebesinden aşağı değildir {et-Ta'rîfât, "irhâş" md.; Resûl-i Ekrem'e nisbet edilen İrhâs olayları için bk. MUCİZE). Mu1-tezile âlimleri mucizenin nübüvvet iddiasıyla birlikte gerçekleştiğini, dolayısıyla irhâs diye bir şeye ihtiyaç bulunmadığını, eğer böyle bir şey vuku bulmuşsa bunun bir önceki peygamberin mucizesi sayılabileceğini ileri sürerler (Cürcânî,.Şerhu'/-Mevâktf, VIII, 226; Kâdî Abdülcebbâr, XV, 213-216}. 3. Keramet. Salih amel işleyen bir müminin elinde zuhur eden fevkalâde olaydır. Keramette mucizenin aksine herhangi bir iddia, meydan okuma ve bir şeyi kanıtlama özelliği yoktur. Teftâzânî"-nin de belirttiği gibi mucize gösteren kimsenin kendisinin peygamber olduğunu bilmesi, harikulade olaylar göstermeye azmetmesi ve bunların sonuçlarını kesin telakki etmesi gerektiği halde keramet gösteren velînin böyle bir konumu yoktur {Şerhu't-'Akâ'id, s. 177}. Ehl-i sünnet âlimleri, kerametin aklen mümkün olmasının yanında fiilen vuku bulduğunu, nas-lara dayanan delillerin de bunu desteklediğini söylerken Mu'tezile kelâmcıları mucize ile karışabileceği ve dolayısıyla nübüvvet müessesesini zedeleyeceği endişesiyle kerameti reddederler (bk. keramet). 4. Maûnet. Allah'ın herhangi bir mümine yardım etmek üzere gerçekleştirdiği harikulade durumlardır. Maûnet, Allah'ın kulunu maddî ve manevî âfetlerden koruması şeklinde olabileceği gibi dünyevî ve uhrevî alanda ona fevkalâde nimetler lütfetmesi suretiyle de olabilir. S. İstidrâc. "Derece derece yükseltmek, yavaş yavaş sonuca ulaştırmak" anlamındaki kelime Kur'ân-ı Kerîm'de fiil sigasıy-la geçer ve Allah'ın âyetlerini, Özellikle Kur'an'ı yalanlayanların bilemeyecekleri yollarla yenilgiye ve azaba mâruz bırakı-
181
HARİKULADE
lacaklannı ifade eder (el-A'râf 7/182-, el-Kalem 68/44). İstidrâc zalim, kâfir ve azgın kişilerin tedricî olarak felâkete yaklaş-tınlması ve bu esnada kendilerine bazı geçici imkân ve başarıların sağlanmasıdır. Firavun örneğinde olduğu gibi (ez-Zuhruf 43/46-56) istidrâc sahibi kişiler elde ettikleri başarıları kendi gayretlerinin ürünü zanneder, kibirlenir ve azgınlıklarını alabildiğine arttırırlar, nihayet ilâhî azaba mâruz kalıp yok olurlar. Nitekim Kur'an'da genel bir ifade kullanılarak önceki milletlere de peygamberler gönderildiği, bu milletlerin hakka boyun eğmelerini sağlamak amacıyla bir süre sıkıntılar ve hastalıklarla denendikleri, daha sonra bütün imkân kapılarının kendilerine açıldığı, nihayet alabildiğine şımardıkları bir sırada ansızın yakalanıp helak edildikleri ifade edilerek (el-En'âm 6/42-45) istidrâca dair eski toplumların hayatından örnekler verilmiştir. Bazı hadislerde deccâl için zikredilen harikulade yetenek ve imkânlar da {DİA, IX, 69] İstidrâc kabilinden sayılmıştır. Ayrıca bir rivayette. günahlarına rağmen kişinin istediklerine kavuşmasının da istidrâc olduğu bildirilmektedir (Müsned, İV, 145). Haris el-Mu-hâsibî, terimin anlamını genişleterek mal ve servetleriyle ya da başka nimetlerle gururlanıp bunları Allah yolunda harcamamak suretiyle müminlerin de istidrâca mâruz kalabileceğini belirtir (Halue, s. 44-45, ayrıca bk. Brunschvig, LV111 |1983], 8-31). Kur'ân-ı Kerîm'de istidrâc ile anlam yakınlığı içinde bulunan başka kavramlar da vardır. Bunların başlıcaları mekr. keyd. hud'a ve muhâdaa ile (hile ve tuzak kurmak, hile yapmak, aldatmak) imlâ ve imhâl (mühlet vermek) kavramlarıdır. 6. İhanet. Ulûhiyyet veya nübüvvet iddiasında bulunan veya büyü yapan bir kimsenin misyonunu yalanlayacak olaylarla karşılaşmasıdır: başka bir ifadeyle kâfirin elinde iddiasının aksini kanıtlayan harikuladelerin vuku bulmasıdır (Tehânevî, "hârik" md.]. Nübüvvet iddiasında bulunan Müseylimetülkezzâb'ın tek gözü kör olan birini iyileştirmek isterken diğer gözünü de kör etmesi, az olan kuyu suyunu çoğaltmak isterken suyun tamamen çekilmesine sebep olması gibi olaylar ihanete örnek olarak zikredilir (Bâcûrî, s. 298-299). Mutezile âlimlerine göre^yalancı peygamberin elinde iddiasına aykırı da olsa herhangi bir harikulade olayın vuku bulması mümkün olmadığı gibi gerekli de değildir. Onun iddiasının veya yapmak istediği fiilin gerçekleşmemesi yeterlidir (Kâdî Abdiilcebbâr, XV,
182
239; İbnü'l-Murtazâ, s. 114). İhanet, sahtekârları yalanlamaya ve dini bozma girişimlerini başarısız kılmaya yönelik ilâhî bir müdahaledir.
B) Dinî Olmayan Harikuladeler. 1. Sihir. Başkasından öğrenilen, bazı vasıtalarla icra edilip temrinlerle geliştirilen ve âdet dışı bir görünüm taşıyan etkilemelerden ibaret olup daha çok güç gösterisinde bulunmak, çıkar sağlamak ve toplumda hâkimiyet kurmak için uygulanır. İslâm filozofları ve Mu'tezile'nin aksine sihrin varlığını kabul eden Ehl-i sünnet âlimleri bunun bazı alet ve vasıtalar, astrolojik bilgiler, hile ve maharetlerle gerçekleştirilebileceğine kanidirler (Bâkıllâ-nî, s. 77-78; Fahreddin er-Râzî, et-Metâii-bü'l-'âtiye, Vlll, 143-146, Abdüllatîf Har-pûtî, s. 275). İlk bakışta harikulade gibi görünürse de sihrin gerçekte öyle olmadığı ileri sürülmüştür. Çünkü sebep ve vasıtalara başvurularak gerçekleştirilen şeyler âdettendir. Meselâ bir hastanın dua ile iyileşmesi âdet dışı, tıbbî yöntemlerle iyileşmesi tabiidir. Ancak başka bir görüşe göre zaman ve mekân itibariyle başkaları tarafından güç yetirilemediği için sihir de harikulade sayılır [Tehânevî, '■irhâş" md.). Kur'an'da Bâbil'de sihrin yaygın olduğuna işaret edilmekte iel-Ba-kara 2/102) ve Hz. Mûsâ zamanına ait bazı sihir örnekleri (el-A'râf 7/109-126] bulunmaktadır (bk. SİHİR). 2. Şa"beze (şa've-ze). "El çabukluğu ile bir şeyi olduğundan başka türlü gösterme" mânasında olup halk dilinde hokkabazlık olarak adlandırılan bir maharettir (Bâkıllânî, s. 77-78). Günümüzde illüzyonistler tarafından icra edilen bu tür oyunlar, İslâmî kaynaklarda genellikle sihir türü bir gösteri kabul edilip harikulade dışında tutulmuştur. İslâm âlimleri, nübüvvet iddiasında bulunan bir yalancının insanları şaşırtıp gerçeği anlamalarına engel teşkil edecek bir fevkalâdelik göstermesinin mümkün olmadığını söylerler. Çünkü bu takdirde hak peygamberle yalancı peygamber birbirine karışır (Nesefî, S. 477-478). 3. Kehanet. Fal açmak, yıldızlara bakmak, yazı çizi türünden şekiller (tılsım) kullanmak vb. yöntemlerle bilhassa gelecek hakkında haberler verme ve bazı sırları çözme iddiasında bulunmaktır. Medyumlar tarafından ortaya atılan ve çok defa isabetsiz tahminlerden ibaret olan iddialar bu tür içinde mütalaa edilebilir (bk. FAL; KÂHİN)
Kur'ân-ı Kerîm'de semâların, arzın ve bunların arasındakilerin Allah tarafından yaratıldığı vurgulanmakta, tabiatın yö-
netimiyle ilgili ilâhî kanunlara da (tabiat kanun lan) birçok âyette temas edilmektedir. Fâtır sûresinde(35/41) tabiatta hâkim bulunan düzenin Allah tarafından korunduğu, bu düzende herhangi bir şekilde değişiklik yapma ve bu yeni düzeni sürdürme yetkisinin de O'na mahsus olduğu ifade edilir. Kur'an'da Allah'ın yüceliğinin, engin kudret ve iradesinin tabiattaki nizamın bozulmasıyla, yani harikuladeliklerin meydana gelmesiyle değil mevcut düzenin fevkalâde karmaşık, fakat hesaplı ve ahenkli münasebetler sayesinde işleyişinin incelenmesiyle anlaşılacağı ilkesi üzerinde durulur. Ayrıca geçmiş peygamberlerin maddî-hissî mucizelerine yer verildiği halde son peygamberin muhataplarından gelen bu tür taleplere karşı menfî bir tavır takınılmış, insan zihninin ve psikolojik yeteneklerinin ulaştığı seviye dikkate alınarak nübüvvetin haklılığını göstermek için artık mânevî-aklî deliller kullanılmıştır (meselâ bk. el-En'âm 6/7-10; el-İsrâ 17/59, 88-96; el-Kehf 18/54; el-Furkân 25/7-8, 50).
Harikulade olarak literatürde yer alan hadiselerden dinî nitelikte olmayanlar dikkatle incelendiğinde bunların genellikle tabiat üstü bir özellik taşımadığı görülür. Dinî nitelik taşıyanların ise en belirgin türünü mucize oluşturmaktadır. Tabiat kanunlarını aşan maddî-hissî mucizeler son peygamberle nihayet bulmuştur. Bunların asıl fonksiyonu, kendilerini müşahede edenler için daha çok maddî veya manevî problemleri çözmeleri, kısmen de hidayet vesilesi olmalarıydı. Tevatür yoluyla sabit olmayan bu mucizeler sonraki nesiller için birer tarihî hâtıra niteliği taşır. Bu nesiller. İslâm gerçeğini anlayıp benimseme vasıta ve kaynakları olarak mânevî-aklî mucizeleri oluşturan Kur'ân-ı Kerîm'i, Hz. Peygamber'in sîre-tini ve on dört asırlık İslâm gerçeğini inceleyip tanımak mecburiyetindedir.
BİBLİYOGRAFYA :
et-Tacrifat, "irhâş". "istidrâc", "mu'cize" md.-leri; a.mlf.. Şerlıu'l-Meuâkıf{nşı. M Bedreddin Na'sânî}, Kum 1991. Vlll, 226; Râgıb eHsfahânî. et-Müfredât, "hrk" md.; Lisânü'l-'Arab, "hrk" md.; Ebü'l-Bekâ, et-Külltyyât, s. 433, 730; Tehânevî. Keşşaf, "hârik". "irhâş" md.Ieri; M. F. Ab-dülbâki. el-Mu'cem, "hrk"', "sünnet" md.Ieri; Müsned, IV, 145; Tirmizî, "Tfefsîr", 15/6; Haris el-Muhâsibî, ei-Haloe oe't-tenakkui fı'i-tbâde ve derecâti'l-'âbidîn (nşr A Abduh Halîfe el-Yesûî, et-Meşrtk. XLIX/I, Beyrut 1955 içinde), s. 44-45; Câhiz, Kitâbü'l-Hayeuân, IV, 73; Kâdî Abdülceb-bâr. el-Muğnî, XV. 183. 213-216, 239; Bâkıllânî. et-Beyân (nşr. R. I. McCarty), Beyrut 1958, s. 51-53, 77-78; Bağdadî, üşûlü'd-dm, s. 170, 175-177; ibn Hazm. d-Faş/, V, 15-16; Cüveynî.e/-İrşâd (Temim}, s. 261, 264; a.mlf.. et-'Akidetü'n-
Mİzâmiyye (nşr. M. Zâhid Kevserî). Kahire 1412/ 1992, s. 64; Gazzâlî, el-iktişâd (nşr. İbrahim Agâh Çubukçu - Hüseyin Atay), Ankara 1962, s. 198-201;Şehristânî, Nihâyetû'l-ikdâtn, s. 420-433;Nesefî, Tebştratü'l-ediUe(Salame). s.469-470, 476-478, 536-538; Sâbûnî. el-Kifâye p'l-hidâye (nşr Muhammed Aruçi. yüksek lisans tezi, 1982J, Câmiatü'l-Kahire, Külliyyetü dâri'l-ulûm, I, 547-548; Fahreddin er-Râzî. et-Muhaş-şal [nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa'd], Kahire, ts., s. 207; a.mlf., el-MetâtibüVâliye mineVilmi't-itâhî (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkâ), Beyrut 1407/ 1987, Vlll, 143-146; Âmidî, Ğâye(ü 7-merâm, s. 334; İbn Teymiyye, Kitâbü'n'Nübüuoât, Beyrut 1405/1985, s. 47-48; Teftâzânî. Şerhu'l-Makâ-ştd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/ 1989, V, 15; a.mlf.. Şerhu'lMkâ'id, s. 177; İbnü'l-Murtazâ. el-Kalâ'id fi tashihi'l-'akâld (nşr A N. Nader). Beyrut 1985, s. 114; Kâdı-zâde Şemseddin Ahmed. Ferâidü'l-feuâid, Bulak 1262, s. 110-111; Bâcûrî. Şerhu Ceohere-ti't-teohîd, Dımaşk 1392/1972, s. 298-299; Ab-düllatîf Harpûti, Tenkihu'l-kelâm, İstanbul 1330, s. 274-275; Elmalılı. Hak Dini, IV, 2239, 2249-2250; H. A. Wolfson, The Philosophy ofKalam, Cambridge 1976, s. 544-558; R. Brunschvig. "De la fallacieuse prosperite-Makr Allah et Istidraj", SU LVII1 (1983), s. 8-31.
IftJ M. Sait Özervarlı
Tabiat Kanunları ve Harikulade. Tabiattaki olaylar belli bir ölçü ve denge içinde meydana gelmektedir. Bu hadiseler-deki düzen gündelik hayatta gözlemlendiği gibi, atom altı seviyeye inebilen ve galaksilere kadar uzanan gözlem kudretiyle bilim de muayyen bir düzenliliği tes-bit etmiş durumdadır. Söz konusu düzen insan aklının şu veya bu yönüyle açıklayabildiği bir kanunluluk gösterir ve sosyal olayları da kapsar. Kur'ân-ı Kerîm'de bu değişmez kanunluluk "sünnetullah" tabiriyle ifade edilir (el-Ahzâb 33/38, 62; Fâtır 35/43; el-Feth 48/23). Ancak tabiat ve toplum planındaki kanunluluğu koyan ve sürdüren ilâhî iradenin dilediğinde onu kaldırması veya değiştirmesi de mümkün görülmektedir (yk. bk).
İnsana herhangi bir hadisenin olağan üstü olduğunu hissettiren şey. vukuunun teorik olarak mümkün olup olmaması değil beklenenin veya alışılanın dışında cereyan etmesidir. Meselâ daha önceki nesillerin harikulade kabul ettiği birçok olay. artık günlük hayatta her zaman görülen sıradan hadiseler konumuna gelmiştir. İnsanların çok kısa zamanda uzun mesafelere yolculuk etmesi, ses veya resimlerin bir yerden başka bir yere aktarılması önceki nesillere mucize gibi görünen, günümüzde ise herkesin alıştığı ve bu sebeple de nasıl meydana geldiği hususunda hiç düşünmediği sıradan olaylar durumundadır. Bu açıdan bakıldığında in-
sanlığın ufkunu alabildiğine genişleten bilim karşısında, her toplumda ve her çağda nadiren de olsa vuku bulduğu hususunda hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği delillerin bulunduğu harikulade olaylara karşı çıkılması anlaşılması güç bir durumdur.
Dostları ilə paylaş: |