"Sananlar!" diye haykırdı Haplo. ' '" *' ' < "Evet, bunu asla unutma, çocuk. Asla unutma..."
Haplo yine bilincini kazandı. Çevresindeki foslama ve gümleme sesleri devam ediyordu, fakat bunun üzerinde başka sesler ayırt edebiliyordu, daha önce duymuş olduğunu hatırlar gibi olduğu sesler, yalnız bu sefer sayılan daha azdı. Sözcüklere yoğunlaşmaya çalıştı, ama bu mümkün değildi. Kafasındaki zonklama her türlü rasyonel düşünce kıvılcımını boğuyordu. Acıyı sona erdirmesi gerekiyordu.
Haplo gözlerini dikkatle, hafifçe araladı ve kirpiklerinin arasından baktı. Başının yakınında bir yere bırakılan tek bir mum, çevresini aydınlatmaya yetmiyordu. Nerede olduğu konusunda en küçük bir fikri bile yoktu, ama yalnız olduğunu çıkarabiliyordu.
Haplo yavaşça sol elini kaldırıp başına yaklaştırıyordu ki, elinin kumaş parçalarına sarılı olduğunu gördü. Hafızası pırıldadı ve çevresini saran acı dolu karanlığı zayıf bir ışıkla aydınlattı.
Takatini kesen yaradan kurtulması için daha iyi bir sebepti bu.
Dişlerini sıkarak ve en küçük bir ses bile çıkarmamak için
büyük bir dikkatle hareket ederek, sağ eliyle uzanıp sol elindeki kumaş parçalarını çekiştirdi. Parmaklara tek tek dolanmış olan kumaş tamamen açılmadan, sol elinin üstünü biraz gösterecek kadar sıyrıldı.
Derisi dövmelerle kaplıydı. Çemberler ve girdaplar, kıvrımlar ve kavisler mavi kırmızı renklerde yapılmışlardı ve oldukça sıradışı bir tasarımları vardı. Fakat her desenin kendine özgü anlamı vardı ve birbirine dokunan muhtelif desenler, bir arada ayrı ayn anlamlar oluşturuyorlardı.1 Kendisini izleyen birisini fark etmesi durumunda hareketini dondurmaya hazır olan Haplo kolunu kaldırdı ve elinin tersini alnındaki yaraya bastırdı.
Çember tamamlanmıştı. Isı elinden başına, başından koluna, kolundan yine eline aktı. Ardından uyku gelecekti ve tüm bedeni dinlenirken acı azalacak, yara kapanacak, iç organlarındaki hasarlar onanlacak, uyandığında hafızası ve tetikteliği tamamen geri gelmiş olacaktı. Gittikçe zayıflayan gücüyle, Haplo elinin üzerindeki kumaş parçalarını düzeltti. Kolu gevşek bir biçimde düştü ve altındaki zemine gürültüyle çarptı. Soğuk bir burun avcıma sokuldu... yumuşak bir ağız parmaklarına sürtündü...
...Haplo elinde mızrak, iki kaodinle yüzleşti. Hissettiği tek duygu öfkeydi -korkuyu kül eden, alev gibi bir gazap. Ufukta hedefini, Son Kapı'yı görebiliyordu.
Ona ulaşmak için tek yapması gereken, keşif esnasında boş görünen engin bir ovayı geçmekti. Bunu düşünmüş olmalıydı. l Kendine özgü anlamlan olan iki sözcüğün, bir aıada kullanıldığı zaman bambaşka, fakat dığeı ikisinden kaynaklanan üçüncü biı anlam kazanması gibi Heı deseni dığerleıı ile belli bir düzene goıe yerleştııerek çok değişik bu-yusel etkıleı yaratan Patıynleıin run dilini açıklamak için, bu çok kaba bıı yaklaşım.
f
Labirent kaçmasına asla izin vermezdi Sahip olduğu bütün si lahlan üstüne yağdıracaktı Ama Labirent zekiydi Kötücül zekâ sı Patrynlerle bin yıl boyunca savaşmıştı, ta ki aralarından bir kaçı onu zaptedecek yetileri edinene kadar. Yirmi beş kapıdır yaşıyordu Haplo1 ve savaşıyordu. Sonunda yenilmek için. Çün kü kazanmasının bir yolu yoktu Sırtını dayayabileceği tek bir ağaç, tek bir kaya parçası olmayan ovanın ortasına kadar gel mesine izin vermişti Labirent. Şimdi kendisini iki kaodin ile kıstırmıştı (^"-<wvı, •>, .ı"
Kaodinler ölümcül düşmanlardır. Devasa, zeki, böceksi yaratıklar Labirent'in çılgın büyüsünden yaratıldıklarından, her türlü silahı beceriyle kullanabilirler (bu ikisinde palalar vardı). Bir insan kadar uzun, kara kabuklu bedenleri, yuvarlak gözleri, dört kolu, iki güçlü arka ayağı olan kaodinler öldürülebilir-lerdi -Labirent'teki her şey öldürülebilirdi. Ama bunlardan birini öldürmek için tam kalbinden vurmak ve hemen yok olmasını sağlamak gerekirdi. Çünkü bir an bile fazla yaşarsa, kanının tek bir damlasından kendini kopyalar, böylece bu ikisi, yarasız ve bütün olarak, savaşmaya devam ederlerdi.
Haplo bu yaratıklardan iki tanesiyle karşı karşıyaydı şimdi ve yalnızca rün bezeli bir mızrakla kendi avcı bıçağı kalmıştı elinde. Silahları hedeflerini şaşırıp rakiplerini yaralarsa, karşısında dört kaodin bulacaktı. Bir daha ıskalarsa sekiz Hayır, kazanması mümkün değildi. iki kaodin hareket halindeydiler, bir tanesi Haplo'nun sa1 Labııenttekı Patrynler yaşlaıını "kapılar ile ölçerler Muhtemelen bu, hapsedilmelerinin ilk gunleımde, insanın yaşının, geçtiği kapılaı -toplumlarındaki en önemli simge- ile ölçüldüğü zamanlaıdan kalına bıı uygulamadır Nexus Loıdu sonunda Labııent'e donup, buyusııyle uzeıınde kısmı kontrol sağladığı zaman, zamanı ölçmek için (Nexus'takı güneş devırleııne uyan) standaıt b" sistem kıııdu Sonıalaıı kullanılan "kapı" deyimi, bu devırleıden her bııını ıtade etmektedıı
gına, diğeri soluna kayıyordu. Birisine saldırdığı zaman, diğeri arkadan vuracaktı. Patrynin tek şansı, birini mızrağıyla hemen öldürmek, sonra dönüp diğeriyle savaşmak olacaktı
Haplo, kafasındaki bu stratejiyle geriledi. Bir birine, bir öte kine hamle yapıyor, böylece mesafeyi korumaları için onları zorluyordu. Onlar da arayı kapatmıyorlardı, Haplo'yla oynu yorlardı, avuçlarında olduğunu biliyorlardı. Kaodinler kurban ları ile oynamayı severler, biraz oynama fırsatı yakaladıkları zaman nadiren hemen öldürmeyi tercih ederler. !
Mantıklı düşünemeyecek kadar gazap dolmuş olan Haplo, artık yaşayıp yaşamayacağına aldırmıyordu. Tek istediği bu yaratıklara, dolayısıyla da Labirent'e saldırmaktı. Bir yaşam bo yu hissettiği korku ve ümitsizliği yardıma çağırdı ve bu öfke ve umutsuzluğun gücüyle mızrağını fırlattı. Mızrak elinden uç tu gitti; ardından, mızrağın dosdoğru düşmanına gitmesi için söylenen ninleri haykırdı, iyi nişanlamıştı, mızrak böceğin ka ra kabuğunu deldi ve böcek sırtüstü yere düştü. Yere değme den önce ölmüştü bile. '
Acı dolu bir şimşek Haplo'nun içinde çaktı. Istırapla nefe si kesilen Haplo dönerek kenara attı kendini ve yüzünü diğer düşmanına döndü. Soğuk derisi üzerindeki kanın sıcaklığını hissedebiliyordu. Kaodinler rün büyüsü kullanamazlar, ama uzun zamandır Patrynlere karşı giriştikleri mücadeleler sonu cunda dövmelerle kaplı bedenlerindeki en zayıf noktaları bil mektedirler. En iyi hedef baştır. Fakat bu kaodin kılıcını Hap lo'nun sırtına saplamıştı. Onu öldürmeyi istemediği anlaşılıyor du -şimdilik
Haplo'nun mızrağı gitmişti Şimdi hançere karşı palaydı Haplo kaodınin altına doğru koşup, hançerini doğrudan kalbe saplayabilir veya fırlatmayı göze alabilirdi. Yalnızca deri yuz
mek, kesmek ve bilemek için kullandığı avcı bıçağının üzerinde yönlendirici rünler yoktu. Hedefini ıskalarsa silahsız kalacaktı ve muhtemelen karşısında iki rakip bulacaktı. Ama savaşım kısa sürede bitirmek zoamdaydı. Kan kaybediyordu ve kaodinin kılıç darbelerini savuşturmakta kullanabileceği bir kalkanı yoktu.
Haplo'nun ikilemini fark eden kaodin, geniş kılıcını salladı. Sol kolunu hedefleyerek, kesip koparmaya çalıştı -böylece düşmanını sakat bırakacak, fakat henüz öldürmemiş olacaktı. Haplo darbenin geldiğini gördü ve darbeyi omzuyla karşılamak için yana dönerek, eğilebildiği kadar eğildi. Kılıç derinlere kadar saplandı ve kemiklerini kırdı. Acı Haplo'yu neredeyse bayıltacaktı. Artık sol kolunu hiç hissedemiyordu.
Kaodin geriledi, toparlandı ve bir sonraki darbesi için pozisyon aldı. Haplo hançerini kavradı ve gözlerini kaplamaya başlayan kırmızı sisin arasından görmeye çalıştı. Artık yaşamak ya da ölmek umurunda değildi. Nefreti onu ele geçirmişti. Ölmeden önce hissetmek istediği son duygu, düşmanını da yanında götürdüğünü bilmekten doğacak tatmindi.
Kaodin kılıcını yine kaldırdı ve çaresiz kurbanına bir darbe daha indirmeye hazırlandı. Umutsuzluk içinde sakinleşen, tümüyle numara olmayan bir uyuşukluk içinde görünen Haplo, bekledi. Yeni bir strateji geliştirmişti. Ölecekti, ama düşmanı da ölecekti. Böceğin kolu gerildi ve aynı anda Haplo'nun arkasından bir şekil fırlayarak, doğrudan kaodinin üzerine atladı.
Bu ani ve beklenmedik saldırıdan dolayı kafası karışan kaodin Haplo'dan bakışlarını çevirip, gelenin ne olduğuna baktı ve böylece kılıcının yönünü değiştirerek yeni düşmanını karşılamaya hazırlandı. Haplo acı dolu bir havlama ve inleme
duydu ve yere düşen kürklü bir beden gördüğünü zannetti. Ama bunun ne olduğuna kafa yormadı. Yeni tehlikeyi karşılamak için kollarını indirmiş olan kaodin, göğsünü korumasız bıraktı. Haplo hançerini doğaıdan kalbe nişanladı.
Kaodin içinde bulunduğu tehlikeyi fark etti ve gardım almaya teşebbüs etti, fakat Haplo çok yaklaşmıştı. Böceksi yaratığın kılıcı Patrynin yan tarafını doğradı ve kaburgalarını sıyırıp geçti. Haplo darbeyi hissetmedi bile. Hançerini kaodinin göğsüne öyle bir güçle sapladı ki, ikisi birden yere devrildiler. Yuvarlanarak düşmanın bedeninden kurtulan Haplo, ayağa kalkmayı denemedi. Kaodin ölmüştü. Şimdi o da ölebilir, kendinden öncekiler gibi huzur bulabilirdi. Labirent kazanmıştı. Ama kendisi savaşını vermişti. Sonuna kadar.
Haplo yerde yatarken yaşamın bedeninden sızmasına izin verdi. Kendini iyileştirmeye çalışabilirdi, ama bu daha fazla çaba, daha fazla acı demekti. Hareket etmek istemiyordu. Artık acı istemiyordu. Uykulu hissederek esnedi. Burada uzanmak ve bir daha savaşmak zorunda olmadığını bilmek keyifliydi.
Zayıf bir inleme gözlerini açmasına sebep oldu. Hissettiği korku değil, huzur içinde ölmesine izin verilmediği için duyduğu sinirdi. Başını hafifçe çevirdi ve bir köpek gördü. Demek kaodine saldıran siyah kürklü şey buydu. Nereden çıkmıştı acaba? Muhtemelen ovada avlanmaktaydı ve yardımına koşmuştu.
Köpek karnının üzerine çöktü ve başını patilerinin arasına koydu. Haplo'nun kendisine baktığını görünce yine inledi ve sürünerek adamın elini yalamaya çalıştı. İşte o zaman Haplo köpeğin yaralanmış olduğunu gördü.
Hayvanın bedenindeki derin yaradan kan akıyordu. Düşerken köpeğin havlayıp inlediğini belli belirsiz hatırladı Haplo.
Köpek ona umutla, beklenti içinde bakıyordu -bu insanın kendisiyle ilgileneceği ve acısını sona erdireceği beklentisiyle, tüm köpeklerin yaptığı gibi. erf^u1 ,}.>.-" ;Â
" "Üzgünüm," diye mırıldandı Haplo uykulu bir sesle. "Sana yardım edemem. Kendime bile bir faydam yok."
Adamın sesini duyan köpek çalı gibi kuyruğunu zayıfça salladı ve onu tartışmasız bir inançla izlemeye devam etti. l"t "Git, başka yerde öl!" diye ani ve öfkeli bir hareket yaptı Haplo. Acı bedenini yırttı ve ıstırapla bağırmasına sebep oldu. Köpek hafif bir havlama sesi çıkardı ve Haplo yumuşak bir burnun elini dürttüğünü hissetti. Yaralı da olsa, köpek duygularım paylaşmaya çalışıyordu, ^^yit j* " '],*P/J?İ>.> wÂ* ;*"<;•
Sonra Haplo, yarı sinirli, yan teselli olmuş bir halde baktı
ğında, yaralı köpeğin ayağa kalkmaya çabaladığını gördü.
Sendeleyen köpek, bakışlarını arkalarındaki ağaç sırasına dik ti. Haplo'nun elini bir kez daha yaladı, zayıf, aksayan adımlar la ormana yöneldi. ' ./• Vj • Haplo'nun jestini yanlış anlamıştı. Yardım aramaya gitmişti
"^aplo için.
Köpek fazla gidemedi. İnleyerek iki üç adım attı ve yere yıkıldı. Bir an dinlenmek için durdu, yine denedi.
"Kes şunu'" diye fısıldadı Haplo. "Kes şunu! Değmez!"
Anlamayan hayvan, başını çevirdi ve adama, "Sabırlı ol.
Fazla hızlı gidemiyorum, ama seni yarı yolda bırakmayaca
ğım," der gibi baktı. """
Başkalarını düşünme, merhamet, acıma -bunlar Patrynler-ce erdem sayılmazlar. Patrynlere göre bunlar, doğalarındaki zayıflığı yücelterek örtmeye çalışan, daha düşük ırkların özellikleridir. Haplo kusursuzdu, insafsız, meydan okuyan, nefretle yanan kişiliği ile, tek başına Labirent'te savaşmış, müca dele etmişti. Hiç kimseden yardım istememişti. Asla yardım önermemişti. Ve pek çok kişi yenilirken, o hayatta kalmıştı. Şimdiye kadar.
"Sen bir korkaksın," dedi kendi kendine. "Bu aptal hayvan yaşamak için mücadele verecek cesarete sahip, ama sen pes ediyorsun. Üstelik, borçlu ölüyorsun. Ruhun borçlu iken öl bakalım, çünkü, beğensen de beğenmesen de, köpek hayatı nı kurtardı." , • •• ", ,,
Haplo'nun sağ elini uzatıp, hiçbir yaşam belirtisi olmayan sol elini kavramasına sebep olan içindeki sevecen duygular değildi. Onu dürten utanç ve gurur duygularıydı.
"Gel buraya!" diye emretti köpeğe.
Ayağa kalkamayacak kadar zayıf olan köpek, ardında kandan bir çizgi bırakarak karnının üzerinde süründü.
Dişlerini sıkan ve acıyla haykıran Haplo, elinin arkasındaki deseni köpeğin yırtık böğrüne bastırdı. Elini orada bırakarak sağ elini köpeğin başına koydu. İyileştirici çember tamamlanmıştı; Haplo'nun giderek kararan gözleri, köpeğin yarasının kapandığını gördü...
"İyileşirse onu başatustaya götürüp doğru söylediğimizi kanıtlayacağız! Hem ona, hem de halkımıza Welflerin tanrı olmadığını göstereceğiz! Halkımız yıllar boyunca kullanılıp kandırıldığını görecek."
"Eğer İyileşirse," diye mırıldandı, daha yumuşak bir dişi sesi. "Gerçekten fena yaralanmış, Limbeck. Kafasında derin bir yara var. Başka yerlerinden de incinmiş olabilir. Köpek bırakmıyor ki, gidip daha yakından bakayım1 Gerçi fark etmez Kafadaki yaralar o kadar fenadır ki, ölüme bile yol açabilir Hal Çiviçakan'ın kedipatide ayağı takılıp düştüğünde ne olduğunu
hatırlarsın-"
"BiliyoRim. Biliyoaım," diye geldi umudu kırılmış yanıt. "Ah, Jarre, ölmemeli Kendi dünyası hakkında anlatacağı her şeyi duymanı istiyorum. Çok güzel bir yer, kitaplarda gördüklerim gibi. Açık, masmavi bir gökyüzü, parlak bir güneşi var. Ve en az Yıksı-diksi kadar büyük binaları..."
"Limbeck," dedi dişi ses sertçe, "sen kafanı vurmadın, değil mi?" .'" ' . ı>% ı'i •!". '• -'• f "
>, "Hayır, hayatım. Onları gördüm! Gerçekten gördüm! Tıpkı ölü tanrıları gördüğüm gibi. Sana kanıt getirdim, Jarre! Neden bana inanmıyorsun?"
"Ah, Limbeck, artık neye inanacağımı bilmiyorum! Eskiden her şeyi ne kadar açık görürdüm -siyah-beyaz, keskin hatlarla. Halkımız için ne istediğimi biliyordum- daha iyi yaşam koşulları, Welflerin ödemesinden eşit pay. Hepsi bu. Biraz sorun çıkar, başatustaya biraz baskı yap, sonunda pes edecekti. Şimdi her şey karmakarışık, her şey gri ve kafa karıştırıcı. Sen devrimden bahsediyorsun, Limbeck! Yüzlerce yıldır inandığımız her şeyi yıkmak istiyorsun. Peki bunların yerine neyi koyacağız?"
"Gerçeği, Jarre."
Haplo gülümsedi. Bir saattir uyanıktı ve dinliyordu. Dillerini kabaca anlıyordu -kendilerine Geg adını verseler de, dilleri Eski Dünya'da cüce dili olarak bilinen dilin bir türeviydi. Ama söylediklerinin pek çoğunu anlamıyordu. Örneğin, bu derece saygıyla bahsettikleri şu Yıksı-diksi de neydi? Buraya gönderilmesinin sebebi buydu işte. Öğrenmek için gelmişti. Gözlerini ve kulaklarını açmak, ağzını kapatmak, ellerini uzak tutmak için.
Elini yere doğru uzatarak köpeğin kafasını okşadı ve hay vanın iyi olduğundan emin oldu. Ölüm Kapısı'na yaptıkları bu yolculuk, tam olarak bekledikleri gibi başlamamıştı. Lordu bir yerlerde, bir şekilde, ciddi bir hesap yanlışı yapmıştı. Rünler yanlış dizilmişti. Haplo hatayı fark ettiğinde, artık çok geçti. Düşüşü engellemek için yapabileceği pek az şey vardı. Ve şimdi gemisi paramparça olmuştu.
Bu dünyada kısılı kaldığını bilmek, Haplo'yu fazla en-dişelendirmemişti. Labirent'te kısılı kalmış ve kaçmayı başarmıştı. Bu deneyimden sonra, bunun gibi bir dünyada, lordunun dediği gibi, "yenilmez" olacaktı. Rolünü oynaması yeterliydi. Bir şekilde, yapmaya geldiği şeyi yaptıktan sonra, geri dönmenin bir yolunu bulurdu nasıl olsa.
"Bir şey duydum galiba." ,,'
Jarre odaya girdi ve beraberinde yumuşak mum ışığından bir sel getirdi. Haplo gözlerini kısarak ona baktı. Köpeği hırlayarak ayağa fırladı, fakat sahibinin gizlice, dokunarak verdiği komut üzerine yerinde kaldı.
"Limbeck!" diye haykırdı Jarre.
"Öldü mü?" Şişman Geg aceleyle odaya girdi.
"Hayır, hayır, ölmemiş!" Yatağın yanına çöken Jarre, titreyen elini Haplo'nun alnına doğru uzattı. "Bak! Yara iyileşmiş! Tamamen. Bir tek iz bile yok! Ah, Limbeck! Belki de yanılmışsındır! Belki de bu varlık gerçekten tanrıdır!"
"Hayır," dedi Haplo. Dirseğinin üzerinde doğrularak dikkatle, irkilen Geglere baktı. "Ben köleydim." Yavaşça, alçak bir sesle, kaba cüce dilinde sözcükler arayarak konuştu. "Bir zamanlar ben de sizin gibiydim. Ama halkım efendilerini yendi ve ben size yardım etmeye geldim."
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
PITRIN'İN SÜRGÜNÜ ORTA ÂLEM
Pitrin'in Sürgünü'nde yaptıkları yolculuk, Hugh'un beklediğinden daha kolay geçti. Bane cesurca, yürüyüş tempolarına ayak uydurdu ve yoaılduğunda bunu belli etmemek için elinden geleni yaptı. Alfred çocuğu endişeyle izledi ve Prens ayaklarının ağrıdığına ilişkin işaretler gösterdiğinde, artık bir adım bile ilerleyemeyeceğini söyleyen kâhya oldu. Aslında yol, küçük efendisine geldiğinden çok daha zor geliyordu Alf-red'e. Adamın ayaklan, kendilerine ait bir irade geliştirmiş gibi, mütemadiyen apayrı patikalara sapıyorlar, varolmayan deliklerde tökezliyorlar, gözle görülemeyen ağaç dallarına takılıyorlardı.
Sonuç olarak pek de hızlı ilerleyemiyorlardı. Hugh ne onları, ne de kendisini zorluyordu. Gemisini demirlediği, adanın ucundaki ormanlık kuytusuna pek de uzak değillerdi ve oraya ulaşmak konusunda isteksizdi -onu öfkelendiren, fakat ka-• bullenmeyi reddettiği bir öfke.
Yürüyüş keyifliydi, en azından Bane ile Hugh için. Hava soğuktu, ama güneş parlıyor, soğuğun rahatsız edici olmasını engelliyordu. Pek az rüzgâr vardı. Yolda, genelde karşılaşıldığından daha fazla yolcuyla karşılaştılar. Kışın onları yolculuk
yapmaya zorlayan sebepler her ne ise, havanın iyileştiği bu kı sa süreden faydalanıyorlardı. Hava baskınlar için de müsaitti ve Hugh herkesin, dedikleri gibi, bir gözlerini yoldan, diğeri ni gökten ayırmadıklarını fark etti. ^
Üç tane ejder başlı, yelken kanatlı elf gemisi gördüler, ama çok uzaktaydılar ve kirayönünde, bilinmeyen bir yöne gidiyorlardı. Aynı gün, elli ejderlik bir uçuş müfrezesinin başlarının üstünden geçtiğini gördüler. Eyerlerinde oturan, parlak kış güneşinin miğferlerinden ve göğüslüklerinden, mızraklarından ve oklarının ucundan parladığı ejder şövalyelerini görebiliyorlardı. Bu müfrezenin yanında, şövalyelerle çevrelenmiş bir kadın büyücü vardı. Görünürde hiçbir silah taşımıyordu, yalnızca büyüsü vardı ve o da zihnindeydi. Ejder şövalyeleri de ki-rayönüne gidiyorlardı. Açık, rüzgârsız havadan faydalanacak olan, yalnızca cifler değildi anlaşılan.
Bane elf gemilerini faltaşı gibi gözler, sonuna kadar açık bir ağız ve çocuksu bir hayranlıkla izledi. Daha önce hiç elf gemisi görmediğini söyledi ve daha yakına gelmedikleri için son derece büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Aslında, utançtan yerin dibine geçen Alfred, Ekselansları'nın pelerinini çıkarıp gemilere sallamaması için ısrar etmek zorunda kaldı. Karşılaştıkları yolcular, bu gösteriden pek de hoşnut kalmışa ben-zemiyorlardı. Alfred Ekselansları'nın hevesini yatıştırmayı başarmadan önce, köylülerin korunaklı bir yer aramak üzere dağıldıklarını görmek Hugh'ya acımasız bir keyif vermişti.
O gece, basit yemeklerinden sonra ateşin çevresinde toplandıklarında, Bane kâhyanın yanındaki her zamanki yerine değil, Hugh'nun yanına oturdu. Çömelerek rahat bir pozisyon aldı.
"Bana cifleri anlatır mısın, Sir Hugh?"
"Anlatacak birşeylerim olduğunu nereden biliyorsun?" Hugh çantasından piposunu ve sterego kesesini çıkardı. Bir ağaca yaslanarak ayaklarını alevlere doğru uzattı, deri kesedeki mantarları küçük, yuvarlak hazneye boşalttı.
Bane bakışlarını Hugh'nun sağ tarafına, omzunun üzerindeki boşlukta bir yerlere dikti. Mavi gözleri daldı. Hugh ateşi bir sopayla dürttü ve ucunu piposunu yakmak için kullandı. Piposunu çekerek, aylak bir merakla çocuğu izledi. ''-' "Büyük bir savaş görüyorum," dedi Bane rüyada gibi. "Savaşan ve ölen cifler ve insanlar görüyorum. Yenilgi ve ümitsizlik görüyorum ve sonra insanların şarkı söylediğini, coşkulu olduğunu görüyorum."
""•' Hugh o kadar uzun bir süre kıpırtısız oturdu ki, piposu söndü. Alfred rahatsızca yer değiştirdi ve bir kor parçasını avuçladı. Acı çığlığını bastırarak, yaralı elini salladı.
"Ekselansları," dedi mutsuz bir şekilde, "size demiştim ki..."
"Bırak, önemli değil." Hugh aldırış etmeksizin piposunda-ki külü boşalttı, piposunu tekrar doldurup yaktı. Nefesini yavaş yavaş içine çekti. Bakışlarını çocuğun üzerine dikmişti. "Yedi Otlak Savaşı'nı anlattınız."
"Oradaydın o zaman," dedi Bane.
Hugh havaya ince bir duman bulutu üfürdü. "Evet ve yaşı benimkine yakın her erkek de oradaydı, kral babanız dahil." Hugh piposundan uzun bir nefes çekti. "Eğer gaipten haber verme dediğin buysa, Alfred, üçüncü sınıf hanlarda daha iyisini gördüm. Muhtemelen çocuk hikâyeyi babasından yüzlerce kez duymuştur."
Bane'in yüzü hızlı ve korkutucu bir değişime uğradı -yüzündeki mutluluk çözüldü ve yerini saf, kor gibi bir acıya bıraktı. Dudaklarını ısırarak başını eğdi ve gözlerini eliyle sildi.
Alfred Hugh'ya garip bir bakışla baktı -neredeyse yalvarır gibi bir bakışla. "Sizi temin ederim, Sir Hugh, Ekselanslarının bu yeteneği kesinlikle gerçektir ve hafife alınmamalıdır. Bane,
Sir Hugh büyüden anlamıyor, o kadar. Çok üzgün. Şimdi, ne den gidip çantadan yumuşak şeker almıyorsun?" ;. VP
Bane Hugh'nun yanından ayrıldı ve şekerini bulmak üzere kâhyanın çantasına doğru gitti. Alfred sesini iyice alçaktı. "Yalnızca... Anlamalısınız, efendim, Kral çocukla hiç bu kadar ko-nuşmamıştı. Kral Stephen hiçbir zaman... eee... Bane'in yanında rahat hissetmemişti kendini."
Hayır, diye düşündü Hugh, Stephen utancının yüzüne bakmayı pek de eğlendirici bulmamıştır. Belki de çocuğun yüz hatlarında kendisinin -ve Kraliçe'nin- çok iyi bildiği birisini görmüştür.
Piponun ateşi söndü. Külleri boşaltan Hugh küçük bir dal parçası buldu, ucunu hançeriyle ikiye böldü ve piposunu bu nunla temizledi. Çocuğa bir göz attı ve hâlâ çantayı karıştır makta olduğunu gördü. ~-<" *
"Bu çocuğun, yapabildiğini söylediği şeyi yaptığına gerçekten inanıyor musun -yani havada resimler gördüğüne?"
"Yapabiliyor!" diye temin etti onu Alfred ciddiyetle. "Bunu yapabildiğini o kadar sık gördüm ki, kuşku duymam imkânsız. Siz de inanmalısınız, yoksa..."
Yaptığı işe ara veren Hugh, başım kaldırdı. i>
"Yoksa? Bir tehdide çok benziyor bu."
Alfred gözlerini yere indirdi. Yaralı eliyle, sinirli sinirli otları yoluyordu. "Ben... onu kastetmedim..." ''-<;'U "'. 'ÎM;1,' •'-.',
"Evet, kastettin." Hugh piposunu bir taşa vurarak temizledi. "Taktığı o tüyle ilgili bir şey değil, değil mi? Gizemustası-nın ona verdiği tüyle."
Alfred bembeyaz kesildi, o kadar solgundu ki, Hugh tekrar bayılmasından korktu. Tekrar konuşabilecek hale gelene kadar pek çok kez yutkundu. "Bilmi..."
^ Kınlan bir dalın sesi sözünü kesti. Bane ateşin yanına dönüyordu. Hugh Alfred'in Bane'e, boğulmakta olan bir adamın, kendisine uzatılan ipe bakması gibi baktığını gördü.
Yumuşak şekerini yemekle meşgul olan Prens, bakışını fark etmedi. Yere çöktü ve bir sopa alarak ateşle oynamaya başladı.
"Yedi Otlak Savaşı'nın hikâyesini duymak ister misiniz, Ekselansları?" diye sordu Hugh alçak sesle.
Prens parlayan gözlerle başını kaldırdı. "İddiaya girerim bir kahramandın, değil mi Sir Hugh?"
"Afedersiniz, efendim," diye sözünü kesti Alfred uysallıkla, "ama sizin bir vatansever olduğunuzu düşünmüyorum. Nasıl oldu da, özgürlük savaşımızda yer aldınız?"
Hugh tam cevap verecekti ki, kâhya irkilerek ayağa fırladı. Yere uzanarak büyük bir mercankaya parçası aldı. Taşın keskin kenarlan alevlerin ışığında pırıldıyordu. Şanslıydı ki, bir ayakkabı tamircisinden satın aldıkları deri pantolon daha ciddi bir zarar görmesini engellemişti.
.7 "Haklısın. Politikanın benim için anlamı yoktur." Hugh'nun dudaklarından ince bir duman kıvrılarak yükseldi. "İş için oradaydım, diyelim..."
... Adam hana girdi ve loş ışıkta gözlerini kırpıştırarak durdu. Sabahın erken saatleriydi ve oturma odası, yerleri silen derbeder bir kadınla gölgelerin derinliklerinde oturan bir yolcu dışında boştu.
"Hugh sen misin, Usta denilen?" diye sordu adam yolcuya.
"Evet."
"Seni tutmak istiyorum." Adam Hugh'nun önüne ağır bir torba bıraktı. Torbayı açıp içindekileri inceleyen Hugh, paralar, mücevherler, hatta birkaç gümüş kaşık gördü. Duraksadı, bir kadının alyansı olduğu açık olan bir yüzük çıkardı ve adama gözlerini kısarak baktı.
"Toplayabildiklerimiz bunlar, çünkü hiçbirimiz tek başına seni tutabilecek kadar zengin değiliz. Elimizde kıymetli ne var sa verdik." * ^