Özellikle cebir, geometri, astronomi ve tıp gibi ilimlerin {ulûm-i riyâzıyye) büyük gelişme gösterdiği Kurtuba Medresesi'-ni devrin en meşhur ilim merkezi haline getiren II. Hakem İbnü'l-Kütiyye, Ebû Bekir b. Muâviye el-Kureşî ve Ebû Ali el-Kâlî gibi bilginlerin burada ders vermesini sağlamıştır. Birçok âlim onun sarayına giderek himayesi altına girmiş, sarayda düzenlenen ilmî toplantılarda fikirlerini rahatça ifade etme imkânı bulmuştur. Eğitimin gelişmesi ve yaygınlaşması için de gayret sarfeden Hakem özellikle fakir çocukların eğitimi için okullar açtırmıştır. Sadece Kurtuba'da bu türden yirmi yedi okul bulunmaktaydı. Hakem'in bu icraatı, Avrupa'da din adamları dışında pek az kişinin okuma yazma bildiği bir dönemde halkın büyük çoğunluğunun okur yazar olmasını temin etmiştir.
II. Hakem. Kurtuba Ulucamii'ni genişletip mihrabın üzerindeki kubbeyi tamamlatmış ve Bizans'tan getirdiği sanatkârlara camiyi tezyin ettirmiştir. Ayrıca camiye kurşun borularla su getirt-
miş ve yaptırdığı dârüssadaka aracılığıyla fakirlere yardım etmiştir. Bu arada kendisi sade bir hayat yaşamış, halkı da tutumlu olmaya teşvik etmiş, bazı vergileri azaltmıştır.
BİBLİYOGRAFYA :
İbn Hayyân, el-Muktebes: 'ahdü'l-Hakem el-Müstanştr-Billâh (nşr A. A. el-Haccî), Beyrut 1965; Humeydî. Cezvetû'l-muktebis, Kahire 1386/1966, s. 13-16; Dabbî, Buğyetü'l-mülte-mis, Kahire 1967, s. 18-21; Abdülvâhİd el-Mer-râküşî, ei-Muccib p telhisi ahbâri 'l-Mağrib (nşr. M. Saîd el-Uryân-Muhammed el-Arabî). Dârül-beyzâ 1978, s. 42-45; İbnü'l-Ebbâr, el-hiulle-tü's-sıyerâ1 (nşr. Hüseyin Munis), Kahire 1963, I, 200 vd.; İbn Saîd el-Mağribî, el-Muğrib, 1, 181-183, 184-187, 200, 207. 214, 256; İbn İzârî, el-Beyânü'l-muğrib, II, 233-253; İbnü'l-Hatîb, A'mâlü'l-a'lâm (nşr. E. Levi-Provençal), Beyrut 1956, s. 41 vd.; a.mlf., et-lhâta. I, 478-479; II, 103; İbn Haldun, el-'lber, IV, 144 vd.; Dozy, Spanish İslam, s. 438, 448-456, 466-467, 496; M. Abdullah İnân,De(j/e(ü7-/Wâm/I7-Endelûs, Kahire 1969,1/2, s. 482-516; Abdüla-zîz Atik, el-Edebü't-'Arabi fi't-Endetüs, Beyrut 1976, s. 82-86; M. 0. Jimenez, At Hakam At Mustansır Biliah, Cordoba 1976; Cebrail Süleyman Cebbûr, et-Mülükû'ş-şıfarâ', Beyrut 1401/ 1981, s. 232-233; Abdülmecîd Na'naî, Târî-hu'd-devleti't-Emeuiyye fi'l-Endelüs, Beyrut, ts. (Dârü'n-Nahdati'l-Arabiyye), s. 385-413; Ah-med Fikri, Kurtuba ft'l-ıaşri'l-İslâmt, İskenderiye 1983, s. 94-98; Abdülazîz Salim, Kurtuba hâdıratü'l-hilâfe fi'l-Endelüs, İskenderiye 1984, s. 338,346; Ziriklî. el-Actâm (Fethullah), II, 267; E. LĞvi-Provençal, Espaha Musulmana, Madrid 1987, IV, 369-397; Vâil Ebû Salih. "Cühûdü'l-Hakem el-Müstanşır ff tetavvuri'I-hareketi'i-"ilmîyye fi'l-Endelüs", Mecelle Dirâsât Ende-lüsiyye, VI, Tunus 1411/1991, s. 27-44; M. Schmitz, "Hakem",/A,V/l,s. 100; A. Huici Miranda, "al-Hakam II", El2 (İng.), III, 74-75.
mi Mehmet Özdemir r HAKEM b. AMR ^
Ebû Amr (Ebû Berze) el-Hakem
b. Amr b. Mücedda' el-Gıfârî
(ö. 50/670 [?])
Sahâbî, Horasan valisi.
L J
Muhtemelen babasının lakabı olan "Akra" (kel) sıfatı dolayısıyla Hakem b. Akra' diye de bilinir. Çocukken ensardan birinin hurma ağacını taşladığı için yakalanıp Resûlullah'm huzuruna götürülen kardeşi Ebû Cübeyr Rafı' b. Amr ile (İb-nü'1-Esîr, Üsdü'tğâbe, II, 94; İbn Hacer, el-lşâbe, 1,498) Merv'de vefat eden diğer kardeşi Atıyye b. Amr da (lbnü'1-Esîr, üsdü'l-ğâbe, IV, 45-46; İbn Hacer, e/-/şâ-be, II, 485) ashaptandır.
Hakem Resûl-i Ekrem'in vefatına kadar onun sohbetinde bulundu ve daha sonra Basra'ya yerleşti. Müslümanlar arasında çıkan fitnelere karışmadı. Muâ-viye'nin İrak valisi Ziyâd b. Ebîh tarafından 45 (665) yılında Horasan'a bölge valisi olarak gönderildi. Vefatına kadar birçok fetih gerçekleştiren Hakem önce He-rat'a, daha sonra Cûzcân dağını aşarak Horasan vilâyetinin merkezi olan Merv şehrine girdi. Kuhistan ve Tohâristan bölgesine yaptığı iki seferden de başarı ile döndü. 47 (667) yılında Gur ve Ferâ-vende'yi fethetti. Gerçekleştirdiği akınlardan birinde Pamir'in güneyinde Türk-ler'in yaşadığı dağlık bölgeye (Eşe! dağları) girdi. Burada etrafı sarılınca beraberinde bulunan Mühelleb b. Ebû Sufre Türkler'in ileri gelenlerinden birini esir alarak çıkış yolunu göstermesini istedi. Hakem, esirin verdiği bilgi üzerine bir gece çıkış yollarından biri istikametinde yo! boyunca ateşler yaktırıp hayvanları o tarafa sürdü. Bunu gören Türkler Arap ordularının o yönde çekilmekte olduklarını sanarak oraya yönelince Hakem ordusunu kurtardı. Ziyâd ile Hakem arasında yapılan fetih planına göre başlatılan akınlar sonunda Ceyhun nehrinin ötesinde Çagâniyân'a kadar olan Türk topraklan fethedildi. Savaşlarda büyük ganimetler elde eden Hakem, Ziyâd'dan ganimet malının tamamının Halife Muâ-viye'ye gönderilmesi yolunda bir mektup aldı. Allah'ın ganimetler konusundaki emrini valinin emrinden önce okuduğunu, bu sebeple mektubun gereğini yerine getiremeyeceğini Ziyâd'a bildirdi ve savaşçıların payına düşen miktarı taksim etti. Fakat halifenin emrine karşı çıktığı için azledilerek elleri kollan bağlı bir şekilde hapse atıldı. Hakem öleceği sırada, kıyamet gününde Muâviye'den hesap sormak için bağlı olarak defnedilmesini istedi ve Merv'de SO (670) yılında vefat etti. Onun 45 (665) veya S1 (671) yılında öldüğü de kaydedilmektedir. Mezarı, Merv'de Tennûrkerân mevkiinde sa-hâbî Büreyde b. Husayb el-Eslemfnin kabri yanındadır.
Hakem b. Amr Mâverâünnehir'de namaz kıldıran ilk şahıs olarak zikredilir. Onun Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisler Şahîh-i Müslim dışında Kü-tüb-i Sitte'de yer almış olup Ebü'ş-Şa'sâ Câbir b. Zeyd, Hasan-ı Basrî, Abdullah b. Sâmit ve Muhammed b. Şîrîn gibi tabiîler ondan rivayette bulunmuşlardır.
HAKEM b. EBÜ'I-ÂS
BİBLİYOGRAFYA :
Müsned, V, 66-67; İbn Sa'd, et-Tabakât, VII, 28-29, 366;Yahyâb.Maîn, et-Târîh,l\, 126;Ha-lîfe b. Hayyât, et-Târlh, s. 211; İbn Habîb, el-Muhabber, s. 295; Fesevî. el-Ma'rife ue't-târîh, III, 25; Belâzürî, el-Bütdân uefütühuhâ ueah-kâmühâ (nşr. Sühey! Zekkâr), Beyrut 1992, s. 454; Teberi. Târih (Ebü'1-Fazl], V, 225-226, 229, 250-252, 285; İbn A'sem e!-Kûfî, et-Fütüh (nşr. Süheyl Zekkâr). Beyrut 1992, li, 32-33; İbn Ebû Hatim, el-Cerh ue't-tifdll, III, 119; İbn Hibbân. Meşâhîr, s. 60; Taberânî, el-Muıcemü'I-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Kahire 1405/ 1984, \\\, 209-212; Hâkim, el-Müstedrek, III, 441-442; İbn Hazm, Cemhere, s. 186; Ebû Ca'-fer et-Tûsî. Ricâtû't'Jûsî (nşr. M. Sâdık Bahrü-lulûm), Kum 1381/1961, s. 18; İbn Abdülber, el-İst?âb, I, 356-358; İbn Mâkûlâ. el-İkmâl, VII, 223; Sem'ânî, el-Ensâb, IX, 165-166; İbnü'l-Cevzî, et-Muntazam,V, 213, 229-230, 233; Yâ-küt. Mutcemü'İ-büldân,\l, 141; IV, 23, 218; İb-nü'l-Esîr, üsdü 'l-ğâbe, II, 40, 45-46, 94; IV, 45-46; a.mlf., el-Kâmit, III, 452, 455-456, 470, 489; Mizzî, Tehztbü't-Kemâl,V\\, 124-129; a.mlf., Tuhfetü'l-eşrâf bi-ma'rifeti'l-etrâf (nşr. Abdüs-samed Şerefeddin), Haydarâbâd 1401/1981, III, 72; Zehcbî. A'lâmü'n-nübelâ', II, 474-477; a.mlf.. Târitıu't-isiâm: sene 41-60, s. 41-42; a.mlf.. Tecrîdü esmâ'i'ş-şahâbe, Haydarâbâd 1315,1, 136;Safedî. e(-Vâ/î,XIH, 110;Heysemî, Mecma'u'z-zevâ'id, IX, 410; İbn Hacer, e/-/şâ-be, 1, 346-347, 485, 498; a.mlf.. Tehzîbü't-Teh-zîb, II, 436-437; Ziriklî, ei-A'tâm, II, 296; Namık Kemal. Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1975, s. 171. p.
İM Mehmet Ali Sönmez
HAKEM b. EBÜ'l-ÂS
Ebû Mervân el-Hakem b. Ebi'l-Âs
b. Umeyye el-Ümevî
(ö. 31/651)
Hz. Peygamber'İn Taife sürgüne gönderdiği sahâbî.
Hz. Osman'ın amcası, Ebû Süfyân'ın amcasının oğlu, Emevî Halifesi I. Mer-vân'm babasıdır. İslâmiyet'i kabul etmeden önce Resûlullah'a eziyet edenler arasında zikredilen Hakem Mekke'nin fethi sırasında müslüman oldu. Daha sonra Medine'ye giderek orada bir müddet kaldı. Bu süre içerisinde Hz. Peygamber'i üzecek bazı davranışlarda bulundu. Resûl-i Ekrem'in yürüyüşünü ve hareketlerini alaylı şekilde taklide yeltendiği, kapısını dinlediği ve Hz. Peygamber'in müşrikler hakkında bazı sahâbîlere verdiği özel bilgileri etrafa yaydığı rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem onu Taife sürdü.
Hakem'in Tâifteki sürgün hayatı Hz. Peygamber'in vefatına kadar devam etti. Halife Ebû Bekir'e ve ardından Hz. Ömer'e Hakem'i Medine'ye getirtmeleri
175
HAKEM b. EBÜ'I-AS
yolunda teklifte bulunuyduysa da Resû-lullah'ın sürgüne gönderdiği bir kimseyi geri getiremeyeceklerini söyleyerek kabul etmediler. Fakat Hz. Osman halife olunca amcasını Tâiften Medine'ye çağırdı ve ayrıca kendisine 100.000 dirhem verdi. Hakem'i geri çağırmasının yanlış bir davranış olduğu söylenince de Peygamber hayatta iken amcasının geri getirilmesi hususunda ondan söz aldığını ileri sürdü. Hz. Osman'ın bu tutumunun, daha sonra kendisine karşı gerçekleştirilecek ayaklanmanın sebeplerinden birini teşkil ettiği belirtilmektedir.
Hakem, Hz. Osman'a karşı başlatılan isyandan birkaç ay önce Medine'de öldü. Onun vefat tarihi 32 (652) olarak da kaydedilmektedir (İbn Hacer, el-İşâbe, 1, 346). Hz. Osman, Hakem'in ölümünden sonra mezarını üzerine bir mahfaza örterek koruma altına almıştır.
Resûl-i Ekrem'in sohbetinden gereği gibi faydalanamadığı bildirilen Hakem ve soyu aleyhinde Hz. Peygamber'den ve sahâbîlerden sahih olmadığı belirtilen pek çok haber nakledilmiştir (bk. Heyse-mî, V, 241-244; İbn Hacer, et-Metâlibü't-'âtiye, IV, 329-332).
BİBLİYOGRAFYA :
İbn İshak. es-Sîre, s. 125-126; Vâkıdî, el-Me-ğâzî, II, 594, 846; İbn SaU et-Jabakât, V, 447; \fchyâ b. Maîn, et-Târîh, II, 124; Câhiz. ei-Bur-şân oe'l-'urcân (nşr. M Mursîel-Havlî), Beyrut 1407/1987, s. 69, 275, 276, 362; İbn Kuteybe. ef-Ma'âYif (Ukkâşe), s. 194, 353, 576; Taberî, Târih (Ebirl-Fazl), X, 58; İbn Ebû Hatim. et-Cerh ue't-ta'dll, III, 20; İbn Abdülber, et-lstt'âh (Bicâ-vî). 1, 359-360; İbnü'l-Esîr, Üsdü't-ğâbe, II, 37-38; Zehebî, et-İber, I, 23; a.mlf.. Aclâmü'n-nübe-la\\\, 107-108; a.mlf., Tarîhu't-lslâm: 'Ahdü't-hutefâ'i'r-râşidın, s. 365-368; a.mlf., Tecrîdü esmâl'ş-şahabe, Haydarâbâd 1315, I, 135; Heysemî, Mecmahı'z-zevâ'id, V, 241-244; İbn Hacer. Fethu'l-bârî, Beyrut 1988, XIII, 9; a.mlf.. el-İşâbe, I, 345-346; a.mlf.. el-MetâübüVâliye, IV, 329-332; Abdüsselâm Hârûn. Tehzîbü Sîretiİbn Hişâm, Kahire 1402/1982, s. 79.
mi Selman Başaran F HAKEM b. KEYSÂN ""
(ö. 4/625)
Bi'rimaûne'de . şehid olan sahâbîlerden. .
Ebû Cehil'İn babası Hişâm b. Mugire el-Mahzûmrnin kölesidir. 2. yılın Receb ayında (Ocak 624) Abdullah b. Cahş idaresinde gönderilen bir müfreze Batn-ı Nahle'ye ulaşıp orada beklerken Amr b. Hadramî, Osman b. Abdullah. Nevfel b. Abdullah ve Hakem b. Keysân'ın bulun-
176
duğu bir Kureyş kervanının Tâiften dönmekte olduğunu farketti. Sahâbîler, haram ayların son gününde bulunmaları sebebiyle kervana hücum edip etmemekte tereddüt gösterdiler. Ancak bir gün sonra kervanın Mekke haremine gireceğini ve yeni bir yasağın başlayacağını düşünerek Abdullah b. Cahş'ın emriyle kervana saldırdılar. Vâkıd b. Abdullah kafilenin başkanı Amr b. Hadramfyi öldürdü. Se-riyyede bulunan diğer sahâbîler, kaçmakta olan Osman b. Abdullah b. Mugire ile Hakem b. Keysân'ı yakalayıp Medine'ye götürdüler. Hakem'in müslüman olmasını isteyen Resûl-i Ekrem onu ısrarla İslâm'a davet ediyor, Hz. Ömer ise boynunun vurulmasını teklif ediyordu. Sonunda Müslümanlığı kabul eden Hakem 4. yılın Safer ayında (Temmuz 625) Bi'rimaûne'de şehid oldu. Resûlullah'a onun öldürülmesini teklif eden Hz. Ömer'in bu davranışından dolayı pişman olduğu ve çok üzüldüğü rivayet edilir. Hakem b. Key-sân, İslâm tarihindeki ilk seriyyede ele geçirilen ve müslüman olan ilk esirdir.
BİBLİYOGRAFYA :
Müslim, "Mesâcid", 297; Vâtadî, el-Meğâzî, Beyrut 1984, I, 15-16; İbn Hişâm. es-Sîre, II, 252, 255; İbn Sa'd. et-Tabakat, [], 10-11, 51-53; IV, 137-138; Belâzürî. Ensâb, I, 372, 382; Taberî, Târih (Ebiil-Fazl), II, 410-411, 545-546; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1965, II, 113-114, 171-172; a.mlf., Üsdû'l-ğâbe, II, 41; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-me'âd, Kahire 1970, II, 94; İbn Hacer. et-İşâbe, 1, 347.
ffil Mehmet Alt Kapar
HAKEM b. UKKÂŞE
(ö. 467/1075}
Endülüs'ün meşhur kumandan ve valilerinden.
L J
İspanyol asıllı mühtedilerden olan (mü-velledûn) Hakem b. Ukkâşe Kurtuba'da doğup büyümüştür. Endülüs Emevî Dev-leti'nin yıkılması üzerine Kurtuba'da kurulan Cehverîler Devleti'nin veziri İbnü's-Sekkâ'nın yardımcılığını yaptı. İbnü's-Sek-kâ'nın 455'te (1063) öldürülmesinin ardından yakalanarak hapse atıldı. Ancak çok geçmeden hapisten kurtuldu ve Tu-leytula'ya hükmeden Zünnûnîler'e sığındı. Hanedanın emîri Me'mûn (Yahya b. İsmail), onun cesur kişiliğinden ve Kurtuba halkını tanımasından faydalanarak Ab-bâdîler'in elinde bulunan Kurtuba'yı zaptetmesi için şehir yakınındaki kalelerden birini kendisine iktâ etti. Hakem, civardan topladığı kişilerle kalede durumunu
sağlamlaştırdıktan sonra şehir halkının bir kısmının da desteğiyle bir gece gizlice Kurtuba'ya girmeyi başardı. Abbâdîler adına şehri idare eden Sirâcüddevle Ab-bâd b. Muhammed'i ve kumandan İbn Martin'i öldürterek şehrin tamamına hâkim oldu. Kurtubalılar'i da Me'mûn'a biat etmeye çağırdı. Bu sırada Belensiye'-de (Valencia) bulunan Me'mûn Kurtuba'-nın ele geçirildiğini haber alınca oraya hareket etti ve kalabalık bir merasim alayı eşliğinde şehre girdi (467/1075).
Me'mûn kısa bir süre sonra vefat edince yerine geçen oğlu Yahya el-Kâdir Kur-tuba'nın idaresini Hakem b. Ukkâşe'ye bıraktı. Diğer taraftan Kurtubalılar'ın bir kısmı şehrin tekrar Abbâdîler'in eline geçmesini istedikleri için Abbâdî Emîri Mu'temid-Alellah'a haber göndermişlerdi. Bunun üzerine Mu'temid Kurtuba'yı muhasara altına aldı; mukavemet edemeyeceğini anlayan Hakem b. Ukkâşe şehirden kaçmak zorunda kaldı. Ancak çok geçmeden bir yahudi tarafından yakalanarak öldürüldü (29 Zilhicce 467/15 Ağustos 1075). Hakem b. Ukkâşe'nin iyi bir şair olan oğlu Harız (Hureyz) ise Tuley-tula'ya kaçmayı başardı ve Zünnûnîler'-den Yahya el-Kâdir b. Me'mûn tarafından Rabah Kalesi'ne vali tayin edildi.
BİBLİYOGRAFYA :
İbn İzâri, el-Beyânü'l-muğrib, II, 161; İbnü'l-Hatib, Acmâia'l-aclâm (nşr. E. LeVi-Provençal), Beyrut 1956, s. 158-159; İbn Haldun, el-'lber, IV, 161; M. Abdullah İnan, Düvelü't-tavâ'if, Kahire 1969, s. 103-104; Ahmed Rkri, Kur(u/>a fi'l-caş-ri'{-İstâmt, İskenderiye 1983, s. 131-132; Sey-yid Abdülazîz Salim, Kurtuba hâdıratü't-hilâfe Fı't-Endelüs, İskenderiye 1984, s. 138-139; A. Huici Miranda, "al-Hakam b. TJkkasiıa", EF (İng.), III, 73. r—i
ffil Mehmet Özdemir
F HAKEM VAK'ASI ^
Sıffîn Savaşı'nda (37/658)
Muâviye'nin ordusu
yenilmek üzere iken
Amr b. As'ın Mushaf sayfalarını
mızraklara taktırarak
her iki tarafı da Kur'an'ın hakemliğini
kabule çağırmasıyla başlayan olay
(bk. SIFFÎN SAVAŞI).
HAKEMÎYYE
Şiî âlimlerinden
Hişâm b. Hakem'in
(ö. 179/795-96 [?])
görüşlerim benimseyen
ve Hişâmiyye diye de anılan Şiî grup
(bk. HİŞÂM b. HAKEM). .
HAKİKAT
Mecazın karşıtı olan lafız (bk. MECAZ).
J
HAKİKAT n
Çeşitli anlamlarda kullanılan felsefe ve tasavvuf terimi.
L -I
Sözlükte "gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek: bir şeyi gerçekleştirmek" gibi anlamlara gelen hakk kökünden türetilmiştir (et-Ta'rîfât, "el-hakika" md.). Araplar'da "hakikati himaye etme" tabiri yaygın olarak kullanılır ve buradaki hakikatten genellikle ırz, namus, vefa, dostluk, bayrak, sancak gibi değerler kas-tedilirdi (Zevzenî, s. 208: Lisânü'l-'Arab, "hkk" md.). Hakikat (çoğulu hakâik) kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de geçmez. Bir hadiste yer alan "hakikatü'I-îmân" terkibinde hakikat "hâlis, künh, mahz" kelimeleriyle açıklanmıştır (meselâ bk. İb-nü'l-Esîr, 1,278). Buhârî, "Kitâbü'l-îmârfın on dokuzuncu babını hakikat değeri taşıyan ve taşımayan iman meselesine ayırmıştır. Burada, ilgili âyetlere (Âl-i İmrân 3/ 19, 85; el-Hucurât 49/14) atıfta bulunularak çeşitli bencil istekler ve duygusal endişelerden sıyrılıp İslâm'ı hak din olarak benimsemenin hakikat değeri taşıyan bir iman sayıldığı görülür. Diğer bazı hadis ve haberlerde yer alan "Allah'ı bilmenin hakikati, takvanın hakikati" gibi ifâdelerde (meselâ bk. Müsned, V, 317; VI, 441-442; Buhârî, "îmân", 1; EbÛ Dâ-
vûd, "Sünnet", 16} hakikat kelimesi "en doğru, en mükemmel olan" anlamında kullanılmıştır.
Râgib el-İsfahânî, hakikatin başlıca anlamlarını "gerçek (sabit) ve var olan şey, doğru inanç, riyadan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz, ebedî olması dolayısıyla asıl gerçek hayat kabul edilmesi gereken âhiret (fıkıh ve kelâmda), bir dilde asıl olarak hangi anlam için konulmuşsa o anlamı ifade etmek üzere kullanılan lafız" şeklinde sıralamıştır {el-Müfredât, "hkk" md.). Bunlardan özellikle ilki hakikatin asıl anlamını yansıtmakta olup diğerleri buna dayanan yan anlamlardır.
G ÎSLÂM DÜŞÜNCESİ. Bir mantık terimi olarak hakikat (ei-haklkatü'l-akliyye)
düşüncenin dış dünyadaki nesnelere uygunluğunu ifade eder. Nitekim aynı mantıkî anlayışla hak terimi de "bir önermede hükmün gerçekle örtüşmesi" şeklinde tarif edilmiştir (et-Ta'rî/ât "el-hakk" md.). Genellikle bir şey hakkında sorulan "nedir?" sorusunun cevabı o şeyin hakikatini ve dolayısıyla tanımını ifade eder (İhvân-ı Safa, 1, 262). Kindî. her tanımlananın hakikatinin tanımda bulunduğunu belirtir. Çünkü bir tanımda tanımlananın hem sureti hem unsuru hem de illeti mevcuttur {Resâ% I, 26. 31).
İslâm felsefe tarihinde hakikat daha ziyade ontolojik bir kavram olarak ele alınmıştır. Bu açıdan Fârâbî "şeyin haki-katfni "bir şeyin kendine Özgü varlığı" diye açıklar. Benzer bir yaklaşım, hakikat konusuna ilk defa metafiziğinde önemli bir yer veren İbn Sina'da da görülür. Ona göre her şeyin bir hakikati vardır ve o şey bu hakikatle kendi kendisi olur. Bu anlamda hakikat filozofun "özel varlık" (el-vücûdü'l-hâs) diye adlandırdığı ve "somut varlık" İle (el-vücûdiTI-isbâtf) karıştırılmaması hususunda uyanda bulunduğu şeydir [eş-Şifâ', s. 31). İbn Sina'nın diğer bir açıklamasına göre hakikat, her bir varlığın kendisi için gerekli olan ve ona belli bir gerçeklik değeri kazandıran özelliğidir {en-Necât, s. 505). Hakikati olmayanın ne dış dünyada ne de zihinde herhangi bir gerçekliğinden söz edilebilir. Meselâ bir üçgen tasavvuru çizgi (kenar) ve yüzeyden oluşan özel şekli düşündürür; böylece bu iki unsurla zihinde üçgenin hakikati gerçekleşir. Zira çizgi ve yüzey üçgenin maddî ve formel illetleridir. Zihinde tasarlanan bir şeyin dış dünyada gerçekleşmesi için ayrıca fail ve gâî illetlere ihtiyaç vardır. İbn Sînâ'mn idealist anlayışına göre hakikat zihinde hâsı! olan ve kavranabilen gerçeklik, vücut ise ona sonradan katılan bu gerçekliğin zihin dışında sabit olan varlığıdır {eş-Şifâ\ s. 31;a.mlf., et-İsârât ue't-tenbîhât, s. 105). Bu açıdan bakıldığında Tanrı ve diğer varlıkların biri kendilerinde ve kendi varlıklarına özgü olan (vûcûdf). diğeri de bizim zihnimizde tasavvur ettiğimiz ve bu anlamıyla bizim zihnimizde bulunan (zihni) olmak üzere iki türlü hakikatinden söz etmek mümkündür (İbn Sînâ, el-Mübâ-hasat, s. 157-158).
Cürcânî İbn Sînâ çizgisinden giderek bir şeyin hakikatini "o şeyi kendisi yapan" şeklinde tarif etmiştir {et-Ta'rîfât, "hakîkatü'ş-şey*" md.). Buna göre hakikat şeyin kendisi sayesinde var olduğu
HAKİKAT
cevheri, mutlak kavranabilirliğin kendisinden kaynaklanan tabiatıdır. Cürcânî*-nin açıklamalarına göre, "Bu nedir?" sorusunun cevabı o şeyin mahiyetini, dış dünyada varlık kazanmış olması hakikatini, bazı gerekli ilintilere sahip bulunması zatını, diğer varlıklardan ayıran özellikler taşıması da hüviyetini belirler [a.g.e., "el-mâhiyye" md).
Fârâbî ve İbn Sînâ geleneğini sürdüren İslâm filozofları Allah hakkında zât ve sıfat, mâhiyet ve vücûd veya hakikat ve vücûd gibi iki ayrı realiteden söz edilemeyeceği. Allah'ın zâtı dışında ezelî ve ebedî hakikatler olarak sıfatlar kabul etmenin O'nun her yönden birliği, basitliği (mürekkeb varlık olmayışı) ve benzersizliği gerçeğine aykırı düşeceği, bu sebeple Allah'ın yalnızca zâtının hakikat kabul edilmesi, sıfatlara ise hakiki ve zorunlu birer varlık olarak bakılmaması, O'nun sadece selbî sıfatlarla nitelendirilmesi, sübûtî sıfatların hakikat sayılmayıp bunlarla ilgili lafızların aynı zâtın hakikatini ifade edecek şekilde yorumlanıp te'vil edilmesi gerektiği görüşünü savunmuşlardır (meselâ bk. Fârâbî, el-Medînetü'l-fâida, s. 30 vd.; a.mlf., ıUyûnü'l-mesâ% s. 66; İbn Sînâ, 'üyünü'l-hikme, s. 57-59; a.mlf., el-lşârât ue't-tenbîhât, s. 109-110). Başta Selefîler olmak üzere Ehl-İ sünnet âlimleri bu düşüncelerden sıfatların inkâr edildiği sonucunu çıkararak filozofları şiddetle eleştirmişlerdir. GazzâlTye göre Allah hem zâtı hem de sıfatlan itibariyle zorunlu varlıktır. Mâhiyetsiz ve hakikatsiz bir varlık düşünülemez; mâhiyet yok olunca hakikat, hakikat yok olunca da zât ortadan kalkar (Tehâfütü'l-felâ-şife, s. 148-149). Bu sebeple Allah'ın varlığı ve zâtı gibi mâhiyeti ve sıfatlan da hakikattir. Onun hem zâtı hem sıfatlan bir illetin eseri olmaksızın vardır ve ezelden ebede varlığını sürdürür. Çünkü akıl. var olması için herhangi bir illete muhtaç olmayan bir kadîmin varlığını düşünebildiği gibi hem zâtı hem de sıfatları itibariyle var olması için illete ihtiyacı olmayan kadîm bir mevsufu kabul etmeye de elverişlidir (a.g.e., s. 130-131).
Sıfatları hakikat saymayan görüşleri dolayısıyla filozoflara ağır eleştiriler yöneltenlerden biri de Takıyyüddin İbn Tey-miyye'dir. İbn Teymiyye esmâ-i hüsnânın Allah için hakikat olduğunu, sadece Bâtınî Karmatîler'le filozofların bu gerçeği inkâr ettiklerini, buna gerekçe olarak da sıfatların hakikat sayılması halinde Allah ile insan arasında benzerlik doğacağını
177
HAKİKAT
ileri sürdüklerini belirtir. İbn Teymiyye'ye göre bu tür kaygılar bütünüyle temelden yoksundur. Çünkü Allah ve insan iki ayrı gerçek varlık ve iki farklı zâttır. Böyle olunca Allah'ın zâtı gibi sıfatlan da O'nun kendine özgü hakikatlerdir. Aynı durum insan için de geçerlidir. Bu anlamda Allah'ın arşa istivası dahi te'vil yoluna sapılmadan hakikat olarak kabul edilmelidir. Yine ona göre hakikat neyi ifade etmek için konulmuşsa onun için kullanılan lafızdır; ayrıca bir lafız hangi mâna için konulmuşsa ve hangi mâna için kullanılıyorsa o mânaya da hakikat denir. Buna göre ilim ve vücûd lafızları gibi istiva lafzı da halikın istivası ve mahlûkun istivası olarak farklı anlamlara gelir ve her iki konumda da ayrı hakikatleri ifade eder. Şu halde Allah'ın sıfatlarını mecaz olarak değerlendirmek büyük bir cahilliktir [Mecmû'u fetâuâ, V. 194-197).
Klasik kelâm kitaplarında bilgi problemi işlenirken başlıca üç sofist akım (sûfis-tâiyye) tarafından ileri sürülen eşyanın hiçbir hakikat değeri taşımadığı veya ta-şısa bile bunun bilinemeyeceği veya her şeyin ferdî kanaatlere göre değişen farklı hakikatlere sahip olduğu, böylece sabit hakikatlerin bulunmadığı şeklindeki görüşler kesin olarak reddedilmiş; eşyanın objektif hakikatlere sahip olduğu, bir şeyin zihindeki bilgisiyle objenin hakikati arasında tam bir uygunluk bulunduğu genel bir ilke olarak benimsenmiş ve bu ilke, "Eşyanın hakikatleri sabittir" şeklindeki kategorik hükümle ifade edilmiştir. Bu münasebetle bilgi yanlışlarının varlığı kabul edilmekle birlikte bunların objektif hakikatin yokluğundan, izafîliğinden veya kavranamaz olmasından, dolayısıyla bilginin imkânsızlığından değil duyu ve algı yanılmaları veya bilgi araçlarının eksik ve kusurlu olması gibi ânzî sebeplerden kaynaklandığı da belirtilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb el-İsfahânî. ei-Müfredât, "hkk" md.; Lİ-sânü'l-'Arab, "hkk" md; et-Ta'rîfât, "el-hakk", "el-hakika". "hakikatli'ş-şey"', "el-mâhiyye" md.leri; Ebü'l-Bekâ, el-Küttiyyât, s. 361-364; Tehânevi, Keşşaf, I, 330-334; Cemîl Salîbâ, el-Mu'cemü'l-felsefî, "hakikat" md.; Müsned, V, 317; VI, 441-442; Buhârî. "îmân", 1, 9; Ebû Dâ-vûd, "Sünnet", 16; Kindi, Resâ% Kahire 1978, !, 26, 31; Fârâbî. el-Medtnetü't-fâiıla (nşr. A. N. Nader), Beyrut 1986, s. 30 vd.; a.mlf.. cUyû-nû't-mesâ'il [el-Mecmû.' içinde], Kahire 1325/ 1907, s. 66; İbn Sînâ, en-Mecât (nşr. M. Taki Dânışpejûh], Tahran 1364 hş., s. 505; a.mlf., eş-Şifâ1 el-İlâhiyyât (1), s. 31-32, 292; a.mlf., el-Mübâbaşât, Kum 1413, s. 157-158; a.mlf., '(Jyûnû'l-hikme {nşr Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1980, s. 57-59; a.mlf.. el-tşârât ue't-ten-
Dostları ilə paylaş: |