Mekkî, I, 157-158; Zerkeşî, II, 54; III, 393; İbn Nüceym, s



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə9/29
tarix27.12.2018
ölçüsü1,21 Mb.
#86771
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   29

178


blhât. Tahran 1339, s. 105, 109-110; İhvân-i Safa. Resa% Beyrut 1957, I, 262; Bağdadî. üşûlü'd-dîn, s. 6-7; Zevzenî. Şertıu'l-Mu'al-lakât, Beyrut, ts. (Mektebetii Dâri'l-Beyân). s. 208; Gazzâlî, Tehâfütü't-felâsife, Beyrut 1990, s. 130-131, 148-149; İbnü'l-Esîr, en-Mihâye, Ka­hire, ts. (Matbaatü'l-Hayriyye), I, 278; İbn Tey-miyye. Mecmû'u fetâuâ, V, 194-197; Teftâzânî. Şerhu't-'Akâ'id (nşr Ahmed Hicâzî es-Sekkâ), Kahire 1408/1988, s. 13; Adudüddin el-îcî. el-Meuâkıf, Kahire, ts. (Mektebetü'l-Mütenebbî), s. 59; L. Gardet, "Hakika", H* (Fr). IH. 77-78.

ffil Mustafa Çağrıcı

D TASAVVUF. Tasavvufta hakikat te­rimi "zahirin ardındaki örtülü ve gizli mâna, dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara âşinâ olunması" gibi anlamlar ifade eder. İlk sûfîler haki­kat terimini daha çok "ilâhî gerçeklere ve sırlara âşinâ olmak, Hakk'ın tecellileri­ni temaşa etmek" anlamında kullanmış­lardır. Sözle anlatılamayacağı görüşün­den hareketle bazan bu terimi tarif et­meden kullanan sûfîler, daha ziyade alâmet ve vasıflarını belirterek hakikatin ne olduğu konusunda bir fikir vermeye çalışmışlardır. Ma'rûf-i Kerhî, "Tasavvuf hakikatleri almak, halkın elinde olan şey­lere göz dikmemektir" (Kuşeyrî. s. 128) şeklindeki ilk tasavvuf tarifiyle dini sade­ce şekil ve merasimden ibaret görme­mek gerektiğini, şekil ve merasim yönü­nün yanı sıra ondan daha Önemli olan anlamına ve özüne değer vermek icap ettiğini anlatmak istemiştir. Bu ise dinî hükümlerin maksat ve hikmetine uygun biçimde yorumlanması, eksiksiz uygu­lanması ve yaşanması anlamına gelir. Serrâc hakikati, "kalbin sürekli iman et­tiği varlığın huzurunda bulunması {tema­şa}" diye tarif ettikten sonra Cüneyd-i Bağdadînin, "Hakikati hatırlıyor, sonra şunu şunu terkediyorum" dediğini anla­tır {el-Lüma1, s. 286, 413). Şu halde Cü-neyd'e göre hatırlanan, fakat anlatıla­mayan hakikat insanı mâsivâdan uzak­laştırır. Serî es-Sakatî'ye ehl-i hakikatin (ehl-i bâtın, muhakkik, ehl-i tahkik |ha-kikate âşinâ olan ve onu yaşayan kim­seler]) durumu sorulunca, "Onlar hasta gibi yer, suya batan kişi gibi uyurlar" (a.g.e., s. 286) diyerek hakikati bilenleri tarif etme yerine onların halini tasvir et­miştir.

Hakikatin alâmeti zıt iki şey olarak da gösterilmiştir. Meselâ bir sûfî, "Hakikat ehlinin alâmeti belâ içinde olmasıdır" derken bir diğeri, "Ondan belâ halinin or­tadan kalkmasıdır" demiştir {a.g.e., ay.).

Bu ise hakikatin makama veya sâlike gö­re değişik şekillerde tezahür edebileceği anlamına gelir.

Bazı sûfîler hakikati sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bunlardan Ebû Ca'fer es-Saydelânî ilme (şeriat) tâbi olan hakikat, İlmin kendisine uyduğu hakikat, ilimden taşan hakikat (şatah) şeklinde bir sınıf­landırma yaparken şer*î ölçüleri aşan ba­zı hakikatlerin bulunduğuna işaret et­mek istemiştir. Şibtî ilim lisanı, hakikat lisanı ve hak lisanı olmak üzere üç dilden bahsetmiş, ilim dilinin dolaylı şekilde bil­gi verdiğini, hakikat dilinin ise Allah'ın sâliki vasıtasız olarak ilâhî sırlara ulaştır­ması anlamına geldiğini, hak dili için de herhangi bir yolun bulunmadığını söyle­miştir {a.g.e., s. 286-287). Bu tarifler­den, hakikat ile şeriatın bazan birbirinin aynı, bazan birbirinden farklı, ancak biri ötekine zıt düşmeyen kavramlar olduğu anlaşılmaktadır. Kuşeyrî'ye göre hakika­tin doğrulamadığı hiçbir şeriat makbul olmadığı gibi şeriatla bağlı olmayan hiç­bir hakikat de muteber değildir. Allah'ın emriyle farz olması bakımından her şe­riat hakikat olduğu gibi Hakk'ın emriyle farz olduğu için her hakikat şeriattır (er-Risâte.s- 177).

Hemen bütün sûfîler şeriatla hakika­tin farklı şeyler olduğunu, ancak hakika­tin ilmi ve şeriatı içermesi gerektiğini söylemişlerdir. Hücvîrî, zahir ulemâsı ile mülhidlerin şeriatla hakikat arasında fark görmediklerini ve bu suretle her İki­sinin de hata ettiğini söyler. Ona göre iman konusunda ikrar şeriat, tasdik ise hakikattir. Farklı şeyler olan ikrar ile tas­dik birbirini tamamlar; ikrarsız tasdik, tasdiksiz iman muteber değildir. Hücvîrî ayrıca Hz. Âdem'den kıyamete kadar de­ğişmeden kalan ezelî-ebedî dinî bilgilere hakikat, değişmesi caiz olan zahirî hü­kümlere şeriat dendiğini de söyler {Keş-fû'l-mahcûb, s. 494). Herevî ise şeriatla hakikatin birbirinden farklı, bazı hallerde en azından görünüş itibariyle birbirini tutmayan şeyler olduğunu göstermek için Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Hızır'ın gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi ve duvarı düzeltmesi olaylarını örnek gös­terir (el-Kehf 18/65-67). Ona göre Hz. Musa'nın bildikleri şeriat, Hızır'ın bildik­leri hakikattir (ilm-i ledün). Nitekim Cü-neyd de, "Hakikat ledün (tasavvuf) ilmi­dir" demiştir {Şad Meydân, s. 60)- Here-vî"ye göre hakikatin bilinmesi ilm-i haki­kat, görülmesi ayn-i hakikat, yaşanması hakk-ı hakikattir. Hakk-ı hakikat haki­katte fâni olmaktır (Tabakât, s. 198). İb-

nü'l-Arabî hakikati "Hakk'in, kulun sıfat-lannı alıp ona kendi sıfatlarını vermesi (fena hali) olarak tarif etmiştir {el-Fütû­hât, II, 740-742). Bazılarına göre hakzât-ı ilâhî, hakikat O'nun sıfatlarıdır {bk. Te-hânevî, I, 305).

Hakikatle şeriat arasında fark bulun­duğunu, bazan bu farkın birbirine aykırı bir konuma geldiğini gören bir kısım sû-fîler giderek hakikate daha fazla önem vermişler, böylece şeriatı ihmal veya ter-ketme, bazı hallerde de hafife alma so­nucuna ulaşmışlardır. Tasavvufun doğuş döneminde bile bu görüşte olan bazı sû-fflerin bulunduğu, şeriata bağlı sûfîlerin onlara gösterdikleri sert tepkilerden an­laşılmaktadır. Hakikat ilmi olan tasav­vufla şeriat ilminin birbirine aykırı oldu­ğu görüşünde oian Ebû Bekir ez-Zek-kâk'ın, "Şeriata aykırı her hakikat küfür­dür" şeklindeki ilâhî bir hitapla uyarılma­sı (Serrâc. s. 286) bazan gerçek sûfîierin bile bu aykırılığı düşündüklerini göster­mektedir.

Şeriat-hakikat İlişkisinden bahseden sûfîler daha sonraki dönemlerde bu iliş­kiye bir de "tarikat" kavramını eklemiş­lerdir. Necmeddîn-i Kübrâ şeriatı gemi­ye, tarikatı denize, hakikati inciye benze­tir. Mevlânâ'ya göre şeriat bir meşale, tarikat bu meşale ile yol aima, hakikat ise maksada ulaşmadır. Şeriat bakırı al­tın yapmaya yarayan simya İlmi, tarikat bu bilginin kullanılması, hakikat altının elde edilmesidir. Bazan şeriat ağaca, ta­rikat çiçeğe, hakikat meyveye benzeti­lir. Hz. Peygamber'in sözleri şeriat, fiille­ri tarikat, halleri hakikattir. Daha sonra bu üç kavrama bir de "marifet" eklene­rek dörtlü bir sınıflandırma yapılmış, bu kavramlar bazan şeriat-tarikat-mârifet-hakikat, bazan da şeriat-tarikat-haki-kat-mârifet şeklinde sıralanmıştır. Haki­kat bir erme hali olarak görülürse mari­fetten üstündür. Fakat marifet erme ha­li neticesinde hâsıl olan bilgi olarak dü­şünülürse hakikatten sonra gelir. Çok defa hakikatle marifet bir sayılır. Yûnus'-ta görülen şeriat-tarikat-hakikat-mâ-rifet şeklindeki sıralama Necmeddîn-i Dâye'de şeriat -marifet - tarikat - hakikat şeklindedir (Mirşâdü'l-Hbâd, s. 161). Bek-taşîlik'te ise sıralama şeriat- tarikat-mârifet - hakikat tarzında yapılır. Bek­taşîlikteki dört kapı, kırk makam anla­yışı da buna dayanır (Ahmed Rifat, s. 207-210).

Herevî, Menâzilü 's-sâ'irîn'ûe on adet tasavvufi" kavramı (mükâşefe. müşahe­de, muayene, hayat, kabz, bast, sekr, sahr,

ittisal, infisâl) "hakikatler" başlığı altın­da incelemiştir (s. 192 vd).

Tasavvufta "hakikatü'l-hakâik" deni­lince bütün hakikatleri kendisinde topla­yan Cenâb-ı Hakk'ın zât-ı ahadiyyeti kas­tedilir. Buna "hazret-i cem"1 ve "hazret-i vücûd" da denilir. İbnü'l-Arabî buna "he-yûlâ, ilk madde, külîî hakikat, cinslerin cinsi, amâ" gibi isimlerin de verildiğini söyler [el-Fütûhât, II, 433). "İnsân-ı kâ­mil" de (merd-i mutlak) denilen hakikatü'l-hakâikin ihtiva ettiği hakikatlere "ilk ha­kikatler" (hakâiku'1-üvel) ve "yüksek cins­ler" (el-ecnâsü'l-âliye) adı da verilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:

et-Tacrîfât. "hakikat" md.; Tehânevî. Keşşaf, 1, 305, 330-336; Serrâc. el-Lüma* {nşr. R. A. Nİcholson), Leîden 1914, s. 286-287, 336-337, 413; Kuşeyrî, er-Risâle (Uludağ), s. 128, 177; Hücvîrî. Keşfü'l-mahcüb (Uludağ), s. 494; He­revî, Menâzii(Revân), s. 192-211;a.mlf., Taba­klat, s. 198, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., $ad Mey­dân, Tahran 1368, s. 60; Ebû Mansûr el-Abbâ-dî, Şûfinâme (nşr. Culâm Hüseyn-i Yûsufî). Tah­ran 1347 hş., s. 214; Attâr, Tezkiretü'l-eutiyâ3, Tahran 1370 hş., I, 127, 171; II, 73, 185; Baklî. Meşrebü'l-ervâh, s. 151, 277; a.mlf., Şerh-i Şathiyyât, s. 559; İbnü'l-Arabî. el-Fütûhât, II, 433, 562, 740-742; a.mlf.. Fuşûş (Afîfî). II, 740-742; Necmeddîn-i Dâye. Mİrşâdü'i-'ibâd (nşr. M. Emîn Rîyâhî), Tahran 1366 hş., s. 161-225; Mevlânâ. Meğnevî, Tahran 1370 hş., s. 820; Azîz Nesefî, Kitâbü'l-Insânİ'i-kâmtl, Tah­ran 1362 hş., s. 365, 424; Saîdüddin Saîd Fer-gânî, Meşâriku'd-derân (nşr. Seyyid Celâled-din Âştiyânî], Tahran 1357 hş., s. 722; İbn Kay-yim el-Cevziyye, Medâricü's-sâlikîn, Beyrut 1403/1983, III, 155; İbnü'l-Hatîb. Raozatü't-ta'rîf (nşr. Muhammed el-Kettânî), Beyrut 1970, I, 263; Haydar el-Âmûlî, Câmi'u'l-esrâr, Tahran 1365 hş., s. 342-379; Tâceddin Hüseyin b. Hasan e!-Hârizmî, Şertı-i Fuşûşü'l-hikem (nşr. Necîb Mâyil-i Herevî), Tahran 1364, s. 884; Ahmed Rifat, Mir'âtü'l-makasıd, İstanbul 1293, s. 207-210; Ebü'l-Alâ el-Afifi, et-Taşau-uuf: şevretün rûhiyye fl'l-İslâm, Kahire 1963, s. 16, 119-141; e(-Mu'cemü"ş-?û/î, s. 353-356; R. S. Bhatnagar, Dimension of Classical Suft Thought, Delhi 1984, s. 20-141;Süleyman Ulu­dağ, Tasavvuf Terimlen Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 201; D. B. Macdonald "Hakikat", İA, V/l, s. 100-101; LGardet. "Hakika". £F(Ing.), IH, 75-76.

Mİ Mehmet Demirci P HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYYE ~"

Hz. Peygamber'in manevî şahsiyetini ifade etmek için

kullanılan tasavvuf terimi.

L J

Hakîkat-i Muhammediyye fikrine ilk olarak Sehl b. Abdullah et-Tüsterîde (ö. 283/896} rastlanır. Tüsterî, Allah'ın ilk defa Hz. Muhammed'i kendi nurundan



HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYYE

yarattığını ileri sürmüş {Tefsîrü'l-Kur'â-niVazlm, s. 15, 62), ancak hakîkat-i Mu­hammediyye kavramından açıkça söz et­memiş ve bunun bir yaratma sebebi ol­duğunu söylememişti. Tüsterî'nin daha çok "adi" ve "el-hak mahlûkun bih" (ya­ratma aracı olan hak) adını verdiği bu kavram üzerinde daha sonra Hallâc-ı Mansûr Kitâbü't-Tavâsîn'in Tâsînü's-sirâc" bölümünde durmuştur. Aynülku-dât el-Hemedânî Temhîdât'ta, Rûzbi-hân-ı Baklî Şerb-i Şathiyyât'ta çok gü­zel ifadelerle tasvir ettikleri kavramı Mu­hammed Kemâl İbrahim, İbrahim b. Edhem'e ve Süfyân es-SevrVye kadar gö­türmüştür {Mine't-türâşi'ş-şûfı, s. 313-314). Hakîkat-i Muhammediyye görüşü en güzel biçimde Muhyiddin İbnü'l-Arabî ve Abdülkerîm el-Cîlî tarafından açıklan­mış, Fuşûşü '!-hikem'e şerh yazanlar da bu konu üzerinde önemle durmuşlardır.

"Vücûd-ı mutlak"ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) hakîkat-i Mu­hammediyye adı verilir. Hakîkat-i Mu­hammediyye, vücûd-ı mutlakın ahadiy-yetini vâhidiyyete dönüştürmek suretiy­le taayyüne başlamasıdır. Vücûd-ı mut­lak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcudat açı­sından bakıldığında ise gerçek yaratma (halk) fiili, vücûd-ı mutlakın hakîkat-i Mu­hammediyye mertebesine tenezzülün­den sonra olmuş ve her şey ondan yara­tılmıştır. Bu durumda hakîkat-i Muham­mediyye zât-ı mutlakın lâ taayyün mer­tebesinden, yani kendi zâtındaki istiğrak halinden kendindeki özellikleri bilme mertebesine tenezzülünü ifade eder. Vücûd-ı mutlakın kendisindeki isim ve sıfatları mücmelen bildiği bu mertebede isim ve sıfatlar zâtının aynı olduğundan bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibaret­tir. Hakîkat-i Muhammediyye mertebe­sinin üzerinde lâ taayyün (ahadiyyet) mer­tebesinden başka hiçbir şey yoktur. Lâ taayyünün taayyün suretiyle zuhur ettiği ilk tenezzül mertebesi olan bu mertebe lâ taayyünün zahiri, lâ taayyün ise ha­kîkat-i Muhammediyye'nin bâtınıdır. Do­layısıyla lâ taayyün ve hakîkat-i Muham­mediyye aynı hakikatin ön ve arka yüzleri olmaktadır. Ehl-i keşf. hakîkat-i Muham­mediyye mertebesini ifade edebilmek için ulûhiyyet, lâhût, vâhidiyyet, vahdet-i sırf, vahdet-i hakîkî, âlem-i vahdet, el-hak mahlûkun bih, ahadiyyetü'1-cem', levh-i mahfuz. ümmü'I-kitâb. levh-i ka­za, asl-ı âlem, adi, berzah, velâyet-i mut­laka, felek-i sâbitât, tecellî-i evvel, mah-

179


HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYYE

lûk-ı evvel, zıllullah, ikâb, vücûd-ı evvel, madde-i evvel, akl-ı kül, nûr-ı Muham­medi. hakîkat-1 âdem, insân-ı ezelî, mer-tebe-i insân-ı kâmil, halife, ebü'l-ervâh, rûhü'1-kuds, rûh-i a'zam, arşullah, kalem, kitap, akl-ı evvel, kâbe kavseyn, medîne-tü'1-fâzıla gibi terimler kullanmışlardır (Kılıç, s. 226-227). İbnül-Arabî, bütün bu terimlerin aynı hakikati çeşitli yönle­riyle ifade ettiğini söyler.

Hz. Peygamber'in altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah'tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yara­tıklar bu hakikatten ve onun için halke-dilmiştir. Âlemin var olma sebebi, mad­desi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, "Sen olmasaydın ben kâi­natı yaratmazdım" (levlâke...) (Aclûnî, II, 164; Hâkim. el-Müstedrek, II, 615) ifade­siyle bu husus anlatılır. İlk ilâhi tecelli ol­ması sebebiyle "taayyün-i evvel", sevgi tarzında tecelli olması dolayısıyla "taay-yün-İ hubbî" adı da verilen nûr-ı Muham­medi zuhur ettikten sonra her şey on­dan ve onun İçin yaratılmıştır. Resûl-i Ekrem'in ruhu ve nuru bütün insanlar­dan, peygamberlerden, hatta melekler­den önce var olduğundan Peygamber in­sanlığın manevî babasıdır. Hz. Âdem in­sanların maddeten babası (ebü'l-beşer). Hz. Peygamber ruhların babasıdır (ebü'l-ervâh). "Allah ilk defa benim nurumu ya­rattı"; "Âdem toprakla su arasında iken ben peygamber idim" (Tirmizî, "Menâ-kib", 1; Müsned, IV, 66; V, 379; Aclûnî, I, 265; Abdülkerîm el-Cîlî, II. 37) mealin­deki hadislerle bu hususa işaret edilmiş­tir. Hz. Âdem'de tecelli edip daha sonra öbür peygamberlere intikal eden, Hz. Muhammed beden olarak dünyaya ge­lince ona intikal edip onda karar kılan nur ölümünden sonra da devam etmek­te ve kâinat varlığını sürdürebilmekte­dir. Bu nur ölümsüz ve ebedî olduğun­dan mutasavvıflar Hz. Peygamber için "öldü" ifadesini kullanmazlar.

İbnü'l-Arabî, hakîkat-i Muhammediy-ye'yi vücûd-ı mutlakın yaratılış sahasın­daki ilk ve en mükemmel mazharı (meclâ) olarak görür. Onun her isminin bir mazharı vardır. En kapsamlı isim olan ve bundan dolayı İsm-i a'zam denilen Allah isminin mazharı hakîkat-i Muhamme-diyye'dir. Vücûd-ı mutlak en yüksek sevi­yede ve bu mazharda tecelli ettiğinden ona "insân-ı kâmil" de denir. İbnü'1-Ara-

180

bî*ye göre hakîkat-i Muhammediyye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zahir olan ilâhî tecellinin ilk mertebesidir. O, "heba" adı da verilen hakîkatü'I-hakikatten vü­cuda gelmiştir. Hak ve halkın bütün mâ­kul (aklî) mahiyetlerini özünde toplamış olan hakîkatü'l-hakâik hakîkat-i Muham-mediyye'nin maddesi, hakîkat-i Muham­mediyye de onun suretidir. Hakîkatü'l-hakâik var veya yok, ezelî ve hadis şek­linde nitelenmediği halde hakîkat-i Mu­hammediyye var ve ezelî diye nitelendiri­lir. Diğer taraftan İbnü'l-Arabî, insanla il­gisini dikkate alarak hakîkat-i Muham-mediyye'ye insân-ı kâmil adını verir. Çün­kü insân-ı kâmil varlığın bütün hakikat­lerini kendinde toplar ve bu özelliğiyle Allah isminin mazhandır. Bilgi ve ilham bakımından ele alınınca hakîkat-i Mu­hammediyye bütün peygamberlerin ve velîlerin ledünnî ve bâtınî bilgileri al­dıkları kaynaktır. Aynı zamanda bu haki­kat Hak'tan gelen feyzin halka ulaşma­sında aracı olur (Fuşûş,s. 19, 63; el-Fütû-hât, I, 118). Abdülkerîm el-Cîlî, Allah'ın en mükemmel şekilde yarattığı Hz. Mu-hammed'i cemal ve celâl sıfatlarına maz-har kıldığını, cennetle cehennemin onun iki veçhesi olduğunu söyler {et-lnsânü'l-kâmii, II, 29-48). Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hakîkat-i Muhammediyye'yi an­lattıktan sonra Hz. Peygamber'in Cebrail karşısındaki büyüklüğünü ifade etmek için. "Ahmed eğer o ulu kanadını açsaydı Cebrail ebede kadar dehşet içinde kalır­dı" der (Meşneuf, IV, 817). "Sen olmasay­dın ben kâinatı yaratmazdım"; "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bunun için âlemi yarattım" gibi tasavvuf edebi­yatının temelini oluşturan cümleler hakî­kat-i Muhammediyye'nin özlü ifadele­ridir. Hakîkat-i Muhammediyye fikri, ya­ratılışı sevgi ve aşk unsuruna bağladığı için tasavvuf edebiyatının gelişmesine önemli katkılar sağlamış ve birçok şaire ilham kaynağı olmuştur (bk. Eraydın, s. 131-143).



Zahir ulemâsı, özellikle hadis âlimleri ve Hanbelîler, Hz. Peygamber'in bu şekil­de anlaşılmasının onu ilâhlaştırmak an­lamına geleceğini söyleyerek bu İnancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki üm­metlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştükleri­ni iddia etmişlerdir. Hakîkat-i Muham­mediyye fikrinin Yeni Eflâtunculuk'ta-ki "logos" veya İskenderiyeli Aziz Cle-mens'in(ö. 215) peygamberlik konusun-

daki görüşleriyle ilgili olduğu, bunun ön­ce Şiî muhitine, oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülmüştür.

BİBLİYOGRAFYA :

et-Ta'n/at, "el-Hakikatü'l-Muhammediyye" md.; Seni et-Tüsterî. Tefsîrü'l-Kur>âni'l-'a?îm, Kahire 1908, s. 15, 62; Hallâc-ı Mansûr, Kitâ-bü't-Tauâsİn (nşr. L. Massignon), Paris 1913, s. 191-194; Baklî. Şerh-İŞathiyyât,\V, 257-264; Aynülkudât e!-Hemedânî, Temhidât (nşr Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 180, 248, 348; İbnü'l-Arabî, el-Futûhât, I, 118, 186; II, 87; III, 444; a.mlf.. Fuşûş (Afîfî), s. 19, 37, 63, 363; a.mlf.. An/câ'ü muğrib {Resâttü İbn 'Arabi içinde). Kahire, ts. {el-Bâbî el-Halebî). s. 40-43; Mevlâ-nâ. Mesnevi, Tahran 1370, IV, 817; Saîdüddin Saîd Fergânî, Meşâriku'd-derârî, Tahran 1398, s. 489, 545, 607; Azîz Nesefî. Kitâbü'l-lnsâni't-kâmil(nşT. M. Mole"), Tahran 1983, s. 398; Hay­dar Gl-Âmülî, Câmlcu'l-esrâr (trc. Cevâd Tabata-bâî), Tahran 1368 hş., s. 384; Abdülkerîm el-Cî­lî. et-lnsânü't-kâmil, Kahire 1326, II, 29-48; Tâ-ceddîn-i Hârizmî, Şerhu Fuşûşi'l-hikem (nşr. Necîb Mâyil-i Herevî), Tahran 1364, s. 716; İs-mâil Hakkı Bursevî, el-Es'ile ve'l-ecvibe, Süley-maniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1521/2, vr. 45; İb­rahim Hakkı Erzurûmî, Mârifetnâme, İstanbul 1310, s. 303; Ahmed b. İsmail el-Berzencî, Ri-sâtetü't-tahkİkâti'l-Ahmediyye fi himâyeti'l-hakikati'l-Muhammediyye, Kahire 1326; İs­mail Fennî [Ertuğrul], Vahdet-i uücûd ve Muh-yıddin-i Arabi, İstanbul 1929, s. 16; Ma'sûm Ali Şah, Tarâ'ik, I, 77, 78; Ebü'l-Alâ Afifi, et-Ta-şavvuf: şevretün rûhiyye ft'l-lslâm, Kahire 1963, s. 10, 309; a.mlf., "Nazariyyâtü'1-İslâ-miyyfn fi'1-kelime", Mecelletû KüUiyeti'l-âdâb. Câmi'atü Fu'âdi'l-euoel, Kahire 1943, s. 33-75; R. A. Nicholson, Fi't-Taşavvufı'l-lslâmî (trc. Ebü'I-Alâ Afîfî), Kahire 1969, s. 127; M. Musta­fa Hilmî. el-Hayâtü'r-rûhiyye fı'l-lstâm. Kahire 1971, s. 116-121; M. Kemâl İbrahim. Mlne't-tü-râşCş-şûp, Kahire 1974, s. 313-314; e/-Mı/ce-mü'ş-şû/î, s. 347; Şeybî. eş-ŞUa, I, 478-485; Ahmet Avni Konuk. Fusûsü'l-hikem Tercüme oe Şerhi |haz. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın), İstanbul 1987,1, 11-13; Seyyid Sâdık-ı Gûherîn. Şerh-i Iştılâhât-ı Tasavvuf, Tahran 1368, IV, 257-264; Seyyid Celâleddin Âştiyânî. Şerh-t Mu-kaddime-İ Kayseri, Tahran 1370, s. 219, 222, 685, 794; Mahmut Erol Kılıç, Muhyİddtn Ib-nü'l-Arabî'de Varlık ve Mertebeleri (doktora tezi, 1996), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 226-236; U. Rubin, "Pre-Extstence and Light: Aspects of The Concept of Nur Muhammad", /OS, V (1975), s. 62-119; a.mlf.. "NûrMuham-madl", El2 (İng.), VIII, 125; Mehmet Demirci, "Nûr-ı Muhammedi", DÜİFD, I (1983), s. 239-258; Selçuk Eraydın, "Hakîkat-ı Muhamme­diyye ve İlgili Beyitler", Diyanet Dergisi, XXV/4, Ankara 1989, s. 131-143; A. Schimmel, "Nûr Muhammad", ER, XI, 23-26.

İM Mehmet Demirci

HAKİM ^


(bk. HİKMET).

L _1


HAKÎM

Allah'ın isimlerinden

(esmâ-i hüsnâ) biri.

Sözlükte "iyileştirmek amacıyla me­netmek, düzeltmek, hükmetmek" anla­mına gelen hükm masdanndan sıfat olup "hüküm ve hikmet sahibi" demek­tir. Sözlük açısından hikmete verilebile­cek çeşitli mânalara paralel olarak hakî-min anlamı da zenginleşmektedir (bk. HİKMET). Kelimenin kökünde bulunan temel mânadan hareketle hakîmi "ken­disini gerçek dışı bilgilerden ve nefsanî arzulardan alıkoyan, düşünce istikame­tine ve davranış selâmetine sahip bulu­nan kimse" diye tanımlamak mümkün­dür (Ebü'l-Bekâ, s. 380; İbnü'l-Cevzî, s. 260-261). Kelime Allah'a nisbet edilince "bütün sözleri ve fiilleri adalete, ilme ve teenniye (hilm) uygun olan" mânasını ka­zanır (Halîl b. Ahmed, III, 66-67). Âlim­ler, zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilen hikmet­te ilim ve amelde yani fiilde erginliğin doruk noktasında bulunmayı temel an­lam olarak kabul etmişlerdir. Buna göre hakîmin bir mânası "bütün nesneleri ve olayları en üstün ilimle bilen", diğeri de "bütün tabiat nesnelerini ahenkli, sağ­lam ve sanatkârane yaratıp sürdüren" şeklinde ifade edilebilir.

Hakîm kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de doksan yedi yerde geçmektedir. Bunlar­dan beşi Kur'an'a nisbet edilmekte ve "lehinize veya aleyhinize hükmeden" ya­hut "hiçbir çelişkisi ve tutarsızlığı bulun­mayan" mânasına gelmektedir. Bir âyet­te de Kur'an'ın indirildiği "mübarek bir gece"de tesbit edilen her işin (emr) sıfatı durumundadır. Doksan bir âyetteki hakîm ismiyle on yerde geçen hikmet kelimesi Allah'a izafe edilmektedir (M. F. Ab-dülbâki, el-Mu'cem, "hkm" md.). Kur-'an'da Allah'ın ismi olarak yer alan hakîm kelimesi hiçbir âyette tek başına geçme­miş, birçok âyette "yenilmeyen yegâne galip" mânasındaki azfz ismiyle, yine bir­çok âyette "hakkıyla bilen" anlamındaki alfm ve buna yakın mânalar içeren habîr \e vâsi' ile, ayrıca "izzet, şeref ve hü­kümranlık bakımından en yüce" anla­mındaki alî. "övülmeye lâyık" demek olan hamîd ve "kullarını tövbeye sevke-den ve tövbelerini kabul eden" mânasın­daki tevvâb ile birlikte kullanılmıştır. Doksan dokuz esmâ-i hüsnâ üstesinde yer alan bu isimlerin hakîm ile beraber ve genellikle ondan önce kullanılırken

terkip halinde daima âyetlerin son keli­melerini oluşturdukları görülmektedir. Azîz isminin, daha ziyade ulûhiyyetin yü­celtilmesini gerektiren tenzîhî niteleme durumunda ve dilediğini icra eden fiilî vasıflandırmalarda, alîm ile ona yakın mânaları ifade eden isimlerin ise nesne ve olayların iç yüzüne vâkıf olmaya bağlı anlatım ve muhtevalarda tekrarlandığı, diğer yardımcı isimlerin de kategorileri­ne uygun kompozisyonlarda bulunduğu müşahede edilmektedir.

Hakîm doksan dokuz ismi ihtiva eden hadis rivayetinde yer almış (Tirmizî, "Daca-vât", 82; İbn Mâce, "Du'â3", 10), ayrıca hikmet kelimesi çeşitli hadislerde Allah'a izafe edilmiştir (bk. Wensinck, et-Mu*-cem, "hkm" md.).

Kelâm âlimleriyle esmâ-i hüsnâ sarih­leri, hakimin "ilimde ve fiilde kemal" şek­linde ifade edilebilecek temel anlamın­dan hareket etmiş, bazıları ilimdeki hik­mete, bazıları da fiildeki hikmete ağırlık vermiştir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî. tef­sirinin bir yerinde hakîm isminin yorumu için hikmeti esas almış ve bunu "bilerek hükmetmek ve her şeyi yerli yerine koy­mak" şeklinde tanımladıktan sonra hakî-mi şöyle açıklamıştır: "Allah bilmeden, gafletle veya isabetsiz bir şekilde hük­metmez; O, insanlarda görülebilen bu vasıflardan münezzeh ve beridir" {Te'uî-lâtü'l-Kufân, vr. 362b). Diğer bir âyetin tefsirinde ise hakîmin fiilî fonksiyonunu öne çıkararak şu mânayı vermiştir: "Ha­kîm hükmünde ve yönetiminde yanılma-yandır; yahut peygamber göndermek dahil bütün fiillerinde uygun olanı yapan, hiçbir hatası olmayıp daima İsabet edendir" (a.e., vr. 374a). İbn Fûrek'in be­lirttiğine göre Ebü'l-Hasan el-Eş'arî de benzer mânalara işaret etmiştir (Mücer-redü'l-makâlât, s. 48). Mâtürîdî'den et­kilendiği kabul edilen Mu'tezilî âlim Kâdî Abdülcebbâr ise hikmete "İlim ve itkân (ihkâm)" mânası vermekle birlikte hakî-me "âlim-i fasîh" (edebî ve etkili ifadeye sahip bulunan âlim) anlamını vermiş ve

HAKÎM

bu yorumunu Kur'ân-ı Kerîm'deki bir âyete (Sâd 38/20) dayandırmıştır (e/-Muğnî, V, 222). EbÛ Süleyman el-Hattâbî hakîmin fiilî yönüne ağırlık vermiş ve bu ismin mânasını "nesneleri ölçülü yara­tan, kendilerine has fonksiyonları kusur­suz bir şekilde yerine getirmelerinin yöntemini kuran" şeklinde belirlemiştir. Ona göre karınca gibi çelimsiz yaratıklar­la maymun, domuz ve ayı gibi çirkin hay­vanların yaratılış, yetenek ve fonksiyon­larında bile fevkalâde bir uyum ve sanat vardır [Şe?nü'd-duca3, s. 73-74). Gazzâlî hakîmi "varlıkların en yücesini en üstün ilimle bilen" şeklinde tanımlamış, "varlık­ların en yücesi" ile zât-ı ilâhiyyeyi. "en üstün ilim" ile de ezelî, ebedî olan ve ger­çek ilimlerle uyum halinde bulunan ilâhî ilmi kastettiğini söylemiştir. Buna göre hakîm "kendini bilen" demek olur. Gaz­zâlî hakîmin fiilî anlamına da işaret et­miştir (el-Makşadü'l-esna, s. 130). Ab-dülkerîm el-Kuşeyrî ise diğerlerinden farklı olarak hakîmin ihtiva ettiği hik­metlerden birinin Allah'ın müminleri sevmesi, onların da Allah'ı sevmeleri ol­duğunu söyler ve bunun için âyetlerden örnekler verir. Allah'ın kulunu sevmesi ona lutufta bulunması veya onu övmesi demektir. Kulun Allah'ı sevmesi de emir­lerine uyması, kalben tazim ve hürmet göstermesidir. Şu da kabul edilmelidir ki samimi sevgi her türlü menfaatten uzak olur {et-Tatyblr fı't-tezkîr, s. 65-66).


Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin