Mekkî, I, 157-158; Zerkeşî, II, 54; III, 393; İbn Nüceym, s



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə1/29
tarix27.12.2018
ölçüsü1,21 Mb.
#86771
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   29

Mekkî, I, 157-158; Zerkeşî, II, 54; III, 393; İbn Nüceym, s. 375-378). Meselâ litera­türde babanın velayet, kocanın talâk, boşanan kadının iddet süresince ko­casının evinde oturma, bir malı görme­den satın alan kimsenin muhayyerlik haklarının hak sahipleri de dahil şahıslar tarafından ıskat edilemeyeceği, çünkü bu tür hakların Allah hakkı olarak gerekli olduğu veya Allah hakkına taalluk ettiği ifade edilir (Kâsânî, III, 152; V, 297; Rem-lî, VII. 154). Burada Allah hakkı tabiriyle ilgili şahıslara bu tür hakların hukuk dü­zeninin gereği olarak tanındığı, ıskatının da kamu yararını yakından ilgilendirdiği ve hakkın özünden vazgeçme sayılacağı vurgulanmak istenir.

Allah hakkı grubunda yer alan hakla­rın sulha ve malî mübadeleye konu ol­ması da kural olarak caiz görülmez (Kâ­sânî, VI, 48). Bununla birlikte Zerkeşî'nin de belirttiği gibi {el-Menşûr, ı, 59) Allah haklarında müsamaha ve kolaylık ilkesi hâkim olduğundan birçok mâkul sebe­bin dinî-hukukî düzence re'sen ıskat se­bebi olarak kabul edildiği görülür. Mese­lâ zina suçunu itiraftan vazgeçmenin ka­bul edilmesi, belirli mazeretlerin ibadet­leri ve hadleri düşürmesi, fıkıh usulün-deki ıskat ruhsatı anlayışı, namazın kasrı ve cem'i imkânı bu İlke ile açıklanabilir. Kul hakları grubunda yer alan hakların kural olarak ıskatı mümkün olmakla bir­likte bu ıskatın üçüncü şahısların hakla­rını ihlâl etmesi halinde buna da birta­kım kısıtlamalar getirilir. Öte yandan hakkın varlık sebebi doğmadan kul hakkı da olsa bir hakkın ıskatının caiz görül-meyişi, bu ıskatın bir bakıma hakkın özüne dokunmakta oluşuyla açıklanabi­lir. Buna karşılık kul haklarında hakkın varlık sebebi doğduktan, fakat henüz hak gereklilik kazanmadan bu hakkın ibra ve ıskatı İse genelde caiz görül­müştür (Kâsânî, İV, 29; V, 19; VI. 14).

BİBLİYOGRAFYA :

et-Ta'rifât, "milk", md.; Tehânevî, Keşşaf, 1, 329-330; Buhârî,"$avnT, 51-55, "Libâs". 101, "Cİhâd", 46, 59, "Şehâdât", 27. "CenâMz", 2, "yuşûmât", 23, "Büyü", 95, "İstikraz", 13, "Rikak", 7. 38, "İtişâm", 2, "Zekât", 1, 18. "Hibe", 23, 25, "Ahkâm", 41, 205; Müslim. "îmân", 32, 48-51. "Selâm", 4-6, "Cum'a", 9, "Musâkat", 120, "Akzıye", 4, 14; Nesâî, "Ni­kâh", 5, "Cihâd", 12, "Zekât", 6; İbn Mâce, "Zekât", 2, "Ahkâm", 17; Ebû Dâvûd, "Bü­yü", 54. 58, "Nikâh", 15, 28; Ebû Yûsuf, et-Harâc, s. 99, 161; Maverdî. el-Ahkâmâ's-sut-tâniyye (nşr. Ahmed Mübarek el-Bagdâdî). Ku­veyt 1409/1989, s. 315-339; EbÛ Ya'lâ. el-Aly-kâmû's-suttânlyye, s. 286-302; İbn Hazm. et-Mulyatlâ, IX, 105-107; Serahsî. et-Mebsüt, XIV, 97; XV, 21-22; a.mlf.. el-Uşûl, II, 289-300;



Kâsânî. BedâT, III, 152; IV, 29; V, 19, 297; VI, 14, 48-50, 189; VII, 128; İbn Kudâme. el-Muğ-nî, IV, 388; Âmidî. el-lhkâm, III, 249, 263-271; İzzedtfin b. Abdüsselâm, Kavâ'idü'l-ahkâm, Beyrut, ts. (DârÜ'l-Kütübi'l-ilmiyye), i, 129-167;Karâfî, el-Furûk, Kahire 1928,1, 140-142, 187, 195-196; III, 208-209; M. Ali el-Mekkî. Tehzîbü'l-furûk (Karâfî, el-Furûk içinde), 1, 157-158; İbnü'ş-Şât, Idrârü'ş-şürük (Karâfî, el-Furûk içinde), I, 142; Zeylâî. Tebyînü'l-haka-'ik, Bulak 1314, IV, 196; Abdülazîz el-Buhâri, Keşfü'l-esrâr, IV, 1254-1288; İbn Cüzey. el-Ka-uânînü'l-fıkhiyye, Beyrut, ts. (Dârü'l-Kalem|, s. 223-224; İbn Kayyım el-Cevzİyye. BedâYu'l-feuâ'id (nşr. Maruf Mustafa Züreyk - M, Vehbî Süleyman), Beyrut 1414/1994,1, 3-4; Şâtıbî. el-Muvafakat, II, 315-321, 348-353, 385; IV, 195-201;Teftâzânî, et-Telvîh,l\, 150-156, 161-162; Zerkeşî, el-Menşûr fı'l-kavâ'ld (nşr. Fâlk Ah­med Mahmûd), Kuveyt 1982, I, 59, 73-80; II, 54-67; III, 223, 393; İbn Receb. ei-fMÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Hasan Hacak, İs­lâm Hukukunda İrtifak Haklan ue İlgili Kao~ ramların Gelişimi (yüksek lisans tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Münteha Dikmen Maşalı, İslâm Hukukunda Hakkın Suisttmati (yüksek lisans tezi. 199?). MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Abdülterim Ünalan, İslâm Hukuku Açısından Hak ue Hakkın Kötüye Kutlanıl-masıfdoktoratezl, 1995). Dokuz Eylül Üniversi­tesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmed fbrâhlm Bey, "el-tfalt", Mecetletü't-Kânûn ve'i-lktisâd, sy. 6, Kahire 1936, s. 403-406; Mohammad H. Kamalı, "Fundamental Rights of the Indivi-dual; an Analysis of Haqq (Right) in Islamic Law", The American Journal of İslamlc So-clat Sciences, X/3, Herndon 1993, s. 340-366; İskat", MüF, IV, 225-258; "Hak", a.c, XVIII,

7-47. m

mi Ali Bardakoğlu



O TASAVVUF. İlk sûfîlerin Allah anla­mında, bazan da bâtılın veya halkın (ya­ratıklar) karşıtı olarak kullandıkları hak kelimesine sonraki asırlarda yeni anlam­lar yüklenmiştir, tasavvuf metinlerinde hak terimi bazan bir edatla, bazan da belli kelimelerle birlikte (meselâ maa'l-hak, bi'l-hak, lil-hak) kullanılır. Bunun yerine aynı anlamlarda olmak üzere "maallah, bi'l-lâh, li'llâh" veya "minhü, bihî, lehû" gibi şekiller de görülür. Bütün bunlar, ilk sûfîlerin hak kelimesini yaratı­cı gerçek yani Allah anlamında kullandık­larını gösterir. Nitekim Zünnûn el-Mısrî, "Hak Allah'tır" demiştir ( Serrâc, s. 413; Sülemî, s. 22). Serrâc yukarıdaki ifade­leri açıklarken, "İnsan fiiline bakar ve onu kendine nisbet eder; ancak gönlünü marifet nurları kaplayınca her şeyi Al­lah'tan, Allah'la kaim, Allah'ın malumu ve Allah'a ait olarak görür" demiş [el-Lüma\ s. 411), "Hak hak ile kaim olduğu için hak ile Hak'tan fâni olan kişi kulluk bir yana rubûbiyyetten bile fâni olur" diyen Şiblî de (a.e., s. 285} hakkı Allah anlamında kullanmıştır.

Hak kelimesi bazan "şâhid-i hak, ay-nö'l-hak" ve "hakku'l-hak" şeklinde de kullanılır. İlme'l-yakin ve ayne'l-yakinden sonra gelen hakka'l-yakin mertebesi ku­lun her yönden ve en üst seviyede Hak'ta fâni olması anlamına gelir. İlme'l-yakin şeriatın zahiridir; ayne'l-yakîn şeriatta ihlâsli olmak, hakka'l-yakin ise onda fâni olmaktır (Tehânevî, ı, 330). Sûfıler, "Za­hirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı" veya, "Velî Hak'tan alır, halka verir" de­dikleri zaman da hak ile Allah'ı kasteder­ler. Hallâc-ı Mansûr'un ünlü "enelhak" sözünde yer alan hak kelimesi de bu an­lamda kullanılmıştır.

İlk sûfî kaynaklarında verilen bilgiye göre hak (hakiki) mümin dünyadan el

etek çeker, kendini bütünüyle Allah'a ve­rir, bu uğurda çetin riyazetlere katlanır ve sonuçta Allah'ı açıkça görüyormuş gibi bir hale gelir (EbÛ Nuaym, 1, 242; IX. 279). Bu anlamda imanın hakikatine sa­hip olan sûfî temaşa mertebesinde sayı­lır (Serrâc, s. 413; Hücvîrî, s. 38).

SÛfîler Allah'a hak dedikleri gibi O'ndan olan ve gelen her şeye de hak derler. Bu anlamda peygamber hak. Kur'an hak, Kur'an'dakİ her bilgi ve hüküm haktır. Buna aykırı düşen her şey de bâtıldır. Nefisten ve şeytandan gelip insanı Al­lah'ın emir ve yasaklarını gözetmez hale getiren her şey bâtıl olduğu gibi insanı tefrikadan cem' haline, kesretten vah­dete yönelten her şey de haktır. Bazan hak ile hakikat arasında fark görülür. Hak doğru iş ve doğru sözdür, bunun ar­dında bulunması gereken iyi niyet ve samimiyet ise hakikattir. Şu halde haki­katten yoksun bir hak sadece bir göste­rişten ibarettir. Aynı şekilde şeriat yolu­na girmek hak, bu yolda samimiyetle devam etmek hakikattir, Hak beden ha­kikat onun ruhu, hak lafız hakikat onun mânası: hak suret hakikat onun cevheri olduğundan hakka sahip olmak yetmez; hakkın hakikatine, yani saf ve hâlis hak­ka sahip olmak şarttır (Abbâdî, s. 213-215, 389; Ahmed-! Câmî, s. 87; Tehânevî, 1, 330}.

Tasavvufta bu son anlamdaki hakkın çoğulu olarak bazan hukuk kelimesi de kullanılır. Bunun karşıt huzûzdur (haz­lar). Hal, makam, marifet, irade, mak­sat, muamele ve ibadet gibi yüksek ma­nevî değerler hukuk, nefis ve bedenden gelen istekler huzûzdur. Hukuk insan­dan Allah'ın istediği, huzûz ise nefis ve şeytanın İstediği şey olup ikisi birbirine zıttır. Bundan dolayıdır ki Tayâlisî er-Râ-zî, "Hukuk ortaya çıkınca huzûz. huzûz ortaya çıkınca hukuk kaybolur" demiştir (Serrâc, s. 413}. Bazan hukuk, sâlikin nefsine karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu hususları ifade eder; buna nefsin hukuku denir. "Üzerinde nefsinin hakkı vardır" (Buhârî, "Şavm", 55) mealindeki hadiste de buna işaret edilmiştir. Buna göre sâlikin hayatını korumasına ve sür­dürmesine yetecek kadar dünyadan fay­dalanması nefsin hukuku, bundan fazla­sı ise nefsin hazzı sayılır (Tehânevî, I, 330).

Hak kavramı üzerinde genişçe duran Muhyiddin İbnü'l-Arabî kendi fikir siste­mine göre terimin geniş bir yorumunu yapmıştır. İbnü'l-Arabî*ye ve onu takip

HAK


edenlere göre hak mutlak varlıktır. Allah hak, onun dışında kalan her şey (mâsivâ) bâtıldır. Hak varlıktır ve varlık Özü itiba­riyle hayırdır; bâtıl İse ademdir. Adem esas itibariyle serdir. Alem Hakk'a dönük yüzüyle var, öbür yüzüyle yoktur. Onun için âlem bir yüzüyle hayır, diğer yüzüyle serdir. Tek bir hakikat olan varlığın biri hak, diğeri halk olmak üzere iki tarafı vardır. Bunlar iç İçedir. Onun için Hak an­cak halkta görünür, halk da ancak Hak sayesinde bir değer ifade eder. Zâtı iti­bariyle tek olan varlık rab-kul, bir-çok, ezelî-hâdis gibi yönlerden çift yüzlüdür. Bu iki yüzden birincisi ezelî olanın, ikin­cisi sonradan olanın bütün niteliklerini kendinde toplar.

Hakk'm tarifini imkânsız gören İbnü'l-Arabfye göre Hakk'ın hakkı olduğu gibi halkın da hakkı vardır. Hakk'ın hakkı ru-bûbiyyet. halkın hakkı kulluktur. Biz O'nun vasıflarıyla zuhur etsek bile O'nun kulla­rıyız; O bizim vasıflarımızla zuhur etse bile rabbimizdir. Allah'ın isimleri bütün halkı ihtiva edecek şekilde yayıldığından her şey Hak'tan bir pay almıştır. Meselâ ölüm haktır ama halkın hakkıdır, öldür­mek de haktır ama Allah'ın hakkıdır. İlâhî olan ve olmayan bütün hazretlerin suretlerini ihtiva etmesi bakımından "hakk-ı hak" insandır. İbnü'i-Arabî, in­sanların zihinlerinde mevcut birbirinden farklı Allah tasavvurlarına "yaratılmış hak" dediği gibi yaratma aracı olması dolayısıyla hakka "el-hakku mahlûk bih" (yaratma vasıtası olan hak) adını ver­mektedir (ayrıca bk. ADL).

BİBLİYOGRAFYA :

Tehânevî, Keşşaf, 1, 330, 339; Buhârî, "Şavm", 55; Hakîm et-Tlrmizî. Hatmu'l-euliyâ1, s. 255; Serrâc, el-Lüma', s. 285, 286, 411, 413; Ke-lâbâzî, et-Taarruf: Doğuş Devrinde Tasavvuf (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1979, s. 160, 190, 201; Sülemî. Jabakât, s. 22, 166, 231; Ebû Nuaym. tf%e, I, 242; IX, 279; Hücvîrî, Keş-fü'l-mahcûb (lukovski), s. 38, 39; Herevî, fa-bak&U s. 198, 439, 728; Gazzâlî. lhyâ\ Kahire 1939, IV, 329; a.mlf.. el-Makşadû'l-esnâ, s. 97-98; Ahmed-i Câmî. ûnsû't-tâ'ibîn (nşr. Ali Fâ­zıl), Tahran 1368 hş., s. 225; Abbâdî. Şûfinâme (nşr Cuiâm Hüseyn-İ YûsuR), Tahran 1347 hş., s. 213-215, 389; Attâr. Tezkiretü'l-evliyâ', Tah­ran 1370,1, 293; II, 64, 124, 735; Baklî. Şerh-i Şatfytyyât, s. 559; İbnü'l-Arabî. el-Fûtufrât. Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), III, 315, 377; IV, 184, 402; a.mlf., Fuşûş (Afîfî), s. 6, 24, 361; İbnü'l-Hatîb, RavZatü't-Ufrîfinşr. Muhammed el-Ket-tânî), Beyrut 1970,1, 267; İbn Haldun. Şifâ'ü's-sâ% s. 39, 43, 62;Seyyid Sâdık Gûherîn. Şerh-i Iştıtâhât-t Taşauvuf, Tahran 1368 hş., II, 235, 246; Celâleddîn-i Aştiyânî, Şerh-i Mukadditne-l Kayseri, Tahran 1370 hş., s. 237, 308.

İZİ

Iffil Mehmet Demirci



151

HAK


r ~ı

HAK
Allah'ın isimlerinden

(esmâ-i hüsnâ) bîri.

Hak kelimesi "gerçek, doğru ve sabit olmak, gerekli ve lâyık olmak, olabilirlik niteliği taşımak, sürekli var olmak, ger­çeğe uygun bulunmak; bir şeyi sabit ve gerekli kılmak" anlamlarında masdar ve bu anlamlara dayalı bir sıfat olup Allah'a nisbet edildiğinde "bizzat ve sürekli ola­rak var olan, gerçekliği mevcut bulunan, varlığı ve ulûhiyyeti fiilen tahakkuk eden" mânasına gelir (Bağdadî, vr. 89b; İbnü'i-Esîr, en-Nihâye, "hakk," md.). Ebü'l-Kâ-sım ez-Zeccâcî, esmâ-i hüsnâyı dil açısın­dan incelediği eserinde kelimenin kap­samlı muhtevasından hareketle hak için şöyle demektedir: "Allah'ın zâtı hak ol­duğu gibi O'ndan gelen ve O'na rücû eden her şey de haktır; ayrıca emrettiği ve yasakladığı hususlar uyarınca hareket etmek de kullar için haktır yani gerek­lidir" (İştikâku esmâ'Hlah, s. 178).

Kur'ân-ı Kerim'de hak kelimesi yirmisi harf-i ta'rifsiz olmak üzere 247 yerde geçmektedir. Buna aynı kökten türeyen on dört isimle yirmi altı fiil sigası da ek­lenince sayı 287'ye ulaşır (bk. M. F. Ab-dülbâki, et-Muccem, "hkk" md). Bu zen­gin kullanım içinde hak kavramı Allah'a pek çok yerde nisbet edilmekte olup bunların bazısında esmâ-i hüsnâdan biri olarak doğrudan zât-ı ilâhiyyeye izafe edilmektedir (bk. e!-Kehf 18/44; el-Hac 22/6, 62; en-Nûr 24/25; Lokman 31/30). Hak bir âyette, "görünen ve görünme­yen âlemlerin sahibi" mânasındaki melik ismiyle birlikte kullanılırken (Tâhâ 20/ 114) bazı âyetlerde, doksan dokuz isim listesinde yer almayan "besleyip geliş­tiren" anlamındaki rab (Yûnus 10/32), "ulûhiyyeti veya adaleti apaçık" anlamın­daki mübfn (en-Nûr 24/25; Beyzâvî, 111, 192), "gerçek dost ve yardımcı" mâna­sındaki mevlâ (el-En'âm 6/62, Yûnus 10/ 30) isimleriyle muhteva zenginliği ka­zanmaktadır. Hak, muhtelif âyetlerde hakkın Allah'tan, Allah nezdinden oldu­ğu, O'nun vaadinin mutlaka gerçekleşe­ceği belirtilmek suretiyle de O'na nisbet edilmiş, ayrıca çeşitli ilâhî fiillerin hakla vuku bulduğu anlatılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'in tamamına yakın kıs­mında sık sık tekrarlanan hak kavramı Allahtan başka Hz. Peygamber'e (mese-

152

lâ bk. ei-Bakara 2/119; et-Tevbe 9/62; en-Neml 27/79), Kur'an'a (el-Bakara 2/176; Yûnus 10/94) ve dine de (et-Tevbe 9/29, 33;el-!srâ 17/81) nisbet edilmektedir.



Hak kavramı. Tlrmizî ("Da^vât", 82) ve İbn Mâce'ninC'Du'â11", 10) esmâ-i hüs­nâ listeleri dışında başka hadislerde de çeşitli sığalarla Allah'a nisbet edilmiştir (bk. Wensinck, el-Mu'cem, "hkk" md.). Abdullah b. Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem'in teheccüd na-maztndaki duasında hak kelimesi şöyle tekrarlanmaktadır: "Allahım! Sen hak­sin, vaadin hak, sözün haktır: sana ka­vuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır: peygamberler haktır; kıyametin kopması haktır" (Buhârî, "Tevhîd", 24, 35; Müslim, "Müsâfîrîn", 199). Hz. Pey­gamber telbiye duası sırasında. "Emrin baş üstüne, ey gerçek Tanrı (ilâhü'l-hak), emrin baş üstüne!" anlamındaki niya­zında (İbn Mâce, "Menâsik", 15, Nesâî, "Hac", 54) "ilâhü'l-hak" tabiriyle Câhili-ye Araplan'nın tapındığı tanrıların hiçbir gerçeklik taşımadığına işaret etmiştir.

Âlimler hak kavramında iki temel mâ­na tesbit etmişlerdir: Var oluş ve gerçe­ğe uygunluk (vücûd ve mutabakat). Bu­radaki var oluş zât-ı ilâhiyyeye izafe edil­diğinden zamanın hem başlangıcı hem de sonu itibariyle sınırsız (ezelî ve ebedî) olarak kabul edilir. Buna göre hak, sıfat anlamıyla vâcibü'l-vücûd (varlığı kendin­den ve zaruri olan) kavramıyla birleşir. Nitekim Gazzâlî hakkı bu manasıyla zatî isimlerden saymış ve onun esmâ-i hüsnâ içinde lafza-i celâlden hemen sonra gel­diğini söylemiştir [el-Makşadü'l-esnâ, s. 172). Ayrıca Gazzâlî, hakkın kapsadığı var oluşu hem zihin hem obje hem de marifet açısından değerlendirmiş ve zât-ı ilâhiyyenin gerek zihnen gerekse tabiat nesnelerinin şehadetiyle en belirgin şe­kilde ispat edilen ve en iyi tanınabilen bir varlık olduğunu belirtmiştir. Zâtın bu yöntemlerle tanınması da hakkın gerçe­ğe uygunluk anlamını dile getirmektedir {a.g.e., s 138). Hak isminin kapsadığı gerçeğe uygunluk, bütün yaratılmışlık özelliklerinden münezzeh bulunan Allah ile tabiat ve Kur'an arasında aranmalıdır. Son derece karmaşık, fakat ahenkli ve düzenli iç içe sistemlerden oluşan tabi­atın yaratıcısı ve yöneticisinin yetkin sı­fatlarıyla uyum içinde olması, onlardaki mükemmeliyeti aksettirmesi Allah ile tabiat arasındaki mutabakatı oluşturur. Bununla birlikte madde âlemi madde­den münezzeh olanı isabetli bir şekilde

niteleyemeyeceği veya maddeyi gözlem­leyip inceleyenler kendiliklerinden bu ul­vî sonuca ulaşamayacakları için Allah zâ­tını Kur'an'mda tanıtmış, isim veya sıfat denilen kavramlarla inananların ulûhiy-yet bilgisini zâtındaki hakikate uygun hale getirmiştir. Râgıb el-İsfahânî'nin, hakkın temel mânalarından ikisini "hik­mete uygun olarak yaratan" ve "hikme­te uygun olarak yaratılan" şeklinde be­lirtmesi de bu amaca yönelik olmalıdır (el-Müfredât, "hkk" md). Nitekim Ah-med b. Hüseyin el-Beyhaki "yergi gerek­tiren şeye kudreti taalluk etmeyen" |Şı/a-bü'i-lmân, 1, 119), Ebû Bekir İbnü'1-Ara-bî "sözünde yalan, vaadinde aykırılık ve fiilinde hikmetsizlik bulunmayan" {el-Emedii'Lakşâ, vr. 23a), Ebü'1-Bekâ el-Ke-fevî de "hiçbir fiili çirkin olmayan" (e( Külliyyât, s. 391) tarzındaki ifadeleriyle aynı mânayı vurgulamak istemişlerdir.

Hak ismi. kıdem ve beka kavramlarını da içerecek şekilde vücûd mânası göz Önünde bulundurularak zâtı isimler için­de mütalaa edilmiştir. Buna göre hak "fiilen var olan. ezelî ve ebedî, mevcudi­yeti ve ulûhiyyeti gerçek olan" anlamına gelir. Hak isminin "varlığı zorunlu" anla­mıyla Allah, varlığının başlangıcı olma­ması itibariyle evvel, "varlığının sonu ol­mayan, ebedî hayatla diri" mânalanyla âhir. bakî, vâris ve hay isimleriyle mü­nasebeti vardır (bk. ESMÂ-i HÜSNÂ).

BİBLİYOGRAFYA :

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hkk" md.; İbnü'1-Esîr, en-Nihâye, "hakk" md.; Ebü'l-Be-kâ. el-Külliyyât,s. 390-391; Wensinck. ei-Mu1-cem, "hkk" md.; M. F. Abdülbâki, el-Mu'cem, "hkk" md.; Buhârî. "Tevhıd". 24, 35; Müslim, "Müsâfirin", 199; İbn Mâce. "Mukaddime", 13, "Menâsik", 15, "Ducâ"', 10; Tirmizî, "Da'avât", 82; Nesâî, "Hac", 54; Taberî. Câml\ı't-beyân (Bulak), XXII, 62-64; Zeccâcî. İştikâku esmâll-lâh (nşr Abdülhüseyin el-Mübârek), Beyrut 1406/1986, s. 178; Halîmî. el-Minhâc, 1, 188; İbn Fûrek. Mücerredü'i-makâlât, s. 46-47; Bağdadî. e/-£smâ' ue'ş-şıfât, vr. 89'-90"; Bey-haki, Şı/abii'l-îmân (nşr. M. Saîd Besyûnî). Beyrut 1410/1990, I, 119; Kuşeyrî. et-Tahblr fi't-tezkîr [nşr. İbrahim Besyûnî). Kahire 1968, s. 68, 69; Gazzâlî. el-Makşadü'l-esnâ (Fazluh), s. 137-139, 172; Ebû Bekir İbnül-Arabî, et-Emedü't-akşâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 16*. 2P-231*; İbnü'l-Cevzî, Nüztıetü'l-a'yün, s. 266-269; Beyzâvî, Enuârü't-tenzll, Beyrut 1410/1990, III, 192; Suad Yıldırım. Kur'ân'da ütûhiyyet, İstanbul 1987, s. 216-218; A. Ab-dürrahim es-Sâyih. es-Sülûk tnde'l-Hakîm et-Tirmizİ, Kahire 1408/1988, s. 75-87; Edwin E. Calverly, "Haqq (Trtıthl Aİ-Haqq As A Divine Name", MU/, LIV(1964)L s. 122-127.

WU Bekir Topaloğlu

HAK DİNİ KUR'AN DİLİ

Elmalılı Muhammed Hamdi'nin

(ö. 1942) Türkçe Kur'an tefsiri.

Türkiye'de Batı örneğine uygun bir toplum ve devlet düzeni kurmayı hedef­leyen, bu hedefe ulaşmak için yerli kül­türü ve tarihî kimliği reddeden ve bu de­ğerlerin aslî kaynağı olan İslâm'ı geliş­menin engeli olarak gören Batılılaşma sürecinin en hareketli ve en problemli döneminde yaşamış çok yönlü bir mü­derrisin, resmî talep üzerine söz konusu süreçte yaşanan gelişmelerin İslâm üze­rinde yarattığı tartışmalara, ortaya çıkar­dığı dinî problem ve ihtiyaçlara Kur'an ve tefsiri açısından bir çözüm ve cevap ol­mak üzere hazırladığı, tahrip edilen Islâ-mî değerleri modern bilgilerle hazırlan­mış yeni kalıplar içinde yerli yerine oturt­ma mücadelesi veren bir tefsir olarak dikkate değer bir çalışmadır.

Batılılaşma, Cumhuriyet devrinde res­men bir sonuca bağlanmış ve anayasa­nın teminatı altına alınmışsa da Osman­lı'da meydana gelen zihniyet farkı ve içti­maî bölünme belki ton ve üslûp farkıyla Cumhuriyet dönemine de yansımış; eği­timcileri, kültür alanları, dünya görüşleri ve hayat tarzları tamamen farklı iki ay­dın tipi ve onları takip eden iki ayrı nesil ortaya çıkmıştır. Biri millî kültür ve de­ğerleri yaşatmak isteyen, diğeri Batıcılı­ğı temsil eden bu İki nesil imparatorlu­ğun reform yıllan boyunca yanyana, fa­kat birbirine düşman olarak yaşadı. Bu ikilik. Cumhuriyefin ilk on beş yılında gerçekleştirilen bir dizi inkılâpla birincile­rin aleyhine ve ikincilerin lehine olarak sona erdirilecekti. Hak Dini Kur'an Di­li, Cumhuriyet devrinde. Doğu medeni­yetini ve on dört asırlık İslâm kültürünü temsil eden "medrese ulûmu" ile Batı medeniyetinden gelen ve iki asırlık sekü-ler kültürü temsil eden "mektep fünû-nu" arasında kuracağı köprülerle, Meh-med Akif in ifadesiyle, "İslâm'ı asrın id­rakine söyletme" gayesi taşıyan ciddi ve yorucu bir emeği yansıtmaktadır.

Cumhuriyet döneminde yeni zihniye­tin gereği olarak medreselerin kapatıl­ması, yeni eğitim sisteminde din eğiti­minin ciddiye alınmaması, dinî ihtiyaçları karşılayacak okulların da henüz açılma­mış olması ülkede bir dinî boşluk yarat­mıştı. Bu ortamda en azından, Kur'an merkezli temel İslâmî kültürün millete kendi diliyle öğretilmesi gerekiyordu. Bu

boşlukta, Sait Cemal Bey gibi bazı eh­liyetsiz kişilerce daha ziyade ticari amaç­larla hazırlanmış Kur'an tercümeleri or­talıkta görülmeye başlandı. Bunlar ara­sında, asıl Kur'an metni yerine Batı dille­rindeki tercümeleri esas alınarak hazır­lanmış, yanlışlar ve tahriflerle dolu ter­cümeler de bglunuyordu (Elmalılı, I, 8). Konu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülmüş, uzun tartışmalardan sonra İslâmî kültürün temel kaynaklarının Türkçe'ye kazandırılmasına karar veril­miş, Kur'ân-ı Kerîm ve Ahâdîs-i Şerife Türkçe Tercüme ve Tefsir Hey'et-i Müte-hassisası için Diyanet İşleri Riyâseti'ne tahsisat ayrılmıştı. Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi ve yardımcısı Ahmet Ham-di Akseki'nin ısrarları ile tercümenin Mehmed Akif'e, tefsirin Elmalılı Muham­med Hamdi'ye, Buhârfnin tercüme ve şerhinin de Babanzâde Ahmed IMaim'e yaptırılması kararlaştırıldı. Bir süre son­ra Mısır'a giden Mehmed Akif orada ha­zırladığı ilk tercümeleri Muhammed Hamdi'ye gönderdi; fakat bunları be­ğenmediğini, bütün çabasına rağmen bu konuda başarılı olabileceğine inan­madığını ifade etti; daha sonra da tercü­me işinden vazgeçtiğini ilgililere bildirdi. Ancak Akif in, çok yakın bir dostu olan Şe­fik Kolaylı'ya tercümenin güzel olduğu­nu, fakat namazda okutulacağı korku­suyla yetkililere vermekten vazgeçtiğini söylediği belirtilmektedir (Kutiuay, İV/99 (19511. s. 374; ayrıca bk. Eşref Edib, s. 200-203). Bunun üzerine Diyanet İşleri yetkilileri Hamdi Efendi'ye tercüme İşi­ni de üstlenmesini teklif ettiler. Hamdi Efendi, Kur'an'ın hakettiği doğruluk ve güzellikte tercüme edilebileceğine inan­madığını söyleyerek görevi kabul etmek istemediyse de görüşmelerden sonra âyetlerin altına tefsire geçmeden önce bir meal ilâve edilmesi konusunda anlaş­ma sağlandı.


Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin