***
4. Kamın-u Esasî'nin 69'uncu Maddesini Muaddil Kanım :
8 Cemazıyülaher 1336 21 Mart 1334 (1918)
19
Mete Tuncay
Madde 69. Meb'usan intihab-ı umumîsi dört senede bir kere icra olunur. İntihap olunan meb'usların müddet-i meb'usiyeti dört seneden ibaret olup fakat tekrar intihap olunmak caizdir. Ancak dördüncü sene-i içtimaiye orduyu hümayunun umumî seferberliğini müstelzım muhabereye müsadif olduğu halde her iki mecliste aded-i mürettebin sülüsanıyla müzakeresine ibtidar ve aded-i mürettebin ekseriyet-i mutlakasıyla kabul edilecek bir kanun ile müddet-i mezkûre temdit olunabilir.
İkinci Tertip Düstur, cilt 10, s. 176. Takvim-i Vekâyı, No. 3187 (22 Mart 1334)
Şimdi de, bu değişikliklerin ne anlama geldiğine bakalım.
1. Kanun-u Esasî'nin ilk metninde, 76'ncı madde, milletvekillerine her toplantı yılı için 20.000 kuruş ödenek ve 5.000 kuruş aylıklı bir devlet memuru gibi yolluk verilmesini öngörüyordu. 1909 tâdilinde aldığı yeni şekle göre, aynı madde, yıllık ödeneği 30.000 kuruşa çıkartmış, yolluğu değiştirmemiş, ama anayasada gösterilen (altı aylık) toplantı yılının dışında, fazladan toplanılırsa, aylık 5,000 kuruş üzerinden ek ödenek verilmesini hükme bağlamıştır. Bu kere, yıllık ödenek 50.000 kuruşa yükseltilmekte, fakat yolluğun ayda 4.000 kuruş aylıklı bir devlet memuruna göre hesaplanması öngörülmektedir; ayrıca, uzatma durumları ve olağanüstü toplantılar için ek ödenek kaldırılmakta, ancak fesih kararından sonraki toplantılar için yarı ödenek verilmesi kuralı konulmaktadır. (Ankara'daki T.B.M.M.'nde ise, 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu uyarınca, yılda bir kereye özgü olmak üzere, yolluklar değiştirilmemiş -m. 7-, ama ödenekler 1916 tâdilindekinin iki buçuk katına çıkarılmış, ayrıca (dört aylık) toplantı yılı dışında Meclise devam edenlere ayda 100 lira ek ödenek verilmesi -m. 6-hükme bağlanmıştır.)
2. Padişahın haklarını sıralayan 7'nci madde, Kanun-u Esasî'nin ilk halinde, -bir süre koymaksızın- yeniden seçim
20
Eleştirel Tarih Yazıları
yaptırmak koşuluyla, Meclıs-i Meb'usan'ın gerekirse feshedilebileceğini gösterirken; 1909 tâdilinde, bu hüküm 35'inci maddeye (a) atıfta bulunmakta, üç ay içinde yeni seçimlere gitmek koşulunu getirmekte, bir de Meclis-i Ayan'ın onayının alınmasını istemektedir. Aynı maddenin 1914 tâdilinde, Padişahın 35'inci madde (b) uyarınca fesih yetkisinden başka, erteleme ve kapatmanın toplamı, yıllık toplantı süresinin yarısını geçmemek ve o toplantı yılı içinde süresini tamamlatmak koşuluyla, Meclis-i Meb'usan'ın toplanmasını geciktirebileceği ya da geçici olarak kapatabileceği de öngörülmüştür. 1915 tâdiline göre, aynı madde, 35'inci madde uyarınca fesih yetkisi olmasının yanısıra, Meclis-i Umumî'nin zamanında açılıp kapatılması, olağanüstü toplantıya çağrılması, süresi üç ayı geçmemek ve bir daha tekrarlanmamak üzere toplantının ertelenmesi ve o toplantı yılı içinde tamamlatmak koşuluyla belli bir süre için kapatılması da, Padişahın kutsal hakları arasında sayılmıştır. Bu kere, 7'inci maddenin dördüncü kez değiştirilmesiyle, dört ay içinde yeniden seçtirip toplamak koşuluyla, Padişahın Meclis-i Meb-usan"ı feshedebileceği belirtilmektedir. 35'inci maddeye yapılan atıf da, 35'inci maddenin kendisiyle birlikte kaldırılmıştır.
35'inci madde, Kanun-u Esasî'nin ilk halinde, Bakanlar Kurulu (Hey'et-i Vükelâ) ile Meclis-i Meb'usan arasında bir konuda anlaşmazlık çıkar da, Bakanlar Kurulu ısrar ettiği halde, meb'uslar çoğunluk oyuyla ve ayrıntılı gerekçe göstererek, bakanların önerisini kesinlikle ve tekrar tekrar geri çevirirlerse, Padişahın isterse Bakanlar Kurulunu değiştirebileceği, isterse de Meclisi yasal süresi içinde yeniden seçtirmek koşuluyla feshedebileceğini belirtmektedir. 1909 tâdilinde (a) ise, anlaşmazlık (ve meb'usların kesin ve tekrar tekrar reddi) durumunda, Bakanlar Kurulunun ya bu kararı kabul etmesi ya da istifa etmek zorunluluğunda olması Öngörülmüştür; yeni Bakanlar Kurulu eskisinin fikrinde ısrar eder ve Meclis gerekçe göstererek söz konusu öneriyi yine reddederse, 7'nci madde gereğince seçimlere gidilmek üzere.
21
Mele Tuncay
Padişah Meclisi feshedebilecek, ama yeni gelen meclis de eskisinin görüşünü benimserse, artık bu kere Bakanlar Kurulu kendi görüşünde ısrar edemeyecektir. 1915 tâdilinde (b) 35'inci maddenin aşağı yukarı ilk haline dönülmüştür. Bu kere, ayrıntılı gerekçe gösterilmesinden ve tekrar tekrar reddin «kesinlikle»? olmasından söz edilmemekte, dört ay içinde yeniden seçtirip toplaması koşuluyla Padişaha Meclisi fesih hakkı tanınmaktadır. Ancak, yeni Meclıs-i Meb'usan da eskisinin oyunda direnirse, geçen tâdilde öngörüldüğü gibi, bu kararın kabulü bakanlar için zorunlu olacaktır. İşte, 1916 yılının ikinci tâdilinde, 35'inci madde bu haliyle kaldırılmıştır.
3. 1916 yılının üçüncü tâdilinde söz konusu edilen 72'nci madde ilk kere değiştirilmektedir. Maddenin özgün biçiminde, seçmenlerin milletvekillerini aynı ilde oturan kişilerden («mensup oldukları daire-i vilâyet ahalisinden») seçmeleri öngörülürken, şimdi bu koşul kaldırılmakta, yalnızca bir kimsenin en çok üç seçim çevresinde adaylığını koyabileceği hükmü getirilmektedir.
4. 69'uncu madde de, ilk olarak, 1918'de tâdil edilmiştir. Özgün metinde, bu madde ile, genel seçimlerin dört yılda bir yapılacağı ve meb'usların yeniden seçilebilecekleri öngörülmüşken, bu kere, ek olarak, olağanüstü durumlarda dönemin uzatılmasının yolu açılmaktadır. Buna göre, dönemin dördüncü toplantıydı, ordunun genel seferberliğini gerektiren bir savaş zamanına denk düşerse, Ayan ve Meb'usan Meclislerinde üye tamsayısının üçte ikisiyle görüşme açılıp, yine tamsayının mutlak çoğunluğuyla Bu dört değişikliğin ne gibi gerekçelerle yapıldığını ve uygulamada nasıl kullanıldığını araştırmayı, yazımın sınırları dışında tutuyorum.
Bunlardan başka, 1920 yılındaki son Osmanlı Meclis-i Meb'usan'ınm da Kanun-u Esasî'nin geçici yasalara ilişkin
22
Eleştirel Tarih Yazdan
36'ncı maddesini değiştirmeye çalıştığı,4 fakat bu çabaların sonuçsuz kaldığı anlaşılıyor. Aynı Meclisçe kabul edilen «Misâk-ı Millî»nin ise, bir Kanun-u Esası tâdili sayılıp sayılamayacağı tartışılabilir.5
1293 Kanun-u Esasî'si, İkinci Meşrutiyet dönemindeki yedi tâdilinin dışında, 1924 Anayasasının kabulüyle kesin olarak yürürlükten kaldırılışına değin, B.M.M. tarafından da çeşitli kararlarla değiştirilmiştir. Kanımca, bu dönemde yalnız Nisab-ı Müzakere Kanunu ya da 1921 Anayasası değil, Kanun-u Esasî'nin herhangi bir hükmünü değiştiren birçok karar, anayasal belge niteliğini taşımaktadır. Bu anlayışla seçtiğim belgeleri, yakında Türk Tarih Kurumu'nca yayım-
4 Bak. Doç. Dr. Tarık Zafer Tunaya, «Osmanlı İmparatorluğumdan T.B.M.M. Hükümeti Rejimine Geçiş,» İst. Hukuk Fakültesi - Muammer Raşit Seviğ'e Armağan, (1956) ayrı bası, s. 7.
3 Misâk-ı Millî'nin, Kanun-u Esasfnin l'inci maddesi hükmüyle ilişkili olduğu besbellidir. Fakat, bu belge biçimsel bakımdan bir değişiklik olmadığı gibi, Meclis-i Meb'usan için yalnızca «özel bir Hey'et-i Umumiye Kararı» niteliğindedir. Maamafih, Dr. S, Feridun, Anayasal ve Siyasal Belgeler adlı kitabına, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri Beyannameleriyle birlikte, Misâk-ı Millî'yi de almıştır. Belki bütün bu belgeleri, anayasaya ilişkin de facto değiştirme yolları açan bildiriler diye görmek gerekir. Ancak Dr. FeridurTun s. 37-38'de, Nurettin Peker, "İstiklâl Savaşı (İst., 1955), s. 91-95'ten aktardığı metin hatalıdır. Misâk-ı Millî'nin bu hatalı metinleri hakkında bak. M. Tuncay, «M. M.'mn Birinci Maddesi Üstüne,» Birikim. Sayı 18-19 (Ağustos-Eylül 1976), s. 12-16. Yeni harflerle doğru metinler, o yazıda adı geçen Faik Reşit Unat'ın Aylık Ansiklopedi'deki makalesinden başka, Ahmet Mitat'ın yukarıda anılan kitabında ve T.Z. Tunaya'nın üstteki notta gösterilen yazısında ek olarak verilmiştir. Bu istisnalar dışında, yine ilk kaynaklara gidilmediği için, Misâk-ı Millî'nin yanlış metinlerinin kitaptan kitaba aktarılagelmiş olması, yukarıda değindiğim bilgi üretimi yöntemlerimizin sakatlığına bir başka örnektir. Benim Birikim 'de çıkan makalem üstüne, I976'da toplanan Türk Tarih Kurumu Kongresinde Doç. Dr. Nejat Kaymaz tarafından bir eleştiri yapılmıştır.
23
Mete Tuncay
lanacak olan Birinci B.M.M. 'ııde Anayasa Tartışmaları adlı derlememde toplamaya çalıştım."
Bu kitap hiçbir zaman çıkmadı. O zamanki Türk Tarih Kurumu Yönetimi, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya'ya "1921 Anayasasının Meclis Görüşmeleri"ni hazırlamasını sipariş etmiş, rahmetli Tunaya da, o sıralar işsiz olduğum için, bu "paraiı görev"i bana vermişti, Ben, yukarıda belirttiğim gibi, yalnız 1337 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun değil, Başkumandanlık Kanunu'ndan Ankara'nın başkent yapılması hakkındaki Heyet-i Umumiye Kararı'na kadar bir çok yasama belgesinin Meclis tartışmalarını derledim, başına da bir sunuş yazarak TTK'na teslim ettim. Kurum yönetimi, benim adımı sakıncalı bulmuş olacak ki, ne kitabı bastı ne de bana bir ödeme yaptı. Geri aldığım klasör, kitaplarımın arasında duruyor.
24
Osmanlı Devleti'nde Sol Akımlar ve Partiler
Türkiye'de sol akımları incelemeye 1908 II. Meşrutiyet devrimiyle başlayacağız. Böyle bir çıkış noktası seçmek, daha gerilerde gevşek anlamıyla "sol" açısından ilgilenmeye değecek bir şey olmadığı anlamına gelmez. Batı'da kökleri Yunan aydınlanmasına, hatta İbrani nebilerine kadar uzanan, Ortaçağ'da dinî kisveler altında devam edip, kilisenin ekonomik temeli sarsılınca, laikleşen ütopyacı özlemler, eşitlikten yana duygular; eski Mısır'da, Babil'de, Roma'da başlayıp derebeylik Avrupa'sının köylü ayaklanmalarında süregelen, adalet adına aşağı sınıfın başkaldırmaları olduğu gibi, Türk tarihinde de bunlara benzeyen fikir ve hareketler vardır. Bu yönden, çeşitli tarikatların toplumsal içeriklerini araştırmak, bugün bile töreler arasında kalıntılarına rastlanan eşitlikçi duyguların, Türklerin Orta Asya günlerindeki kökleri üstüne eğilmek, Ahilik örgütünü, Celali ayaklanmalarını incelemek pekâlâ saygıdeğer bir çaba olabilir.
İlk Sol Akımların Özü
Osmanlı İmparatorluğu'nda, çok eskilerden beri ekonomik amaçlı işçi hareketleri olduğu bilinmektedir. İktisat Tarihi araştırma-larında, (gümüş akçelerin tağşiş edilmesi suretiyle enflasyona gidildiği zaman, örneğin, cami inşaatında çalışan senk-traşların, yevmiyelerinin satın alma gücü azaldığı için, topluca işlerini bırakarak köylerine dönmeleri gibi) tatil-i eşgal olaylarına karşı sâdır olmuş pek eski padişah fermanları bulunmuştur. Ne var ki, bütün bu hareketler modern solcu bilinçten yoksundur. İşçiler, ortaklaşa çıkarlarını koruma içgüdüsüyle hareket etmişler; yalnızca ekonomik olan amaçları politik boyutlara ulaşamamıştır. 19. yy'ın sonlarında başlayan ilk amele teşkilâtları da, aynı kalıbı devam ettiren hareketlerdir.
Türkiye'de 19. yy'ın son çeyreğinde, Kasımpaşa tersanesinde ve Beykoz debbağhanesinde savsaklanan işçi ücretlerinin ödenmesini sağlamak için grevler yapılmıştır. Bununla birlikte, daha yüzyılın ortasındayken, işçilerin devrimciliğe girişebilecekleri
25
M em Tuncay
fikri, hükümeti (gereksiz yerde) ürkütmüştür. Nitekim, 1845 tarihli Polis Nizamı'nın 12. maddesi, emniyete şu görevi vermekteydi: "İşini gücünü terk ile mücerret tatil-i mesalihi ibat garezinde olan amele ve işçi makutelerinin cemiyetlerinin def ve izalesiyle ihtilal vukuunun Önü kestirilmesi."
Osmanlı-Türk aydınları da, geçen yüzyıl boyunca Avrupa'da gelişen solcu fikirleri tanımamış ve benimsememi şlerdir. Bu durumu açıklamak için, belki şunlar söylenebilir. Osmanlı împara-torluğu'na Batı'dan zorlanan "Tanzimat" ve "Islahat" çabaları, daha çok gayrimüslim uyrukların güvenliğini sağlamak amacına yönelmiş olup, geniş Ölçüde devletin dış politikasıyla ilgiliydiler. Yeni Osmanlı ve Genç Türk akımlarında anlatımını bulan zihniyet ise, bundan ancak bir adım daha ileridir. Bu aydın akımların da temel sorunu "devletin bekâsını temin"; buldukları başlıca çare ise, "teceddüt'tü. Burada yenileşme denildiği zaman, mutlakıyetten kurtulup meşrutiyete ulaşmak kastediliyordu. Bu demokratik anlayışın, biçimsel bir "siyasal demokrasi" olarak düşünüldüğü; solculuğa yol açacak bir "ekonomik demokrasi" anlayışına erişilemediği meydandadır.
Barışçı yollar izleyen evrimci bir sosyalizmin doğması için, önce siyasal özgürlük rejiminin kurulması gereklidir ve bu koşul Meşrutiyet’e kadar gerçekleşmemiştir. Daha çok yer altı karakterini taşıyan devrimci bir sosyalistliğin yürümesi için de, -Batı'ya açılıştan Meşrutiyet’e kadar- yeterince zaman geçmemiştir. Başka toplumların denemelerinden öğrendiğimize göre, bu tür solcu eylem, yetişkin bir radikal aydın kadrosunun varlığına ve uzun süren mutlakıyetçi bir baskı rejiminin bu kadroyu gitgide sertleştirmesinde bağlıdır; böyle olursa, ilk gevşemede solcu bir devrim patlak verebilir.
Yenileşme modelini Batı'da arayan Osmanlı-Türk aydınları, bu ülkelerdeki solcu hareketleri görememişlerdir, çünkü, -bir psikoloji terimi kullanmak gerekirse- sol onların "ilişki çerçevesine (fratne ofreference) girmemiştir: sola bakılmamıştır ki, sol görülsün.
26
_
Eleştirel Tarih Yazıları
Bu bakımdan bir 1870 Paris Komünü örneğinin bile, solcu içeriğine inilmeksizin, siyasal özgürlük terimleriyle görülmüş olması, ilgi çekici bir olaydır.
Yeni Osmanlı ve genç Türk akımlarının ekonomik sorunlarla ilgilenmeleri, milliyetçi siyaset açısından ve pragmatik bir biçimde olmuştur. Daha sonraki yıllarda, Türk yöneticilerinin dünya görüşünü nitelendirecek olan anti-emperyalist ve (aşağı yukarı aynı anlamda olmak üzere) anti-liberal yönelimler, tomurcuk halinde, bu aydın çevrelerinde doğmaya başlamıştır.
İmparatorluğun gayrimüslim ve gayr-i Türk uyrukları ise, genel olarak kendilerini Osmanlı devletiyle özdeşleştirmemişler ve din-dil yakınlıkları sebebiyle, Batı'yı daha iyi öğrenebilmiş olmaları sayesinde, solculuğu da daha kolay tanımışlardır. Bu bakımdan solun, ulusal kurtuluş hareketleri gecikmiş olan Ermeni ve Bulgar azınlıkları arasında yayılmaya başladığını da Özellikle kaydetmek doğru olur.
1908'in Getirdikleri
Türkiye'de solun, asıl, II. Meşrutiyet'ten sonra ortaya çıkması bir rastlantı değildir. 1908 hareketini, burjuva devrimleri kategorisinde görmek gerekir. Bunun içindir ki, çağdaş sol, Batı'da 1789 devriminin ertesinde olduğu gibi, Türkiye'de de 1908-1925 döneminde doğmuştur. 1908 devriminin oluşumu, şüphesiz ki, geniş bir nedenler dizisinin sonucudur. Gözle görünen etkenlerin başında, on yıldır yoğunlaşan bir aydın muhalefeti ve onunla sıkı sıkıya bağlı olarak ordunun (yani, subayların) tutumu gelmektedir. Yakın geçmişimizdeki pek iyi bilinen bir kalıbı andıran bir biçimde; II. Abdülhamit yönetiminin, halk kütlelerine her ne kadar meşru görünürse de, aydınları kendisinden soğuttuğu; ordunun da bir yandan toplum içindeki itibarını azalttığı, öte yandan -Alman yardımlarıyla- maddî gücünü artırdığı, devrimin böyle patlak verdiği söylenebilir. Bu açıklama da, yanlış değildir, ama yeterince derinlemesine bir açıklama da değildir.
19. yy'ın ortalarına gelinceye kadar, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik yapısının, kendine has özellikler taşıyan bir dere-
27
Mete Tuncay
beylik düzeni olduğu kabul edilebilir. 19, yy'da Osmanlı devleti, gitgide daha çok Fransa, İngiltere, Avusturya ve Rusya'nın ekonomik ve politik baskılarının ağırlığını duymaya başlamıştır. Yüzyılın sonlarına doğru, bu gruba genç Almanya da eklenmiştir. Endüstrileşmiş Batı, otarşik bile olmayan ve daha çok, bir zamanlar ticarî yolları üstündeki askerî egemenliğine yaslanan Osmanlı ekonomisini hızla çökertmiştir. Devlet hazinesinin kaynakları kuruyunca, geniş dış istikrazlara başvurulmuştur. Avrupa sermayesi, Türkiye'ye akmaya başlamış ve bir yabancı bankalar şebekesi kurulmuştur. Gelen sermaye, daha çok pamuk ve tütün gibi tarım ürünleriyle ilgilenmiş, bu ürünlerin dış pazarlara taşınması ve karşılığında endüstri maddeleri getirilmesi için, demir ve denizyollarında görüldüğü gibi ulaştırma sektörüne de biraz el atılmıştır. Böylelikle, yavaş yavaş bir yarı sömürge durumuna giren Türkiye'de, ekonomik temel değişiklikler toplumsal sınıfları da geniş ölçüde etkilemiştir.
Türkiye'de 1908 devrimi, ekonomik tabanı henüz kurulmamış bir milliyetçi burjuva hevesiyle, sömürgelikten kurtulmak ve devlet gücünü canlandırmak için yapılmıştır. Ancak, bu yönelim, iktidarı aldıktan sonra, dış güçlerin karşısında bir tarafa yaslanmadan ayakta durmayı becerememiş ve dünya ölçüsünde çatışan emperyalizmlerden birine bağlanmak zorunda kalmıştır. Hem de, bütün Yeni Osmanlı ve Genç Türk akımları içinde gözlemlenen Fransız kültürel etkisi ve İngiliz meşrutî monarşisine özenmelere rağmen, İttihat ve Terakkı'nin Almanya'ya yanaşması, II. Ab-dülhamid modeline bir dönüşü temsil etmektedir. Bu durumun nedenleri, meşrutiyet döneminde yüzeyde birtakım kaynaşmalar olmakla birlikte, toplumun sosyoekonomik temellerinin değiş-meyişinde aranmak gerekir. En sonunda I. Dünya Savaşı, Türk milliyetçiliğini Alman emperyalizminin gölgesinde yükseltme dileklerini tam bir iflâsa götürmüştür. Yalnız, şurasına işaret edilebilir ki, Türkiye'de endüstrileşmiş bir altyapı bulunsaydı, genel savaştan yenik çıkıldıktan sonra bile, Millî Mücadele'nin de, Cumhuriyetin de siyasal tarihi çok başka olurdu.
28
Eleştirel Tarih Yazılan
1920'de resmen meydana atılan Anadolu Kurtuluş Hareketi, bir bakıma sınıf terimleriyle 1908'in yeniden başlatılması demektir. Zaten, toplumsal zaman açısından büyük bir ilerleme olmamıştır. Ancak bu kere, düşmana karşı Anadolu'da kurulan cephe, türedi sermaye düzenin tedirgin ettiği taşra feodalitesıyle, dış sömürülme bağlarını koparıp yerli kaynakları ileri bir endüstri tekniği kullanarak işletmek isteyen milliyetçi aydın tabakasının işbirliğine dayanmaktadır. Millî Mücadele'nin bitimine kadar sürdürülen, Halife-Sultana bağlılık fikri ve kurtuluş ertesinde patlak veren çatışmalar gibi, ilk bakışta kolay anlaşılmayan olaylar, bu dengesiz koalisyonun zorunlu sonuçları diye görülebilir. Kurtuluş Savaşı sırasında, çoğunlukla İstanbul ve İzmir'de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştır. Fakat zaferlerden sonra, bu sınıfın yeniden -tıpkı vaktiyle İttihat ve Terakki'ye yaptığı gibi- Ankara çevresini de kendi görüşüne getirdiği düşünülebilir. Örneğin, bir 1923 İzmir İktisat Kongresi'nde benimsenen liberal tutum, bu yorumun doğruluğuna tanık olabilir. Memleket içinde, ticaret yoluyla büyük sermaye kütleleri birikmeden ve dışardan geniş çaplı yardımlar alınmadan sanayi yatırımları yapmanın olanaksız görünmesi, Ankara milliyetçilerini, kendi kendine yeterli bir ekonomik yapı kurma hedeflerine doğru ilerlemekten alıkoymuş, Batı sermayeciliği ve onun yerli temsilcileriyle uzlaşmaya zorlamıştır. Fakat, (solcuların pejoratif bir anlamda kullandıkları deyimle) komprador burjuvazi, bu kadarıyla yetinmemiş ve siyasal iktidarı da milliyetçi burjuvazinin elinden almak istemiştir. Bunun için, daha çok kişisel nedenlerle yönetici kadrodan ayrılmış birtakım ünlü kimselerden yararlanmış ve laiklik hareketinin rahatsız ettiği dindar halk kütlelerinin tepkilerini kullanmak yoluna gitmiştir. O sıralar baş gösteren bir din (kisvesi altında, ırk) hareketi, Ankara hükümetine, düpedüz varlığına karşı yöneltilmiş böyle bir tehditten kurtulmak için elverişli bir fırsat olmuştur. Nitekim, Şeyh Said ayaklanması bastırılırken çıkarılan Takrır-i Sükûn Kanunu'yla, hükümet her türlü siyasal muhalefeti ortadan kaldırmıştır. Böylelikle, gerçek anlamıyla, Türk tarihinde bir siyaset dönemi sona ermiş ve bir idare dönemi başlamıştır.
29
Mete Tuncay
1925'ten sonra, siyasetin yeniden meydana çıkması için daha birçok yıl beklemek gerekecektir.
Türkiye'de (1913-1918 arasındaki beş yıl dışında) siyasetin uygulandığı bu dönem, birtakım sol akımlara da sahne olmuştur. Aslında, 1908-1925 yıllarındaki siyasetin genel akışı içinde, bunlar pek az önem taşıyan hareketlerdir. Hemen hiçbir zaman, bir halk hareketi olmak boyutlarına yaklaşılmamış, bazı küçük aydın çevrelerinde kalınmıştır. Burada yapılan yorum yanlış değilse, Türk toplumunda II. Meşrutiyet'in ve Cumhuriyet'in ilanıyla denenen, altyapının elverdiği olanakların ilerisine devrimci sıçrayışlar, Ba-tı'nın -temelinde kapitalist endüstriyalizmi bulunan- yaşam biçimine özenişten kaynak almışlardır. Etkili bir biçimde herhangi bir toplumsal tabana basamayan bütün ilk sol akımlar ise, esas itibariyle bu yönelimi desteklemekten öteye gidememişlerdir. Bu destekleyiş, daima iktidarları hazır olduklarından daha ileriye itmek suretiyle ortaya çıktığı için, hükümetlerin solculara karşı susturucu tavır takınmalarına ve solcuların da hükümetlere karşı genel bir özgürlük savaşına katılmalarına şaşılacak bir şey yoktur.
Türk Burjuvazisinin Düşünce Yapısı
1908'den önceki Osmanlı monarşisinin temsil ettiği feodal düzen, doğal ideolojisini leolojik bir siyaset görüşünde, yani İslamcılıkta bulmuştur. Ekonomik temelinin zayıflaması sonucunda varlığı tehlikeye giren İmparatorluğu koruma emeliyle, bizim olan Hıristiyan ülkelerden bizim olması gereken Müslüman ülkelere doğru bir kaydırma tasarlandığında da, bu İslamcı yönelim -II. Abdülhamid'deki gibi- bir Panislâmizm'e dönüşmüştü. 1908-1925 döneminde siyasi iktidarı alan Türk burjuvazisinin doğal ideolojisi ise, milliyetçiliktir. Bu yönelim de, uygulamada çeşitli aşamalar geçirmişti. Hürriyetin İlanı'ndan hemen sonra, imparatorluğun bekası, Türklerin ulusal duyguları uyanmış Rum, Ermeni, Bulgar... azınlık topluluklarıyla bir çeşit federatif yapı içinde yaşamaları umuduna bağlı göründüğünden, Türk milliyetçiliği önceleri çok belirgin olmadı. Ama, Balkan savaşlarıyla bu hayal bozulunca, şoven bir tutum ağır bastı ve Alman emperyalizminin yardımıyla Turan ülküsünü gerçekleştirmek, yani
30
Eleştirel Tarih Yazıları
Pan-Türkizm yoluyla imparatorluğu sürdürmek hevesi doğdu. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise, Türk milliyetçiliğinin uyrukları Misak-ı Millî ile sınırlandı. 1908-1925 arasında ortaya çıkan Türk solculuğuna gelince, bu da ancak Türk proletaryasının doğal ideolojisi olabilirdi. Fakat, Türk proletaryası denebilecek tabakalar, o yıllarda, gerçekleştirilmesi mümkün sosyalist bir programın toplumsal tabanı olacak genişlikte değildi. Aslına bakılacak olursa, Türk burjuvazisi de, o dönemde milliyetçi bir platformu kaldıracak sayı gücünde olmaktan uzaktı. Türkiye'de (komprador çeşidinden de olsa) kapitalist sayılabilecek insanların büyük çoğunluğu, Türk ulusundan değil, azınlık gruplarından geliyordu. Burjuvazi adına Türk olarak hemen yalnız memurlar ve zabitler vardı. Fakat, kültür yoluyla, modern teknolojinin vadettiği zengin gelişme imkânlarını sezinleyen bu tabakalar, kapitalist olmak, yabancıların ve azınlıkların ekonomik hayattaki egemen yerlerini almak özlemini duymaya başlamışlardı. Milliyetçiliğin iktisadi anlamı da bundan ibaretti. Onun içindir ki, milli-yetçi Türk burjuvazisi hedeflerine ulaşabilmek amacıyla, kendi ırkından olan -fakat rejim terimiyle hasım durumda bulunan- feodal unsurlara yanaşmak, onlarla uzlaşmak zorunda kalmıştı. Uzun bir süre, Enver Paşa'da da, Mustafa Kemal Paşa'da da görülen İslâm'a karşı ödün verici tutum, aslında böyle bir koalisyon arayışın anlatımıdır. Bunun gibi, solcular da zaman zaman burjuvaziye ve feodal sınıflara yaklaşmak zorunluluğunu duymuşlar ve onlara göre, kendi programlarında ulusaî veya dinsel istemlere ağırlık vermişlerdir.
Bu genel çerçeve açısından, bizim Osmanlı solculuğu kategorimiz 11. Meşrutıyet'ın ilk yıllarında, yeni iktidara gelmiş burjuva sınıfının temsilcilerine karşı bir özgürlük savaşı içinde oluşmuştur. Bu hükümet, başlangıçta ne İslamcılığa yaklaşmıştı, ne de -potansiyel olarak içinde taşıdığı- milliyetçiliği ortaya koymuştu. Çeşitli milletlerden kurulu bir imparatorluğu yaşatma çabası, içinde farklı ırk ve dinlerden üyelerin yer aldığı devrin Meclis-i Mebusan ve Âyan'ında anlatımını buluyordu. Bu durum, devletin muhafazakâr ve Müslüman unsurları arasında doğal bir tepki doğurmuştu.
31
Mete Tuncay
Batı'da önce ticari, sonra sınaî karakterde bir burjuvazinin dogması ve toplumda egemen olması, nasıl dinle zorunlu birtakım sürtüşmelere, çatışmalara yol açmışsa, Türkiye'de de Batılılaşma hareketi buna benzeyen eğilimler yaratmıştır. Bu bakımdan, Türk toplumunda saltanatın ve hilafetin ilgasryla din ve devlet işlerinin ayrılması, yani "laiklik devrimi", halk kütlele-riyle yönetici aydın kadroları arasında gözlemlenen soğuma olayının ilk nedeni değil, son halkalarından biridir. Modernleşmenin başından beri, bu yönde bir yabancılaşma olmuştur. Denilebilir ki, yeni Osmanlı aydınının bilgisi, İslâmi din bilimi olmadığı andan itibaren halktan kopma başlamıştır. İşte II. Meşrutiyet boyunca işlemeye devam eden bu süreç içinde, İttihat ve Terakki'nin, Müslümanları birinci planda yer almaktan çıkaran imparatorlukçu enternasyonalizmi, kütlelere fazla ileri giden bir hareket olarak görünmüştür.
Osmanlı Solculuğu ve Anadolu Solculuğu
Aslında iktidarın temsil ettiği zihniyetten daha ileri bir ideoloji adına meydana çıkan Osmanlı sosyalistleri, bir yandan milletlerarası bir solcular dayanışmasını savunurken, bir yandan da (fırsatçı denebilecek bir tutumla, kısa vadede işin kolayına kaçarak) İslâmî tepkiden de yararlanmanın yolunu aramıştır.
Batı'da kapitalizme karşı dinin geçmişten gelen tepkisiyle, solun gelecek adına söz söyleyen tepkisinin birleşerek örneğin Hıristiyan sosyalizmlerini türetmesi gibi; Türkiye'de de kapitalizmin soğuk materyalizmine karşı, insanî ve âdil bir dünya görüşüne dayanan ve ilkede, halkla birlik olunmasını öngören solcu fikirler duyulur duyulmaz, bunun İslâmlıkla özdeş olabileceği (belki, modernleşmenin halkla aydınlar arasında yıktığı köprüleri yeniden kurmak umuduyla) önce din cephesinde düşünülmüştür.
Hilmi çevresinin, sosyalizmi Müslümanlığın bir gereği olarak tanıtmaya kalkmasının temeli bu noktadadır. Zamanla, İttihat ve Terakki'nin Türk milliyetçiliğini gitgide daha sivri terimlerle belirgin hale getirmesi, Osmanlı solcularının bu içten tutarsız tavırlarını daha da kuvvetlendirmiş ve iktidar, hem yeterince en-
32
Eleştirel Tarih Yazılan
ternasyonalist, hem de yeterince İslamcı olmadığı için tenkit edilmiştir. Daha sonra hâkim tabaka, milliyetçiliğini dincilikle de örtmeye çalışınca, bu kere solcular yapılan işe (Hürriyet ve İtilâf çevresiyle birlikte ve büsbütün haksız olmayarak) samimî değil diye kötü gözlerle bakmışlardır.
Anadolu solculuğuna gelince, bu, toptan genelleme yapmaya elverişli olmayan zoraki bir coğrafya kategorisidir. Çözümleme amacıyla, şöyle bir yeniden-smıflama doğru olabilir: Yeşil Ordu Cemiyeti'yle Resmi Türkiye Komünist Fırkası, Yeşil Ordu'nun Nazım Bey kolu ile Türkiye Halk İştirakiyim Fırkası'nın birinci dönemi. Gizli Türkiye Komünist Partisi ile Suphi'nin teşkilatı ve Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası'nın ikinci dönemi. Bu grupların üçünde de ortak olan özellik, bir dış düşmana karşı girişilen ulusal kurtuluş hareketinde feodal, burjuva ve proleter unsurlara dayanarak, elbirliğiyle, sınıflararası bir hareket yapmak isteğidir. Ancak, benzerlik burada bitmektedir. Hareketin yarını bakımından bu unsurlara verilen ağırlık farklıdır. Birinci grubun solculuğu, sosyalist sözlüğü gelişigüzel kullanmaktan ibaret görünmektedir. Millî mücadele yönetiminin belli bir dönemdeki politikasının ifadesinden başka bir şey olmayan bu anlayışta, ulusal burjuvazinin çıkarı en başta gelir; feodal dinî unsur bilinçli olarak geçici bir süre için kullanılmaktadır; ezilen tabakaların sosyalist Özlemlerinin ise, ulusal egemenliğin tamamıyla gerçekleştirilmesi halinde kendiliğinden doyum bulacağı sanılmakta, hatta "komünizm"e erişmek için sınıf mücadelesini şart görenlerin yanıldığı samimi olarak iddia edilmektedir. İkinci grupta feodalite-burjuvazi-proletarya koalisyonu, ilkindeki gibi bir hareket noktası olarak anılmakta, fakat zamanla anti emperyalist mücadele tasfiye edilince, anti kapitalizmin de ağır basacağı, bu durumun sosyalizmin gelişmesine yol açacağı umulmaktadır. Üçüncü grubun bu orta duraktan farkı, bir özlemi gerçekle karıştırarak dinci-feodal unsuru geri plana atması ve onun yerini sosyalist bilinçlenme süreci içinde bulunan emekçilerin doldurduğu varsayımına bel bağlanmasıdır.
Dostları ilə paylaş: |