Hazret-i Mevlana Sevgi ve Barış’ın Sembolü
Mevlana, daima birleştiricidir, barıştırıcıdır, sevginin ve barışın adeta sembolüdür. İki ulu kişi birbirlerine düşmanlıkta bulunuyor, münasebetsiz sözler söylüyorlardı. Onlardan biri ötekine, “Eğer yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın” diyor, diğeri ona: “Eğer yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın” diyordu. Mevlana, onların arasına girip: “Hayır, hayır. Allah ne senin, ne de onun canını alsın. O, benim canımı alsın. Çünkü canı alınmaya ancak biz layığız.” Dedi. Her ikisi de barıştı.
O’nun Anlayışında Çalışma ve İnsan
“İnsanın elde ettiği şey, zararsa çalışmamasından ileri gelmiştir, kârsa çalışıp çabalamasından.”,
“Kazanmak da ekin ekmeye benzer, ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur.”
“Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü?” Sözleriyle Mevlana, dostlarına çalışmayı emrederdi. Miskinliği reddeden Mevlana derdi ki:
“Tevekkül ediyorsan, çalışmak hususunda da tevekkül et, kazan da sonra Allah’a dayan”,
“Birisi bir define buluverir, ben de onu istiyorum dükkanla alışverişle ne işim var der.
Baht işi bu, fakat nadirdir. Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek. Çalışıp kazanmak, define bulmaya mani değil ya. Sen işten kalma da, nasibinde varsa define de arkadan gelsin.”
O, Dostlarına, Helal Kazanç ve Helal Lokmayı Tavsiye Ederdi
Mevlana, dostlarına, ne olursa olsun helal lokmayı tavsiye ederdi. “Nur ve kemali arttıran lokma, helal kazançtan elde edilen lokmadır.
İlim ve hikmet helal lokmadan doğar, aşk ve rikkat (gönül inceliği) helal lokmadan meydana gelir.”
Mevlana, dostlarına dilenmeyi yasaklamış ve
“Biz, kendi dostlarımıza dilencilik kapılarını kapattık. Dostlarımız, ticaret, kitabet veya herhangi bir el emeği ve alın teri ile geçimlerini temin etsinler.
Biz Hazret-i Peygamber’in “Gücün yettikçe, istemekten sakın.”
Emrini yerine getirdik. Bizim müridlerimizden kim bu yolu tutmaz ise, onun bir pul kadar değeri yoktur.” Buyurmuştur.
Hazret-i Mevlana’nın Kainatı Kucaklayan Değeri, İnsan Sevgisi ve Hoşgörüsü
Mevlana’nın kainatı kucaklayan değeri, insan sevgisi ve hoşgörüsü, Allah’a olan hudutsuz aşkının ve Muhammedi feyze tam mazhar olarak rahmet madeni oluşunun tabii neticesidir. Taşıdığı ilahi aşk, eriştiği Muhammedi feyz, onu mahviyet sahibi yapmış, benliğini, kibrini almıştır. Mevlana’nın işlerinde kendini beğenmişliğin zerre kadar görülmemesi bundandır. O, kibirden ve nefretten arınmış, mahviyet ve muhabbetle bezenmiştir.
Mevlana, alçak gönüllükte büyüklük, büyüklükte alçak gönüllük, varlıkta yokluk, yoklukta varlık, hiçlikte kemal, kemalde hiçlik gösterirdi.
Mevlana’nın hudutsuz insan sevgisinde ve hoşgörüsündeki temel esaslardan bir diğeri de, Müslümanlığın üzerinde hassasiyetle durduğu, “İnsan yaratılmışların en şereflisidir” düsturudur. Mevlana bu şerefin şuuruyla insanları kucaklar, yaratılmışları, aşık olduğu yaratandan ötürü, herhangi bir nefis mücadelesine girmeden, rahatlıkla hoş görüverir.
Mevlana’nın, kim olursa olsun insanları hoş görüşü, insanlara hoş davranışı, kendisini daima küçülterek insanlara hayırlı dualar etmesi, kendi önünde kapananlara, kafir de olsa, mukabelede bulunması, onun ilahi aşkla, ilahi cezbelerle ve Allah’ın cemal nurlarına gömülmüş olarak yaşamasındandır.
M. İkbal ve Mevlana
Mevlana aşığı M. İkbal, Türkiye’ye gelirken uçağın Türk hava sahasına girmesi ile beraber ayağa kalkmış, bir müddet öyle bekledikten sonra yanındakiler sormuş:
"Niçin böyle yaptınız?"
M. İkbal:
"Bu topraklar Hz. Mevlana’nın kabrinin bulunduğu mübarek topraklardır. Mukaddes mekanda yaşayan millet de öyle bir millettir ki, yıllarca İslam’ın muhafızlığını yapmıştır. Eğer Türk milleti olmasaydı, İslam, Arap yarımadasında hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde Mevlana’ya ve O’nun necip milletine karşı sonsuz bir saygı ve ihtiram vardır. İşte bundan dolayı, yani onlara hürmeten ayağa kalktım."
(İmandan İhsana Tasavvuf, Osman Nuri Topbaş, s. 65)
Muhammed İkbal’in fikriyatına ve şahsiyatına Hz. Mevlâna’nın fikirleri kadar tesir eden bir başka batılı veya doğulu ilim ve fikir adamını görmek mümkün değildir. Bu iki mütefekkir arasındaki manevi bağ manen mürşid-mürid ilişkisine çıkmıştır. İkbal Mevlâna’dan bahsederken “pirim” ya da “mürşidim” diye söz etmektedir. O bir şiirinde Mevlâna hakkında şöyle demektedir:
“Bizim menzilimiz kibriyadır diyen rum mürşidi (Mevlâna)
Benim varlığımın çörçöpüne alev sardı”.
Pir-i Rumi toprağı iksir yaptı. Benim tozumdan tecelliler gösterdi.
Mevlâna ve İkbal, İslâm aleminde kendi çağlarının buhranlı dönemlerinde yaşamışlardır. Mevlâna XIII. asırda Moğol istilasının İslâm aleminde meydana getirdiği siyasi, iktisadi ve ictimai buhranlar döneminde yaşamış, bütün bunlara rağmen ümitsizliğe kapılmadan her türlü zulme karşı direnerek fikirlerini anlatmaktan insanların benliklerine sahip çıkmalarını telkin etmekten hiç bir zaman yılmamış bir mürşiddir İkbal de XX.. yy.’ın başlarında İslâm dünyasının batının siyasi, ekonomik ve kültürel hakimiyetinden kurtulma yolarını aramış, insanların sömürülmüşlük ve ezilmişlik psikolojisinden kurtulmaları için daima mücadele etmek gerektiğini yazı ve şiirleriyle devamlı dile getirmiş, bu yolda ömrü boyunca çaba harcamış bir mütefekkirdir.
İkbal’in eserlerinden bir kısmını okumak fırsatı bulan Mehmet Akif “O, çağımızın Mevlâna’sıdır” diyerek hayranlığını dile getirmiştir.
ilk Farsça eseri “Esrar-ı Hodi’yi, manen Mevlâna’nın tavsiyesi üzerine yazdığını belirtmektedir:
“Yaratılış, Hakk ile yoğrulan pir (Mevlâna) bana göründü.
O pir ki Fars dili ile Kur’an yazmıştı.
Ey aşıkların divanesi, dedi, saf aşk şarabından bir yudum iç.
Bağırlarında kıyametler kopar, başa şişe, göze neşter vur.
Ne zamana kadar gonca gibi susacaksın kokunu gül gibi ucuz dağıt”.
Mevlâna’dan aşk şarabını içtiğini söyleyen İkbal, bu aşkın kendine olan tesirini şöyle dile getirir:
“Aşk beni yonttu adam oldum. Alem kemiyyet ve keyfiyetini idrak ettim”.
İkbal:
“Benim fikrimi onun cilvesi büyüledi” diyerek Mevlâna’yı tanıdıktan ve ona bağlandıktan sonra büyük fikri değişiklikler yaşadığını dile getirir.
İkbal’in Rumuz-i Bihodi ve Câvidnâme isimli eserlerinde de Mevlâna’ya bağlılığını ve hayranlığını görmek mümkündür. Câvidnâme’de İkbal, Mevlâna’nın bir gazelini okuyarak ruhunu çağırır ve onun refaketinde manevi yolculuğa çıkıp rüya aleminde kainatı gezerler yolculuk esnasında bir çok ilim ve fikir adamlarıyla ve mutasavvuflarla karşılaşırlar ve çeşitli konular hakkında bilgi alırlar.
Bal-i Cibril isimli eserindeki “Pir ve Mürid” adlı uzunca şirinde Hindli mürid (İkbal) in Urduca sorduğu sorulara Pir-i Rumi (Mevlâna) nın Farsça olarak Mesnevi’den bulup kaydettiği cevaplar dikkat çekicidir.
Hindli Mürid:
“Ben, doğu ve batı bilimleri okumuştum ama hala ruhta bir üzüntü ve ızdırap kalmış bulunuyor”
Pir-i Rumi:
“Ehli olmayan hor el seni hasta eder, anneye doğru gel ki seni okşasın”.
Bu beyitlerde İkbal Mevlâna’ya doğu ve batı düşüncesinin insan ruhuna gerekli doyumu vermediğini şikayet etmektedir. Mevlâna ise, kalp huzurunu elde etmenin bir mürşide bağlanmakla mümkün olduğunu belirtmektedir.
Yine İkbal;
“Doğuluların bakışı, batı tarafından büyülenmiştir.
Batının güzeli, cennet hurisinden daha güzel (sanılıyor)”
Mevlâna, şu mısraları ile cevap verir:
“Gümüş görünüşte her ne kadar beyaz ve yeni ise de,
Yine el ve elbiseyi siyahlaştırır”
Batının görünüşünün insanı aldatmaması gerektiğini, batının iç yüzünün gerçekte göründüğü gibi olmadığını İkbal, Mevlâna’nın diliyle ifade etmektedir.
Geçmişte İslâm dünyasında, Kur’an-ı Kerim ve hadislerden sonra en çok okunan eser, Mevlâna’nın Mesnevisi olmuştur. Günümüzde ise batı dünyası Mevlâna gibilerin eserlerini elinden bırakamamaktadır. Abdurahman Camii, Mesnevi’ye Fars dilinde yazılmış Kur’an olduğunu belirterek Mevlâna için, “kendisi peygamber değildir, ama kitabı vardır” demiştir İkbal’in çağdaşı tanınmış şair Mevlâna Balgrami Mevlâna için şöyle demiştir.
“Kendisine peygamber denemez ama peygamberlik yaptı.
XX. yy.’da müslümanların uyanışını kedine gaye olarak seçen İkbal, bu mesuliyetin ağırlığını şöyle ifade eder:
“Eski çağların fitne döneminde Mevlâna vardı,
Fakat son çağın fitne döneminde ben varım”.
Mevlâna’nın İkbal’e olan etkisini bir çok eserinde görmek mümkündür. Câvidnâme isimli eserinde Mevlâna ile yaptıkları manevi seyahatte Zühre Feleğine geldiklerinde Mevlâna, İkbal’e bazı tavsiyelerde bulunur. Ve aralarında şöyle bir konuşma geçer.
“Şeyhimiz dedi ki “dünyanın bu yürüyüşü sabit değildir”.
Onun hoş ve nahoş şeylerinden yüz çevirmeli”
Dünyayı terkettikten sonra yine onun başını tutarsın,
evvela kendi başından vaz geçmelisin.
Ona dedim ki:
“Kalbimde bir çok Lat ve Menat vardır.”
Dedi ki:
Bu puthaneyi altüst etmelisin”.
Yine bana dedi ki;
“Kalk oğlum, yalnız benim eteğimi tut oğlum”
İkbal’in Mevlâna’dan etkilendiği önemli konulardan biri “ideal insan” üzerine yazılanlardır. İkbal’in eserlerinde insan konusu önemli bir yer tutar. Her ikisinde de ideal insan, tefekkür ve eylemi kendinde toplamış insandır. İkbal’in “Merd-i Mü’mini” (kâmil insan), Mevlâna’nın “Merd-i Hakkı” (dürüst insan) gibi Allah’ın kuludur. Bu kâmil insan ise, Nietzsche’nin Allah’sız bir toplumun sonsuz güce sahip süpermeninden (üstün insan), çok daha farklıdır. Mevlâna’nın kendi hayalinde canlandırdığı insan Allah’ın en güzel ve en şerefli yaratığıdır. Ruh, ilâhi bir kaynaktan gelmekte ve anavatanından koparıldığı için yuvaya dönmek için bir kuş gibi çırpınmaktadır. Kamışlıktan koparılmış ney gibi insanda, daima inlemeli mücadele etmelidir. İkbal de bu konuda manevi mürşidiyle hem fikirdir. Ve bu konu kendi felsefesinde önemli bir yer tutar.
İkbal’in manevi mürşidinden aldığı diğer önemli konu aşk felsefesidir. Bu her iki mütefekkirin eserlerinin ana konusudur. Her iki mütefekkir de aşk felsefesini eserlerinde büyük bir ustalıkla işlemişlerdir. İkbal’in eserlerindeki bazı ifadeler, Mevlâna’nın ifadelerine mana bakımından uygunluk arzetmektedir. Aşk hakkında Mevlâna şöyle demektedir.
“Aşk mekansızlık aleminde kızgınlık madenidir.
Yedi Cehennem, onun kıvılcımından bir dumandır
İkbal’de aynı konuda şöyle söylemektedir:
Aşk, alem hayatının usul ve kanunudur; alemde anasırın imtizacıdır.
Aşk, bizim yüreklerimizin yanışı ile yaşıyor. Lâilahe illallah kıvılcımı ile parlıyor.
Her iki mütefekkirin savundukları aşk; ilâhi aşktır. Beşeri aşklar hakkında her ikisi de aynı şeyler söylemektedirler.
Nitekim Hakiki aşk hakkında Mevlâna;
“Aşkla olunuz ki ölmeyesiniz, aşkla ölünüz ki diri kalasınız” derken bir başka beytinde de geçici aşkın mahiyetini vermektedir;
“Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir onlar nihayet bir ar olur
İkbal’de;
“İlahi aşk ve vecd ki insanı uyanık ve akıllı tutar,
Şehevi aşk ve şevk ki insanı ahmak ve sersem yapar” demektedir. Her ikisi için de aşk bir bütünleşme,“güç, görkem ve hakimiyeti” elde etmenin tek yoludur. Neticede İkbal’de Mevlâna gibi ilâhi aşkda karar kılarak gönül huzuruna ve kalp sükûnuna kavuşmuştur.
İkbal’in fikriyatına Mevlâna’nın tesirleri saymakla bitmez. Bizim amacımız Mevlâna ile İkbal’in fikirlerinin karşılaştırmak değil, Mevlâna’nın eserlerini tanıdıktan sonra İkbal’in fikriyatında meydana gelen inkılâpları ve bunların eserlerine yansımasını ortaya koymaktadır. Mevlâna ve İkbal’in ilişkisini daha birçok yönden incelemek mümkündür. Ancak bu çok kapsamlı bir konu olduğundan ve bizim amacımız dışında kaldığı için bu kadarı ile iktifa etmek durumundayız.
Neticede Muhammed İkbal için, Mevlâna’yı tanıyıp eserlerini okuduktan sonra dünya görüşünde ve tasavvufi düşüncesinde önemli değişiklikler olduğunu söylemek ve eserlerinin her yerinde adım adım Mevlâna’nın damgasını görmek mümkündür.
ESERLERİ
1. Mesnevi: Mesnevi, klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Bu tarzla yazılan şiirlerde, her beyitin iki mısrası kendi arasınada kafiyelidir. Bir beyitin kaiyesinin kendisinden önce gelen beyitlerle de kendisinden sonra gelen beyitlerle de uyumu gerekmez bu nedenle uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi tarzı seçilirdi. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp giderdi. Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir şiir tarzı ise de Mesnevi denildiği zaman akla Mevlana’nın Mesnevi’si gelir. Mevlana Mesnevi’yi Çelebi Hüsameddin’in isteği üzerine yazmıştır. Katibi Çelebi Hüsameddin’in yazdığına göre, Mevlana Mesnevi beyitlerini Meram’da gezerken, otururken yürürken hatta sema ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin’de yazarmış. Mesnevi’nin dili Farsça’dır. Halen Mevlana Müzesi’nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elimizdeki en eski Mesnevi nüshasıdır. Bu nüshaya göre, beyit sayısı 25618 dir. Bu Nesnevi nüshası Mevlana’dan sonra bu konuda en yetkili iki isim olan oğlu Sultan Veled’in ve katibi Çelebi Hüsameddin’in tashihinden geçmiş olması nedeniyle aynı zamanda en sağlam nüshadır. Mesnevi’nin vezni; Fa i la tün - Fa i la tün - Fa i lün’ dür. Mevlana altı büyük cilt olan Mesnevi’sin de, tasavvufi fikir ve düşüncelerini, bir birine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.
Mevlana Mesnevi’yi şöyle tanıtıyor
"Mesnevimiz, Vahdet dükkanıdır. Onda Vahid’den, yani Hakk’tan başka ne görürsen, o puttur...
Bu kitap, masal diyene masaldır. Bu kitapta halini gören ise er kişidir. Mesnevi, Nil ırmağının suyuna benzer. Kıpdiye kan görünür amma Musa’ya âb-ı hayat..."
"Erlerden gönül iste, bilgisizden laf,
Sadetten inci iste, ceylandan misk."
“Şüphe yok ki Mesnevî, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifadır. Hüzünleri giderir. Kur'ân'ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir. Gönülleri temiz insanlardan, hakikati sevenlerden başkalarının Mesnevî'ye dokunmalarına müsaade yoktur.”
2. Divan-ı Kebir: Divan, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Divan-ı Kebir “Büyük Defter” veya “Büyük Divan” manasına gelir. Mevlana’nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divan-ı Kebir’in dili de Farsça olmakla beraber, Mevlana Divanın içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer vermiştir. Divan-ı Kebir 21 küçük divan (Bahir) ile Rubai Divanı’nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Divan-ı Kebir’in beyit adeti 40.000 i aşmaktadır. Mevlana, Divan-ı kebir’deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu divana, Divan-ı Şems de denilmektedir. Divanda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.
3. Mektubat: Mevlana’nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve hali istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlana bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında “kulunuz, bendeniz” gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflarla hitap etmiştir.
4. Fihi Ma Fih: Fihi Ma Fih “Onun içindeki içindedir” manasına gelmektedir. Bu eser Mevlana’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane’ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret, mürşit ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir.
5. Mecalis-i Seba’a: Mecali-i Seb’a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlana’nın yedi meclisi nin yedi vaazı nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlana’nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlenmesi yapıldıktan sonra Mevlana’nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlana, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis’lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir.
a. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
b. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
c. İnanç’daki kudret.
d. Tövbe edip doğru yolu bulanlar, Allah’ın sevgili kulları olurlar.
e. Bilginin değeri.
f. Gaflete dalış.
g. Aklın önemi.
Bu yedi meclisde, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 hadis daha geçmektedir. Mevlana tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlana yedi mecliste her bölüme “Hamd ü sena” ve “Münacaat” ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufi görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi’nin yazılışında da aynen kullanılmıştır
VECİZ SÖZLERİ ve MENKİBELERİ
Bir adamın birçok hüner, fen, bilgi sahibi olduğuna bakma! Verdiği sözde duruyor mu? Vefâsı var mı? AsıL ona bak! Hakla ettiği sözleşmeyi yerine getiriyorsa, insanlara verdiği sözde duruyorsa, vefâlıysa onu istediğin kadar öv! Onun iyi vasıflarını bir bir say! O, senin övgünden, saydığın meziyetlerden daha üstün bir kişidir.
* * *
Şöhret âfettir; şöhret peşinde koşmak, iyi tanınmak için uğraşmak, insanlığa yakışmaz. Eğer sen
hakikati, aşk incisini arıyorsan, görünüşten kurtulman, deniz dalman, derinliklere inmen gerek!
Yoksa şöhret, gösteriş, deniz kıyısına düşen köpüktür.
* * *
Kötü huy kılavuzun oldukça mutlu olacağım sanma! Sen sabaha kadar gaflet uykusundasın, ömürse kısadır. Korkarım ki, sen bu uykudan uyanınca gündüz olur.
* * *
Haydi şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendine kaldıkça, bir habbesin, bir zerresin fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı, bir ummansın, bir madensin! Bütün insanlarda aynı ruh vardır, ama hepsinde de aynı yağ bulunmaktadır. Dünya da çeşitli diller, çeşitli lügatler var, fakat hepsinin da anlamı birdir, çeşitli kaplara konan sular, kaplar birleşirler, bir su hâlinde akarlar. Tevhidin ne demek olduğunu anlar da, birliğe erersen, gönülden sözü, mânâsız düşünceleri söküp atarsan, can, mânâ gözü açık olanlara haberler gönderir, onlara gerçekleri söyler.
* * *
Sende bulunan beş duygu ışığını, gönül nuruyla aydınlat. Duyguları beş vakit namaz gibi bil.
Gönlünse yedi âyetten ibâret olan Fatiha Sûresi’ne benzer. Her sabah göklerden bir ses gelir,
gönlünden dünya sevgisini atabilirsen o sesi duyar, hakikat yolunun izini bulur, yol alır gidersin.
* * *
Gel, gel, daha yakın gel, bu yol vuruculuk ne zamana kadar sürüp gidecek? Madem ki sen, bensin, ben de senim. Artık bu senlik ve benlik nedir? Biz Hakk’ın nuruyuz, Hakk’ın aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle, birbirimizle ne diye çekişip duruyoruz? Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor? Biz hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücud halinde olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz. Fakat neden böyle şaşıyız? Aynı vücudun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler, yoksulları böyle hor görürler? Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye sol elini hor görür? Her ikisi de madem senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz.
* * *
Mânâların aşk burakı, aklımı da, gönlümü de aldı, götürdü.”Nereye götürdü?” diye den bana sor.
Aklımı da, gönlümü de senin bilmediğin o tarafa, ötelere götürdü. Ben öyle bir revâka, öyle bir
kemer altına ulaştım ki, orada ne ay gördüm, ne de gök. Öyle bir dünyaya eriştim ki, orada dünya da, dünyalıktan çıkar, dünyalığını kaybeder.
* * *
Mutlu olmanın sırrını Peygamber Efendimiz’den öğren de, Allah sana ne verirse ona razı ol. Başına gelen derde, balaya razı olur da, ses çıkarmazsan, o anda hemen sana cennet kapısı açılır. Eğer gam elçisi sana gelirse, tanıdık bir dost gibi karşıla, onu kucakla. Zaten o sana yabancı değildir, onunla aşinalığın vardır. Sevgiliden gelen cefaya karşı sakın suratını asma, onu neşe ile karşıla, merhaba, hoş geldin de. Onu güler yüzle, tatlı sözle karşıla ki gönül alıcı o eşsiz varlık hoşa gitmeyen çarşafını üstünden atsın da güzelliği ortaya çıksın.
* * *
Ey benim canım, şu toprak perdesinin ötesinde, gizli bir zevk, gizli bir mutlu yalayış vardır. Her şeyi gizleyen bu örtünün altında, yüzlerce güzel Yusuflar vardır. Bu ten, bu görünen beden ortadan gidince, asıl varlığın olan ruhun kalkar. Ey sonsuz olan ruh, ey fani olan ten! Bu halin nasıl olduğunu anlamak istersen, her gece kendine bak. Uykuya dalınca tenin ölmüş gibidir. Ruhunsa cennet bahçelerine kanat çırpmaktadır.
* * *
Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durursun! Nihayet bu pişmanlığa da daha ziyade pişman olusursun! Ömrünün yarısı perişanlıkla geçer, öbür yarısı da pişmanlıkla heder olur gider! Bu fikri, bu pişmanlığı terket de, daha iyi bir hâl, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!
* * *
Ezel sofrası üzerinde her ne kadar halk kavgadaysa da, yediler ve yerlerse de, sofra yine o sofradır, ondan hiçbir şey eksilmez. O olduğu gibi durur. Bir kuşu bir dağın üstüne konsa, sonra uçup gitse, dağda bir fazlalık veya bir eksiklik görünür mü?
* * *
Şu tenimiz ruhumuzun bir köşküdür. Orası bir tepe, bit yıkık yer değildir. Ruhumuz bizim biricik dostumuz, yârimizdir. O, bize hiçbir zaman yabancı olmaz. Gönül yolu, korkunç bir çölden geçer. Yürekli bir er, Rüstem gibi bir yiğit olmayan oraya nasıl varabilir? Oraya varacak kişi, bir pehlivan gibi hasmını yere vuran, çeşitli gıdalarla bedenini besleyen, kuvvetli, güçlü kişi değildir. Oraya varacak kişi, nefsini yenen, kendi benliğini yıkıp alt eden, dünya âşığı değil, Allah âşığı olan kişidir. Böyle bir kişinin bedeni mezara girince; mezarın toprağı ile örtülünce, o bedenden tohum nasıl baş verir yücelirse, tıpkı onun fini Hak tarafından kabul edilmiş ağacı yükselir, boy atar. Nurlu bir gönül erinden başka, o nura âşık olan kimdir? Aşk mumu, pervanenin gönlünden başka neyi yakar?
* * *
Sermâyesi kanaat olan kişinin; her yaptığı iş, tâ’at olur, ibâdet sayılır. Onun yemesi, içmesi, uyuması, Hakk’ın emrini tutması, yerine getirmesi içindir. Sakın Hak’tan başkasını dost edinme! Çünkü halkın dostu olmak, halkın gözüne girmek ömürsüzdür, ancak yarım saat sürer.
MEVLANA’NIN YEDİ ÖĞÜDÜ
Cömertlikte yardım etmede akar su gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol..
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülükte deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün...
Ya göründüğün gibi ol...
Mevlana’dan hikaye
TASAVVUF'TA 4 KAPI VARDIR
1- Şeriat Kapısı
2- Tarikat Kapısı
3- Marifet Kapısı
4- Hakikat Kapısı
Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek Hakikate ulaşılır.
************
Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş;
"Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?" "Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş.
Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım."
****
Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat akşetmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var.
Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş.
Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına
devam etmiş. Öğrenci Mevlana'ya dönmüş, olanları anlatmış.
Mevlana; "İşte sana istediğin örnekler....
- Birinci, şeriat kapısını geçememiş biri idi.Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.
- İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat ğretisinde verdiği söz aklına geldi."Sana kötülük yapana bile iyilik yap".Onun için döndü, oturdu.
- Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradandan geldiğini bilir, inanır.
Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.
- Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile...
Dostları ilə paylaş: |