TÜRK HALK EDEBİYATINDA DELİ DUMRUL VE DÜNYA KÜLTÜRÜNDEKİ BENZERLERİ
Türk Halk Edebiyatında Deli Dumrul ve Dünya Kültüründeki Benzerleri, Folklor/Edebiyat, sayı: 37, 2004/1, s. 235-238.
Türk kültürünün günümüze ulaşan eserleri arasında Dede Korkut Kitabı hiç kuşku yok ki en önemlilerinden biridir; dil, edebiyat, halk inanışları, gelenekler, sosyal hayat açısından adeta bir hazinedir. Zaten Türk kültürünün yazıya geçmiş, günümüze ulaşabilmiş eserleri son derece sınırlıdır, bu yüzden onun değeri bir kat daha artmaktadır. Dede Korkut Kitabı, unique (tek örnek) değildir. Bu kitabın yazıya geçmesinde kaynak oluşturan güçlü sözlü kültür hâlâ varlığını sürdürmektedir. Dede Korkut Kitabı’nda yer alan boyların (bölümlerin) varyantlarına Anadolu, Balkanlar, Orta Asya’da rastlanmaktadır.
Bu boylardan biri de “Deli Dumrul”dur. Bu boy, Dede Korkut Kitabı’nın Vatikan nüshasında bulunmaz, on iki hikâyelik Dresden nüshasının beşinci hikâyesidir. İşlediği temanın etkileyiciliği sebebiyle masal, efsane, türkü haline de dönüştürülmüştür. Bilindiği üzere “Deli Dumrul”da, Azrail’e kendi canı yerine başkasının canını önerme teması işlenmiştir. Dumrul, coşkun akan bir derenin[1] üzerinde kurduğu köprüden geçenden de geçmeyenden de haraç alır. Ağıt yakan kadınlardan, yiğitlerin canını Azrail’in aldığını öğrenir. Azrail’e savaş açar. Bu durum Allah’ın gücüne gider, Azrail’i Deli Dumrul’un canını alması için gönderir. Deli Dumrul ölümden ancak kendi canına karşılık bir can getirirse kurtulabilecektir. Annesinden ve babasından canını isteyen Deli Dumrul olumlu cevap alamaz. Karısına durumu anlatır, çocuklarını öksüz koymamasını, evlenmesini vasiyet eder. Deli Dumrul’u seven karısı, onunkinin yerine kendi canını vermek ister. Deli Dumrul, Allah’a, eğer canını alırsa karısıyla birlikte alması, almayacaksa ikisini de bağışlaması için dua eder. Onun duası Allah’ın hoşuna gider, Azrail’e onun anne ve babasının canını almasını, çifte de yüz kırk yıl ömür bağışladığını bildirir.
Bu hikâye, 1934’te Naci Erenkum, 1946’da Mehmet Necati Öngay, 1946 ve 1951’de Pertev Naili Boratav, 1957’de Mehmet Çalım, 1964’te Şükrü Elçin, 1971’de Ali İhsan Muratoğlu tarafından derlenmiştir[2].
1934 yılında Naci Erenkum’un yayınladığı, Antalya’da derlenen, Cuma Ali adlı bir abdalın sazla söylediği metin, hem menkıbe hem destan özelliği gösterir. Azrail’in Dumrul’la can pazarlığı yapması, yine aynı şekilde annesinin ve babasının canını vermeyince, kendisini seven karısının buna razı olması, bu fedakârlık karşısında Allah’ın bu çifte bin yıl ömür bağışlaması anlatılır.[3]
1964’te Şükrü Elçin’in Tokat’ın Reşadiye kasabası Bağtaşı köyünden derlediği masalda Deli Dumrul adı geçmemekte, parasız bir oğlanın zengin bir adamın yanında çalışması, işi biten adamın kanlı ellerine su dökmesi, bu kişinin kendi kimliğini Azrail olarak açıklaması, oğlanın canını alacağı günü söylemesi, evlendirileceği gün canını almaya gelen Azrail’le can pazarlığına girişmesi, annesiyle babasının canını vermemesi, evleneceği gelinin canını vermeye razı olması üzerine Azrail’in oğlanın anne ve babasının canını alıp bu çifte beş yüzer yıl ömür vermesi anlatılmıştır[4].
1971’de Ali İhsan Muradoğlu’nun Bolvadin’de derlediği metinde, Dede Korkut Kitabı’ndaki kuru çay yerine köpük köpük akan bir dereden bahsedilir. Ayrıca Azrail’in yerini burada bir Türkmen reisi almıştır. Bahsedilen dereye köprü yaptırıp köprüden geçenden de geçmeyenden de haraç alan Deli Dumrul, bir Türkmen reisinin kızından da para almak isteyince, kız bağırır, reisin adamları tarafından yakalanır. Reise de saldıran Deli Dumrul öldürülecektir. Fakat onun yalvarmalarına acıyan reis kendi yerine bir bedel bulursa affedeceğini söyler. Dumrul’un annesi ve babası mal vermeyi önerirler ama can vermeye yanaşmazlar. Karısı iki çocuğunun babasız kalmamasını, dul kalırsa hayatta ne yapacağını söyleyerek canını vermeye razı olur. Reis kadına acır, köprüden para alınmaması şartıyla onları bağışlar.[5] Görüldüğü üzere bu metin daha gerçekçidir, hikâye türüne daha yakındır.
1994’te Tuncer Gülensoy’un Üsküplü öğrencisinden derlediği metin çok kısadır. Bu metin Dede Korkut Kitabı’ndaki hikâyenin özeti gibidir. Fakat son kısımda bir farklılık bulunur: Deli Dumrul’un karısının, yeni gelin olduğu için konuşmadığı, Dumrul’a işaretle, saçını ikiye ayırıp, ömrümün yarısı benim, yarısı senin demek istediği anlatılır.[6]
1998’de Konya’da Mehmet Şirin Güzel’in derlediği metin “Bir Hikâye” başlıklı olmasına rağmen masal özellikleri taşır. Bir annenin tek oğlu kasabaya alışverişe giderken kendisine yol arkadaşlığı edenin Azrail olduğunu öğrenir, ayrıca Azrail ona evleneceği gün canını alacağını bildirir. Uzun süre evlenmeyen bu şahıs, akrabalarının, çevresinin baskısına dayanamaz, durumu anlatır. Çevresindekiler kendi canlarını vereceklerini söylerler, fakat düğün başlayıp Azrail gelince teker teker kaçarlar. Adam, durumu bütün açıklığıyla, samimiyetle geline anlatır; gelin kendi canını vermeye razı olur. Azrail, gelinin canını alma denemesinde, bu konuda samimi olduğunu gösteren kadına, Allah’tan emir geldiğini, ikisinin de ömrüne kırkar yıl eklendiğini söyleyip uzaklaşır.[7]
Yukarıda özetlenen “Deli Dumrul”un Anadolu ve Balkanlar varyantlarında cana karşılık bir can bedeli ödenmesi temel alınmıştır.
Aynı tema Orta Asya kaynaklı anlatılarda da karşımıza çıkar. Er Töştük destanında İlemen Bay, kendisini öldürmek üzere olan Kâfiroğlu Yel Moğus’a kendi canı yerine oğlu Er Töştük’ün canını önerir. Fakat gelini de Er Töştük’ün yanında yer alınca dev onları bırakır.[8] Altaylardan derlenen Ay Mangus efsanesinde, fakirliği yok etmek için çeşitli maceralara atılan Ay Mangus, Altın Ergek’le savaşmak zorunda kalır. Gücü tükenen Ay Mangus’u Altın Ergek öldürmek üzereyken Ay Mangus’un arkadaşı Çek Pergen onun canına karşılık kendisininkini önerir ve ölür. Daha sonra devam eden çarpışmada bu sefer de iki çalgıcı Ay Mangus’un yerine kendi canlarını önerirler, fakat söyledikleri şarkıların etkisiyle Altın Ergek’in kendisi ve atı taş kesilir, hepsi kurtulur.[9] Başkasının yerine ölme özverisi Moğol kahramanı Ögedey için ölen Tuluy ve Humayun için ölen Babur örneklerinde de karşımıza çıkar.[10]
Aynı tema “Mahmudum Türküsü”nün de esasını teşkil eder. 1932’de Bartın’da Sadi Yaver Ataman’ın, 1942’de Hikmet İlaydın’ın derlediği iki varyantta can yerine, hapse düşmüş olan Mahmut’un, bundan kurtulmak için annesinden, babasından ve nişanlısından para istemesi anlatılır. “Mahmudum Türküsü”, “Deli Dumrul”un gerçekçi döneme uyum sağlamış bir varyantıdır.[11]
Bu türkünün Gagauz, Bulgaristan, Makedonya, Romanya, Yunanistan varyantları da vardır. Gagauz varyantında, türküdeki zindana düşen kişinin erkek olduğu, yardım istediği belirtilir. Diğer varyantlarda türküdeki şahıs kadındır, anne, baba, ağabey ve sevgiliyi çağırır, bir sarı yılandan kendisini kurtarmasını ister.[12] Buradaki sarı yılan eril bir unsur gibi düşünülebilir. Sanki yabancı bir erkekten korunmak isteyen bir kadın anlatılmıştır.
Bu temanın benzerine Avrupa’daki baladlarda da rastlanır. İzlanda’dan Kuzey ve Baltık denizine, Batı Akdeniz havzasından Almanya’ya kadar yayılmış, baş kişisi, bir gemici (ölümü temsil eder) tarafından alıkonan kız veya hapse düşmüş erkek olan baladlar tespit edilmiştir. Almanya ve Güney Batı Avrupa baladlarından kaynaklanan Slav baladlarında, hapisten kurtarılması gereken erkek için önerilen bedeli ödeyen fedakâr bir sevgili vardır. Bu baladlardaki ana fikrin de Yunan mitolojisindeki “Alkestis”le bağlantılı olduğu ileri sürülmüştür.[13]
Yunan mitolojisindeki “Alkestis” efsanesinde, “Deli Dumrul”da da gördüğümüz yine kendi canına karşılık bir can bulunması teması işlenir. Ecel, kendi yerine başka birini bulursa Kral Admetos’un canını almayacaktır. Admetos’un ihtiyar annesi ve babası canlarını vermeyi reddederler; karısı Alkestis, kocasının yerine ölmeyi kabul eder. Yer altı tanrısı Hades’in karısı Persephone, bu bağlılık karşısında yumuşayarak Alkestis’i kocası Admetos’a geri verir. Başka bir varyantta da Herakles, dostu Admetos’un karısı Alkestis’i ölümün elinden zorla alır.[14] Euripides’in Alkestis tragedyasında da işlenen bu konu, Hint mitolojisinde Savitri, Sümer mitolojisinde İnanna ile bağlantılı olarak kullanılır.
Savitri, evlendiği Satyavan’ın bir yıl sonra ölmeye yazgılı olduğunu öğrenir. Ölüm ve Doğruluk Tanrısı Yama, Satyavan’ın canını alıp ormanın derinliklerine götürür. Savitri, uyguladığı ibadet sayesinde Yama’yı izleyebilmektedir. Yama, kadından kurtulabilmek için dilek hakları verir, tek şartı vardır kocasının canını istemeyecektir. Savitri son dileğinde çok çocuk sahibi olmayı ister; fakat evli olan Savitri’nin töre gereği tekrar evlenmesi mümkün değildir. Doğruluk Tanrısı da olan Yama, kadının bu sadakati, istekliliği karşısında sözünü tutar ve kocasının canını geri verir.[15] Bu anlatıda özellikle Hint inanışları gereği erdemli bir kadının sahip olması gereken sadakat temi ön plana çıkar. “Alkestis” veya “Deli Dumrul”daki gibi kocasının yerine kendi canını veren kadın konusu işlenmez fakat sonuç itibariyle kocasının canını kurtaran sadık kadın motifi ön plana geçer.
Göklerin kraliçesi olan İnanna, gücünü genişletip yer altını da ele geçirmek ister. Fakat yer altına indiğinde yakalanır. Araya giren tanrılar İnanna’nın, yerine başkasının canını getirmesi şartıyla yeryüzüne çıkmasını sağlarlar. Kocası Dumuzi dışında, karşılaştığı herkes onun için yas tutmaktadır. Buna çok kızan İnanna, kocası Dumuzi’yi yer altına indirir. Dumuzi’nin kardeşi Geştinanna bu duruma çok üzülmektedir. İnanna da hırsı sebebiyle mutluluğu kaybettiğini anlar ve Dumuzi’yle kardeşi Geştinanna’yı altı aylık sürelerle dönüşümlü olarak yer altına göndermeye karar verir.[16] Bu anlatıda cana karşılık can verilmesi işlenmekle birlikte, mevsim dönüşümünün mitolojik sebebi izah edilmiştir. Burada diğer anlatılarda erkeği için fedakârlık eden kadın yerine, kendisi için yas tutmayan kocasını cezalandıran bir kadın figürünü görürüz. Bu ele aldığımız metinlerde, ataerkil düşüncenin kadına yüklediği değer yargıları çok açık bir şekilde görülmektedir. Kadının en önemli erdemi, erkeğine sadık olması, yeri geldiğinde onun yerine kendi canını verebilmesi, çocuklarını babasız bırakmamasıdır.
“Alkestis” ile “Deli Dumrul” arasındaki benzerliklerden dolayı Türk halk anlatılarında Yunan mitolojisinin etkisinden bahsedilmiştir. Fakat milattan önce beşinci yüzyılda yazılan Alkestis tragedyası ile milattan sonra on beşinci yüzyılda yazılmış Dede Korkut Kitabı’ndaki “Deli Dumrul” hikâyesindeki benzer motifin, Anadolu’ya Türkler tarafından mı getirildiği ya da Türklerin bunu Anadolu’da mı bulduğu tartışmalı bir konudur. Dede Korkut Kitabı’nı Avrupa’da tanıtanlardan birisi olan oryantalist Von Diez, “Kiklop” ile “Tepegöz” arasındaki benzerliklere dikkat çektikten sonra, Yunan mitolojisinin Araplar ve Müslümanlar tarafından tanınmadığını, İskender ordularının taşıdığı kültürün bilindiği ve bu malzemenin yayılmasında onun bir işlevi olmadığını, dolayısıyla Türk edebiyatında Yunan etkisi değil, tersine Yunan mitolojisinde Türk edebiyatı etkisinden bahsedilebileceğini ileri sürmüştür.[17]
Ege’nin deniz ticareti açısından canlı olması sebebiyle bu türden kültürel ürünlerin ticarî temaslarla taşındığını ileri sürmek daha ihtiyatlı bir yaklaşım olacaktır. Ayrıca insan beyninin çalışmasının aynı olması, bazı sosyal olay ve durumların insan topluluklarında aynı şekilde yaşanması yüzünden pek çok yerde benzer kültürel ürünlerin ortaya çıktığı da gözden ırak tutulmamalıdır.
[1] Dede Korkut Kitabı’nın günümüz Türkçesine aktarılan yayınlarında “kuru çay”dan bahsedilir. Son dönemdeki araştırmalar, “kuru” diye okunan ve Türkçe’de var olduğu anlamıyla kabul edilen kelimenin, aslında Moğolca, coşkun anlamındakı “kurı” kelimesi olduğunu göstermiştir (Osman Fikri Sertkaya, “Dede Korkut Kitabında Moğolca Unsurlar”, ve Vahid Adilov, “Kitab-ı Dede Korkut’un Metni Üzerine Bazı Notlar”, VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi, İstanbul, 9.11.1999.).
[2] Saim Sakaoğlu, “Tokat’ta Derlenen Bir Deli Dumrul Hikâyesi”, Dede Korkut Kitabı, C. I, Selçuk Üniversitesi Yayını, Konya, 1998, s. 138.
[3] Sakaoğlu, “Naci Erenkum’un Antalya’da Derlediği Metin”, a.g.e., C. II, s. 1013-1016.
[4] Şükrü Elçin, “Deli Dumrul Hikâyesinin Bir Varyantı”, Halk Edebiyatı Araştırmaları, C. II, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1988, s. 48.
[5] Sakaoğlu, “Ali İhsan Muradoğlu’nun Bolvadin’den Derlediği Metin”, a.g.e., C. II, s. 1017-1018.
[6] Sakaoğlu, “Prof. Tuncer Gülensoy’un Üsküplü Öğrencisinden Derlediği Metin”, a.g.e., C. II, s. 1019-1020.
[7] Sakaoğlu, “Konya-Mehmet Şirin Güzel Derlemesi”, a.g.e., C. I, s. 475-482.
[8] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I,Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s.542-547.
[9] Ögel, a.g.e., s. 324-327.
[10] Jean-Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. Aykut Kazancıgil, İşaret Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1998, s. 203-204.
[11] Ali Osman Öztürk, “Mahmudum Türküsü’nün Uluslararası Balad Geleneğindeki Yeri”, V. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi, Halk Edebiyatı Seksiyonu Bildirileri II, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s. 229-235.
[12] Öztürk, a.g.e., s. 230.
[13] Öztürk, a.g.e., s. 235.
[14] Tahir Alangu, “Türk Masallarında Yunan Etkileri ve Dede Korkut Kitabı Üzerine”, Türk Folkloru Elkitabı, Adam Yayınları, İstanbul, 1983, s.274-279.
[15] Günil Özlem Ayaydın, “Masalla Ölüme Meydan Okuyan İnsan: Alkestis, Dumrul, İnanna ve Savitri Anlatılarının Karşılaştırmalı İncelemesi”, Millî Folklor, Sayı: 55, Sonbahar 2002, s. 16-18.
[16] Ayaydın, a.g.e., s. 21-23.
[17] Alangu, a.g.e., s. 274-276.
TATMİNSİZLİKTEN YASAK AŞKA:
AŞK-I MEMNU[1]
Tatminsizlikten Yasak Aşka: Aşk-ı Memnû, Turnalar, sayı: 5, Ocak 2002, s. 26-30.
Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında askerî alanda başarısız olması, Osmanlı aydın ve bürokratlarını, bunun sebeplerini ve çözüm yollarını bulmaya yöneltmiştir. On sekizinci yüzyılda askerî alanda başlayan yenileşme, daha doğrusu Avrupa’daki modelleri örnek alan Batılılaşma hareketi, eğitim kurumlarını, devlet yönetimini ve sosyal hayatı da etkilemiştir.
Eğitim için Avrupa’daki okullara gönderilen öğrencilerin, resmî görevli olarak orada bulunan elçilik mensuplarının yaşadıkları ve öğrendiklerinin, Osmanlı devletinin okullarında Batılı eğitim anlayışıyla yetişen neslin, Osmanlı topraklarına gelip Batılı eserleri tanıtan çeşitli tiyatro gruplarının, müzisyenlerin, Batı kültürünü tanıyan azınlıkların orada gördüklerini Osmanlı devleti sınırları içinde uygulamaya başlamalarının (matbaa kurmaları, gazete yayınlamaları, kitap basmaları, tiyatro işletmeye başlamaları vs. ) etkisiyle Batılı kültüre, edebiyata karşı ilgi uyanır. Batılı eserlerin çevirilerinin yayınlanmasıyla bu ilgi daha da artar.[2] Daha sonra Batı edebiyatlarında nelerin anlatıldığı, nasıl anlatıldığı dikkate alınarak, onların yazdığı tarzda yazmaya çalışan ama bizi anlatan eserler yayınlanmaya başlanır.
1860’ta Şinasi’nin yayınları ile başlayan Tanzimat edebiyatı döneminde, Batı edebiyatının etkisiyle yeni bir edebiyat anlayışı oluşmaya başlar. Divan edebiyatı etkisini hissettirmekle birlikte artık eski cazibesini yitirir. Tiyatro, roman gibi yeni edebî türlerin ilk denemeleri yayınlanır.
Tanzimat edebiyatının ilk döneminde Batılılaşmaya çalışan bir devletin ve toplumun, bunları nasıl gerçekleştirmesi gerektiği üzerinde duran, sosyal faydayı ön planda tutan eserler yazılır. Vatan, millet, din konuları da eserlerde işlenir. Bu dönemde yazılan romanlarda divan edebiyatının ve halk edebiyatının etkisi çok belirgindir. Namık Kemal, İntibah’ta bir divan edebiyatı şairi gibi tasvirler yapar; Ahmet Midhat, bir meddah gibi konularını anlatır, okuyucuyla adeta sohbet eder.
Tanzimat edebiyatının ikinci döneminde, II. Abdülhamit’in baskıcı yönetiminin ve örnek aldıkları Batılı edebiyatçıların da etkisiyle, sosyal, politik konulardan uzaklaşan Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit’in öncü olduğu şair ve yazarlar, eserlerinde bireyi, duygularını ve metafizik konuları işlerler.
1896’da Servet-i Fünûn dergisinde yazılarını yayınlayan Tevfik Fikret, Cenab Şahabettin, Mehmet Rauf, Halit Ziya, Hüseyin Cahid gibi şair ve yazarlar, Batılı edebî akımlara mensup sanatçıların etkisiyle Batılı bir edebiyatın ciddî örneklerini sunarlar. Batılılaşan Türk edebiyatı artık eski edebiyata geri dönülemeyecek bir hâl almıştır.
Roman türünde ilk ve acemi eserleri yazan Şemsettin Sami, Namık Kemal, Samipaşazade Sezai, Nabizade Nazım, Recaizade Ekrem’den farklı olarak bu dönemde son derece ustaca yazılmış, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu ve Eylül gibi romanlar yayınlanır.
Aşk-ı Memnu’nun yazarı olan Halit Ziya Uşaklıgil, Türk romanının batılılaşmasında çok önemli bir role sahiptir. “Kahramanlarının ihtiras ve duygularını tahlil etmeği, onları muhitleri içinde göstermeği esas gaye bilerek, sanatkârâne bir üslup ile Türk dilinde hakiki batılı romanı o yarattı.”[3] Halit Ziya, ilk romanlarında romantizmin etkisiyle kahramanlarının duygularını anlatıcının bakış açısıyla ve değerlendirmeleriyle okuyucuya yansıtmıştır. Fakat Ferdi ve Şürekası adlı romanından başlayarak daha sonraki romanlarında realist ve naturalist akımların etkisiyle gerek olay örgüsünün oluşturulması ve şahısların canlandırılmasında gerçekçi bir tutum takınarak gerekse anlatıcının değerlendirmelerini sınırlayarak gerçekçi bir yol izlemiştir.[4] Böylelikle Türk romanının da realist bir zemine oturmasını sağlamıştır.
Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarıyla ilgili makale, kitap yazan, araştırıcı, incelemeci ve eleştirmenler onun en iyi romanının Aşk-ı Memnu olduğunu belirtmişlerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar, bu romanın “sadece realist teknik ve psikoloji itibariyle bakılırsa, her zaman için mükemmel sayılabilecek bir eser” olduğunu ileri sürer.[5] Türk romanı üzerine bir kitabı yayınlanmış olan Robert P. Finn “Türkçede yazılmış tekniği en kusursuz romandır belki de.” diyerek bu romanın önemini vurgular.[6] Selim İleri “Yapısal özellikleri bakımından Aşk-ı Memnu modern romancılığımızın en büyük klasiği sayılmalıdır.” der.[7] Fethi Naci, Türk romanının gelişim zinciri dikkate alındığında bu romanın kronoloji olarak değil, edebî olarak ilk Türk romanı olduğunu belirtir.[8] Ö. Faruk Huyugüzel, bu roman için “birkaç farklı bakış açısının bir kurgu dünyası içinde çok başarılı bir şekilde birleştiği ölmez eserlerden birisi”der.[9] Durali Yılmaz ise romanımızın abc’si olarak niteler.[10] Bu romanı sinemaya uyarlayan Halit Refiğ, Aşk-ı Memnu’dan “kadınların sağlam bir biçimde edebiyatımıza girdiği ilk eser” diye bahseder. [11] Görüldüğü üzere bu romanın, anlatım tekniği ve anlattığı konuları üzerinde durulmaktadır.
Türk romanında bu kadar önemli bir yere sahip olan Aşk-ı Memnu neyi anlatmaktadır? Romana tematik açıdan bakılınca Bihter’in yasak aşkının, Nihal’in çocukluktan genç kızlığa geçişinin, Adnan Bey’in temsil ettiği, on dokuzuncu yüzyılın sonundaki yüksek sosyetenin yaşayış tarzının, Behlül’ün aşk hayatının anlatıldığı ileri sürülebilir.[12] Bunların hepsi de anlatılmaktadır. Fakat bütün bunları bir araya getirip okutturan roman şahısları arasındaki çatışmalardır. Bu çatışmalar hem şahıslar arasında hem de şahsın iç dünyasında gerçekleşmektedir. Bu açıdan bakılınca şahısların, romanın olay örgüsündeki rolleri daha anlaşılır hâle gelir.
Romanda ağırlıklı olarak Bihter’in başından geçenler ve onun duyguları, düşünceleri anlatılır. Bihter, Melih Bey takımı adı verilen ailenin, babası ölmüş, annesi hafif meşrep olan iki kızından biridir. Annesinin kötü ününden dolayı evlenememekten korkan, giyinmeyi, gezmeyi seven yirmi iki yaşında bir genç kızdır. Bihter, Adnan Bey’den evlenme teklifi alınca, bundan sonra hayatının alacağı şekli ve evliliğini düşünür: “Lâkin Adnan beyle izdivaç demek Boğaziçinin en büyük yalılarından biri, o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lâmbaları, yaldızlı iskemlelerile masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz, örtüleri çekilmiş beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekdi. Sonra Bihterin gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasile yükselirken üzerine kumaşlar, dantelâler, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor, bütün o çılgıncasına sevilip de alınamıyarak mütehassir kalınmış şeylerden mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.”[13] Bihter için evlilik tamamen maddî tatmin aracıdır. Alıntıdan da gayet açık bir şekilde anlaşılacağı üzere Bihter, bu evlilikle, isteyip de alamadığı şeyleri elde edecektir. Ama bunların arasında sevgi, aşk bulunmamaktadır. Bihter’in gözüyle Adnan Bey’in anlatıldığı satırlarda da sadece güzel görünen bir beyefendi tasviri yapılmaktadır. “Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, bir çok ikbal ihtimallerine namzed, uzaktan kır mı, kumral mı fark olunamıyan sakalları çenesinden hafif hatla ayrılarak iki tarafına taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahbus parmakları altın telli gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucile sildikten sonra her tesadüfte kendisine bir rica nazarile bakan, güzel o kadar meharetle saklanan elli yaşına rağmen hâlâ güzel bir koca koyuyordu.” (s. 16.) Bu satırlarda Bihter’in, Adnan Bey’i uzaktan gördüğü o şekilde müstakbel kocası anlatılır. Bihter’in bir kadın olarak cinsel duyguları belirtilmez. Zira aralarında karşılıklı bir çekim olmamıştır. Bihter için en önemli nokta onun zenginleşme arzularını tatmin edecek olmasıdır. Kocasının yaşlı olması, iki çocuğu bulunması onu korkutmaz, iyi niyetle her şeyi yola koyacağını düşünür. Kızlarına karşı ilgisiz hatta gençlik ve güzellik söz konusu olduğunda onlara rakip olmaya çalışan bir annenin sevgisizliği, erken yitirilen babanın özlemi, annesinin hafif meşrep tanınmasından dolayı evde kalma korkusu Bihter’in bu evliliğe daha sıcak bakmasına yol açar.
Fakat evlendikten sonra cinsel tatminsizlik kendini gösterir. Göksu’ya gittikleri gezintiden döndükten sonra Bihter, gece yalnız kalır. Pencerenin önünde yarı çıplak kendini rüzgara bırakır, içindeki ateşin sönmesini ister. Gündüz gezinti sırasında Peyker’e yaklaşmaya çalışan Behlül aklına gelir, fakat onu zihninden uzaklaştırmak ister. Kocasına kalbinde aşk hissetmeyen Bihter’in, Adnan Bey’le sevişmesi artık tecavüz şeklini almıştır: “O zaman bu aşk, bu verilmiyen aşk, kendisinden mukavemet olunamıyan bir hakla alındıkça, vücudundan, kalbinden bir şey gasb edilmiş zanneder, ağlamak, feryad etmek, ıztırabından kıvranmak isterdi.” (s. 98) Bihtero gece, zenginlik heveslerinin karşılanmasının onu tatmin etmeye yetmediğini anlar. Bir kadın olarak duygularının ve vücudunun tatmin olmasını ister, sevilmeyi arzular, ama bunun yasak olduğunu düşünür. Bu tatminsizlik onu çapkın Behlül’e yaklaştırır ve birlikte olmaya başlarlar. Bihter, bu evliliğin başından beri annesi gibi ahlaksız bir kadın olmamayı kararlaştırmıştır, ama kendine engel olamaz.
Yazar, Bihter’in kalıtımsal özelliklerini, örnek aldığı realist ve naturalist akıma mensup romancıların etkisiyle onun karşısına bir kader gibi çıkartır. Annesi Firdevs Hanım sadakatsiz bir kadındır. Zaten kocası da onun sadakatsizliğini öğrendiğinde felç geçirmiş ve ölmüştür. Bihter’in de korktuğu başına gelir, kocasına ihanet eder. Bunun sebebi ise genç kadınlık arzularının duygusal ve cinsel yönden tatmin edilememesidir.
Bihter, Behlül’le birlikte olmaya başladıktan sonra ona bağlanacak ve herşeyi kocasına itiraf ettikten sonra Behlül’le birlikte başka bir yere kaçıp yeni bir hayat kurmayı düşünecek kadar dürüsttür. Ancak Behlül’ün ondan çabuk bıkıp Beyoğlu’ndaki düşmüş kadınlara gitmesi hele hele Nihal’le evliliğinin ciddiyet kazanması onun hayata karşı bütün direncini kırar. Bihter’le Behlül’ün herşeyin açığa çıktığını konuştukları ve ne yapacaklarını kararlaştırmaya çalıştıkları bir sırada Nihal’in bunları duyması, arkasından da Beşir’in bütün olanları Adnan Bey’e anlatması, Firdevs Hanım gibi olmak istemeyen Bihter’i intihara sürükler.
Bihter, ablası Peyker gibi kocasına sadık kalmak ister, fakat yazarın kalıtımsal bir özellik olarak vurguladığı sadakatsizlik, onun kaderi olur. Zaten yazar, bunun oluşabilmesi için ortamı hazırlamış gibidir. Zenginliğe koşan Bihter, aşkı bulamaz. Aşka yöneldiğinde ise şıpsevdi Behlül’ün oyuncağı olur. Herşey açığa çıktığında, kötü bir kadın olarak damgalanmak korkusu, kaderine karşı gelmek için çabalayan Bihter’in, onu bu duruma getirenlere karşı intihar ederek öç almasına yol açar.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu romanın “bovarysme ve esthétisme’de mahpus”[14] olduğunu belirtir. Berna Moran da Bihter’in, sebepleri değişik de olsa, sonunun benzerliği itibariyle Madam Bovary ve Anna Karenina ile benzeştiği üzerinde durur.[15] Bu romandaki Bovarizm etkisi, özellikle olay örgüsü ve şahıs özelliklerinde dikkati çeker. ²Bihter, büyük ölçüde Madame Bovary’dir.”[16] Bihter’i bu kötü sona hazırlayan, biraz da, örnek alınan bu romanlardır.
Bihter gibi sevgi açlığı yaşayan Nihal, annesinin erken ölümüyle bu boşluğu babası ile doldurmaya çalışmıştır. “Hele babasına karşı ara sıra bir kaç yaş küçülür, dizlerine tırmanır; sakallarının altından, tâ dudaklarını kılların tırmalamıyacağı yerlerden öpmek ister, gûya sevildiği kadar sevilmek ruhunu tatmin etmiyormuşçasına daha ziyade sevilmek için muacciz bir çocuk olurdu.” (s. 41) Nihal’in zayıf yaratılışı, yeterli sevgi görmemenin getirdiği kıskançlıkla birleşince son derece yırtıcı, hırçın bir genç kız olur. Kardeşi Bülent’i seven babasını bile kıskanır. Evde tek sevilen ve tek yönetici olmak ister. Onun özel öğretmeni olan Matmazel de Courton onu yönlendirmekte zorluk çeker, fakat onun en yakın dostu olur. Bihter’in eve gelecek olması, onu hırçınlaştırır. “Eve bir kadın geleceğine vukuf hasıl eder etmez bunun esas mahiyetini düşünmeksizin sırf hissî, sırf sinirli bir eza duymuş idi; bu meselede muhakemesinin hiç bir tesiri yokdu. Bu his en doğru olarak kıskançlık tabirile icmal idi: O gelecek kadından her şeyi hele babasını, Bülendi, daha sonra Beşiri, bütün ev halkını evi eşyayı hattâ kendisini kıskanıyordu; bu sevilmiş şeylerin içine girmekle o kadın bunları çalacak elinden alacak; evet nasıl pek iyi tahlil edemiyor, vüzuh ile düşünemiyor, fakat ruhu hissediyordu ki o geldikten sonra kendisi şimdiye kadar sevdiklerini artık sevemiyecekti.” (s. 59) Nihal’i Bihter’in karşısına çıkaran sebep sevdiklerini ve sevenlerini, evdeki hakimiyetini kaybetmek korkusudur. Babasını bir kadına kaptırmış gibi hissetmenin getirdiği hırçınlıkla, sürekli Bihter’le kavga eder.
Evi yönetecek yeni bir hanımın gelmesinden, Behlül’ün Firdevs Hanım’la sıkı fıkı olmalarından rahatsız olan evdeki hizmetçiler birer birer uzaklaşırlar. Bihter’in Behlül’le beraberliğinin farkına varan Mlle de Courton’u memleketine göndermesiyle iyice yalnız kalır Nihal. Bihter’e iyice düşman olur fakat babasına olan sevgisinden daha doğrusu onun sevgisini yitirmek korkusundan Bihter’e olan düşmanlığını dizginler. Hatta Behlül’le evlenmesinin konuşulduğu günlerde onunla dost geçinmeye çalışır. Behlül, Nihal’i güldüren, şakacılığıyla hoşça vakit geçirten birisidir. Daha evliliğin, aşkın bile ne olduğunu tam anlamamış olan Nihal’in onunla evlenmek istemesindeki sebep de sevilmek, kabullenilmek ihtiyacıdır. “Behlûlü belki sevmiyordu, lâkin onun tarafından sevilmek istiyordu. Bahtiyar olmak için bunu kâfi buluyordu; (...)” (s. 227) Nihal, Behlül’ü sevdiğini zannederek kendi kendine ördüğü yalnızlık kozasından çıkmayı düşünür. Bunu mektupla Mlle de Courton’a da bildirmek için şunları yazar: “(...) nihayet mini mini Nihaliniz yalnız yaşamaktan vazgeçerek elini birisine uzatıyor, pek tanıdığınız birisine. Ve mini mini Nihal o kadar bahtiyar, o kadar bahtiyar ki, size bu birkaç kelimeden başka yazacak bir şey bulamıyorum.” (s. 228) Nihal’in bu dışa açılma hareketi, Bihter’le Behlül’ün yasak aşkının ortaya çıkmasıyla son bulur. Nihal’in Bihter’le olan çatışması da biter, tekrar babasının sevgisine koşar, roman da bu şekilde sona erer.
Berna Moran’ın, kitabında ileri sürdüğü gibi Nihal’in babası ile olan sevgi bağı kopup tekrar bağlanarak adeta mitolojik bir nitelik kazanmıştır. Roman, “bir tür yeniden doğuşla, cennet bahçesine ya da altın çağa dönüşle sonuçlanıyor.”[17] diyen Berna Moran, Nihal’in romanın başındaki ve sonundaki durumuna dikkati çekerek onun pek çok şey yaşayarak olgunlaştığını ve romanın bu yönüyle bir Bildungsroman olduğunu belirtir. Aşk-ı Memnu romanı, Nihal merkez alındığında bu mitolojik kalıba uyar ama bu roman sadece Nihal’in romanı değildir. Bu romanda en başat unsur, yine Berna Moran’ın deyişiyle trajik bir kahraman olan Bihter’dir. Ayrıca Bildungsroman’ın sonunda kahramanın ulaştığı bir üst seviye vardır, fakat bu romanın sonunda görürüz ki Nihal yine babasına bağımlı bir genç kızdır, yani geriye dönmüştür.
Aşk-ı Memnu romanı, özellikle kahramanlarının ruh tahlilleriyle bir psikolojik roman özelliği göstermektedir. Romana bu gözle bakıldığında kahramanlar arası bağlantılar ve çatışma sebepleri de ortaya çıkmaktadır. Nihal’le Bihter’i karşı karşıya getiren sebep ikisinde de çok yoğun olan sevgi tatminsizliğidir. İkisi de sahip olarak tatmin olmayı denerler. Bihter, Adnan Bey’in zenginliğine sahip olur ama duygusal ve cinsel tatminsizlik, evin tek hakimi olmasını da anlamsız kılar. Bihter, Behlül’ü sevdiği için onu kendisine bağlamak, hayatına hakim olmak ister, fakat uçarı bir kişiliği olan Behlül ondan kaçar. Nihal’in sevdiği babasına ve evine hükmeden Bihter, onunla olan çatışmasından galip çıkmıştır ama kendi tatmin edilemeyen duygularına yenilmiştir. Nihal de babasını önce kaybeder sonra kavuşur, fakat sevebileceği ve sevileceği bir erkeği, Behlül’ü kaybederek. Aynı şekilde onu seven Beşir de karşılık beklemeden seven, koruyan bir âşıktır, fakat o da bu aşkının kurbanı olur, veremden ölür.
Romandaki olay örgüsü, özellikle bu iki kadının başından geçenler üzerine kurulu olduğundan, Behlül ve Adnan Bey bile bu iki kadının çatışmasında ele geçirilecek bir ödül gibi durmaktadırlar. Behlül eğlenceyi seven, Galatasaray Lisesi’nde iyi bir eğitim gören, kadın düşkünü, şıpsevdi, yakışıklı bir genç erkektir. Beyoğlu’ndaki eğlence yerlerinde pek çok kadını elde etmiştir. “Hayat onun için uzun bir eğlence idi. En ziyade eğlenebilenlere yaşamak için en ziyade istihkak sahibi olanlar nazarile bakardı.”(s. 52) Behlül, daha çok eğleniyor görünür, onun için eğlenmenin anlamı budur. Fakat “Bütün gülüşlerinin, eğlenişlerinin altında saklı olan bir can sıkıntısı vardı ki, onu daima bir zevkten diğerine sevk ederdi.” (s. 52) Behlul’ün, derinliğine yaşanmayan, sadece şehvetin ön planda olduğu aşkları da tatmin edici olmaz, bu yüzden bir fatih gibi o kadından bu kadına koşar, onları fethetmeye çalışır. Aşk ilişkilerini bir çiçek bahçesine benzeten Behlül kendisini, kanaatkârların ve tembellerin karşısında bir fatih olarak görür. “Daha sonra muzafferler, galipler, bu mezherenin İskender ve Dârâ’ları, Cengiz ve Timur’ları, bizzat ben... evet, ben, kucak kucak, etek etek o çiçeklerden toplayan, toplamak için bitmez, sönmez bir heves duyan ben...”(s. 76) Bu tatminsiz heves, yaşanmaması gereken bir yasak aşka da yol açar, amcasının genç karısıyla birlikte olur. Behlül, bu kadının kendini çok çabuk teslim ettiğini düşünür, duygusal bağlanma olmadan sadece bedensel sevişme onu tatmin etmez. Bihter’den kaçar, Beyoğlu’nda şarkıcı bir kız olan Kette’yi ayartmayı başarır. Artık elde ettiği başarılar onu tatmin etmez. Firdevs Hanım’ın bir şakayla başlattığı Nihal’le evlilik düşüncesi ciddiyet kazanınca, Behlül, birdenbire değiştiğini düşünür. Nihal’e aşkı yaşatmak ister, fakat yarım kalan aşkı, yani Bihter, ondan öcünü alır. Behlül kaçmak zorunda kalır.
Adnan Bey, romanda batılılaşan Türk toplumunun en ince örneği gibidir. “Adnan Bey, (...) batılı terbiye ile yetişmiş, kızlarıyla arkadaşlık kurabilen kültürlü, görgülü ve estetik” bir insandır, fakat gerçek bir batılı gibi sosyal hayatın içinde, aktif birisi değildir.[18] Kızına Fransız bir özel öğretmen tutar. Kızının okumasını, piyano çalmasını sağlar. Evini batılı mobilyalarla döşetir.
Adnan Bey, karısının erken ölümüyle çocuklarına hem babalık hem annelik eder. Adnan Bey, kendisinden çok genç olan Bihter’le evlenmek istemesine zenginliğinden dolayı fazla karşı çıkan olmaz. Ama kızın gençliğini hesap edemez; belki de onu, öldüğünde genç olan karısının yerine koymak ister. Genç karısını tatmin edemeyince, daha doğrusu aralarında bir aşk doğmayınca kendisi de mutsuz olur. Bu tatminsizlik ise Bihter’i kendisine karşı soğutur ve aralarındaki ilişkinin iyice kopmasına sebep olur. Adnan Bey, Bihter’le Behlül’ün arasındaki ilişkiyi sezinler fakat böyle bir ihtimali düşünmek istemez. Adnan Bey korktuğuna uğrar; ölmek üzere olan hasta Beşir, sevdiği Nihal’in ahlaksız bir adam olarak gördüğü Behlül’le evlenmesini engellemek için her şeyi anlatır. Adnan Bey tekrar çocuklarına kendini adar.
Romanda, Nihal’e kara sevdalı bir köle olarak yer alan Beşir, belki de en trajik kahramandır. O hiçbir şey söylemeden bir gölge gibi Nihal’i takip eder, onun yüzünden hastalanır, fakat onu korumak için uğraşır. Onun Nihal’e olan aşkı kelimelere dökülmez, sadece hissedilir.
Romandaki şahıslar arasındaki bu çatışmalar, olay örgüsü içinde özellikle üç noktada düğümlenmektedir. Birincisini Bihter’in annesine benzememe mücadelesinde başarıya ulaşıp ulaşamayacağı; ikincisini Bihter’le Behlül’ün ilişkilerinin nasıl sonuçlanacağı; üçüncüsünü ise Nihal’le Behlül’ün evlenip evlenemeyecekleri oluşturur. Bu düğümler de Bihter’in annesi gibi anılmaktansa ölmeyi tercih etmesi, bu anlamda ona benzememesi, Nihal’le Behlül’ün evlenememesi ve Behlül’ün kaçması ile çözülür.[19]
Bihter’in ve Nihal’in başından geçenlerin, romanda iki ayrı olay örgüsü oluşturur gibi görünmesine rağmen bu iki şahsın ortak bir noktada çatışmaları bunları bir bütünlük hâlinde görmemizi sağlar. Olay örgüsünde işlevi olmayan şahısların yer almaması ve şahıslar arasında birbirine bağlı ilişkiler ağı yüzünden, roman, Tanpınar’ın deyişiyle bir satranç oyununa benzer.[20] Berna Moran, bu romanın yapısını dans figürlerine benzetir. Nihal ve Adnan Bey’in yakınken, bir ara uzaklaşmaları sonra tekrar yakınlaşmaları, Bihter ve Behlül ile Nihal ve Behlül’ün önce ayrıyken, bir ara birleşmeleri sonra tamamen ayrılmaları dansı andıran biçimsel kalıpları oluşturur.[21]
Aşk-ı Memnu romanı gerek olay örgüsünün kuruluşundaki ustalık, gerekse şahısları tahlil, eşyayı, tabiatı tasvir etmekteki başarısı[22] onu yüz yıl sonra bile okunabilen bir roman hâline getirmiştir. Roman kahramanları her ne kadar Türk toplumundan uzak, evrensel, genel bir insan özelliği gösterse de Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdığı romanlardaki şahıslar, kendi toplumumuzun insanını bir roman kahramanı haline getirmiştir. Sosyal hayattan uzak olmaları biraz da devrin şartları gereği zorunluydu; bunu da görmek gerekir. Servet-i Fünûn edebiyatının zor anlaşılan kelimeleri, tamlamaları, imgeleri bu romanda da etkisini hissettirir, fakat değişen edebiyat ve dil anlayışını gören Halit Ziya, kendi eserlerinin dilini daha anlaşılır bir şekilde sadeleştirerek, Aşk-ı Memnu romanının uzun bir süre daha okunmasını sağlamıştır.
[1] Özgür Yayınları’nca 2001 yılında yayınlanan ve tarafımdan hazırlanan Aşk-ı Memnu romanının başlangıcında yer alması için hazırlanan bu yazı, yayıncı tarafından kısaltılarak ve başlığı “Önsöz” diye değiştirilerek yayınlanmıştır. Yazının tamamı burada yayınlanmaktadır.
[2] Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Mas Matbaacılık, 4. baskı, İstanbul, 1982, s. 1-17.
[3] Mehmet Kaplan, “Halit Ziya Uşaklıgil”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 2, Dergâh Yay., İstanbul, 1987, s. 172.
[4] Olcay Önertoy, Halit Ziya Uşaklıgil Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1995, s. 194-195.
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türk Edebiyatında Cereyanlar”, Edebiyat Üzerine Makaleler, haz. Zeynep Kerman, Dergâh Yay., 3. baskı, İstanbul, 1992, s. 119.
[6] Robert P. Finn, Türk Romanı (İlk Dönem 1872-1900), çev. Tomris Uyar, Bilgi Yay., İstanbul 1984, s. 176.
[7] Selim İleri, Aşk-ı Memnû Ya Da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, B/F/S Yay., İstanbul, 1985, s. 11.
[8] Fethi Naci, 60 Türk Romanı, Oğlak Yay., İstanbul, 1998, s. 33.
[9] Ö. Faruk Huyugüzel, “Halit Ziya ve Roman Sanatı”, Türk Dili, sayı: 529, Ocak 1996, s. 162.
[10] Durali Yılmaz, “Aşk-ı Memnu Romanımızın Abc’sidir”, Hürriyet Gösteri, sayı: 223, Kasım 2000, s. 24.
[11] “Aşk-ı Memnu Uyarlamaları”, Hürriyet Gösteri, sayı: 223, Kasım 2000, s. 25-26.
[12] Şerif Aktaş, “Halit Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Tema”, Türk Dili, sayı: 529, Ocak 1996, s. 111.
[13] Halid Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu, İnkılap ve Aka Kitabevleri Koll. Şti., (tarihsiz), İstanbul, s. 17. (Yukarıda metinde verilen sayfa numaraları bu baskıya aittir.)
[14] Tanpınar, “Türk Edebiyatında Cereyanlar”, a.g.e., s. 119.
[15] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yay., 2. baskı, İstanbul, 1987, s. 96.
[16] Rahim Tarım, “Servet-i Fünûn Romanı ve Bovarizm”, Est&Non, sayı: 7, Şubat-Nisan 2001, s. 84.
[17] Moran, a.g.e., s. 102.
[18] Zeynep Kerman, Halid Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı ile İlgili Unsurlar,Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1995, s. 184, 186.
[19] Önertoy, a.g.e., s. 101.
[20] Tanpınar, “Halid Ziya Uşaklıgil” a.g.e., s. 280.
[21] Moran, a.g.e., s. 103-105.
[22] Abdullah Uçman, “Aşk-ı Memnu Tahlil ve Tasvirleri Nedeniyle Önemlidir”, Hürriyet Gösteri, sayı: 223, Kasım 2000, s. 19.
Dostları ilə paylaş: |