3 nolu alt komisyon tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 4,73 Mb.
səhifə56/72
tarix28.07.2018
ölçüsü4,73 Mb.
#61445
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   72

Bu çerçevede, şimdi Coşkun arkadaşımız üç alt başlığı olan bir sunuşu yirmi beş dakika içerisinde bitirecek ki, belki sizlerin beş on dakika şu ya da bu konuda bir sorunuz ya da belki de katkınız da olabilir.

  • Buyurun.

  • TİHV YÖNETİM KURULU ÜYESİ COŞKUN ÜSTERCİ – Çok teşekkür ediyorum.

  • Sizlerin de var oluş nedeniyle çok iyi bildiğiniz gibi, mevcut 82 Anayasası oluşturulduğu andan itibaren toplumun her kesiminde büyük eleştirilerle karşılaşıldı. Bugün artık, hepimizin bir ihtiyaç olarak belirttiği gibi askeri vesayetin etkisinden kurtulmuş, darbe anayasasından arınmış bir demokratik toplumda yaşama ihtiyacını ifade ediyoruz. Bu ihtiyacın toplumun bütün kesimlerinde artık konuşulur olması ve bu konuşmanın Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altına yansıması, bunun sonucunda da grubu olan tüm siyasi partilerin eşit üyelerle bir Komisyon oluşturması, bizim açımızdan çok olumlu bir gelişme olarak değerlendiriliyor kurumumuz açısından ve bunu bir tarihsel gelişme olarak ifade etmek istiyoruz. O bakımdan, yaptığınız işin çok önemli olduğunu, bize büyük bir mutluluk verdiğinin altını özellikle çizmek istiyoruz.

  • Sizin de bildiğiniz gibi, uzun boylu bildiğiniz şeyleri tekrar etmek istemiyorum ama anayasalar, aynı devlet altında yaşayan yurttaşların arasındaki müşterek bağın ifadesi olan toplumsal sözleşmeler olduğuna göre biz İnsan Hakları Vakfı olarak, bir anayasanın içinde neler olduğu kadar onun nasıl ve kimler tarafından yapılacağının da eşit önemde olduğunu düşünüyoruz.

  • Bu bakımdan, yapılacak yeni anayasanın yürürlükte olanın aksine, tüm toplumun kabul ettiği, meşruiyeti tartışılmayacak bir mutabakat metni hâline gelebilmesi için anayasanın yapım sürecine herkesin eşit yetki ve kanaat gücüyle katıldığı bir yurttaşlar arası müzakere süreci olması gerektiğine inanıyoruz. Bütün yurttaşlar eşit yetkilerle ve kanaat güçlerini en özgürce ifade edebilecekleri bir müzakere süreci olduğuna inanıyoruz.

  • Bu bakımdan da, bu Komisyonun faaliyetlerinin toplumun çok farklı kesimlerinden yazılı görüşlerin alınması, akabinde bununla yetinmeyip bizler gibi farklı kesimleri buraya çağırıyor olmanız, bu müzakere sürecinin belli oranda gerçekleşmesine imkân sağladığı için oldukça mutluyuz ve zaman ayırıp bizi dinlediğiniz için de sizlere kurumumuz adına ayrıca özellikle teşekkür ediyoruz.

  • Biraz önce söylediğim gibi, bir müzakere sürecinin şu veya bu biçimde, farklı toplantılar yapılarak, şehirlerde büyük kurumların birtakım etkinlikler gerçekleştirmesiyle kısmen gerçekleştiğini görüyoruz sizlerin de eylemlerinizle. Ancak yine de insan hakları kurumu olduğumuz için toplumdaki bütün gelişmeleri gözlemliyoruz ve dokümante ediyoruz. Bu gözlemlerimiz sonucunda, sözünü ettiğimiz müzakere sürecinin yeterince sağlıklı, arzu edilen düzeyde yaşayamayabileceği konusunda bazı kaygılarımız var. Ben şimdi, kısaca birtakım veriler aktararak, bazı saptamalar yaparak bu kaygılarımızı açmaya çalışacağım.

  • Raporlarımızda da yer verdiğimiz gibi, başta düşünce ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlükler açısından ciddi ihlaller yaşanıyor son dönemde ülkemizde. Bunun da toplumun müzakerelere katılımı konusunda ciddi engeller oluşturacağını, oluşturduğunu düşünmekteyiz.

  • Örneğin, yakın bir dönemde bir yazılı soru önergesine 13 Şubat 2012 tarihinde Adalet Bakanlığı bir yazılı cevap verdi. Oradaki veriler çok ilginç. Adalet Bakanlığının verdiği -Biz bir kopyasını da böyle aldık, size de sunabiliriz- 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 214, 215, 216, 217, 218, 220 ve 314’üncü maddeleri ile 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7’nci maddesi ve keza 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun çerçevesinde 2009 yılında 53.286 kişi hakkında, 2010 yılında ise 63.117 kişi hakkında kamu davası açılmış sayın milletvekilleri; gerçekten ciddi rakamlar bunlar. Biz gözlem yapıyoruz, çeşitli şekilde bunları saptamaya çalışıyoruz ama Adalet Bakanlığının bu verileri vermesi bizim açımızdan oldukça yararlı ve ilginç oldu.

  • Bu davalar sonucunda, 2009 yılında 10.316 kişi, 2010 yılında ise 10 bin 900 yani 11 bin civarında kişi mahkûmiyet almış. Elimizde veriler yok ama 2011 yılında bu rakamların daha da yüksek olduğunu düşünüyoruz özellikle 12 Haziran genel seçimlerinden sonra yaşanan süreci dikkate alırsak.

  • Bir kıyaslama olması için hemen 2005 yılında bu kapsamdaki açılan davaların sayısına bir bakmak istiyorum: 2009 ve 2010’da 53 bin, 63 bin rakamlardan bahsederken, 2005 yılında 16.240 kişi hakkında dava açılmış söz konusu maddelerden ve sadece 2.734 kişi mahkûmiyet kararı almış.

  • Şimdi, tahmin edeceğiniz gibi bu rakamların içinde kamuoyunda Ergenekon ve KCK olarak bilinen davalar çerçevesinde haklarında dava açılmış ya da tutuklama, mahkûmiyet kararı verilmiş kişiler de bulunmakta.

  • Bu sözünü ettiğim davalar da dâhil olmak üzere söz konusu rakamlar, aslında toplumun siyasal olarak katılımcılık ve örgütlülük açısından en dinamik unsurlarının bu müzakere sürecine, eşit yetki ve kanaat gücüyle katılmaları gereken müzakere sürecine katılamadığı anlamına gelmekte. Bu rakamlar bize bunu çağrıştırmakta.

  • Bunun dışında, son dönemlerde bizim gözlemlediğimiz çok dikkat çekici bir başka olgu var, kısaca ona değinmek istiyorum: Özellikle, bilhassa Kürt sorunu nedeniyle, yanı sıra laik-dindar çatışması, azınlık-çoğunluk, zengin-yoksul gibi farklı eksenlerde ortaya çıkan gerilimler nedeniyle toplumda yaşanan bir kopuş hâli var; bu ruh hâlini gözlemliyoruz. Bunun da müzakerelere katılım konusunda ciddi engel olabileceği kaygısını taşımaktayız.

  • Bunun daha da ötesinde bir başka olgu var ki, o da 12 Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra birden tırmanışa geçen operasyon ve çatışmaların yol açtığı şiddet ortamı.

  • Bu çatışma ve operasyonlar sonucunda bizim verilerimize göre, bizim dokümantasyon merkezimizin kendi olanakları çerçevesinde saptamalarına göre, 2011 yılında 57’si 12 Haziran genel seçimlerinden önce olmak üzere, toplam 425 yurttaşımız hayatını kaybetmiş; bu çok önemli bir olgu.

  • Niye bu rakamları verdik? Çünkü şöyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bir siyasal teori bakımından yapacağımız bir saptamayla karşı karşıyayız: Çok iyi bilinir ki sizlerce de şiddet; kamusal, siyasal alanı daraltan, onu tahrip eden çok önemli bir fenomen. Kamusal, siyasal alanda var olmanın, faaliyette bulunmanın asli araçları ise söz ve müzakeredir; ama şiddet eğer bunu tahrip eden bir argümansa, dolayısıyla şiddet ortamının bu kadar yoğun olduğu koşullarda sözün ve müzakerenin zemini de kalmamaktadır.

  • Dolayısıyla bu saydığım gerekçelerden dolayı ki -gerekçelerin ancak öne çıkan bir bölümü bunlar- arzu edilen düzeyde bir müzakere ortamının olamayacağı kaygısını biz İnsan Hakları Vakfı olarak taşımaktayız. Bu da doğal olarak, yeni bir anayasa yapma ihtiyaç ve gerekçesine, dolayısıyla da onun özgürlükçü ve demokratik niteliğine aykırı bir durumdur. Dolayısıyla başta Komisyonunuz olmak üzere, beraberinde Parlamentoda yer alan siyasal partiler ama tüm toplumumuzun bu engellerin aşılması konusunda eşit sorumluluğa sahip olduğunu düşünüyoruz.

  • Peki biz, hemen çok özetle bu girişten sonra nasıl bir anayasa istiyoruz şeklindeki görüşlerimizi ifade edelim.

  • Şimdi, Metin Bey’in de çok ayrıntılı bir şekilde ifade ettiği gibi, ayrıntılı ama özet bir şekilde ifade ettiği gibi biz, spesifik bir konuda çalışıyoruz; işkence görenlerin rehabilitasyonuyla ilgili bir kurumuz. Anayasa yapma özel bir birikim ve teknik bilgiyi gerektiren bir konu. Dolayısıyla, biz sizin önünüze kocaman, kapsamlı, her yönünü irdeleyen bir anayasa metni getiremedik, getiremeyiz de, çünkü bu bizi aşan bir şey olur. Ancak sonuçta biz insan hakları örgütüyüz ve bir anayasanın ruhunu oluşturan temel hak ve özgürlüklerin, onun özgürlükçü ve demokratik niteliğinin nasıl olması gerektiğine ilişkin bazı temel saptamaları yapabileceğimizi düşündük.

  • Ben, hızla bu anayasanın özgürlükçü ve demokratik niteliğinin yanı sıra biraz önce yukarıda ifade etmeye çalıştığım ruh hâlini giderecek ve doğal olarak da bunların sonucunda ülkede barışı tesis edecek bir anayasanın hangi temel niteliklere sahip olması gerektiğini kısaca ifade edeceğim.

  • Dokunulmaz, devredilmez, varlıkları tartışılmaz ve inkâr edilemez olan temel hak ve özgürlükleri sadece tesis eden değil, bunu ısrarla altını çizerek belirtiyorum, bu temel hak ve özgürlükleri toplumsal var oluşumuzun önkoşulları olarak kabul eden bir zihniyette anayasayı istiyoruz.

  • Temel hak ve özgürlükleri geliştiren, güçlendiren ve dolayısıyla da kullanımının önündeki tüm engelleri kaldıran bir anayasa istiyoruz.

  • Sadece toplumun çoğunluğunun değer, ilgi, talep ve çıkarlarını değil, aksine azınlıkta kalan toplumsal kesimlerin de, onların kendilerinden başka hiç kimsenin sahiplenemeyeceği, önemseyemeyeceği hakları dahi güvence altına alan, onları dahi vurgulayan; örneğin kadınlar, engelliler, işte etnik azınlıklar, aklınıza gelebilecek her tür azınlıkta kalan kesimin sadece kendileriyle ilgili olan bölümlerin de mutlaka vurgulandığı, ifade edildiği bir anayasayı arzu ediyoruz.

  • Yurttaşı uyruk durumuna düşürmeyen -12 Eylül Anayasası’nda olduğu gibi- aksine bireyi ve yurttaşı önceleyen bir anayasa istiyoruz.

  • Türkiye’nin üyesi olduğu Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi tarafından üretilen insan hakları sözleşmelerine hiçbir aykırı unsur içermeyen ve o sözleşmelerdeki değerleri taşıyan nitelikleri olan bir anayasa arzu ediyoruz.

  • Tabii ki, 12 Eylül Anayasası, sizlerin de çok iyi bildiği gibi bir güvenlik rejimi zihniyetiyle yapılmış, toplumu tehdit olarak algılayan bir Anayasa’ydı. İşte bu zihniyetten arınmış bir anayasayı arzu ediyoruz.

  • Bu anayasa, yurttaşlar arası eşitliği bozacak ve bu eşitliğin gerçekleştirilme gücü olan özgürlüğü engelleyecek her türlü sınırlama ve tanımını içermeyen; bu anlamda; etnik, dinsel ve kültürel ima ve çağrışımlara hiçbir şekilde yer vermeyen bir anayasa olmalı.

  • Vatandaşlığı yeniden tanımlamalı ve bu tanımlama da şöyle olmalı: Herkesin etnik kökeni, dinsel inançları, cinsiyeti, cinsel yönelimi, siyasal görüşleri nedeniyle ya da başka bir nedenden dolayı ayrımcılığa uğramaksızın eşit hak ve sorumluluklarla donatılacak bir biçimde bir vatandaşlık tanımı olmalı.

  • Tabii ki, bu anayasa, sosyal adaletin, dolayısıyla da eşitliğin sağlanması için çalışanların ekonomik ve sosyal haklarını güçlendirip, güvence altına alan bir anayasa olmalı ve son bir madde olarak şunu ifade etmek istiyoruz: Mutlak olarak yargı bağımsızlığını güvence altına alan bir anayasa olmalıdır.

  • Bu temel ilkeler ışığında bizim size dört tane önerimiz var anayasada yer almasını istediğimiz; bunları hemen kısaca özetleyeceğim:

  • İki tanesi genel perspektifi, daha doğrusu üç tanesi genel perspektifi sunacak, iki tanesi de somut öneri, bizim çalışma alanımızla ilgili somut öneri.

  • Bu genel perspektifleri hemen şöyle kısaca özetlemek istiyorum: Her anayasada bir başlangıç bölümü oluyor, mevcut Anayasa’mızda da var. Bugün gerek Hükûmet tarafından bir dönem topluma sunulan anayasada ya da işte barolardan sivil toplum örgütlerine kadar yapılmış pek çok anayasa taslağında

  • Hükûmet tarafından bir dönem topluma sunulan anayasada ya da işte barolardan sivil toplum örgütlerine kadar yapılmış pek çok anayasa taslağında bu başlangıç bölümleri bulunmakta ve tartışmaya yol açmakta. Biz, özetle bu başlangıç bölümünün her türlü etnik, dinsel, kültürel imadan uzak olmasını istiyoruz, devlet ile yurttaş arasında değil, bizzat yurttaşlar arasındaki bağın ifadesi olabilecek bir anayasanın sadece niteliğinin tartışıldığı, niteliğinin tarif edildiği kısa ve kapsayıcı bir metin olmasını arzu ediyoruz ki bu tartışmaları önleyecek, dolayısıyla da uzlaşmayı kolaylaştıracak bir öneri olduğunu düşünüyoruz.

  • Tabii biz insan hakları örgütü olduğumuz için bütün vurguyu kişi hak ve özgürlüklerinin üzerine yapmak durumundayız. Dolayısıyla da onların nasıl bir zihniyetle bu anayasada yer alması gerektiği üzerine söyleyeceğiz. Bunlardan bir tanesi anayasada yer alacak kişi hak ve özgürlüklerinin niteliğinin çok açık bir şekilde ifade edilmesi. Hem mevcut Anayasa’da hem pek çok olumsuz örnekte kişi hak ve özgürlükleri ifade edilirken aynı zamanda yurttaşların ödevleri de ifade ediliyor. Bu yaklaşımı bir insan hakları örgütü olarak eksik ve yetersiz, yanlış buluyoruz. Hemen hak ve özgürlükler söylenirken arkasından ödevlerin getirilmesi aslında bir çeşit aba altında sopa gösterme muhtevası, anlamı taşıyor. Yurttaşların ödevleri zaten çok açık. Bütün yurttaşların bir tek ödevi vardır, o da birlikte yaşadığı diğer yurttaşın hak ve ödevlerini sonuna kadar korumaktır. Dolayısıyla öyle bir anayasa yapmalıyız ki bu anayasanın bütününe sinecek olan özgürlükçü yaklaşım ve ruh zaten ödev ve sorumlulukları ayrıca belirtmeye gerek kalmadan ortaya koyacak bir muhtevada olmalı. Bunu yapmak için de kişi hak ve özgürlüklerini sınırlarken bunların sadece niteliğini çok açık, sarih bir şekilde ifade etmek yeterli olacaktır. Zaten bunlar ifade edildiği andan itibaren de hak ve ödevler de beraberinde ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla hak ve ödevleri ayrıca belirtmenin yerine bunu anayasanın ruhuna yedirmenin doğru olduğunu düşünüyoruz.

  • Üzerinde durduğumuz çok önemli bir madde, kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlanması meselesi. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki 12 Eylül Anayasası her ne kadar kişi hak ve özgürlüklerine geniş biçimde yer vermişse de beraberinde bunların hepsini aynen aldığımız gibi “millî birlik, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, cumhuriyetin temel nitelikleri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması” gibi çok soyut gerekçelerle sınırlamaya çalışıyor. “Fakat” ve “ama” diyerek farkı ifade ettikten sonra onun niteliğini tanımladıktan sonra bu sınırlamaları getiriyor. Bunlar da, pratikte çok iyi biliyoruz ki bu hak ve özgürlüklerin kullanımını engelliyor, hatta neredeyse imkânsız hâle getiriyor. Bunu neden böyle söylüyorum? Aklınıza çok rahat gelmektedir, bir sürü ülke anayasasında ya da Türkiye olarak altına imza attığımız, kendimizi bağımlı hissettiğimiz uluslararası insan hakları belgelerinde de zaman zaman bu türden kısıtlama ifadeleri olabilir ancak demokratik ülkelerde ve özellikle uluslararası kurumlarda, mesela Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hayata geçmesi bakımından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin varlığını biliyoruz. Buralarda bu kısıtlamalar vardır ama hakkın özüne dokunmaz fakat uygulamada içtihat üretilerek bu kısıtlamaların muhtevası açılır, nitelenir ve hakkın nasıl kullanılacağına dair çok önemli kararlar üretilir. Bu da yargı bağımsızlığının olduğu yerlerde gerçeklik kazanır.

  • Şimdi, biz, bu kısıtlamaların kötü uygulamalar olduğunu biliyoruz çünkü ülkemizde maalesef yargı bağımsızlığından rahatça, gönül rahatlığıyla söz edemiyoruz. Hepimizin bildiği gibi, bütün devletlerde olduğu gibi, bütün hükûmetler tarafından yargının kullanılması söz konusudur. Kastımız sadece bu değildir. Aslında bizim ülkemizde hâkim ve savcıların, mahkemelerin zihniyet dünyasında ciddi bir problem vardır. Bu zihniyet dünyası sonucunda bağımsız kanaat ve karar üretme yetileri oldukça sınırlıdır. Bunu da nereden görüyoruz? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yüzlerce kararı vardır Türkiye’deki hak ihlallerine yönelik, başta bizim ilgi alanımız işkence konusu olmak üzere. Anayasa’mızın 90’ıncı maddesi çok sarih ve açıktır. Usulüne uygun bir şekilde kabul edilmiş uluslararası sözleşmeler eğer iç hukuktaki maddelerle çelişiyorsa doğrudan iç hukuk maddesi olarak kabul edilir ve dolayısıyla bir sorun geldiğinde hâkimin karşısına, 90’ıncı maddeden yararlanarak çok rahat içtihat üretebilir ama bizim hâkim ve savcılarımız bu konuda üretilmiş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin karar ve içtihatlarına rağmen, çok ileri düzeyde oluşturulmuş sözleşmelere rağmen, önlerindeki mevcut yasayla Anayasa’nın o sınırlayıcı maddelerine dikkat ederek çok dar bir bakış açısıyla karar üretmektedir. Bu konuda TESEV diye bir sivil toplum örgütü vardır biliyorsunuz, onların iki üç yıl önce yaptığı bir araştırma vardı hâkim ve savcılara yönelik, Mithat Sancar’ın yaptığı. Mesela, orada bir değerlendirmede hâkimler şunu söylüyorlar: “İnsan hakları ile devletin çıkarları karşı karşıya olduğu durumda biz hak ve özgürlükleri değil, devletin çıkarlarını gözetiriz.“ Bu da bu zihniyet dünyasının ne kadar dar kalıplar içerisinde olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu zihniyet dünyasının değişimi başka süreçleri gerektirdiğinden dolayı sonuç olarak Anayasa’da temel hak ve özgürlükler ifade edilirken arkasında “ama, fakat” lar diyerek biraz önce yukarıda sözünü ettiğim o soyut kavramlarla sınırlamaya gitmemeli, hiçbir şekilde sınırlama yapılmamalı, olası sınırlama durumlarında da bunlar hakkın özüne dokunmamalı ama en iyi vereceğim bir örnekle anlatmaya çalışacağım, hangi uygulama ve eylemlerin hakkın niteliğine uygun düşmediğini anlatmakla olacak. Örneğin, bir düşünce ifade özgürlüğü maddesi yazdık örnek olarak. İşte, bildiğiniz şeyleri yazıyoruz. Herkes düşünce ve inanç ve kanaatlerini resim, yazı vesaire falan gibi şeylerle yayma hakkına sahiptir. Bu özgürlük haber alıp vermeyi de ifade eder gibi o bilinen şeyleri söylüyoruz ama bold’ladığımız şey şu: Savaş propagandası, şiddet çağrısı, nefret söylemi ve ırkçılık içeren düşünceler bu özgürlük kapsamına girmez. Şimdi, bu kadar niteliği çok sarih bir şekilde, şu tür nitelikteki eylemler özgürlüğün kendisi değildir dediğimiz takdirde zaten sınırı da belirlemiş oluyoruz. Bu tür bir zihniyetle yazılması bizce daha doğru geliyor biraz önce saydığım niteliklerden dolayı.

  • Bu hak ve özgürlüklerin sınırı meselesinden sonra bizim açımızdan önemli iki konuya yer vermek istiyorum. Bunlardan bir tanesi, sizler de mutlaka biliyorsunuzdur, yakın bir dönemde Hükûmetimiz insan hakları ulusal kurumunun kurulması konusunda bir yasa tasarısını Meclise sundu. Paris İlkeleri çerçevesinde, insan haklarının korunması, geliştirilmesi ve güvence altına alınması için ulusal kurumların kurulması bir gereklilik ve zorunluluk. Hem Türkiye'nin altına imza attığı sözleşmeler bakımından bir gereklilik hem de Avrupa Birliği süreci açısından ilerleme raporlarında ve müzakere süreçlerinde de çok net ifade edilen, belirtilen bir ev ödevi olarak önümüzde durmakta, Türkiye'nin önünde durmakta. Dolayısıyla da biz ulusal kurumu oluşturmak durumundayız. Paris ilkelerinin ikinci paragrafında “Bir ulusal kurumun oluşumuna ve yetkilerine ayrıntılı bir şekilde yer veren, belirleyen bir anayasal veya yasal metinde açıkça öngörülmek suretiyle olabildiğince geniş bir görev alanı verilir.” denilmektedir. Ulusal kurum neden gereklidir? Sizler de çok iyi biliyorsunuz, insan hakları ihlallerinin müsebbibi yani hak ihlalcisi aslında devlettir ve hükûmetlerdir. Bu ihlallerin giderilmesi için birtakım önleme mekanizmaları vardır ama yasayla kurulacak bir önleme mekanizması bir çelişkiyi ortaya çıkarmaktadır. Hak ihlalcisinin aynı zamanda önleyici olması gibi bir çelişkiyi ortaya çıkarmaktadır, bu çelişkiyi gidermek üzere önerilmiş bir şeydir. Yasayla güvence altına alınmasını önerir Paris İlkeleri ulusal kurumun ama bunun bağımsız nitelikte olmasını vaz eder fakat mevcut yasa tasarısı başta bizim kurumumuz olmak üzere Türkiye’de faaliyet gösteren bütün insan hakları örgütleri tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmıştır çünkü gerçekten önerilen yasa tasarısında bu bağımsızlık niteliğiyle çelişen maddeler vardır. Bir kere zaten çok dar tutulmuştur ve Bakanlar Kurulu atayacaktır ve bir Başkanlık sistemi şeklinde olacaktır ve üstelik de şu anda mevcut Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığını devşirmeyi hedefleyen bir ulusal kurum niteliğindedir. Bu yüzden, biz ulusal kurumun bir anayasal güvence altına alınmasının çok iyi olacağını düşünüyoruz, ondan sonra da bir yasa düzenlemesine gidilebilir. Biraz önce sözünü ettiğimi kişi hak ve özgürlüklerinin niteliklerinin tarif edildiği bölümde şöyle bir madde önerisi olsa çok iyi olacak diye düşünüyoruz. Onu hemen hızlı okumak istiyorum. Kişi temel hak ve özgürlüklerinin niteliğinin tartışıldığı ilgili maddede şöyle diyebiliriz: “Herkes insan onuruna sahip olmaktan kaynaklanan dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilemez temel hak ve özgürlüklere sahiptir. Devletin varlık nedeni ve görevi insan onurunu korumak, temel hak ve özgürlükleri geliştirmek, güçlendirmek, kullanılmasının önündeki tüm engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaktır.” Bu ikinci paragraf devletin hakların korunması konusundaki görevlerini ifade etmektedir, son paragraf da ulusal kuruma ilişkin olacaktır. “Devlet, bu koruma görevinin yerine getirilmesinde bağımsız ve çoğulcu niteliklere sahip ulusal boyutta insan hakları kurum ve kuruluşları oluşturur.“ şeklinde bir ifadenin Anayasa’da yer alması sözünü ettiğimiz o kuruma güçlü bir güvence verecektir çünkü siyasal iktidarlar değişmektedir, dolayısıyla zihniyetler değişmektedir, yasayla kurulması tek başına yeterli olmamaktadır. Farklı zihniyetteki bir Parlamento çoğunluğu çok rahat yasayı değiştirebilir ve bu ulusal kurumun kullanışsız hâle gelmesine yol açabilir ama anayasal güvence ona daha güçlü, payandalanmış bir etki gücü sağlayacaktır. Bu bakımdan anayasal güvence alsın diyoruz.

  • İkinci bir konu yine bizim çalışma alanımızla ilgili. Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’nin ek protokolünün çerçevesinde kabul edilen sözleşmede ek protokolün önerdiği bir ulusal mekanizmanın hayata geçirilmesiyle ilintilidir. Bizim İngilizce adıyla kısaca “OPCAT” dediğimiz bu sözleşmeli ek protokol, ulusal kuruma benzer ama farklı fonksiyonları olan bir ulusal önleme mekanizması önermektedir. Bu etkin, aktif ulusal önleme mekanizmasının temel işlevi, mesela yargı sisteminde olduğu gibi hak ihlali olup bittikten sonra yargılayarak cezalandırma yoluyla önlemeye değil, daha hak ihlali gerçekleşmeden, gerçekleşme olasılığı olduğu durumlarda, özellikle alıkonulma yerlerine haberli-habersiz ziyaret yaparak, anında saptamaya giderek işkenceyi önleme amacıyla oluşturulmuş bir sözleşmedir. Türkiye de bu sözleşmeyi, bildiğiniz gibi, 2005’te imzaladı Hükûmet olarak, 2011 Şubatında da Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda kabul etti. 27 Eylül 2011 tarihi itibarıyla da Birleşmiş Milletlere ilgili onay mekanizmasını sonuçlandırdı, gerçekleştirdi ve artık eylülden itibaren bir yıl içinde böylesi bir ulusal kurumun önleme mekanizmasının, daha doğrusu, oluşturulması önümüzde görev olarak duruyor.

  • Şimdi, çok bildiğiniz şeyleri ama biz yirmi bir yıldır işkence konusunda, işkence görenlerin tedavisi konusunda çalışan bir kurum olduğumuz için çok yakıcı ve sıcak olarak bildiğimiz ve fark ettiğimiz bir gerçeği bir kez daha dile getirmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, insanlık suçudur işkence, evrensel hukuk açısından insanlık ailesinin ortak aklı ve vicdanı sonucunda mutlak olarak yasaklanmıştır. Sözleşmenin 2’nci maddesi “Ne savaş hâli ne olağanüstü hal ne de bir başka gerekçeyle hiçbir şekilde işkence makul ve kabul edilemez, mutlak yasaktır.” der. Hukuk dili bakımından da baktığımızda bir buyruk kuraldır. Dolayısıyla bu türden bir önleme mekanizması işkence yasağının bu mutlak karakterinin hayata geçirilmesi bakımından bize, ülkemize, toplumumuza ve devletimize ve tabii ki siyasilere çok önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu buyruk kuralı eğer hayata geçirecek bu türden mekanizmaları işletemezsek, bunlara anayasal güvence veremezsek o insanlık suçuna maalesef bizler de ortak olmak durumunda kalacağız. Bu bakımdan, şöyle bir madde önerisi dile getiriyoruz. Anayasa maddesinin işkenceyle ilgili bölümünde şu ifadeler yer alırsa bizim arzu ettiğimiz şeyler gerçekleşmiş olacak. Ben onu size okumak istiyorum, önünüzde yazılı olarak da var: “Hiç kimse işkenceye ve zalimane insanlık dışı ve onur kırıcı muamele veya cezaya maruz bırakılamaz. Hiç kimsenin kendi rızası olmadan bedensel ve ruhsal bütünlüğüne dokunulamaz, bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Devletin bu yasağın mutlak karakteri gereği önleme, sorumluları cezalandırma ve mağdurları tazmin etme yükümlülüğü vardır. Devlet, işkencenin önlenmesi için alıkonulma yerlerini başta ziyaretler olmak üzere uygun yöntemlerle denetleyen bağımsız bir ulusal önleme mekanizması oluşturmak üzere yasal düzenleme yapar.” ifadelerinin anayasada yer alması işkencenin o mutlak yasağının Anayasa’mızca da güvence altına alınmasına yol açacaktır. Bu da bizim kurumumuzun yirmi bir yıldır yaptığı çalışmaların bir amaca ve hedefe ulaşmış olmasını sağlayacaktır. Bu bakımdan, Komisyonunuzun buna dikkat edeceğine, buna saygı göstereceğine, hatta hassasiyet göstereceğine inanıyoruz.

    Yüklə 4,73 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   72




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin