7. Kulların Fiilleri



Yüklə 263,16 Kb.
səhifə3/5
tarix06.09.2018
ölçüsü263,16 Kb.
#78598
1   2   3   4   5

7.3. İstitâat


İnsanın fiil işleme gücü olarak tanımlanabilecek istitaat kavramı, sözlükte güç, kuvvet, kudret, takat gibi anlamlara gelmektedir. İnsanı fiil sahibi kabul eden kelâm ekollerince fiile ilişkin bir gücün varlığı da kabul edilmektedir. Zira fiilin var oluş şartı kudrettir ve fiil var oldukça onu var eden bir kudrete muhtaçtır. Böylece kudret fiilin şartı olduğu gibi istitaat da kudretin şartı olmaktadır.

Cehm b. Safvan’a göre Allah’tan başka bir fail olmadığı için O’ndan başkasının da fiili yoktur. İnsanlara fiilleri mecaz olarak nispet edilebilir. Bu tıpkı ağaç büyüdü, gezegen döndü ve güneş battı denmesi gibidir. Oysa bunları yapan Allah’tır. Bu düşünceleriyle onlar insanı cansız varlıkların konumuna indirmişlerdir. Bu teoride Allah’ın güç ve kuvveti karşısında insanın ne kadar aciz olduğunu görüyoruz. Böyle bir anlayışta insanın gücünden ve hayatına yön vermesinden söz etmek mümkün görünmemektedir.

Cehm’in Allah’ın kudreti yanında insana hiçbir değer atfetmemesi, Mu’tezile tarafından kesinlikle kabul edilmemiştir. Zira böyle bir durumda kulun sorumluluğunun bir anlamı kalmamaktadır. Öte yandan burada kulun işlediği kötü fiilleri Allah’a mal etme de söz konusudur. Bu da yine Mu’tezilî anlayışa zıttır. Cehm’in Allah’ın sıfatlarına dair görüşleri Mu’tezilîlerce benimsenip savunulmasına rağmen, onların, Cehm’in insanın fiillerine ilişkin görüşlerinin tam tersi bir anlayış geliştirmeleri dikkate değer bir durumdur.

Mu’tezile, kulun istitaati konusunda insanın tercihe dayalı fiiller yaptığını, bunun ise ancak kudretin varlığı anlamına geldiğini iddia etmektedir. Diğer yandan Mu’tezile’ye göre hayat ve güç sahibi insan, kendi fiilini yapma kudretine sahiptir. Aksi halde insanı âciz kabul etmek gerekir. Hâlbuki âcizin fiil meydana getirmesi aklen mümkün değildir. O halde insan kudret sahibidir ve insanın fiilleri ile âlemdeki başka filler arasında fark vardır. Böylece onlar mevcut fiilden hareketle faile ulaşmışlar ve bu failin de insan olduğunu söylemişlerdir. Zira insanın fail olmaması, her şeyin failinin Allah olması anlamına gelir. Bu ise Mu’tezilî anlayışa göre çirkin fiillerin O’na isnat edilmesi sonucunu doğurur.

Aralarında çeşitli farklılıklar bulunmasına rağmen Ehl-i Sünnet’in bu konudaki tutumu Mu’tezile ve Cehmiye’nin arasında bir yerdedir. Eş’arî, insanın istitaati olduğunu ve bu istitaatin Allah tarafından bir lütuf olarak verildiğini kabul eder ve bunu delillendirmek için çeşitli örnekler verir. Ona göre istitaatin Allah’ın bir lütfu olduğunu kabul etmeyenlere sorulur: “İmana güç yetirmek Allah’ın bir nimeti, fazlı ve ihsanı değil midir?” Şayet evet derlerse bu sefer şöyle denir: “O halde bunun bir yardım olduğunu neden inkâr edersiniz?” Çünkü bunu kabul etme gereği vardır. Ve yine şöyle denir: “Kâfirler imana kâdir iseler, onların imana muvaffak olduklarını niye inkâr edersiniz? Onlar imana muvaffak kılınmış olsalardı methedilmiş olurlardı. Böyle olmadığına göre, onların imana kâdir olduklarını söylemek de mümkün değildir. Buradan zorunlu olarak şu sonuç çıkar: Allah imana kudreti müminlere tahsis etmiştir. Bu ise lütuftur.”

Eş’arî’ye göre hâdis varlıkların tamamı Allah’ın fiilidir ve O’nun iradesi ve yaratmasıyla meydana gelmişlerdir. Böyle bir anlayışın zaruri sonucu olarak fiillerin meydana gelişinde insanın kudretinin bir tesiri olmadığını kabul etmek gerekir. Ancak Eş’arî’nin yaratma anlayışında gözümüzden kaçmaması gereken bir nokta vardır. O, “Allah, sizi de yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.” ayetiyle kulların fiillerini yaratanın Allah olduğunu delillendirdikten sonra buna gelebilecek itirazları cevaplandırmak için bazı örnekler verir. Bu örneklerde vurguladığı nokta Allah’ın yaratmasının eşyanın asıl maddesine raci olduğu hususudur. Yani burada eşyayı yokluktan varlığa çıkarma anlamındaki yaratma söz konusudur. Yoksa yaratılmış bir varlığın şeklini değiştirmek veya onu hareket ettirmek kula ait fiillerdir.

Eş’arî’nin, Mu’tezile’den ayrılırken tüm itizalî düşüncelerden kendisini arındırdığını ilan ettiği rivayet edilmektedir. Ayrıca o, bu fikirlerin yanlışlığını ortaya koymak için de büyük bir çabanın içine girmiştir. Dolayısıyla, insana tam bir serbestlik tanıyan Mu’tezilî anlayışın aksine onun, irade ve hürriyeti Kur’an’ın da desteğiyle sadece Allah’a ait kılması son derece tabiidir.

Mu’tezilîler ve Eş’arî arasında istitaatin fiilden önce mi sonra mı olduğu hususunda da anlaşmazlık bulunmaktadır. Genel anlamda Mu’tezile istitaatin fiilden önce ve daimi bir özellik olarak var olduğunu kabul etmiştir. Böyle olduğu için insanlar fiili Allah’tan bağımsız olarak ve tek başlarına yapmaktadırlar. Mu’tezile’nin adalet prensibine göre kul, fiilini Allah’tan bağımsız olarak işlemeseydi, onda bulunabilecek eziyet ve zulüm gibi durumlar Allah’a nispet edilebilecekti. Eş’arî ise istitaatin fiilden önce bulunduğunu kabul etmemektedir. Ona göre doğrudan fiile taalluk eden ve fiilin oluşmasını sağlayan kudret, Allah tarafından insanda fiil anında yaratılır. Bu kudretin fiilden önce yaratılması düşünülemez. Bunun sonucu olarak insan her durumda Allah’ın yardımına muhtaç bir varlık olarak kabul edilmiş olur.

Ebû Hanîfe, istitaatin ne fiilden önce ne de fiilden sonra olduğunu, onun ancak fiille beraber olabileceğini söylemektedir. Ona göre istitaat şayet fiilden önce olsaydı, kulun ihtiyaç durumunda Allah’a muhtaçlığı kalmazdı. Bu ise “…Allah her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz…31 ayetine aykırıdır. İstitaatin fiilden sonra olması ise mümkün değildir. Çünkü bu, fiilin istitaat ve takatsiz meydana gelmesi anlamına gelir.

Mâturîdî, tek tip istitaat yerine onu sınıflandırarak konuya farklı bir bakış getirmektedir. Ona göre iki çeşit istitaattan söz edilebilir. Birincisi fiili mümkün kılacak sebeplerin olması ve fiili işleyecek organların sağlam olması. Bu tür kudret fiilden önce vardır. Diğeri ise fiili meydana getiren ve fiille birlikte ve fiil için var olan istitaattır. Bu, bizzat fiilin meydana gelmesini sağlar. Buradan anlaşılmaktadır ki, Mâturîdî fiile ait olan ve fiili hemen gerektiren kudretin fiilin gerçekleşmesi anında yaratıldığını kabul etmektedir ve fiilden önce var olan ve teklifin şartı olan kudreti ise insanın fiilleri yapmaya müsait olması yani, fiili işlemesine engel olacak kendi bedeninden ya da dıştan kaynaklanan bir maninin bulunmaması manasına almaktadır. Böylece Mâturîdî’ye göre insanın iradeye bağlı fiilleri, sebep, vesile gibi şartların tam olarak oluşmasından sonra, ortaya çıkan alternatiflerden birini seçerek iktisap etmeğe azmetmesi halinde bu kasıt ve ihtiyara bağlı olarak onda Allah’ın ikinci bir kudret yaratmasıyla gerçekleşir.

Mâturîdîler’in Allah tasavvurları çerçevesinde, insanın kaderini ezelî bilginin taallukuna aldıkları ve Allah’ın kudretini ezelî ve sınırsız kabul ettikleri, aynı zamanda kulların fillerini yaratılma yönünden Allah’a nispet ettikleri bilinmektedir. Ancak bunlar kesb edilmesi ve işlenmesi manasında da kula nispet edilir. Mâturîdîler’in bu anlayışında fiilin yaratma yönünden Allah’a nispet edilmesi fiilin gerçekleşmesi anında kulun O’na ihtiyacını göstermekte, böylece Allah’tan başka otonom bir yaratıcının kabulü riski ortadan kalkmaktadır. Diğer yandan ise insanın, ortaya çıkan alternatiflerden birini seçtiğini kabul ederek sorumluluk kavramı temellendirilmektedir.

7.2.4. İrade Hürriyeti ve Kader İnancının Çakışma Noktaları (İnsanın Sorumluluğu ve Fiillerin Zorunluluğu)

İnsanın bir yandan yaptıklarından sorumlu tutulması bir yandan ise Allah’ın mutlak irade ve gücünden bahsedilmesi, kader konusunun nasıl çözümlenmesi gerektiği noktasında kafaları karıştırmaktadır. Allah’ın mutlak iradesinin olduğu, her şeye gücünün yettiği ayetlerle sabittir. İslâm inancına sahip olduğunu iddia eden hiç kimsenin bu gerçeği reddetmesi mümkün değildir. Zira Kur’an’da bu gerçek defalarca vurgulanmıştır. Öte yandan insan kendi hayatında da bu sonuca ulaşabilecek tecrübeler elde edebilmektedir. Her istediği olmamakta, kimi zaman ise başına istemediği olaylar gelmektedir. Bu durumda ilahî irade yanında kulun tercihlerinden nasıl söz edilebilecektir?

Öte yandan Kur’an insanı bazı fiillerinden dolayı sorumlu tutmaktadır. Allah’ın mutlak irade ve kudreti varken insanın sorumluluğu nasıl temellendirilecektir? Tarihi süreçte bu sorulara verilen cevapları ve üretilen çözümleri yukarıda sıraladık. Şüphesiz bu çözümlerde o günün hassasiyetlerinin etkisi görülmektedir. Haberî sıfatların Allah’a izafesinde aşırıya giderek Allah’a cisim özellikleri verip O’nu hâdis varlıklara benzeten fırkalara tepki olarak sıfatların reddi anlayışının oluşmasını, bu etkilenmeye örnek olarak verebiliriz.

İslam düşüncesinin oluşum sürecinde meydana gelen ve kelâmdaki tartışma konularındaki görüşlerin oluşmasını etkileyen nedenlerden bağımsız olarak bu sorunlar, nasların bütüncül olarak okunmasıyla ve bizzat yaşanılan tecrübelerle çözüme kavuşturulmak istendiğinde başarı elde edilebilir mi? Bu soruyla karşı karşıya kalmak zorundayız.

Meselenin çözümünde zamanla kayıtlı olmayan Allah’ın ilim, irade ve kudret sıfatlarının zamana bağlı insanlarca tartışılmasının mutlak çözüm olan bir sonuç doğurmadığı ortadadır. Bu bakımdan sorunun odak noktasına “insanın dünyevi ve uhrevi sorumluluğu”nu koymak; başka bir deyişle soruna Allah yönünden değil de insan yönünden yaklaşmak, pratik açıdan daha isabetli görünmektedir.

Bu noktadan bakıldığında elle tutulur bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Kur’an’ın insana isteme yeteneği verildiğini bildiren ayetleri dikkate alındığında insanın istediği sonuca ulaşması için gerekli olan şeyleri yerine getirmesi gerektiğinde uzlaşılabilir. “Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik.32 ayetinde Zülkarneyn’in (as) şahsında insanlık türü için böyle bir imkanın var olduğu gerçeği dile getirilmiş olmalıdır. Yani insan kendi fiilini gerçekleştirmek için önce onun gereklerini yerine getirmekle sorumludur. Bundan dolayı insan sebeplere tevessül etmelidir. “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.33 ayetinde söz edilen “vesile”nin takvayı elde etmek için gerekli sebep olduğu söylenebilir. Şu halde takva için bile başvurulacak sebepler bulunmaktadır.

İnsanın sahip olduğu irade ile fiilin gerçekleşmesini sağlayacak sebeplere başvurması, yani o sebepleri yerine getirmesi kendi sorumluluğu altındadır. İnsanlara verilen seçme ve fiil işleme gücü bunu sağlamaktadır. Bu noktada önemi olan kişinin neyi seçeceği, seçtiği şeyin iyi mi kötü mü olduğudur.

İnsanın hangi şeyi seçmenin iyi, hangisinin kötü olduğunu bildiği durumlarda sorumlu olduğu üzerinde de uzlaşmak gerekmektedir. Zira bizzat seçen kişi, bu seçimin bilinçli olarak yapıldığını bilmektedir ve akıl sağlığı yerinde herkesin şu veya bu şekilde bu konuda tecrübeleri olmuştur.

İnsanın fiilin gerçekleşmesini sağlayacak sebepleri seçmesi, o fiilin Allah tarafından yaratılmasına engel değildir. Mu’tezile’nin bu konudaki itirazı, dönemin tenzih anlayışı gereği kötü fiilleri Allah’a izafe etme endişesinden kaynaklanmaktadır. Ancak Kur’an’da bütün fiillerin yaratıcısı olarak Allah’ın gösterilmesi nedeniyle şayet Mu’tezile’nin yaklaşımıyla Allah’ın kötü fiillerle bağını koparmak için kötü fiillerin faili olarak insanı gösterirsek, bu sefer Allah ile birlikte ikinci bir yaratıcı üretmiş oluruz. Bu ise özellikle Mu’tezile’nin hassasiyet gösterdiği tevhidi zedeler. Onun için nasları dikkate alarak bütün fiillerin yaratma bakımından Allah’a ait olduklarını kabul etmek gerekmektedir.

Bu noktada insanın, Allah’ın yarattığı fiillerin sorumluluğunu nasıl üstleneceği akla gelmektedir. Başka bir deyişle insan, Allah’ın yarattığı hangi fiillerden ve nasıl sorumlu tutulacaktır? Bu sorunun cevaplanması için her şeyden önce insana sınırlı da olsa seçim hakkının verilmiş olmasını kabul etmek gerekmektedir. Kelâmcıların kesb, ihtiyar veya irade dedikleri bu seçme hakkı veya yetisi, insanın sorumlu olduğu alanı belirlemektedir. Bunu, “seçtiğinden sorumlusun” formülüyle ifade etmek mümkündür. Seçileni gerçekleştirme durumunun her zaman mümkün olmadığı tecrübeyle sabittir. Bu durumda insanın, seçilenin gerçekleştirilmesinden değil, bizzat seçimden sorumu olduğu ortaya çıkar. Seçimi gerçekleşse de gerçekleşmese de o, o her halükarda seçtiğinden sorumlu olacaktır.

İnsanın her seçtiği gerçekleşmez. İnsanın bunu gerçekleştirmeye gücü yetmez. Çünkü yaratılış vasıfları buna müsait değildir. Bundan sorumlu da değildir. Aksi halde insanın haşa Allah’ın rolünü üstlenmesi gibi bir durum ortaya çıkar. Ayrıca insanın her seçtiğinin gerçekleşmesini veya seçtiği gibi gerçekleşmesini beklemek, Allah’ın evrene müdahalesini reddetmek anlamına gelir. Oysaki “…Allah, her an bir iştedir.”34, kainatta yaratma halindedir.

Kulun neyi seçeceğinin Allah’ın ilminde malum olması başka bir deyişle kaderde yazılı olması, kulu sorumluluktan kurtarmaz. Öncelikle Allah’ın ilminde bulunan bu bilgi yani kulun neyi seçeceği kul tarafından bilinmemektedir. Kul, seçimini Allah’ın bildiğinden dolayı yapmamaktadır. İkinci olarak Allah’ın kulun seçimine dair bilgisi, seçimin yönünün belirlenmesine etki etmez. Ebû Hanîfe’nin deyimiyle Allah var olacakları hüküm olarak değil, vasıf olarak yazmıştır. Yani olaylar Allah yazdığı için gerçekleşmez; Allah nasıl olacağını bildiği için öyle yazar.

7.2.5. Kaderin Belirlediği Alanlar ve İnsan İradesi

İnsan henüz yaratılmadan çok önce dünyada düzenin kurulduğu ve diğer birçok canlının yaşamakta olduğu bilinmektedir. Yani insan, kanunları belirlenmiş bir dünyada, onun yaşayabileceği şartlar oluşturulduktan sonra yaşamaya başlamıştır. Soluyacağı havanın karışımından yer çekimine, hatta canlılardaki besin zincirine kadar pek çok kural, onun dünyada var olmadığı dönemlerden beri işlemekteydi. Bu kurallar Kur’an’ın tabiriyle “miktar/kader” olarak vasıflanmaktadır. “Muhakkak ki Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”35 “…O'nun katında her şey bir ölçüye göredir.”36 anlamındaki ayetler bu gerçeği ifade etmektedir.

Diğer yandan dünyanın içinde bulunduğu sistem ve galaksilerin düzeni, zaten kuralları konulmuş ve ölçüleri belirlenmiş olarak işleyişini sürdürmekteydi. “"Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız, bir de bakarsın karanlık içinde kalmışlardır. Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah'ın takdiri(düzenlemesi)dir. Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.37 Bu ayetler, güneş, ay ve benzeri uzay cisimlerinin Allah’ın kanununa, kendilerine verilmiş kader programına bağlı olarak hareket ettiklerini açıkça ifade etmektedir. Yine “Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve (daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın şanı yücedir.38 ayetinde biyolojik kader olan canlıların çiftler halinde yaratılmış oldukları açıkça görülmektedir.

Fiziksel ve biyolojik belirlemeler, tekvinî iradenin taalluklarıdır. Tekvinî irade istenene taalluk edince, istenen mutlaka meydana gelir. Varlıklar, Allah’ın onların var olmalarını istedikleri için vardırlar. Bu anlamda tekvinî irade kulun hayrına da şerrine de taalluk edebilir. İnsanın bu kanunlardan/kaderden bağımsız olarak yaşaması mümkün değildir. O, bir canlı olarak biyolojik kaderini yaşamak zorundadır. Nefes alması için gereken hava karışımına bağımlıdır. Onda yapılacak her hangi bir değişiklik insanın ölümü demektir. Beslenmek, su içmek onun hayatta kalması için kaderinde belirlenen ihtiyaçlarıdır. İnsan beden taşır, cismi vardır. Dolayısıyla cismin bağlı bulunduğu yer çekimi, eylemsizlik, merkez kaç gibi sayısız fizik kanununa, fiziksel kadere bağlıdır. Kuraklığın olduğu bölgelerde besin sıkıntısı çekildiğinden, daha kolay besin bulunabilen başka bölgelere göç etmek, sosyal bir kanun durumundadır. İnsan türü, bu kanuna boyun eğerek tarihi boyunca pek çok defa göç etmek zorunda kalmıştır.

İnsan için evren, dünya ve kendi bedeni ile ilgili belirlenmişlikler bulunmaktadır. Bu belirlenmişlikler “verili” olan ölçülerdir, kaderdir. İnsan bunları hazır bulmuştur. Bunlar, çoğu defa insanın yaşaması ve hayatta kalabilmesi için gerekli kurallar da olabilir. Sözgelimi dünyanın kaderinde bulunan batıdan doğuya doğru dönüş halinde olması, insan için de bir kaderdir ve insan bu temel kader ölçüsüne göre zaman hakkında konuşabilmekte, zamanı ölçebilmektedir. Yine yer çekimi sayesinde binalar yapabilmekte ve hayatını sürdürebilmektedir. Bu ölçülerde olabilecek en küçük bir değişiklik, insanın türünün sonu anlamına gelebilmektedir.

Bu belirlenmişlikler içerisinde insanın hareket alanı ne kadardır? Ya da genel varlık alanındaki bu belirlemelerin insanın sorumlu tutulacağı alanla kesişim noktası neresidir?

Allah’ın koyduğu kanunlar kapsamında ahlakî olanları da vardır ve bunlar yalnızca insanlar içindir. Allah, teşriî iradesi ile razı olduğu ve olmadığı fiilleri kullarına bildirmiştir. Söz gelimi “cinayet” eylemi yani insanın kendi türünden birini haksız yere öldürme, insan türü için “kötü” olarak belirlenmiş bir kanundur. İnsanın öldürme fiilini seçme hürriyeti vardır. İsterse öldürür, isterse öldürmez. Allah, bir kimsenin, başka birini öldürmesini fiziksel veya başka bir kader kuralına bağlamamıştır. Ancak öldürmenin “kötü” olduğunu bildirmiştir.

Ahlak kuralları, yerçekimi veya canlıların çiftler halinde yaratılmış olduğu gibi insanın bağlı bulunmak zorunda olduğu fiziksel veya biyolojik kanunlardan farklıdır. Bu durumu şöyle de ifade etmek mümkündür: Sorumluluk açısından bakıldığında insan, teşriî iradenin “kötü” olarak vasıflandırdığı fiilleri seçiminden veya kişinin aklı, iradesi veya duyularıyla “kötü” olduğunu tespit ettiği fiilleri tercih edişinden dolayı sorumludur. İnsanın hazır bulduğu, “verili” fiziksel, sosyal, fizyolojik veya biyolojik kanunlar ise, tekvinî irade tarafından belirlenmiş olan kaderidir. Bir şeyin, insanın kaderi olduğunu söylemek, kişinin o şeyden sorumlu tutulamayacağı anlamına gelmektedir.

Allah’ın “kötü” olarak bildirdiği programda ahlaken “kötü” vasfını yüklediği öldürme eylemi ilahî ilmiyle bilmesi, fiziksel veya biyolojik belirlemeleri gibi değildir. Teşriî iradenin belirlediklerinin gerçekleşmesi gerekmez. Teşriî iradenin yalnız hayra ve itaate taalluk etmesi nedeniyle Allah, kötü vasfını yüklediği fiili kulunun yapmasını istemez, emretmez. Bununla birlikte fiilin yapılmasına ilahî hikmet gereği engel de olmaz. Ancak ezeli ilmiyle o kulun o kötü fiili işleyeceğini bilir. Dolayısıyla, diyelim ki insanın 18. kattan atladığında düşüp yere çakılması yerçekimi ile ilgili belirleme nedeniyle gerçekleşirken, Allah’ın kimin kimi öldüreceğini ezeli ilmiyle bilmesi, ölüm hadisesinin gerçekleşmesinin nedeni olmaz. Çünkü yerçekiminde “belirleme” varken öldürmede “bilme” vardır.

Ehl-i sünnetin ilahî iradeyi iki kısma ayırıp teşriî iradeyi “rıza” ve “muhabbet” manasında kullanmalarının anlamı da bu olsa gerektir. Zira Allah, kulun kulu öldürmesini ilmiyle bilip irade etmekle birlikte buna rızası ve muhabbeti yoktur, yani onaylamamaktadır. Dolayısıyla öldürme eyleminin sorumlusu öldüren olmaktadır. Böylece bir taraftan ilahî bilginin sınırsız olarak kabulü, diğer taraftan ise kulun sorumluluğunun kabulü söz konusudur. Bu yolla Ehl-i sünnet, ezelî olan ilim sıfatının, insanın kaderine taalluk ettiğini, ancak bunun, kişinin sorumluluğunu kaldırmadığını ortaya koymuş olmaktadır.

Özetle söylemek gerekirse bilmek ve belirlemek farklı şeylerdir. Tekvinî iradeye bağlı olanlar, belirlenmişlik anlamında kader olurken, teşriî iradeye bağlı olanlar ise “bilme”nin konusudur ve kul tarafından zorunlu olarak gerçekleştirilmesi gerekmemektedir. “Kötü”nün tercih edilmesi gibi, teşriî iradeye bağlı olanlar, ilahî ilimce bilinmesi yönünden kadere tabi olmakla birlikte, kulun tercihiyle yapıldığından kulun sorumluluğunda ve gerçekleşmesi de kula bağlı olmaktadır.


7.2.6. Kader ve Kazaya İmanın Fert ve Topluma Yansımaları

Kişinin sahip olduğu Allah tasavvurunun diğer dinî inanışlarını etkilemesi gibi kader konusundaki inanışları da günlük hayattaki davranışlarını etkilemektedir. Her şeyin kader kapsamında “belirlenmiş” olduğu inancına sahip olan kişiler, mücadeleci tavır göstermezler. Kişinin kendi kaderini kendisinin çizeceğine inanması ise onu, sorunlarla mücadele etme konusunda daha aktif yapmaktadır.

Kadere sığınma, sorumluluğu ilahî bilgiye ve takdire atma düşüncesi toplum arasında “ne yapalım, kader böyleymiş” sözleriyle ifade edilir. Bu sözler ancak, her hangi bir şey hakkında insanın alabileceği tedbirleri alıp, yapabileceği her şeyi yaptıktan sonra söylenmesi bir anlam ifade eder. Mesela bir adamın bir hastası olur, hastasını iyileştirmek için bütün tedbirleri almasına rağmen hasta ölürse böyle bir durumda bu sözün bir anlamı olabilir.

Burada unutulmaması gereken, insanın kaderinin ilahî bilgiye bağlanmasının, sorumluluğun kaldırılması anlamına gelmediğidir. Şayet böyle bir şey varsa bu durum ya bilgisizlikten ya da yanlış bilgiden kaynaklanmaktadır. İlahi bilgi ve iradenin her zaman insanın elini kolunu bağlayan, onu robot haline getiren bir belirleyicilik ve bir alın yazısı olarak düşünülmesi doğru değildir. Çünkü böyle bir durum, kişinin ihmaline ve tembelliğine ilahî bilgi ve iradeyi mazeret olarak göstermesine zemin hazırlanmış olur. Nitekim tarihi süreçte ve günümüzde buna dair örnekleri bulmak güç değildir.

Bizler, insan olarak Allah’ın belirlediği, takdir ettiği, kaderimize yazdığı zamana bağlı olarak yaşamakta ve ona göre düşünebilmekteyiz. Dolayısıyla kader konusuna zamandan kayıtsız olan Allah’ın ilim, irade ve kudreti cephesinden bakmak yerine, daha pratik olan “sorumluluklarımız” açısından bakmak daha isabetli görünmektedir. Mesela bizim yapacağımız işleri Allah’ın ezelde bilmesinin bir belirleyicilik doğurup doğurmadığını tartışarak onun bilgisi hakkında mutlak bir sonuca varmak mümkün değildir.39 “…Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar…” ayeti bu durumu ifade etmektedir. Ancak, her insan kendi iç dünyasında bir işin kararının kendisine ait olup olmadığını bilir. Her ne kadar kararındaki etkinliğinin oranını kesin olarak belirlemek mümkün olmasa da karar kendisine aitse sorumluluk da onundur. Değilse değildir.

Kişi, kendi kararlarını verirken tevekkül ölçülerini dikkate almalıdır. Sebeplere tevessül ettikten sonra sonuca razı olmak gerekir. Zira sebebe başvurmak da başvurmamak da kaderde vardır. Amaca ulaşmak için o amacın gerçekleşmesini sağlayacak sebeplerine başvurmak ise sorumluluğumuz altındadır. Bunu fiili dua olarak nitelendirmek mümkündür. İnsan fiili duasını yerine getirmeli, sonucun ne şekilde gerçekleşeceğini Allah’a bırakmalıdır. Zira bu dünyada başarının veya başarısızlığın ebedî kurtuluşla bir alakası yoktur. Bu hususta Allah hükmünü niyete ve çalışmaya göre verir. Kişinin bu türden teşebbüs fiillerinin sonuçlanıp sonuçlanmayacağı kendi sorumluluğunda değildir.

Diğer yandan kişinin üzerine düşen bütün sorumlulukları yerine getirdikten sonra işin sonunu Allah’a bırakması anlamındaki tevekkül inancını içeren kader anlayışının, psikolojik rahatlama açısından önemi büyüktür. Bu anlayışı ifade etmek için “Kadere inanan kederden kurtulur.”40 sözü söylenmiştir. Bu söz aynı zamanda ümitsizliğe karşı da etkili bir çözüm olarak görülmektedir.

Toplumda kendi yanlışlarının faturasını kadere çıkaran insanlara sık rastlanır. Bu insanların psikolojik yapılarını şiirlerden, deyimlerden takip etmek mümkündür: “Kaderi ben mi yarattım?”, Kader, kime şikâyet edeyim seni, bilemem?”, “Ne karaymış şu alnımın yazısı!” türünden türkü ve şarkı sözleri, çoğu zaman kişinin kendi hatalarını veya yanlış kararlarını örtmek için bilinçaltı mekanizmalarının devreye girmesiyle başvurduğu avunma yollarıdır. Çoğu kez de kendi basiretsizliği, cehaleti veya hırsıyla verdiği kararlardan dolayı hapse girenler için “kader mahkûmu” deyimi kullanılmaktadır. Burada da kişinin hatasının faturasının kadere kesildiği görülmektedir.

Bazen de kişi, çok sevdiği birinin başına gelen veya gelebilecek bir kötülüğü kendisi üstlenmek ister. Anadolu’da bu durum, gadanı alam”, “gadasını aldığım”, “gadan ben alam” şekillerinde deyim haline gelmiştir. Burada geçen “gada”nın kaza anlamına geldiği açıktır. Kişi bununla sevdiği kişinin kaza programında yazılı eylemin kendisinin başına gelmesini istediğini beyan etmektedir. Bunun, bir sevgi ifadesi olmaktan öte bir anlamı yoktur. Zira “…Hiçbir günahkârın diğerinin günahını yüklenmediği…”41 gibi hiçbir kimse de diğerinin kazasını alamaz.

Kader konusunda toplumun en fazla sorun ettiği konularda biri de evliliktir. Evlenilecek kişinin kendi tercihiyle mi yoksa kaderin belirlemesiyle olduğu merak edilmektedir. İnsanın karşı cinse meyilli olması, neslinin devamı için konulmuş bir fıtrat kanunudur, yani kaderidir. Ancak evlenilecek kişinin seçiminde verilen kararın kişinin kendisine ait olmasına rağmen bu kararda etkili olan amillerin hangisinin ne kadar etkili olduğunu, bunlar içinde kişinin iradesinin etki oranının ne olduğunu kesin olarak bilmek mümkün görünmemektedir.

Naslar, hayrı, iyi olanı seçmeyi emrederken; benlik, şeytan, çıkarlar, tutkular gibi birçok neden insan iradesine etki edebilmektedir. Bundan dolayı pek çok kararımız gibi evlilik kararımız da gri alanı ifade etmektedir. Dolayısıyla bu tür alanlardaki seçimlerimizde seçim öncesinde dua ve istişare ile Allah’tan ve kullarından yardım alınmalı, seçimin sonucunda da tevekkül ile kararda sebat edip Allah’a güvenilmeli ve O’ndan yardım istenilmelidir. Bu şartlarda verilen kararlarda insan en azından sorumluluğunu yerine getirmiş olur. Gerisini Allah’a bırakarak manevi rahatlama hisseder. Bu da onun sonraki kararlarını isabetli vermesini kolaylaştırır.

Evlilik kurumunun oluşmasında ve devamında, fizik kuralları gibi anında görülmediği için çok fazla dikkate alınmayan ancak insan ilişkilerinde son derece etkili olan bazı kurallara dikkat etmek gerekmektedir. Mesela “etkiye tepki göstermek” ilahî bir kuraldır. Başka bir deyişle kaderdir. Bu kural, fizikte başka, insan ilişkilerinde başka şekillerde kendini gösterebilir. Onun için insan gerek evliliğinde gerekse diğer insanlarla olan ilişkilerinde verdiği etkiden dolayı göreceği tepkiyi hesaba katmalıdır. Zira etki, çoğu zaman kişinin kendi iradesine bağlıdır. Farklı anne babadan doğarak farklı ortamlarda yetişen iki insanın hayatlarını birleştirdiklerinde, evlilik öncesindeki alışkanlık, gelenek vs.leri bırakması ve yeni hayatına hemen uyum sağlaması beklenmemelidir. Onun için karşılıklı hoşgörü ve anlayış gerekmektedir.


Yüklə 263,16 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin