Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə58/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   178

XI. yüzyılın son çeyreğinde Süleyman Şah’ın Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurması ve gerçekleştirdiği başarılı fetihler, ayrıca bu dönemde Anadolu’nun fethinde rol oynamış olan önemli Türkmen beyleri tarafından Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde Dânişmendliler, Saltuklular, Mengücükler ve Artuklular gibi devletlerin kurulması sonucunda Anadolu’ya Türkler iyice yerleşmeye başlamışlardır. Çeşitli Oğuz boylarına mensup kalabalık Türkmen kitleleri Türkistan, Horasan ve Azerbaycan taraflarından gelerek Anadolu’ya yerleşmişler, böylece Türk nüfusunun, zaten iyice azalmış olan yerlilere oranla hızla artmasına katkıda bulunarak, Anadolu’nun Türk vatanı olmasında esas rolü oynamışlardır. Anadolu’ya gelen bütün bu Türkmen kitleleri Müslüman olduklarından2 yerleştikleri yerlerde İslamiyeti yaymaya başlamışlar, böylece Anadolu’da İslamî hayatı bütün canlılığıyla devam ettirmişlerdir.

Tasavvufun Anadolu’ya Girişi ve Buradaki Sufi Faaliyetler

Anadolu’ya gelen Türkmen kitleleri arasında tüccarlar, sanatkarlar ve âlimlerin yanı sıra kuşkusuz sufiler de vardır. Ancak sufi göçlerin yoğun bir biçimde meydana geldiği dönemin Moğol istilası yılları olduğu muhakkaktır. Çünkü Moğolların istila ettiği Türkistan, Maveraünnehir ve Horasan bölgeleri bu dönemde tasavvufi hayatın merkezini oluşturmaktaydı. Söz konusu istilanın sebep olduğu göçler, yoğun sufi kitlelerin Anadolu’ya akın etmesine yol açmıştır.

Büyük Selçuklular gibi Anadolu Selçukluları da mutasavvıflara değer verme geleneğini devam ettirmişlerdir. Anadolu Selçuklu sultanları şeyhlere saraylarının kapılarını açmışlar, şölenlerde âlimlerle, kadılarla, müftülerle oturmayı itiyat haline getirmişlerdir.3

Zaten XI. ve XIII. yüzyıllar, yani Selçuklular Dönemi İslam dünyasında tasavvuf ve tarikat hareketlerinin en faal olduğu dönemlerdir ki, bu faaliyetler, kuşkusuz Selçukluların bu akıma karşı takındık ları olumlu, hatta koruyucu tavrıyla yakından ilişkilidir. Selçukluların bu akıma ve bu akımın temsilcileri olan mutasavvıf şeyhlere sahip çıkmalarında şüphesiz tasavvufun, birer Eş’arî mensupları olan Kuşeyrî ve Gazzâlî tarafından, Sünniliğe uygun bir forma kavuşturulması önemli bir etken olmuştur.4


İşte, Anadolu’ya gelen büyük mutasavvıf insanlara Selçuklu sultanlarının kucak açmasıyla, Moğollardan kaçarak Türkistan, Buhâra, Harezm, Irak ve İran’dan bu topraklara gelen önemli sufiler, burada kendi tasavvufi birikimlerini ortaya koyma imkanı bulmuşlar, böylece Anadolu’ya bu akımı yerleştirmişlerdir.5 Maveraünnehir ve Horasan bölgelerinden gelenler arasında Bahâeddin Veled, Mevlana Celaleddin Rûmî, Şems-i Tebrizî, Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî, Fahreddin Irakî gibi önemli simalar vardı. Eflâkî, Anadolu’ya yapılan sufi göçlerini, biraz da tarafgirlikle ele alarak şöyle anlatmaktadır: “Mevlana’nın şöhreti her tarafa yayılınca Buhâra ve Deşt’in bilginleri ve şeyhleri ardı arkası kesilmeksizin Anadolu’ya geliyor, onun ziyaretinde bulunuyor, o manalar denizinden inciler elde ediyorlardı. Bir günde yirmi kişinin gelerek onun müridi olduğu ve Konya’ya yerleştiği söylenmektedir”.6

Selçuklular Dönemi’nin ünlü tarihçisi Aksarâyî, tasavvufun insanlara feyiz vermede ne kadar önemli olduğunu vurgulayarak kendi devrindeki gerçek mutasavvıflardan söz etmiş ve bu mutasavvıflar arasında Saîd-i Fergânî, Fahreddin Irakî, Hamid gibi şahsiyetlerin bulunduğunu söylemiştir ki,7 bütün bu sufiler Anadolu’ya dışarıdan gelmiş kişilerdi. Necmeddin Dâye olarak bilinen Necmeddin Râzî ve Nâsıruddin Tûsî, farklı muhitlerden gelerek farklı görüşlerin mensubu olan iki ayrı tasavvufi şahsiyettirler. İlki Sünni, diğeri Şii olan bu iki insan, kendilerinden sonra gelen yazarlar üzerinde derin etkiler bırakmış kişiler olup, aynı zamanda Anadolu’ya gelerek burada yaşamışlardır.8 Bütün bu sufilere Evhadüddin Kirmânî, Hacı Bektaş-ı Veli, Sadreddin Konevî, Yunus Emre gibi önemli tasavvuf insanları da ilave edildiğinde Anadolu’ya tasavvufun nasıl girdiği ve ne şekilde yerleştiği daha iyi anlaşılmış olur.

Mutasavvıflar Anadolu’ya sadece doğudan değil, batıdan da gelmişlerdir. İslam düşünce tarihinin en büyük mütefekkirlerinden birisi olan Muhyiddin İbnu’l-Arabî, Endülüs’ten yola çıkarak, çeşitli ülkeler ziyaret etmiş ve yıllarca Anadolu’da kalmıştır. O, bu süre içinde hem Anadolu Sultanı I. İzzeddin Keykâvüs ile mektuplaşarak ona nasihatlerde bulunmuş,9 hem de önemli şehirlerde öğrenciler yetiştirmek suretiyle kendi felsefesinin tesir alanını genişletecek uygulamalarda bulunmuştur.10 Abdurrahim el-Konevî Mağrip’ten Mekke’ye gelen ve yedi yıl burada kaldıktan sonra Konya’ya yerleşen sufilerden bir diğeridir. O, burada evlenmiş ve evliliğinden çocukları olmuştur.11

Anadolu’ya gelen bir başka mutasavvıf, Ebû Abdullah Ömer b. Muhammed es-Sühreverdî’dir. Bu meşhur mutasavvıf, I. Alaaddin Keykubat’ın tahta çıkışını tebrik etmek üzere Halife en-Nâsır Lidinillah tarafından elçi olarak Anadolu’ya gönderilmiştir. Bu büyük mutasavvıfı karşılamak için devletin bütün yetkili ve nüfuzlu kişileri seferber olmuşlardır. Ünlü Selçuklu tarihçisi İbnu Bîbî, sahip olduğu yeteneğe göre herkesin bu şeyhin himmetinden nasiplendiğini, o günden bugüne (1280’li yıllar) kadar da bu insanın etkisinin Anadolu’da devam ettiğini söylemektedir.12

Ayrıca şeyhleri Anadolu’ya gelmese bile, halife ya da müritlerinin buraya akın etmeleriyle, söz konusu topraklarda tarikatların yayıldığı hususu da tasavvufun Anadolu’ya girişi noktasında dikkate alınmalıdır. Bu konuda en fazla göze çarpan tarikat Yeseviye tarikatıdır. Konunun uzmanlarından Irene Melikoff, Anadolu sufiliğinin kaynaklarından bahsederken, bu kaynağın esas itibarıyla Orta Asya merkezli ve Ahmed Yesevî çıkışlı olduğunu vurgulamaktadır. Melikoff tamamen bu konuya ayrılmış olan makalesinde, Ahmed Yesevî geleneğinin Anadolu’da Hacı Bektaş’la devam ettirildiğini, bu geleneğin devamında Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rum Erenleri gibi isimlerle anılan dervişlerin paylarının da bulunduğunu haklı olarak ifade eder.13

Ancak Anadolu’da var olan bütün bir tasavvuf oluşumunu ve kültürünü sadece Yesevî tarikatına bağlamamak gerekir. Çünkü Anadolu’daki tasavvuf kültürünün İran menşeli boyutu da vardır ki, bu boyutun en büyük temsilcisinin Mevlana Celaleddin Rûmî olduğu bilinmektedir. Nitekim Cahen de, Anadolu’daki tasavvufi hayatın öncelikle Mevlana’nın etrafında dönmüş olduğunu söyleyerek, bu noktaya dikkat çekmiştir.14 Bundan dolayı, Anadolu’da Yesevî ekolünün etkisi yadsınamayacağı gibi, Mevlevî ekolünün oynadığı rol de göz ardı edilmemelidir. Esasen sufiler Anadolu’ya sadece Orta Asya’dan gelmemişlerdir. Mutasavvıflar arasında İran, Irak bölgelerinden gelenler olduğu gibi, Mısır’dan, hatta az önce değindiğimiz üzere, Endülüs ve Mağrip bölgelerinden gelenler de vardır. Bu bakımdan, Anadolu’nun çok çeşitli tasavvufi anlayışlar için bir kavşak noktası olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte Anadolu’da intişar eden tarikatlar esas itibarıyla Orta Asya ile birlikte İran, Irak ve Horasan bölgelerine bağlı idiler.15

Anadolu’da etkili olan mutasavvıflardan biri de, Seyyid Ahmed er-Rifâî’dir. Bu büyük mutasavvıf Anadolu’ya gelmemiş olsa bile, önemli halife ve temsilcileriyle buradaki dini hayatın canlı tutulmasında mühim roller oynamıştır. Onun önemli temsilcilerinin Anadolu’ya geldiği, seyyahlarımızın buradaki Rifâî zaviye ve dervişlerine dair verdikleri bilgilerden anlaşılmaktadır.16 Bu arada Abdulkadir Geylânî’yi de unutmamak gerekir. Evliya Çelebi, Anadolu’da birtakım Kadiri tekkelerinden söz eder ki, bunların, Selçukluların son dönemleriyle beylikler döneminde inşa edilmiş olmaları muhtemeldir. Kadiri mensupları için yapılmış olan bu tekkelerde yüzlerce, hatta bazen binlerle ifade edilen Kadiri dervişleri kalmıştır.17
Anadolu’da dini hayatın canlı tutulması noktasında önemli katkıları bulunan Kübrevîleri de burada zikretmek gerekir. Moğolların bütün Orta Asya’yı istila etmeleri, bölgedeki diğer bütün sufiler gibi, Orta Asya’da yadsınamayacak etkiye sahip olan Necmeddin Kübra’nın kurduğu tarikata mensup olan Kübrevîleri de etkilemiştir. Birçok Kübrevî mensubu sufiler Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya yönelmişlerdir. Bu dervişler sadece tek başlarına gelmemişler, ailelerini de birlikte getirmişlerdir.18 Kübrevîlere mensup bu sufiler arasında Bahâeddin Veled,19 Necmeddin Dâye20 gibi son derece önemli şahsiyetler vardır.

Bütün bu tarikatlara Kalenderîler, Haydarîler, Babaîler, Camiîler, Abdallar gibi, heterodoks görüntü içinde gelen sufileri de ilave etmemiz gerekir. Gerçekten Türkmen boyları arasında eski kam-ozanları andıran ve Baba, Dede ve Ata gibi isimlerle anılan çok sayıda sufi kitleler Anadolu’ya gelerek burada etkili olmuşlardır. Farklı kıyafetleri, ağızlarda dolaşan kerametleri ve meczubane yaşayışlarıyla bu Türkmen babaları, Oğuz boylarına anlayacakları bir dille, eski Türk ananeleriyle karışık bir şekilde İslamiyeti anlatıyorlardı. Bu yüzden Türkmen halk kitleleri onların vaazlarını heyecanla dinliyor, söylediklerini uyguluyorlardı.21 Bu durum, kırsal kesimlerde dini hayatın canlı kalmasının temel etkeni olmuştur.

Kendilerine Anadolu’da sığınak bulan bu heterodoks sufilerin faaliyet alanı sadece Türkmen kitlelerle sınırlı değildi. Onlar, aynı zamanda gayrimüslimler arasında da faaliyet gösterme imkanı bulmuşlardır. Bu sufiler, gayrimüslimler arasında gösterdikleri faaliyetlerde başarı da sağlamışlar, ihtidalarda önemli roller oynamışlardır.22

Bütün bu zikredilenler, XIII. yüzyılda Anadolu’da ne kadar yoğun bir tasavvufî hareketin hüküm sürdüğünü bize göstermektedir. “Nefehâtü’l-Üns”de geçen “Nice ehlüllah gayri diyardan Rûm’a gelmiştir. Hatta ashabın Diyar-ı Rûm’a nüzulü sabittir. Ve Rûm’da dahi meşayihten çok kimse hasıl olmuştur”23 kaydıyla, bu hareketliliğe işaret edilmiştir. Evliya Çelebi de, sadece Aksaray sancağında yedi binden fazla büyük evliyanın medfun bulunduğunun tevatürle sabit olduğunu söyleyerek,24 Anadolu’daki tasavvuf erbabının çokluğuna vurgu yapmak suretiyle Câmî’nin yukarıdaki ifadelerini desteklemektedir.

Anadolu’ya tasavvufun girişini ve mutasavvıfların buradaki faaliyetlerini söylerken bir hususu gözden uzak tutmamak gerekir: Aslında tasavvufun prensipleriyle Anadolu insanının içinde bulunduğu durum, bu cereyanın kolaylıkla Anadolu’da yayılabileceği bir ortamı da beraberinde getirmiştir. Yani Anadolu’ya akın akın gelen sufiler kendi görüşlerinin burada maya tutabilmesi için gerekli zemini ve koşulları bulmuşlardı. Anadolu coğrafyası tasavvufun gelişebileceği bütün şartları taşımaktaydı. Özellikle Moğol istilası sebebiyle halk kitlelerinin derin bir buhran yaşamakta oluşu, haçlı savaşlarının verdiği bezginlikle birleşmişti. Bunlara ilave olarak I. Alaaddin Keykubat’tan sonra siyasi yapının tamamen bozulması ve Anadolu Selçuklu tahtını ele geçirme kavgaları, Moğolların sebep olduğu bozuk mali yapının bütün çıplaklığıyla halka yansıması gibi hususlar insanlardaki huzursuzlukları had safhaya çıkarmıştı. Bu huzursuzlukları dindirebilecek, onları ruhen bunalımlı dünyanın dışına çıkararak manevi bakımdan tatmin olabilecekleri bir şekilde eğitmek için devreye tasavvufi öğretileri kitlelere yerleştirecek insanlar girmişlerdir. İşte bu kişiler mutasavvıflardan başkası değildi.

Gerçekten bu mutasavvıflar, dünyadan ümidini kesmiş insanlara ahiret hayatını gösteriyorlar ve bu karmaşık hayattan onları sıyırarak, daha sade bir yaşam gösteriyorlardı. İnsanların yozlaşmalarına karşı tasavvufun ahlaki ilkelerini ortaya koyarak kitlelerin ruhunda ortaya çıkan fırtınaları dindiriyorlar, onları ruhi ve manevi sükuna kavuşturuyorlardı. Dolayısıyla sosyal düzenin bozukluğunu gören, devamlı karışıklıklardan bıkmış ve ezilmiş olan halk kendilerine bu dünyada nasip olmayan saadeti, hiç olmazsa ahirette temin edebilmek için tekkelere, şeyhlere koşarak tarikatlar dünyasına giriyorlardı. Mahalli beyler, hatta sultanlar bile kitlelerin bu temayüllerine uyarak kendileri de tarikatlara intisap ediyorlar, her yerde tekkeler ve zaviyeler yaptırarak oralara zengin vakıflar bağlıyorlardı. İşte bütün bu sosyal sebepler Anadolu’yu şeyhler ve tarikatlar diyarı yapmaya yetmişti.25 Babinger’in ifadesiyle, birçok tarikat bu topraklar üzerinde mantar gibi bitmekteydi.26

Anadolu’ya çeşitli sebeplerle gelerek yerleşen şeyh ve dervişler, burada çok yönlü faaliyetlerde bulunarak, hem Anadolu’nun İslamlaşmasına katkıda bulunmuşlar hem de halkın dini duygularının sürekli canlı tutulmasını sağlayarak onların iyi, dürüst ve ahlak sahibi birer vatandaş olmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu mutasavvıf şeyhler Anadolu’da, bazen tarikatlarını neşretmek, bazen medreselerde ders vermek, kimi zaman camilerde vaazlar vermek ve sohbet halkaları oluşturmak, kimi zaman da kendi taraftarlarıyla birlikte yeni yerleşim birimleri oluşturmak suretiyle, ama her halukârda bu faaliyetlerini icra ederek halk arasında son derece etkili olmuşlardır.

Bütün bu sufilere ilave olarak, tasavvufi yönleri de olan, fakat her biri Anadolu’daki sosyal bir teşekkülü temsil eden kitleleri de göz önünde tutmak gerekir. Âşıkpaşazâde’nin “Tevârih”inde “Ahiyân-ı Rûm (Anadolu Ahileri) ”, “Gâziyân-ı Rûm (Anadolu Gazileri) ”, “Abdalân-ı Rûm (Anadolu Abdalları) ” ve “Bacıyân-ı Rûm (Anadolu Bacıları)” şeklinde,27 dört zümre halinde geçen bu topluluklar da, Anadolu’nun siyasi, askeri iktisadi ve sosyal hayatında son derece etkili olmuşlardır.

Âlim ve Mutasavvıflarla Devlet Adamları Arasındaki İlişkiler

Müslüman Türk sultanları öteden beri İslam bilginleri ve mutasavvıflarıyla iyi ilişkiler içinde bulunmuşlar, onları saygın insanlar olarak kabul etmişlerdir. Bu kabul Türklerde bir gelenek haline gelmiştir. Selçuklular da aynı geleneği devam ettirmişlerdir. Büyük Selçukluların ünlü veziri Nizamülmülk, Selçuklu Devleti’nin idare tarzını gösteren eserinde, din bilginlerine ve tasavvuf erbabına hürmet etmenin, onların her türlü ihtiyaçlarını temin etmenin, onları aziz tutmanın, İslam sultanının en başta gelen görevlerinden biri olduğunu söylemek28 suretiyle, devam eden bu geleneğin bir devlet politikası haline geldiğine işaret etmektedir. Nitekim kendisinin de sufilere son derece hürmet ettiği söylenmektedir.29

Yüksek İslam eğitimi görmüş olan aydın nitelikli Anadolu Selçuklu sultanlarının da âlim ve mutasavvıflara saygı gösterme konusunda aynı hassasiyete sahip olduklarını görmekteyiz. Bundan ötürüdür ki, özellikle başkent Konya, Anadolu Selçukluları döneminde sufi şeyh ve dervişlerin sığındığı bir merkez haline gelmiştir.30 Selçuklu sultanlarının XIII. yüzyıl boyunca başarılı âlim ve sufileri himaye edici idareleri, daha önce temas ettiğimiz gibi, bilhassa Moğol istilası sonrasında mutasavvıfları kendine çekmede bir cazibe alanı haline getirmiştir.31

Gerçekten Anadolu sultanlarının âlim ve mutasavvıflara verdikleri değer ve gösterdikleri iltifatlar o kadar ileri boyuttaydı ki, bu âlim ve mutasavvıflar, hükümdarın tahtına bile oturabiliyorlardı.32 Bu insanlar, Anadolu’da, geldikleri yerlerde görmedikleri ilgiyle karşılaşmışlardır. Selçuklu sultan ve devlet adamları, onlar için Anadolu’nun birçok yerinde medreseler, zaviyeler açmışlar, buralara bol vakıflar tahsis etmişler, böylece onların istedikleri biçimde faaliyet göstermelerine zemin hazırlamışlardır.33 Din bilginleri ve mutasavvıflar devlet hazinesinden zaman zaman para da almışlardır. İbnu Bîbî, Selçukluların kültür ve edebiyat adamlarını fakirlik ve yoksulluktan kurtardıklarını söylemek suretiyle bu noktaya işaret ederken,34 er-Râvendî de, bu sultanlar zamanında âlimlerin, seyyidlerin, zahitlerin ve dindarların devletten vakıf tahsisatı yanında maaş da aldıklarını ifade ederek, bu hususu açıkça belirtir ve başka hiçbir dönemde böyle bir uygulamanın olmadığını da ilave eder.35

Kaynaklarımızda, Anadolu Selçuklu sultanlarının tarikat şeyhlerine nakdi yardım yaptıklarına dair kayıtlar bulunmaktadır. Meselâ IV. Rükneddin Kılıçarslan’ın Mevlana’ya göndermiş olduğu beş kese sîm-i sultânî bu nakdi yardımın güzel bir örneğini teşkil etmektedir.36 Bu tarikat şeyhleri, sultanların kendilerine verdikleri bu yardımları şahsi menfaatleri için kullanmaktan ziyade, ihtiyaç içinde bulunanlara vermişlerdir. Nitekim Mevlana da böyle yapmış, sultanın vermiş olduğu parayı fakirlere dağıtmıştır.37

Anadolu Selçuklu Sultanlarının din büyüklerine ve mutasavvıflara gösterdikleri saygı ve verdikleri değer konusunda kaynaklarda çok sayıda örnekler bulmamız mümkündür. II. Kılıçarslan Aksaray şehrini inşa edip burasını kendisi için bir üs haline getirince, bu şehre Azerbaycan’dan getirttiği âlim ve şeyhleri yerleştirmiş ve onlar için burada zaviyeler ve medreseler yaptırmıştır.38 Aynı sultan, kendi sarayında bilimsel münazaralar tertip etmiş, bunu yaparken, hiçbir âlimin diğeri üzerinde baskı kurmaya kalkışmasına onay vermemiştir. Nitekim Karahanlılar Dönemi’nin büyük fakihlerinden biri olan ve Hanefî mezhebine mensup bulunan Ebû Bekir b. Mesud el-Kâsânî sarayda Şarânî ile bilimsel tartışma yapmış, ancak Şarânî üzerine baskı kurmaya kalkınca, sultan tarafından Halep hükümdarı Nureddin Mahmud b. Zengî’ye elçi olarak gönderilmek suretiyle saraydan uzaklaştırılmıştır.39

II. Süleyman Şah Dönemi’nde de âlim ve mutasavvıflara gereken önem verilmiştir. İbnu Bîbî, bu sultanın âlim ve sufileri himayesine aldığını, onlara bol ihsanlarda bulunduğunu, bundan dolayı bu kesimlerin hiçbir zaman fakirlik ve sefalet çekmediklerini anlatır.40 Bu hükümdar âlim, şair ve mütefekkirleri sohbet meclislerine toplar, onlar için ziyafetler verirdi. Fakihler bu hükümdarın huzurunda gayet serbest bir şekilde davranırlardı. Nitekim kaynaklarımızda gelen ilginç bir olay bunu göstermektedir. Sultanın yanında felsefi ekole mensup bir filozofla bir fakih bilimsel bir tartışmanın içine girmişlerdi. Filozofa laf yetiştiremeyen fakih, onu sultanın yanında tokatlamaya başlamış, sultan ise hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Buna içerleyen filozof, sultana, “Böyle bir adam geliyor, senin huzurunda saygısızlık ederek haddi aşıyor, sen ise bu duruma hiçbir ses çıkarmıyorsun” diyerek sitemde bulunmuştu.41

Âlim ve mutasavvıflara karşı aynı himayeyi I. Gıyaseddin Keyhüsrev de göstermiş, onlara hil’at ve hediyeler göndermiştir. Er-Râvendî, onun adını ve bağışlarının büyüklüğünü çok uzaklardan duymuş, kitabı “Râhatu’s-Sudûr”u ona ithaf etmiştir.42 Nitekim er-Râvendî, aynı eserinde I. Gıyaseddin Keyhüsrev için “Bu sultan, devletinin temelini, şeriat esaslarının muhafafızları olan İslam âlimlerinin izzet ve şereflendirilmesi üzerine kurmuştur. O, evliyayı yüceltmiştir”43 demek suretiyle, onun bu özelliklerini ortaya koymuştur. Gıyaseddin Keyhüsrev daha tahta oturur oturmaz, ilk saltanatı döneminin sürgünle sona ermesi nedeniyle Anadolu’dan Şam’a gitmiş olan Mecdeddin İshak gibi âlim ve sufi bir bilgini, tekrar

Anadolu’ya davet etmiştir. Bunun için duygusal bir şiir ele alan sultan, bu büyük âlim ve mutasavvıfı karşılayarak, ona izzet ve ikramda bulunmuştur.44

I. İzzeddin Keykâvüs de Anadolu’da din büyüklerine saygı gösteren sultanlar arasında yerini almıştır. Gerçekten kaynaklar, onun, bilginlere dost, cahillere düşman olduğunu, meclisinin ve sarayının âlimlerle dolup taştığını haber vermektedirler. Bu sultan yüksek fikir sahibi mutasavvıfları daima himaye etmiş, hatta onlara intisap etmiştir.45 Onun değer verdiği mutasavvıflar arasında İbnu’l-Arabî de bulunmaktadır. Sultanla bu mutasavvıf arasında iyi ilişkilerin olduğunu, mektuplaşmalarından anlamaktayız. Nitekim İbnu’l-Arabî, bu hükümdara bir öğüt mektubu yazmış ve eseri “Fütuhâtü’l-Mekkiyye”de yer vermiş olduğu bu mektupta oldukça rahat ifadeler kullanmış, hatta bazı konularda sultanı suçlayacak kadar ileri gidebilmiştir.46

Din bilginleri ve mutasavvıflarla ilişkileri bakımından Anadolu’da öne çıkan hükümdarlardan bir başkası, belki en önemlisi I. Alaaddin Keykubat’tır. Cengiz istilası bu hükümdarın saltanatının ilk yıllarına tesadüf ettiğinden özellikle Konya onun döneminde sayısız filozof, şeyh ve dervişlerin sığındığı bir merkez haline gelmiştir.47 Neşrî buna, “Ve bunun (I. Keykubat’ın) eyyamında Memleket-i Rûm’da ulemâ ve sulehâ ve etkıyâ ve evliya çoğaldı. Zira Moğol İran’a müstevli olup alemde huzur kalmamıştı”48 sözleriyle temasta bulunmuştur. Gerçekten, Anadolu’nun, özellikle de Konya’nın âlimler ve mutasavvıflar için bir cazibe merkezi haline gelmesinde, I. Keykubat’ın, şöhretini duyduğu âlim ve mutasavvıfları başkente davet etmesinin, bunlara bol ihsanlarda bulunup kendileri için vakıfları ile birlikte medrese ve zaviyeler inşa etmesinin önemli yerinin olduğu kuşkusuzdur. Bundan dolayı Devletşah, ondan, âlimleri seven bir padişah olarak bahsetmektedir.49

I. Alaaddin Keykubat’tan sonra gelen sultanlar da âlim ve mutasavvıflara saygı göstermeye devam etmişlerdir. Bu dönemde sadece sultanlar değil, aynı zamanda devletin ileri gelen emir ve vezirleri de din büyüklerine aynı sevgi ve saygıyı göstermişlerdir.50 Bahaeddin Veled gibi büyük bir mutasavvıfı Larende’de yedi yıl gibi bir müddetle ağırlamış olan Emir Musa, Fahreddin Irakî gibi bir İslam büyüğüne Tokat’ta bir zaviye inşa eden Pervane Muînüddin Süleyman, âlimler için meşhur Karatay Medresesi’ni yaptıran ünlü Selçuklu veziri Celaleddin Karatay, bunlardan başka Beylerbeyi Şemseddin Hasoğuz, atabeylik makamındaki Esededdin Ruzbeh, saltanat naipliği makamında bulunmuş olan Kadı İzzeddin Muhammed b. Mahmud Râzî, yine aynı makamdaki Melikü’l-Ümerâ Eminüddin Mikail, âlim ve mutasavvıflara değer veren devlet adamlarından sadece bazılarıdır.51

Anadolu’nun idaresini çeşitli dönemlerde ellerinde tutmuş olan bu ve benzeri şahsiyetler, ilim adamlarının, din ve takva insanı olarak bilinen sufilerin gönüllerini daima hoş tutmuşlar, onlara cömertçe bağışlarda bulunmuşlardır. Anadolu Selçuklularının müspet tutumları dolayısıyla Anadolu’ya gelip yerleşmiş olan âlim ve mutasavvıflar, buradaki fikrî hayatı canlandırmışlar ve Selçuklu eğitim kurumlarına haklı bir şöhret kazandırmışlardır.52

Anadolu’da Dini Hayatın

Canlılığına Verilen Önem

Anadolu Selçuklu sultanları, kendilerini, İslam’ın ve Müslümanların koruyucuları olarak görmüşlerdir. Bu bakımdan onlar, İslam dininin kurallarını yaşamaya çalışmışlar, Anadolu’daki dini hayatın canlılığını korumaya gayret etmişlerdir. Er-Râvendî bu hususu, “Hulefâ-i Râşidîn’den sonra Selçukoğullarından daha dindar hükümdarlar gelmemiştir”53 sözleriyle belirtir. İbnu Bîbî, pazartesi ve perşembe günlerinin oruçla geçirilmesinin gelişme dönemindeki Anadolu Selçuklu sultanlarının adeti olduğunu ifade etmektedir. Bu sultanlar arasında abdestsiz hiçbir fermanın altına imza atmayanlar olduğu54 gibi, veliaht tayin ettikleri şehzadelere dini nitelikli tavsiyelerde bulunan sultanlar da varolagelmiştir. Mesela I. Kılıçarslan, oğlu I. Gıyaseddin Keyhüsrev’i veliaht tayin ettiği zaman ona, her şeyden önce Allah’a şirk koşmamasını, namazlarını devamlı olarak kılmasını, insanlara iyilikleri emredip kötülükleri yasaklamasını, onlara iyi davranmasını ve hayasızlıkları önlemesini söyleyerek nasihatlerde bulunmuştur.55 Tarihi kaynaklarımız, hem bu sultanlardan önceki hem de daha sonraki hükümdarların dini titizlikleri hakkında da aynı şeyleri söylememize imkan vermektedir.

Ancak burada şunu söylememiz gerekmektedir: Dindarlık ve ahlaki meziyetler bakımından Anadolu Selçuklu sultanları devletin yükseliş ve gelişme dönemlerinde son derece olumlu bir görüntü sergilemelerine karşın, bağımlılık ve çöküş dönemlerinin hükümdarları için aynı şeyleri söylememiz genellikle zor görünmektedir. Örneğin II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Kösedağ Savaşı sırasında sarhoş olduğu söylenmektedir.56 İçki, eğlence ve sefahate çok düşkün olduğunu kaynaklarımız haber vermektedir.57 Dini duygulardan uzak yaşamış bir başka hükümdar da II. İzzeddin Keykâvüs’tür. Aksarâyî bu sultanın İslam dışı bir hayat yaşadığını, onu bu hayata alıştıran kişinin de, beylerbeyliğine tayin etmiş olduğu Hıristiyan Kont İstabl olduğunu söylemektedir.58
Bütün bunlarla beraber, çöküş dönemi içinde dindar hükümdarlar da gelmiştir. III. Gıyaseddin Keyhüsrev bunlardan biridir. Az önce II. İzzeddin Keykâvüs hakkında soğuk kanlı ifadeleriyle dikkati çeken Aksarâyî, III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in dini hayatı için gayet olumlu ifadelere yer vermektedir. Ona göre, bu sultan, aldığı dini eğitim sonucu, kendini bildiği andan beri dini konularda titiz davranmış, hiçbir vakit namazını bırakmamıştır.59

Anadolu Selçuklu hükümdarlarının genel olarak dini hayatlarındaki bu titizlik, onların halkın idaresiyle ilgili dinsel politikalarına da yansımıştır. Selçuklular, Anadolu’ya gelmiş olan Oğuz Türkmenlerinin dini eğitimlerini önemli bir konu olarak görmüşler, göçebeler arasında İslam dininin yerleşmesi için çalışmışlardır. Çünkü onlar, bir münşeat mecmuasının bildirdiğine göre, kendilerinin esas gayelerinin, İslam’ın emirlerini yüceltmek ve insanlığa duyurmak, hükümlerini ise uygulamak olduğunu belirtmişlerdir.60 Bu sebeple onlar, halkın dini ibadetleri yerine getirmeleri için birtakım tedbirler almışlardır. Bu dönemde halkın günah işlemesi devlet eliyle engellenmeye çalışılmıştır. El-Hûyî’nin naklettiği münşeatlardan birinde Selçuklu Dönemi’nde ki muhtesiplerin görevleri anlatılırken, bunlar arasında günahkarların terbiye edilmesi de zikredilmektedir.61 Nitekim Kazvînî’nin vermiş olduğu bir bilgi, bize, Selçuklular Dönemi’nde Anadolu halkının dine aykırı davranışlarının denetlendiğini, bu denetimin genellikle muhtesipler tarafından yapıldığını, din dışı davranışların ise cezalandırıldığını göstermektedir.62


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin