Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR


İNSANLAR  SAADETİ NASIL ELDE EDERLER



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə13/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40

İNSANLAR  SAADETİ NASIL ELDE EDERLER

Acaba içimizde  saadet aramayan bir kimse var mıdır? Her insan mutlaka  saadet arayışı içindedir ve tek gâyesi de onu bulmaktır. Fakat insanlar bunu  saadet pazarında değil de esfel-i sâfilîn olan dünya pazarında aramaktadırlar.

Pazardan aldığımız bir televizyonla birlikte cihazdan en verimli şekilde yararlanabilmek için bir de kullanma kılavuzu verirler. Kılavuzu okuyup her türlü talimatı ve ikazları uygularsak net görüntü sağlayabiliriz. İşte aynen bunun gibi bu insanoğlu televizyonunun da imalâtçısı Cenâb-ı Allah’tır. Onun da  saadet içinde yaşaması için Kur’ân-ı Kerîm olan tâlimat kitabını göndermiştir. Çünkü insanların saadete ulaşma metodlarını en iyi bilen yüce Allah’tır. Öyle ise onun sözlerine kulak verelim.Yüce Rabbimiz  saadetin iki bölümde kazanılacağı bildiriyor.



Dünya saadeti

Âhiret saadeti

İnsanoğlu et ve kemikten oluşmuş bir beden ve  rûhtan meydana gelmiştir. Beden rûhsuz ayakta duramadığı gibi rûh da bedensiz icraatını sergileyemez. Onun için beden ve rûhumuzu Allah’a teslim etmemiz gerekir.Allah insanların mutlu olmalarını istiyor. İnsanların  saadetinden başka hiçbir şey istemiyor. Bizlerin ibâdetlerine Allah’ın  ihtiyacı yoktur. Fakat bu ibâdetlere bizlerin ihtiyacı ise pek çoktur. Çünkü ibâdetler yapıldığı takdirde  saadete erişmek mümkün, yapılmadığı takdirde  saadete kavuşmak  mümkün değildir.

Allah’ın insanlardan tek istediği Tevhîd edip bilmek ve mutluluk içinde Hakk’ın Cemalullahını seyretmektir. Bunun için de:

1-Nefs ile rûh arasındaki ikiliği kaldırmak gerekir.Çünkü nefs ayrı rûh ayrı değildir.Süflîyyetteki ikilik adına ‘nefs’ Ulûhiyetteki  teklik adına da ‘rûh’ denir.

2-Rûhullah âleminde bütün sıfatlarında tecellî eden Vahdâniyyetin farkı ile Cemâlullahı seyretmek, saadetin Hakk olduğunu zevk eylemektir.

Nasıl bir hasta doktora giderek ondan  tedavi için reçete  alıp  hastalığını izale etmek imkânına sahip olabiliyorsa, saadet reçetesini de, “El ulamayı Veresetül enbiya” (H.Ş.) gereğince Peygamber vârisleri olan İnsan-ı  Kâmillerden almak ve uygulamak gerekmektedir. Onlara tâbi olarak insan-ı asliyyelerini öğrenip hidâyete erenler  saadeti yakalamışlar, bu vârislerden uzak kalanlar dalâlette kalmışlardır. Kasas Sûresinin 50.âyeti “Eğer yine çağrına uymazlarsa, artık bil ki, onlar sadece kendi heveslerinin peşinde gidiyorlar. Allah tarafından bir doğru delil olmaksızın sırf kendi hevesleri peşinde giden kimselerden daha şaşkın kim olabilir? Muhakkak ki Allah zalimler topluluğunu başarıya erdirmez.” bize nefse uyulduğu zaman dalâlette olduğumuzu, hidâyete erebilmemiz için ise Allah’ın bir hidâyetçisine tâbi olunması gerektiğini bildiriyor.T aha Sûresi 123.“Allah :‘İkiniz de oradan birlikte inin, kiminiz kiminize düşman olarak! Sonra ne zaman size Benden bir doğru yolu gösterici gelir de her kim Benim kılavuzuma uyarsa, iste o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz’ ”  Bakara Sûresi 151.Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor” Secde Sûresi 24. “İçlerinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yolu gösteren öncül imamlar (önderler) yetiştirmiştik Onlar ayetlerimize kesin bir şekilde sarılmışlardı” ve Furkan Sûresi 57.âyette “De ki:‘Ben, buna karşı sizden bir ücret değil,ancak Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler (olmanızı) istiyorum” buyrulmaktadır. Şu halde dalâletten kurtulup hidâyete ermeniz, saadete kavuşmamız için hidâyet davetçisi bir Mürşid-i Kâmile tâbi olmamız gerekmektedir.

Buna da dünya ve âhiret tahsili olarak zikirle başlanmaktadır. Ankebût Sûresi 45.âyet-i kerîmesinde “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl, Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir”  buyruluyor. Demek ki Allah’ın zikri namazdan ve bütün ibâdetlerden önemli bir etken. Allah hiçbir ibâdeti devamlı emretmemiş. Namaz, oruç, hac gibi ibâdetler  belirli zamanlarda ve belirli miktarlarda  olduğu halde ‘zikir’ her nefeste yapılmakta ve insanın işine de engel olmamaktadır. Nisa Sûresi 103.âyet-i kerîmesinde “Otururken, ayakta iken ve yatarken dâima Allah’ı zikret” emrini görüyoruz. Bu, bir insanın eline tesbihi alarak gün boyu tesbih çekmesi anlamında değildir. Kişi dilini damağına yapıştırıp ağzını kapatarak burnundan derin bir nefes alıp aldığı o nefesi üçe bölerek burnundan ‘Allah Allah Allah’ diyerek verir. Bu zikirle kalbinde sürûr ve mutluluk nurları parlamaya başlayacaktır. Kalbin iki penceresi vardır.Biri nefse açılan pencere biri de rûha açılan penceredir.Zikir dâimleştikçe nefs tarafına açılan pencere kapanmaya, rûh tarafına açılan pencere ise açılmaya ve nurları ile kalbi aydınlatmaya başlayacaktır.

Bu yapılan dâimî zikir  hem işlerimizi yapmamıza engel olmaz hem de “Kalbinizin her atışında Allah’ı zikrediniz” emrini yerine getirmiş oluruz. Dolayısıyla da Allah’ın davetine icabet etmekten ve kalbin zikir nurlarıyla nurlanmasından dolayı kişi bütün şartlarda rahatlatıcı mutluluğa ermektedir.

İnsanların üzüntü ve stres halinde hemen ilk müracaat ettikleri şey sakinleştirici sinir ilâçlarıdır. Ne yazık ki onlardan da sonuç alamamaktadırlar. Halbuki Allah’ın en büyük rahatlatıcısı olan zikirle meşgul olsa hiç ilaç almadan sonuca varacaktır. Çünkü insan televizyonundan saadet görüntüsü almanın yolunu, yaratıcısı Rabbü’l-Âlemîn tâlimatında yazmıştır.Bakara Sûresi 186. “Bana dua edildiği taktirde mutlaka davete icabet ederim” ve Bakara Sûresi 152.âyetlerde “Siz beni zikrederseniz ben de sizi zikrederim” buyrulduğuna göre O’nun bizdeki zikri,bizim üzüntü ve kederlerden uzak, stressiz, saadet içinde yaşam halidir. Hem ilaç almak hem de zaman zaman zikir yapmaya yeltenirsek maalesef sonuç almamız mümkün olmayacaktır. Bedenin tedavisi zâhir doktorlarla, rûhun tedavisi ise bâtın doktorlarla mümkündür.

Zikir yapıldığında kişi ferahladığını ve rahatladığını görecektir. Zikir yaptığımız zaman gelen rahmet bize rahatlama hissi verir. Bu rahatlama sebebiyle de ferahlık duyarız. Bu zikir dâimî olursa dünyadaki mutluluğu yakalamış oluruz.

Bundan sonra mukayyed olan bu âlemde Allah’ın ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerinin tahsili ile rûhumuzun Allah’a ulaşması gerçekleşecektir. Rahmân Sûresi 33.âyet-i kerîmesindeEy cin ve insan toplulukları!Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz” buyrulmaktadır. Hiçbir kişi Sultan’ın yani Mürşid-i Kâmilin yardımı olmadan Allah’a vuslat bulamaz. Görülüyor ki rûhun Allah’a ulaşması  mutlaka bir Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla gerçekleşecektir.

Mürşid, i’tikadının düzelmesi ve irfâniyetinin artması için sâlike Tevhîd-i Ef’âl mertebesini telkîn eder. Allah’ın delilleri anlamına gelen âyetleri okutur ve gösterir. Burada sâlikte çok büyük değişiklikler ve i’tikadında tebdilât olur. Kendini kınama haliyle, âleme açılan bir pencereden, kalbine ef’âl-i ilâhiye nurlarının sızdığını ve kalbin nisbîyet karanlıklarından kurtulup aydınlandığına vâkıf olur. Sıfat mertebesinde de ilhamlara mazhar olarak Âhiret mutluluğuna erer. Yalnız burada ilhamlara aldanmamak lâzımdır. Çünkü ilhamlar iki türlüdür:

1-Temizlenmiş olan gönülde zuhûr eden Rahmanî ilhamlar,

2-Nefisten gelen,zulmanî  ilhamlar da denilen Nefsanî ilhamlar.  

Rahmanî ilhamlar kalbe rûh penceresinden gelen Vahdet ve Kur’ân-ı Kerîm’e uygun olan ilhamlardır.Bu ilhamlar kişiyi mutlu ettiği gibi başkalarına anlatıldığında onları da mutlu eder.

Nefsanî ilhamlar ise nefisten geldiği için kişinin kendisini mutlu etse bile başkalarını mutlu edemez.Çünkü Kur’ân’a da ters düşmektedir. Bu tecellîler nefsin kişiyi aldatmasından ibarettir. İnsanda akıl,irâde ve rûh üçlemesi zuhûr ederse Mürşid-i Kâmilin tariflerini uygulamada zorluk çekmeden Allah’a vuslat bulur.Ebedî  mutluluğu elde etmiş olur. Zaman zaman zikir ve şühûdlardan uzaklaşırsa nefse uyduğu için, ilimle her şeyi bilse bile,bir türlü dalâletten kurtulamaz.Kişi vücûdun Vücûdullah olduğunun idrakiyle hem bedenin hem de rûhun irfâniyetine sahip olarak kemâle erip  saadeti yakalamış olur. 

Demek ki saadet, Rabbimize ârif olup Âdem’de ve âlemde tecellîlerini görerek huzur içinde yaşamaktır. İnsanın sulh ve sükûna ulaşması için nefsinin bütün âfetlerinden kurtulması ve bu vücûd şehrinde âfetlerin yerine rûh hasletlerini ikame ettirmesi lâzımdır. Bu, saadete ulaşmaktır.Âl-i İmrân Sûresi 119.âyet-i kerîmesinde  “Onlar sizi sevdikleri halde siz onlara muhabbet beslersiniz (seversiniz). Çünkü siz kitabın bütününe tâbi olursunuz” buyrulmaktadır. Görülüyor ki bu hâl nefsin âfetlerinden kurtulmuş olanların davranışıdır. Tevbe Sûresi 100.âyette “İslâmiyet inançları dolayısıyla muhacir ve ensarlar (Mekke’den Medine’ye göç edenlere muhacir, Medine’de evlerini açanlara ensar denir) Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar. Altlarından ırmaklar akan Cennetler ihsân edilerek orada ebedîyyen kalacaklardır.” buyruluyor. İşte en büyük saadet budur.

İşte hem kendimizle hem de cümle âlemle barışık olmak rûh birliği irfâniyetinin Allah’a vuslatıyla mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Allah cümlemizi nefs âleminden kurtararak rûh âlemine vuslatımızı nasîb etsin.Rûhumuzun mutmain olmuş nefisle Allah’a kavuşarak her sıfattan Cemalullahını müşâhede etmeyi nasîb eylesin. Âmin.

 

İNSANLARIN HAKK’I BULMASI VE KUL OLMASI

İnanan her kişi, bu âleme geldiği günden beri, dâima Hakk’ı bilmenin, görmenin ve O’nda O olmanın yollarını aramış, bulanlar bulmuş, bulamayanlar ortada, ümitsizlik içinde ömürlerini bitirmişlerdir Niyazi-i Mısrî   Hazretleri bakın bir ilâhisinde ne buyuruyor:

 

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş

Bürhan arardım aslıma aslım bana bürhan imiş.

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar idim, ol can içinde canan imiş.

 

İnsanoğlu bu âleme geldiğinden beri hep nereden geldiğini, nereye gideceğini  merak etmiş  ve bunu dert edinmiştir. Cenâb-ı Allah’a âşık olan bir kişinin derdi, aşkıdır. Âşık olduğu Hakk’a kavuşmayı ve bu soruların cevabını bilmeyi arzular. Bir kişinin derdi olmazsa aşkı da olmaz. Şu halde dermanı da aşkı olmuş oluyor.İkilikteki insanlar, Cenâb-ı Hakk’ı kendilerinden çok uzaklarda zannettikleri için, hayâllerinde Allah’ın Zâtı veya mutlakiyet yönünün dışında, bir bilince sahip olmayışları,onların îmânlarını kuvvetlendirmemektedir. Îmân üç bölümde mütalaa edilir:



1-Bilmek (ilm-el yakînlik) zâhir ilimle, şühûdsuz bilme hâli,

2-Görmek (Ayne’l-yakînlik) sıfatlarından tecellîlerini görme hâli,

3-Olmak (Hakk-al yakînlik) O’nda O olma  hâli.

Kişinin bu idrâke vâkıf olabilmesi için, bir İnsan-ı Kâmilden Tevhîd tahsilini yapması lâzımdır.İşte o zaman insan-ı asliyyesini öğrenecek ve  Âdem (AS)'dan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin kendi gönül âleminde, mevcûdiyetlerini, görev idrakları ve yaşamını zevk edebileceğini, Cenâb-ı Hakk’ın da, kendi gönlünde taht kurarak, her şeye hükmettiğini görecektir.

Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş.”

Bir kişi Hakk’a vuslat etmek için delil yani kılavuz arıyorsa,onun aslı ona delildir.Bir kişinin aslı nedir ki ona delil olsun? Kişi kendisine ayrı bir vücûd verdiği için kendisini ayrı, Rabbini ayrı zanneder. Nefsini bildiğinde, Rabbinin  kendisini sevk ve idare eden tecellîsi olduğunu öğrenmiş olur.İşte bu onun aslı olduğu için delili de o olmuş oluyor.

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş.” 

Bu ikilik hâlimle sağı solu gözleyerek Cenâb-ı Hakk’ın yüzünü göreyim diye, Mekke’de, Medine’de ve birçok yerlerde aradım,bulamadım.Rabbimin öğrettiği Tevhîd tahsilinden sonra anladım ki,aradığım bendeki can içinde canan imiş. Burada can nedir, canan nedir? diye bir soru akla gelmektedir. Allah’ın her bir sıfatının ayrı ayrı diriliğine can denir, rûh denir. Canan ise,Allah’ın bütün sıfatlarının diriliğine veya küllî rûhuna denir.

Öyle sanırdım ayriyem, dost gayridir ben gayriyem

Benden görüp işiteni bildim ki ol canan imiş.”

Daha evvel Allah’ı ayrı,kendimi ayrı olarak  biliyordum. Şimdi anladım ki benim kendime ait hiçbir varlığım yokmuş, “Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül aziym” kudret ve kuvvet Allah’ınmış. ‘Ben yaptım,ben ettim’diye hep şirk hâlinde imişim de haberim yokmuş. Allah’ın, bir sıfatı olarak beni,istediği yerde kullandığını idrâk etmiş oldum.

 “Savm, salât, hac ile bitmez zâhit senin işin

  İnsan-ı Kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş.” 

Oruç tutmak,namaz kılmak ve hacca gitmek inanan kişilere Cenâb-ı Allah’ın farz-ı İlâhiyesidir.Bunların zâhirini yapmak vücûdumuzun hakkıdır. Rûhanîyetimizin hakkı ise ikilikten birliğe çıkma irfâniyetine sahip olmaktır.Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Allah’la beraber olmak ve O’nunla konuşma sırrına vâkıf olmaktır. Hac, ziyâret demektir. Sıfatların Zâtı   ziyâret edişlerinin sırlarına vâkıf olup yaşama geçme  halidir. Yoksa yapılan ibâdetlerin irfâniyeti olmadan bedensel hareketlerle icraat yalnız taklîdden ibarettir. Ancak bunların irfâniyeti kişiyi kâmil yapabilir.

Kandan gelir yolun senin  ya kanda varır menzilin

  Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.” 

Ey insanoğlu nereden geldin ve nereye gidiyorsun? Eğer bunun mânâsını bilmiyorsan Allah’ın insanlara bahşettiği akıl nimetini kullan.Akıl nimetinden mahrum, yeme, içme ve nefsâni arzulardan başka hiçbir şey düşünmeyen hayvanlardan farkın olsun. Onun için gel, insan-ı asliyyeni öğren.Fiziksel bedeninle cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insan teşriye devri ile topraktan geldiğini, rûhsal yönünle de “Elestü bezminden” itibaren Rabbinden gelip Rabbine rücû edeceğini öğren.Bakara Sûresinin 156.âyetini Allah'tan geldiniz tekrar Allah’a rücû edeceğiz” biraz tefekkür et.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakka’l-Yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş.” 

Ey kardeşim, ilm-el yakîn irşâd eden Mürşîdler vardır. Ayne’l-yakîn olarak irşâd eden Mürşîdler de vardır. Sen Hakka’l-yakîn irşâd eden mürşide tâbi olarak hakîkata vâsıl olmağa bak. İlm-el yakînlik ehl-i şerîatın ilmidir ve irşâd olmaktır. Ayne’l-yakînlik ehl-i tarîkatın ilmidir. Onun da irşâdı ahlâk güzelliklerine sahip olmaktır. Hakk-al yakînlik  ilmi ise ehl-i hakîkatin ilmidir. İlm-i ledün ve Kur’ân’ın sırlarını bildiren bir ilimdir. Bu ilmi, hakîkat Mürşîdlerinden başkası öğretemez. Hakîkat mürşidine tâbi olursan o seni ilm-el yakînlikten ayne’l-yakînliğe, ayne’l-yakînlikten de Hakk-al yakînliğe yükseltir.İlm-el yakîn veya ayne’l-yakîn olan bir kâmil seni, bulunduğu yere kadar götürebilir. Yoksa kitabî bilgilerle ve mütalaalarla Hakk’a vâsıl olunmaz.Yani Tevhîd ilmi sülûksuz olmaz.

Her Mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğratır

Mürşid-i kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş.”       

Bir kişinin Mürşid-i Kâmili bulması çok zordur. Zira günümüzde Mevlana Hazretlerinin“Her köşede Mürşidim diyen çokdurur,binde birinin irfâniyeti yokdurur” dediği türden bir çok mürşîd vardır. Bunların hakîkata vâkıf olanlarının yanına vardığınız zaman, mıknatıs gibi çekicilikleriyle sizleri etkilediklerini görürsünüz. “Biraz daha anlatsa da dinlesem” diye gönlünüzde arzu ve istek tecellî eder. O’nun huzurunda manevî dertleriniz ve müşkülleriniz hallediliyor, mutluluğa ve huzura kavuşuyorsanız, işte sizin irşâd kapınız orasıdır.Tâbi olmakta vakit kaybetmeyiniz.

Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur

Âlem kamu bir yüz durur gören onu hayrân imiş.”

Yukarıdan beri anlatılan irfâniyet ve kemâlâta sahip olan bir kişi, ister esmâsını söylesin, isterse aklı ile O’nu düşünsün, zerreden kürreye kadar, onun Tafsilât-ı  Muhammediyyesi olan zâhirinden, Vahdâniyyetinin zuhûrunu şühûd ve müşâhede ederek hayran kalacaktır. Cenâb-ı Allah’ın bu mukayyed âlemde tecellî eden yüzüne Vahdâniyyet yüzü,tecellî olunan zâhir yüzüne de Tafsilât-ı Muhammediyye  olan kesret yüzü denildiğini anlayacaktır.

İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün

 Hak’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.” 

Mülkünde Cenâb-ı Allah’tan başka bir  varlık yoktur ki O’nu örtmüş olsun.Bütün sıfatlarında Zâtını ilâneden Cenâb-ı Hakk, ârif ve kâmillere,hem cemâlini göstermekte, hem de o varlıklardan hitâb etmektedir. Yalnız bu irfâniyet ve kemâlâta sahip olamayanların hicâbları açılmadığı için,onlar için gizli olduğundan bu hâli göremezler. Cenâb-ı Allah bizlerin de hicâblarını açarak bu sırlara vâkıf kılsın. Âmin.

 

İNSANLARIN YARATILMA GÂYESİ NEDİR

İnsanlar bu âleme bir gâye için gönderilmişlerdir. Âşıkın biri:

Bekâ mülkünden eyledim teşrif



Bu dâr-ı fenâya imtihan için

Gece gündüz murâdım budur

Cemâl-i pâkini anlamak için"

 

Buyurmuştur.



Demek ki bu âleme imtihan için gelmişiz.

Ayrıca Zariyat Sûresi 56.âyette “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyrulmuştur. Burada cinlerin evvelâ zikredilmesi onların gerçekte insten evvel yaratılmış olmalarıdır. Sahabeler, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize “ibâdet nedir” diye sorduklarında“ İbâdet Allah’ı Tevhîd etmek ve bilmektir.” buyurmuşlardır. Demek ki ibâdet herkesin bildiği gibi oruç tutmak, namaz kılmak ve Kur’ân okumak gibi bilinçsiz amelî ibâdetler değildir. Allah’ın bu âlemdeki ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerini yalnız ilmî olarak bilmek de değildir. Allah’ı Tevhîd edip bilmek için ibâdetin beş madde halinde zuhûrunu zevk etmek gerekmektedir.

1-Âdemde ve âlemde Allah’tan başka hiçbir varlığın olmadığı ef’âl-i İlâhiye, sıfat-ı İlâhiye, Zât-ı İlâhiyye Tevhîdi ile bilmektir.

2-Emir ve yasaklar olan şerîat-ı ahkâmiyeyi bilmek ve uygulamaktır. Bu da iki bölümde mütalaa edilir:



a) Amel bölümü

b) Muamelât bölümü

Amelî bölümde her türlü zâhir ibâdetlerimiz mevcuttur. Tevhîd  ehli, Mürşîde gelmeden evvel bu Tevhîd akideleri ona vâcib değilken, zorlama olmaksızın kendi istek ve arzusuyla Mürşîde gelip  “Ben kendi insan-ı asliyyemi öğrenmek istiyorum” demek suretiyle vacipleştirmiş oldu. Fetih Sûresi 10.âyetindeHer halde sana biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli (kudreti) onların elleri üstündedir. Onun için her kim cayarsa yalnızca kendi aleyhine caymış olur. Her kim de Allah'a verdiği sözü yerine getirirse O da ona yarın büyük bir mükafat verecektir.” “Gerçekten sana biat edenler Bana biat etmişlerdir.” buyrulmuştur. Biatler Mürşidin şahsına değil onun mazharından Rabbil Âleminedir. Abdestsiz yere basmaması, yalan söylememesi, beş vakit namazını kılması, Ramazan’da bir ay oruç tutması, eksiklik aramaması, elinden geldiği nisbette ümmet-i Muhammed’e faydalı olmaya çalışması hâsılı Allah’ın emrettiklerini yapmayı, yasak ettiklerinden kaçmayı kendisine vâcipleştirmiş oldu. Bir sâlikin bunlara uyması gerekli iken, Tevhîdi kendisine uydurmak istemesi, vagonun raylarından çıkarak trenin menziline gidememesine benzer.

Muamelât bölümünde de günlük yaşantısında ailesine, çoluk çocuğuna, komşu ve insanların tümüne muamelesi emir ve yasaklar doğrultusunda  olmalı, her türlü işlerinde herkese eşit muamelede bulunmalı,ticaretinde kimisine pahalı, kimisine ucuz mal satmamalıdır. Çünkü sendeki varlık Hakk’ın varlığı olduğu gibi karşındaki varlık da Hakk’ın varlığıdır. Şu halde karşındakine  kötü muamelede bulunursan, bilmelisin ki Hakk’a kötü muamelede bulunmuşsun demektir. Onun için Tevhîd ehli bunlara riâyet etmeyi kendisine vâcib bilmelidir.

3-Tarîkat halini yaşamak ise,ilimle bildiği ef’âlinin, sıfatının, Zâtının Hakk’ın olduğunu ayne’l-yakînlik derecesinde şühûd etmesidir. Ayne’l-yakînlik derecesini şühûd eden bir sâlikte elbette edeb, güzel ahlâk ve tevazu’un meyveleri görünecektir. İnsanın meyvesi fiilleridir. Nasıl bir meyvenin rengi, kokusu ve tadı onun aslını bizlere bildiriyorsa, ayne’l-yakîn olan bir insanın fiillerinin rengi Allah’ın boyası “Sibgatullah” Tevhîd  boyası, kokusu Rahmân’ın kokusu olan  Tevhîd kokusu, tadı da fiil ve sıfatlarından tecellî eden Tevhîdi yaşama zevki olarak görünmelidir.

4-Eşya dediğimiz varlıklarda eşyanın hakîkatini bilip her mazharda O’nu müşâhede etmektir. Çünkü eşyanın hakîkati ef’âl-i İlâhiyedir. Ef’âlin hakîkati esmâdır. Esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir. Sıfatın hakîkati de Zâttır. Zira zerreden kürreye kadar her varlıkta Allahü Teala ma’lûmiyeti nisbetinde Zâtıyla tecellî etmekte, onların kapları ve renkleri nisbetinde varlıklarda kendini seyretmektedir. Tin Sûresi 4.âyetteBiz insanı en güzel biçimde yarattık.” sırrını İnsan-ı  Kâmil’lerden seyretmektedir. Böylece her varlıktaki tecellînin hakîkatini zevk eden bir sâlik kendi varlığının olmadığını, varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu, esmâsının dahi Allah’ın sıfatlarına verilmiş birer isimden ibaret olduğunu, kul esmâsıyla dâima muhtaç, Mürşid-i Kâmil mazharından, Samedâniyyeti ile lütuflarda bulunulduğunu  zevkle müşâhede eder.

İşte bu dört madde halinde saydığımız birinci, ikinci, üçüncü merdiven basamağı gibi Tevhîd mertebelerini geçmeden; Allah’ı bilmek, görmek ve olmak halinde  Tevhîd etmedikçe;  mârifet ehli olunamaz. Zira ibâdet, mârifet miktarıncadır. Ârif olmayan tahkikî ibâdet edemez. Nitekim Hz.Ali (K.V.) “Görmediğim  Rabbime ibâdet etmem” demiştir. Bu demektir ki Hazreti Ali kendi vücûdundaki sıfatlarından Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini müşâhedeyle zevk etmiştir.

İşte Allah’ı Tevhîd edip bilmek için bu beş madde ile vasıflandırdığımız hallerin ehl-i Tevhidde olması istenmektedir. Elhamdülillah seçilmiş kullardanız. Seçilmemiş olsa idik bir Mürşid-i Kâmilden bizleri çağırmaz, Tevhîd ilmini de telkîn etmezdi. Sevilen kullardanız ki kendi varlığımızın olmadığını, varlık sahibinin Hakk Teala olduğunu, kendi mülkünde Zâtının bütün sıfatlarından tecellîsini müşâhede etmeyi nasîb etti. Kendi tecellîsini bizlerden kendi seyretti. Rabbimize dâima hamd ederiz.

 

                         İNŞİRAH  SÛRESİ



Sûrenin1-âyetinde “Elem neşrahleke sadrek” “Biz sizin sadrınızı yarmadık mı” buyruluyor. ‘Sadır’ göğüs demektir. Göğsün yarılması bizlerin bildiği ameliyatlardaki neşterle yarma değildir. Bıçaksız ve kansız olarak günümüzde Mürşîd-i Kâmillerin telkînât ve sohbetleriyle inanan kardeşlerimizin cehâlet ve nisbîyet pisliklerinden temizlenmesidir. Kâmiller telkînâtlarıyla sâliklerin gönüllerindeki kötülük damarlarını çıkarıp, iyilik damarlarını onun yerine koyar. Bir sâlikin, Mürşîde gelmezden evvel,vücûd kabının darlığından mütevellit halk ile Hakk’tan habersiz olduğu için mutlaka gönlünün açılmasına ihtiyacı vardı. Fenâ mertebelerindeki ameliyat sonunda sâliklerin  vücûdu kalmadığı için, Hakk’a ve halka hicâblıdır. Ne zaman Hakk’ın  vücûdunu giyerse işte o zaman kul olarak‘ sadrının yarıldığı’ hitabına  muhatap olur. Kulluğunu giymeyen bir kişi bu hitaba muhatap olamaz. Bir insanda iki yön vardır:

1 - Cin yönü: O kişi dâima süflîyyât tarafına eğilimli olduğu için kötülükler onu bırakmaz.

2 - Melek yönü: Melek yönü galip gelirse,o kişinin iyiliğe, doğruluğa meyli vardır.Sadrın yarılması ile kişiye melek kuvveleri olan iyilik ve doğruluk fiilleri hâkim olur.

2. ve 3.âyetlerde “Ve vedana anke vizrekellezi enkada zahrek” “Senin belini büken yükünü hafifletip kaldırmadık mı” buyruluyor. Burada insanın belini büken yük, kişinin kendi nisbîyet varlıklarıdır. Kâmilin telkînâtı ile bu varlıklar giderilir. Yerine Hakk’ın varlığı kalır. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” Kuvvet ve kudret Allah’ındır. Biz yaptıklarımızdan sorumluyuz. Fakat Allah yaptığından sorumlu değildir. Çünkü mülkünde başka bir Allah yok ki, “Bunu neden yaptın” desin. Onun için belimizi büken yükü de kâmil mazharından bizlerden kaldırmış oluyor.

4-âyetteki “Ve refana leke zikrek” “Biz senin zikrini yükseltmedik mi” hitabını peygamberimize yorumlarsak, güne beş defa ezan-ı Muhammediyye okunduğunda dâima Allah’la beraber  ismi anılarak semâya yükselmektedir. Bizler için de, Cenâb-ı Hakk’ı kemâlâtıyla açığa çıkarmak ve tafsilât-ı Muhammediliğin kesret âlemindeki Zâtını idrâk etmek yücelik değil midir?

5. âyette “Fe inne meal usri yüsren” “Bir güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. ”buyrulmaktadır. Demek ki gerçeği arayıp bulasıya kadar elbette müşkülât çekilmektedir. Kâmili bulduktan sonra Allah’a vâsıl olmak kolaylaşıyor. O seni zahmetsiz Vahdâniyyet zevki ile zevklendiriyor.

6.âyette “inne meal usri yüsra” “İkinci bir defada güçlüğün yanında bir kolaylık vardır” buyrulmakla insanın  Allah’a vâsıl olduktan sonra yani Hakk’la beraber olduktan sonra tekrar halka dönmesi gerektiğini anlıyoruz. Çünkü Allah, Allahlığını kimseye vermez. İşte güç olan da budur. Onun için seyr-i sülûk ikidir. Birincisi, halktan Hakk’a vuslattır. İkincisi, Hakk’tan halka tenezzül edip kulluğa dönmektir .Ancak bu her babayiğidin harcı değildir, çok güçtür. Kulluğa döndüğünde iş kolaylaşır. 

7.âyette “Feiza ferağte fensab” “O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul.” buyruluyor. Şimdi kulluktan Hakk’a ve Hakk’tan kulluğa vuslat olan iki seyrini tamamlayıp ikisini birleştirerek Tevhîd yolunda dâim ol. Bu Cenâb-ı Hakk’ın Vahdet ve kesret tecellîlerini Tevhîd yaparak kişinin yaşama geçmesi demektir.

8.âyette de bu yaşam içersinde “Ve ila rabbike ferğab” “Rabbine dâima rağbet et” buyrulmaktadır. Zerreden kürreye kadar, bu kesret âlemindeki tafsilât-ı Muhammediyyedeki tecellîleri zevk et. Onunla dâim ol. Evvelâ kul mu Allah’a rağbet eder,yoksa Allah mı kuluna rağbet eder. Cenâb-ı Allah hidâyet etmeyince hiçbir kimse yüzünü Rabbine döndüremez. Şu halde evvelâ Rabbimiz bizlere rağbet edecek, biz de o zaman Rabbimize rağbet etmiş oluyoruz. Yalnız Allah Âlimdir, bizler ise malûmuz. Onun için Allah malûmiyetimiz nisbetinde bizlere rağbet etmiş oluyor. Bizler Rabbimize nâkısiyet içinde malûm isek o zaman Rabbimiz de bize o kadar rağbet eder.

Görüldüğü gibi İnşirah Sûresi bizlere Tevhîd de merâtib-i İlâhiyenin başından sonuna kadar bütün Makâmların tecellîlerini anlatmaktadır. Tevhîd yapıp Rabbimizi tanımadan rağbet olmuyor. Yoksa yapılan taklîdi oluyor.

Cenâb-ı Allah cümle ümmet-i Muhammedi Mürşîd-i Kâmil mazharından bıçaksız ve kansız göğüslerini yararak cehâlet hastalığından kurtarsın. Zikirlerimizi de pekleştirerek Vahdet ve kesret Kaf dağlarının zorluklarını kolaylaştırarak Tevhîd ovasında mutluluk ve saadet meyvelerini yemek nasîb etsin. Âmin.


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin