Tasavvuf, kalbi saf hale getirmek, kötülüklerden temizlemek demektir. Kişinin kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine, sevgisine bağlamak, îmânını, i'tikâdını düzeltip, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uyup, O'nun yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilimdir tasavvuf .
Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesini, yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve, kolaylıkla yapılmasını, kötü huylardan kurtulup güzel ahlak sahibi olmayı ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. İmâm-ı Kettânî: "Tasavvuf, güzel ahlâktan ibârettir." buyurmuştur.
Bu güzel ahlakla ahlaklanan, tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan, İslâmın güzel ahlâkını anlatıp, İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşayarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca, İslâmiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır.
Tasavvuf büyüklerinin dini yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, sahtekârlar, şeyh maskesi altında, müslümanlara her çeşit günahı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek manada tasavvuf ile ilgisi olmayan, müslümanları sömüren sahte mürşidler, sahte şeyhler istila etti.
Böyle karışık zamanlarda, yani hakiki tasavvuf âlimi olmadığı devirlerde, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyaların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyan, bunları kendilerine rehber edinen, dinini ve dinimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenenler ancak bu tehlikeden kendini koruyabildi.
Zamanımızdaki bu sahte şeyhlerden, aydın din adamı kılığındaki mezhepsizlerden, sinsi din düşmanlarından kurtulmanın yolu budur. İşte bu doğru yolu bilenleri ve elinde ehl-i sünnet ölçüsü olanları, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadis-i şerifte, “İlim bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde müslümanlık kalmaz” buyuruldu.
Eskiden, yani zamanımızdan 100-150 yıl önce, ilim sahibi, dinimizin emir ve yasaklarını iyi bilen ve öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlayan, insanlara dinimizin güzel ahlâkını aşılayan birçok tarikat, birçok şeyh vardı.
Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarikatlar bozulmaya başladı. Tarikatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh ve mürşid rolüne girerek çeşitli yollar ile tarikatlara haramlar, bid'atler karıştırdılar. Din ile ilgisi olmayan, dinimizin yasak ettiği şeyleri, dinimizin emri olarak gösterdiler.
Bilhassa son zamanlarda, tarikat adı altında, insanların imanını çalmak için uğraşan, sayısız sahte şeyhler türedi. Namaz kılmanın farz olmadığını, kadınların açık gezmesinin sevap olduğunu açıkça söyleyebilen şeyhler çıktı ortaya. O hâle geldi ki gayesi, insanlara dini sevdirmek olan tarikatı, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler.
“Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” sözünü öne sürerek, topladıkları müslümanların imanlarını, itikadlarını bozdular. Bu söz, dine uygun tasavvuf ehli bir kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip, bağlanacak demek değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarikata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, imansız yaşanmaz.
Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, cahil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden, hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dininden, imanından olur.
Şimdi de, yerli tarikatları bozdukları yetmiyormuş gibi, dışarıdan Moon gibi Hıristiyan kökenli ithal tarikatlar getirilmeye başlandı. Bozulan, dinden uzaklaştıralan kimseler Hıristiyanlaştırılmak isteniyor.
NE GÜNLERE KALDIK
Eğer araba yoldan çıkıp yuvarlanmaya başlamışsa, nerede duracağı belli olmuyor... Son yıllarda olup bitenleri gördükçe, dinimizin temelde nakli esas almasının ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyor insan. Bu sayede bozulmadan bu günlere gelebilmiş. Belli bir ölçüsü olmayan insan, şeytanın bile aklına gelmeyecek düşünceler üretebiliyor.
Bu tehlikelerden kurtarmak için cenab-ı Hak, bizlere sadece Kur’an-ı kerimi göndermekle kalmamış, bunu açıklaması, tatbik etmesi için Peygamberimiz Hz. Muhammed’i de göndermiş. Peygamberimiz dinimizin esaslarını, sınırlarını göstermiş, ancak bunlara uyanların Müslüman olabileceğini bildirmiştir. Peygamberimizden sonra, Eshabı ve daha sonra gelen İslam büyükleri kendi şahsi fikirlerini katmadan bu esasları, aynen kendilerinden sonra gelenlere nakletmişler. Bu kaideye uyulduğu zamanlarda İslamiyet, dolayısıyla Müslümanlar kuvvet bulmuş; felsefi, şahsi fikirler karıştığı zamanlarda perişan olmuşlardır.
Bunun en bariz örneği Endülüs Devleti’dir. Önceleri bu kurallara uydukları için her alanda, dünyaya parmak ısırtmışlar; memleketleri dünyada ilmin, medeniyetin merkezi olmuştur. Ne zaman ki, nakli bilgiler terk edilip felsefi fikirler ön plana alınmış... İşte o zaman olan olmuş; perişan halde tarih sahnesinden çekilip gitmişlerdir.
Bu girizgahtan sonra konuya artık girelim. Değerli yazar Ali Eren Bey’in geçen haftaki yazısından bahsetmek istiyorum bu gün. Ölçüsüzlük, sınır tanımamak, şahsi, felsefi fikirlerin insanları ne hale getirdiğini çok güzel sergilemiş yazısında Ali Bey. Önce bu yazıdan kısa bir özet vereyim:
“Bazı ilâhiyat profesörleri, kelime-i şehadetin yarısını yok sayıyor, yani “Muhammedün resûlüllah” kısmını mühimsemiyor ve Peygamberimiz’e inanmadıkları halde Hıristiyan ve Yahudilerin de cennete gideceklerini iddia ediyorlardı. Meğer beterin de beteri varmış. Şimdi de bazıları çıkmış ateistlerin Hanif olduklarını söylüyor. Bu zamanda da bir kimsenin ahlâkı Hanif gibi düzgün olursa cennete girer. Peygamberimiz’e inanması şart değil, diyorlar. Eee, o zaman din nerede kaldı? Hz. Allah, Peygamberimizi boşuna mı gönderdi? Madem dürüst olmak cennete girmeye yetiyor da inanç ve ibâdete ne lüzum var?
İlahiyatçı Profesöre, “Bu zamanda nasıl Hanif olunur? Bir kimsenin Peygamberimiz’e inanmadan kurtulması mümkün müdür? Bunu nasıl söylersiniz?” diye sordum.
Net cevap alamadım ama konuşmamızın arkası enteresan. Kendisine, “Peki sizce bu zamanda bir insanın ahlâkı düzgün de olsa, Peygamberimize inanmazsa cennete girebilir mi?” diye açık açık sordum ve net bir cevap almak istedim.
Ne var ki, “Peygamberimize inanmayan kimsenin cennete girmesi mümkün değil” cevabını alamadım. Ancak şöyle söylüyordu:“Allah’ın kimi cennete koyacağını ben bilemem.” Aman Allahım! Bu nasıl şey! Bir ilâhiyat profesörü, “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği zatı kabul etmeyenlerin cennete giremeyecekleri kesindir. Cennete girmenin şartı, peygamberlerin tamamına inanmaktır” diyemiyor... “
Halbuki ayeti kerimelerde, hadis-i şeriflerde Cennete giremeyecekleri açıkça bildirilmektedir. Buna rağmen sanki Kur’an-ı kerim onlara gelmişcesine ayetleri kendilerine göre yorumluyorlar. Kur’an-ı kerimin gerçek muhatabı olan Peygamberimizin sözleri, tatbikatı hiç konuşulmuyor. Çünkü işlerine gelmiyor. Bunları görünce ister istemez, halk arasında, Celal Bayar’dan naklen; İlahiyat Fakültelerinin ve diğer dini okulların açılmasının esas maksadı ile ilgili anlatılan şeyler geliyor insanın aklına...
Ne günlere kaldık! Daha neler göreceğiz; neler işiteceğiz kim bilir? Çok şükür ki, Peygamberimiz böyle günlerde ne yapacağımızı da bildirmiş: “Benden sonra Müslümanlar arasında çok ayrılık olacaktır. O zamanlarda yaşayanlar benim yoluma ve Hulefâ-i râşidînin yoluna yapışsın! Sonradan meydana çıkan şeylerden kaçınsın! Çünkü, dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan çıkmaktır. Benden sonra, dinde yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizliktir”.
Dostları ilə paylaş: |