İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə18/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   40

Bazı bazı işlerin iyice karıştığı oldu. Örneğin, Talû başkanlığında hükümet kurulmasına "evet" dediği zaman. Sonra da biri hatırlatmıştır:

- Süleyman Bey ne yapıyorsunuz? "Evet" dediğiniz tamı tamına Ferruh Bey'in önerisi.

İş buralara gelip dayanmışken, Korutürk işte dün liderleri Çankaya'da çaya çağırıverdi. Yine kulislerde konuşmalar:

- Çağırdı ama, herkesi, Tural da gittikten sonra oradan bir şey çıkmaz azizim...

Bir başkası, CHP'li toplantıyı özetledi:

- Kırıp, sarma toplantısı olur bu.

anlaşılan, CHP kolay yanaşıcılardan değil. Görürüz bakalım, Süleyman Bey'in yüzü nasıl olur? anlarız o zaman bir şeyler.

*

Korutürk'ü, başkanlığa geldiğinden beri iyi tanımaya çalışıyorum. Çankaya'nın kapısını basına ardına kadar açtığını açıkladı ya, Gürsel'den başka kişi pek yapmamıştı bunu. Korutürk'ün zaman zaman basında bile çıkmayan "tekzip" bile olsa açıklamalarına dikkat etmeli. Her birinin bir anlamı olduğunu kavramalı bence.



Örneğin, geçenlerde bir dergide çıkan birkaç satırlık bir haber dolayısıyle yapılan açıklama. Dergi, Korutürk Konya'da düzenlenen Mevlâna törenlerine giderken yanında Genelkurmay Başkanını ve kuvvet komutanlarını da götürdü diye yazmıştı. Habere göre, Genelkurmay Başkanı da kuvvet komutanları da "Şeb-i Arus" törenini de izlemişlerdi. Şıp diye açıklama çıktı, Çankaya'dan. Yoktu böyle bir şey. Cumhurbaşkanı Korutürk'ün şimdiye değin uygulayageldiği tutumu bilmeyenler, "Canım ne var bunda? Bu da tekzip edilecek haber mi yani?" diyebilir. Kazın ayağı öyle değil ama, Korutürk diyor ki, "Bu hükümet kurulması, kurulamaması sıralarında böyle haberler can sıkabilir. Hükümet kurulması, ya da kurulamaması siyasi partilerin ve Parlamentonun işidir. Öyle olur olmaz, eğri büğrü haberlerle kafa karıştırmayın. Ben politikamı ve de yolumu çizdim. Silâhlı Kuvvetler yöneticileri hiç bir biçimde siyasi partilerin ve Parlamentonun işi olan işlere karışmazlar, karışmayacaklardır..." Benim açıklamadan, çok dikkatli yazılmış tekzipten anladığım bu...

*

İhtilâli yapan Cemal Ağa, Cevdet Sunay'ı pek sevmez miymiş? Zaman zaman yakın ihtilâlci arkadaşlarına söylediği olurmuş:



- Gelin emekliye sevkedelim Cevdet'i. Sonra başınıza iş açar. Karışmam o zaman...

Bir günde çok içerlemiş, telefonda bağırmış:

- Bak, gelirsem yanına bastonla belini kırarım...

Cemal Ağa, Türkiye'de değeri bilinmemiş başkanlardandır.

O zaman, müteahhitlik yapan Süleyman Bey, başı sıkışınca Cemal Ağa'ya mektuplar döşenir, "Paşam, bana güçlük çıkarıyorlar" diye sızlanırmış. Cemal Ağa buyururmuş yanındakilere:

- Yahu, yapmayın Süleyman'a. Verin istediklerini.

Mektuplar herhalde, devlet arşivlerindedir.

Genelkurmay Başkanlığından Cumhurbaşkanlığına yol gitti, gidiyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bunu herkes izledi. İzlediklerimiz demokrasinin kurtuluşuydu gerçekte.

*

Korutürk, başkanlığından beri, Çankaya'nın kapılarını basına açık tutmakla kalmadı. Çankaya'nın -iyi olmayan- geleneklerini de yıktı. Örneğin, Korutürk'ün ağzından, "Ülkü ocaklılar milliyetçi, vatansever kimselerdir. Onlar komünistlerle mücadele ediyorlar" gibi bir söz dünyada duymazsınız. Bir üniversiteyi, "Burayı komünistler sarmış, almış yürümüş" diye konuşmaz, onu ziyaretinden sonra. İşkencelerle işkence görenlerin yakınlarının dertlerini dinleyerek, mektuplarını okuyarak ilgilenmiştir. İşkencelerin dünya kamuoyunda onurumuzu nasıl sarstığını, haberlerden yakından izlemiştir.



Çeşitli çevrelerce -belki şimdiye değin alışılan gelenek haline getirilen usullerle- o da işlenmek, etki altında bırakılmak istenmiştir. Belki yanılıyorum, yanılıyorsam doğrusunu öğrendiğimde yazmaktan kaçınmam, kontr-gerilla örgütü dağılmışsa, Korutürk'ün bunda büyük etkisi olmuştur.

Korutürk-iyiniyetle- hükümet kurulması çabalarını da sürdürmektedir. Kendisine de bu konuda görev düştüğünü sanarak. Her şeyden önce, iyi niyet saygıya değer niteliktedir.

Bakalım ne çıkacak kırıp sarma toplantısından?

(26 Aralık 1973)

İNÖNÜ'NÜN VASİYETİ...
- Keşke ben de doğru bir şey bulsam da aşırı gitsem...

Bu sözü söyleyen, İnönü'ydü. Taaa 1942 yıllarında olacak. Sabahattin Eyüboğlu, Yeni Ufuklar Dergisi'nin 1957 yılı Haziran sayısında (61'inci sayı), Ataç'ın ölümü üstüne yazdığı yazıda olayı şöyle anlatır:

"Aşırılık sözü açıldı mı, hep İnönü'nün şu sözünü hatırlarım:

Hem Ataç'la birlikte duymuştuk bu sözü. Çankaya'da bir akşam, on beş yıl kadar oluyor. İnönü o zaman Freud'e merak sarmış, ya da cinsel konuların önemini belirtmek istemişti. Çok değişik çevrelerden elli kadar dinleyici İnönü'nün tanıttığı genç bir hekimin Freud üstüne hazırladığı kısa bir açıklamayı dinledik. Sonra konuşmalar, tartışmalar oldu. Söz bir aralık, buluşlarıyle yeni zamanların fikir hayatında gürültü koparmış, Freud, Karl Marx, Darvin gibi bilginlere döküldü. Bu bilginlerin dünyayı hep kendi buluşları açısından görmeleri üstüne ileri geri düşünceler ortaya atıldıktan sonra, İnönü sordu:

- Doğru bir şey bulmuş mu bu bilginler?

Bu soruya (Bulmasına bulmuşlar Paşam ama, aşırı gitmişler...) diye karşılık verilmesi üzerine İnönü, ancak büyük devlet adamlarının söyleyebileceği ve onun ağzından o sırada ayrı bir anlam kazanan şu sözü söyledi:

" - Keşke ben de doğru bir şey bulsam da aşırı gitsem."

Genç bir subayken, Edirne'de İttihat ve Terakki "gizli örgüt"üne girmiş, yabancı sermayenin Türkiye'deki işbirlikçisi durumunda kalan padişahın "idam" yaftasıyle dolaşmış, Kurtuluş Savaşı kazanılana dek...

*

İnönü, üstüne, lehinde aleyhinde en çok yazılan, çizilen adam oldu. Her zaman içimden gelen bir saygıyla düşünmüşümdür onu. Bir gün önceki Ankara Notları'nda düşümde gördüğümü yazdım. Her zaman saygıyla kovaladım bir gazeteci olarak. Ağzından bir cümlelik lâf kopardığımızda, döşenir haber yapardık. Bazen, "hadi canım sende..." der savardı konuşmak istemediği zaman. Ancak, şunu iyi saptamıştım. Hiç yalan söylemedi. Söylemek istemediklerini, ne yapıp yaptı sakladı belki fakat söylediklerini sonradan iyice düşündüğümde, Paşa'nın ipuçları verdiğini, fakat açıklıkla konuşmadığını anlardım.



Gazeteci olarak azıcık tehlikeli mi bulurdu?

Bir gün, randevu istemiştim. Daha CHP'de Genel Başkandı. Soruları da yazıp vermiştim. Parti Meclisi toplantısında soruları iletmişler kendisine.

- Konuşmam onunla... demiş, Ekmekçi'yle konuşmam. Tehlikelidir.

Ecevit, galiba benden yana çıkmış:

- Paşam, ben tanırım. Soruları da hazır. Konuşsanız... İyi insan, iyi gazetecidir.

- Biliyorum. Ben de onun için tehlikeli diyorum ya, başkaları olsa konuşurum. Tam konuşmamız biter, kapıdan çıkarken bir soru sorar. Ben de dayanamam cevap veririm. Parti de biter, ben de biterim. Hiç olmazsa şimdi israr etmeyin, konuşmayayım. Bir ay sonra belki...

Ecevit, bir konuşmamızda: "Paşa'yı korkutmuşsunuz" demişti. Gerçekten, ondan sonra gazeteci diliyle, kendisiyle "mülâkat" yapmak mümkün olmadı.

Her gazetecinin anıları vardır. Koskoca bir dönem Türkiye'yi yönetmiş insan. Kimin anısı olmaz ki?

Bir gün Pembe Köşk'ün bahçesinde dolaşıyor, Kemal Satır da yanında. Bir şey soracağım, lâfa girmek için peşrev yapıyorum bir bakıma:

- Paşam, siz pek huzur içinde görünmüyorsunuz?

- Ne gibi?

- Örneğin, kurduğunuz düzenin kökünden sarsıldığını duyuyorsunuz, bu çatırdıyor, bu çatırdıyor. Eee, bu düzeni böylesine kuran siz, bunun sarsıldığını duyunca rahatsız olursunuz öyle değil mi?

- Sen ne sormak istiyorsun onu söyle...

"Hah, şöyle..." dedim galiba içimden. Fakat, beni dinledi, dinledi. Sordu:

- Peki sen ne düşünüyorsun?

Söyledim, "böyle, böyle..."

Satır'a bakarak, döndü:

- Doğru düşünüyorsun. Fakat ben bu gün konuşmayacağım.

Kös, kös döndüm gazeteye... Nesini yazayım konuşmanın, kendi sözlerimi mi?

Bir basın toplantısı düzenlemişti pembe köşkte. Erken gelen gazeteciler, evi dolaşıyorlar, evde çeşitli devlet başkanlarının resimlerini seyrediyorlar. Stalin'in, Johnson'un resimleri var. Ben, Stalin'in İnönü'ye imzaladığı, resme ne yazdığını sökmeye çalışıyorum. Yanıma geldi, kolumdan tuttu, ortaya bağırdı:

- Heyyyy, buraya bakın. Bir Maocu bu. Yakaladım...

O sırada da, "bu Maocu, bu solcu" gibi ihbarlar da moda.

- Aman Paşam, siz de "Sayın Muhbir"mi oldunuz?

Gülüşüldü...

- Paşam, halen hayatta olan en yaşlı politikacı kim?

- Ne bileyim ben?

İçimden, "Mao mu, siz mi?" diye sormak geçiyor. İsmet Paşa en yaşlısı, öyle ya...

Sonra basın toplantısı başlıyor.

AP'liler, 1969 seçimleri arifesinde Afyon'da İnönü'nün arabası önünde köpek kurban etmişlerdi. Nasıl kızmış, gözleri dönmüştü. Uzun zaman bunun etkisinden kurtulamadı. Sonra, birkaç gün sonra, Diyarbakır gezisinde gazeteci olarak sadece ben vardım uçağında. Yazılı konuşmasını verdi, "nasıl bulduğumu" sordu.

- Güzel... dedim.

- Peki... dedi. Fakat içi rahat değildi. "Güzel" demek yetmiyordu. Uçakta ben sordum:

- Paşam, halen yaşayan, Türkçeyi en güzel kullanan kimdir?

O sordu:

- Kim?


- Sizsiniz. Türkçeyi en iyi kullanan. En temiz, duru...

Bir genç kız gibi kızardıydı. "Öyle değil mi?" diye sordum:

- Ne bileyim ben. Sen söylüyorsun... dediydi.

İsmet Paşa'nın bende bıraktığı en derin iz, tutuklu gençlere karşı gösterdiği ilgiydi. Bir genel af çıkararak, gençlerin tutukevlerinden hayata kavuşmaları konusunda verdiği demeç, belleklerde taze olsa gerekir. Bence bu, İnönü'nün akıldan çıkmayacak vasiyetidir...

(27 Aralık 1973)

KEÇİKIRAN OTOBÜSÜNÜ UNUTMA!..


Hacer Hanım, Konya'dan Ankara'ya kaç kez gelmişti, kocası ile ilk kez geliyordu birlikte. Hacer Hanım okuma-yazma bilmez. Fakat birkaç gelişte Ankara'nın iciğini, ciciğini öğrendi. Garajlarda Konya otobüsünden inince, Gençlik Parkı'nın önünden geçtiler, Ulus'a çıktılar, Hacer hanım, kocasına şöyle dedi:

- Hah, işte burası. Şimdi buradan geçen otobüslerin üstündeki yazıları okuyacaksın. "Keçikıran" yazısını okuyunca, haber ver ona bineceğiz. Unutma, Keçikıran...

- Olur.

Mehmet Yalçın, geçen otobüsün yazısını okudu. Sonunda bulunca nasıl sevindi karı-koca. Keçikıran otobüsü gelip durakta durmuştu.



Keçikıran otobüsü, Ulus'tan Cebeci'ye, Şehitlik, Saimekadın, Mamak, Mamak-son durak... Otobüs oradan Samsun yoluna çıktı. 28. tümenin nizamiye kapısına gelince biletçi bağırdı.

- Mamak ziyaretçileri burda inecek...

Hacer Hanım'la kocası Mehmet de indiler. Mehmet inince sağ elini toprağa değdirdi. Parmakları elektriklendi. Yürüdüler. Kasketi hafiften yana kaykılmıştı. İki oğlunun ikisi de tutuklu, içerdeydiler.

Oğlanlardan biri TÖS dâvasından yatıyordu. Başsavcılıktaydı dosya daha. "Nasıl olsa af çıkacak, şimdi uğraşmasam da olur" diye mi düşünüyordu başsavcı acaba? Ziyaretten önce yapılan kontrola girdiler.

Çocuklardan biri yakalandığında Söke'deydi... Çoktandır uzaktı evden. Amma, yakalandığı haberi gelince, Hacer Hanım derin bir soluk aldı desek yeri.

- İçim rahat artık, dedi. Yakalandı ya yatsın içerde. Vurup ne edemezler artık... Ben ayaklarımı uzatır yatarım.

Analık bu kolay mı? Üzülüyor elbette amma, hiç değilse yüreği küt küt etmiyor, heyecanlanmıyor.

Okuması-yazması olmayan kişi nasıl anlar gazetelerden?

Hacer Hanım, alır gazeteyi eline, şööööyle bi bakar. Gazetede eğer, yakası yaldızlı bir asker resmi filân varsa, yanındakine sorar:

- Ne yazıyor burada?

- Şafak dâvasının duruşması olmuş, onu yazıyor.

- Hah, tamam işte. O yazıyı bana bi okuyuver gurban olayım...

Duruşmadan -duruşmaları henüz hiç izleyemedi- öylece haberi olur.

Çocuklardan biri geçen yıl öğretmen çıkacaktı. Biri daha da küçük.

Analar-babalar da öğrendiler Hanya'yı, Konya'yı.

Otobüste, dolmuşta konuşmalar:

- Sanayağı bulunmuyor yahu, bu ne iş?

- Ölsek, cenazemiz nasıl kalkar acaba? Zengin ölünce onun cenazesini de bizim ödediğimiz vergilerle kaldırıyorlar...

Kendi kendine bilinçlenme dedikleri bu mu ki?

*

Duruşmaları izlemek isteyenler, kadın-erkek çok sıkı bir arama-taramadan geçerler. Kadınları, kadın polisler arar. Bir ara, bu kadın polislerin aramaları insana cinnet verecek derecedeydi.



- Soyun...

- A, kızım nesine soyunayım. Kontrol edeceksen et işte. Gögüslerimi neden açıyorsun?

- Soyun efendim, ben öyle istiyorum...

Kadınlardan birinin göğsünde hafif bir sertlik bulmuştu kadın polis.

- Sütyenini çıkar.

- Evlâdım, ben ameliyat geçirdim. Müsaade et çıkarmıyayım.

- Çıkarın efendim, Allah Allah...

Sütyenini çıkardı kadının. Kadının memelerinden biri yoktu.

Bu, ruh hastası olduğu anlaşılan kadın polisler, hâlâ oralarda böyle aramalar yapıyor mu ki? Hâlâ orada böyleleri varsa, derhal uzaklaştırılmalılar...

*

İsmet Paşa'nın öldüğünü, Korutürk'ün yanında parti liderleri hayli geç öğrendiler. Çünkü, toplantı başlarken kapıda yaverlere sıkı sıkı tembih edilmişti.



- Toplantı devam ederken, kimse rahatsız etmeyecek...

Onun için politikacı olarak, Paşa'nın öldüğünü MSP'den Oğuzhan Asiltürk öğrendi ilk. Çünkü o, içerde değildi. Dışardaki salonda, içerdeki Erbakan'ı bekliyordu. Toplantı bittikten sonra liderlere haber verilebildi. Korutürk, o zaman onları iki dakika saygı duruşuna çağırdı. Liderlerden biri de üstü kapalı, Paşa'nın ölümünü "toplantı bittikten sonra öğrendiklerini" açıkladı. Zaten daha önce öğrenseler, belki toplantı bu kadar da yapılamaz, konuşulamazdı öyle ya. Toplantının başlarında Korutürk, kendi düşüncelerini açıkladı. Petrol krizi, uluslararası ekonomik gelişmeler, Türkiye'yi de etkiliyordu. Türkiye'de bunun sorumlusu kimdi? Kim üstlenecekti, bu sorumluluğu? Korutürk açık açık sordu:

- Halktan bir yadırgama, bir bekleyiş başlamıştır. Bunun sorumlusu, başta ben olmak üzere hepimiziz...

Korutürk'ün toplantısı gerçekte bir "kırma, sarma toplantısı" niteliğindeydi. Klasikti. Liderler, partilerinin aldıkları oy sırasına göre oturtulmuşlardı. Ecevit, Korutürk'ün yanında, Feyzioğlu hayli uzağındaydı. Konuşma sıraları da ona uygundu.

Televizyonları olanlar, Süleyman Bey'in yüzünü çok bozuk buldular. Bir de söylenti çıkarmışlar, "Korutürk, Süleyman Bey'i azarlamış" diye. Yok... Daha neler?

*

İnönü'nün ölümü haberini Yeniortam'a yetiştirinceye kadar, ne heyecanlar geçirdik anlatamam. Uçakların inip inmeyeceği belli değil. Esenboğa sisten kapandı, kapanacak. Bir yandan uçak beklerken bir yandan İstanbul'dan gazete kalıplarını alan arkadaşlarımız araba ile yola çıktılar. Yalnız İnönü değil, Anadolu'ya gazete yetişmeyecek. Neyse, pilot alçak bulut tavanından bir yırtık gördü, alana süzülüp indi. Gazete kurtulmuştu. Gece 23.00'te basıp Anadolu'ya sevkettik. İstanbul'dan yola çıkan arkadaşlarımız sabaha karşı geldiler Ankara'ya.



Bürodan gece Cumhuriyet'teki arkadaşımız Fikret Otyam'la konuşuyoruz. O:

- İhtiyar yine zamanında öldü. Bak, gazeteler yetişti...

Sabah gazetelere baktım. Bazı gazeteler kara başlıklarla çıkmışlardı. Bunların arasında yıllarca İnönü'ye sövenlerin de bulunduğunu görünce şaşıp kaldım. Şimdi Ecevit'e kızgın ya bunlar, Paşa'nın ölümü onları yaslara boğdu...

Keçikıran otobüsünde, dolmuşlarda neler konuşuluyor bakalım...

(28 Aralık 1973)

GÖZLERİ AÇIK MI GİTTİ?


- İsmet Paşa ne olmuş Eylem.

- Ölmüş. O benim gibi konuşamıyor, büyüyünce konuşacak...

Gece yarısından sonra Meclisin önünden geçenler, rahat bir beş bin kişinin, "saygı geçişi"nde bulunabilmek için bekleştiğini gördüler. Paşa'yı içten seven CHP'liler, yurdun dört bir yanından akın edip gelmişlerdi. Saat 17'den sonra daireler tatil olur olmaz, evlerine gidecekler, Meclis önündeki kuyruğa girdiler. Memurlar evlerine geç gitti.

Saygı geçişine katılanlar arasında, AP adayları, müşteşarlar, genel müdürler de vardı.

Uzun zamandır böylesine bir kuyruğa girip yürüyüş yapamayan Ankaralılar, soğukta sabırla bekleyip saygı geçidine katıldılar. Özgürlüğe susamışlığın dayanıklığı vardı onlardı.

Sabah, Bülent Ecevit, Rahşan Hanım'a telefon etti:

- Ben protokola göre, parti liderleriyle geçeceğim. Sen vatandaşlarla sıraya gir...

Biraz sonra yeniden telefon etti:

- Hava çok soğuk, ayağına kalın çoraplar giymeyi unutma...

*

"İkinci Adam" yazarı Şevket Süreyya Aydemir'e bir konuşma sırasında şöyle demiş:



- Benim en büyük yenilgim, en büyük zarferimdir...

Şevket Süreyya Aydemir'e ben sordum:

- Paşa'nın bu sözü, son CHP Kurultayından önce mi, sonra mı?

- Önce...

Belki de Paşa, 1950 yenilgisini anlatmak istemişti. 1950'de yenilen kazanandı çünkü.

CHP Genel Başkanlığından ayrıldıktan sonra, hele CHP'den de istifasını verince, ikinci plâna düşmüş gibiydi. Karikatürlerde göremez olmuştuk. Çok kimse, CHP'den kopardıktan sonra yeni siyasal çalışmaları için kullanmak istemişti Paşa'yı. Yatar gibi oldu, ama yatmadı, doğruldu yine de. Seçim sonuçları gözlerini daha da açmış, inandırmış olmalıydı. Ölümün eşiğine yaklaşmış adam, siyasal hırslarda kullanılmak istenmişti. CHP Kurultayı sırasıydı hiç unutmam. Biri şöyle demişti:

- İnönü'nün yapacağı konuşmayı yüzde 25 olarak kabul ediyoruz. Yüzde 25 de biz alırsak, Ecevit'i temizleriz.

OImadı, bütün tahminler suya düşmüştü.

CHP'nin tarihi İnönü ise, geleceği Ecevit'ti.

*

Ölmeye yakın, zihin melekelerinin yerinde olmasına çok önem verirdi Paşa. Bir ölü nedeniyle başsağlığına gitse, ilk sorusu şu olurdu:



- Ölürken melekâtı yerinde miydi?

- Evet...

- Kaç yaşındaydı?

Buradan kendi ölürken, aklının başında olup olmayacağını hesaplandığını tahmin ederim.

Annesi kendisinden daha yaşlı olarak öldüğünde aklı başındaymış, bundan gizli bir sevinç duyardı.

İnönü'nün yakınında bulunanlar, İnönü'nün ölümü üstüne konuşmaktan da çekinirlerdi. Bir gün Cemal Reşit Eyüboğlu şöyle demişti:

- Kim İsmet Paşa için "Daha ölmedi mi yahu, ne zaman ölecek bu adam?" dediyse, Paşa onun cenazesine gitmiştir. Onun için biz karı-koca, Paşa'mıza dua ederiz. "Allah uzun ömür versin" deriz.

Eyüboğlu, iyiden iyiye korkmuştu...

*

Babalarımızı Kurtuluş Savaşı'nda düşmana saldırtıp, yurdu emperyalistlerden temizlemişlerdi. Babam, İsmet Paşa'yı çok iyi anlatırdı. Bir gün hepsini toplamış, uzun uzun konuşmuştu cehpede. Dağılanları toplamış, görevlerinin önemini anlatmıştı onlara.



Babamın anlatırken gözlerinde, sevgi ışıltısını görürdüm.

Yurdu kurtaranlara saygı, babalarımızdan kaldı bizim. Devrimcilere saygıyı analar, babalar çocuklarından öğrendi...

*

İnönü, her yönüyle eleştirilebilir, övülebilir. Değerlendirmesi yapılır uzun siyasal yaşantısının. Ben orasında değilim. İnönü Anıtkabir'de toprağa verilirken onun en belirgin yanı unutuluyor, yahut unutulmak isteniyor gibi geliyor bana.



İnönü, kuşkusuz ölmeden tam demokratik özgürlük ortamına girmesini isterdi, yurdunun. Tutukevlerini, cezaevlerini dolduran gençliğin, aydının, politacının özgürlüklerine kavuşmasını görmeyi isterdi.

Yeni yıl dolayısıyle adlarını bile bilmediğim Yeniortam okurlarından tebrik kartları alıyorum. Bazılarında Yılmaz Güney'in resimleri var kartların. Yılmaz Güney'in "Boynu Bükük Öldüler" romanını hatırlatmak isteyen bir okur şöyle yazmış:

"Yeni yılınızı, bayramınızı kutlarım. Hayatta kimsenin boyuncuğunun bükük kalmasını istemeyen okurunuz. -Kalmasını istemeyiz ama, bırakanlara ne demeli?- Saygılarımla..."

İnönü'nün gözleri açık mı gitti, diye düşünüyorum. Vasiyeti yerine getirilmedi diye...

(29 Aralık 1973)

1974 YILI...

YAŞAMAK GÜZEL ŞEY!
İhsan Topaloğlu, yanında oturan eski İmar-İskân Bakanı Rüştü Özal'la şakalaşıyor. Topaloğlu:

- Karadenizliler, Kayseri'nin deniz görmüşüdür. Öyle derler...

Topaloğlu, gerçekte Kilisli, fakat Giresun Senatörü ya, öğünüyor...

Bulunduğumuz yerde televizyon yok, ne güzel, yılbaşı gecesi, Çankaya'da Hülya restoranda yemekteyiz. Yemekte on beş, yirmi kişi var: Aklıma gelenler, Özer Derbil, Türkân Akyol, eşi Turhan Akyol, Şinasi Orel, Attilâ Sav, DP'li Turgut Cebe, Altan Öymen, Cahit Karakaş, adlarını şimdi hatırlayamadığım daha birkaç dost. Attilâ Karaosmanoğlu Ankara'da olsaydı o da bulunurdu bu yemekte diyorum içimden. Gerçekte, Özer Derbil akıl etti, plânladı bu yemeği. İyi de oldu. Nereye gidecektik? Eylem'le Özlem'i dedesine, Seçkin Teyzesine bırakıp haydi gruba katıldık...

Hülya restoran, Çankaya'nın hemen hemen tepesinde. Gecekondular karanlıklara gömülmüş, daha saat 23'te. Derbil, bir ara pencereyi açıp bağıracak olmuş:

- Uyanın heeeeey... diye.

Uyanacakları yok. Binlerce gecekonduluk mahalleden, pul kadar bir pencere ışığı gözüme çarpıyor.

- Herhalde gece yarısına kadar bekleyip, yeni yılı karşılayacaklar...

Politikacıların olduğu yerde, ister istemez politika konuşuluyor. Yemekten sonra bir de pasta geldi. Pastayı bir operatör kesiyor:

- Yahu, pasta kesmek insan kesmekten kolaymış valla...

Yemekten sonra, hadi tombala... Yıllar var, kimse tombala oynamamış belli. Nasıl da heyecanlı beklediler numaraları...

Özer Derbil, bu toplu yemeğin tatsız olmaması için her şeyi yapmış. Hastalananlar için masa üstünde ilâçlar bile var. Anlaşmazlıklara karşı ise el kadar bir Anayasa ve Türk Ceza Kanunu...

Penceresinde ışık yanan tek gecekondu da gömüldü karanlığa.

İçimden, iyi şeyler olmalı, barış havası gelmeli artık dedim ya, karamsarlığı atmak istiyorum ne yalan söyleyeyim.

- Ne oldu şimdi, Ecevit'e verecekler mi? Erbakan'la mı kuracak?

Öğretmen Yeter Hanım, Anadolu'nun bir köşesinde söylenen bir deyimi hatırlatıyor:

- Atlar nallanırken, kurbağa da ayağını uzatırmış...

Hiç duymamıştım bu sözü. Küçük partilere yakıştırılabilir...

- Ya, bir de gök görmedik deyimi vardır. Adam, gökyüzünün maviliğini bile görmemiş. Yaşamaktan, dünyadan habersiz yani...

Yaşamak güzel şey... Nâzım'ın böyle bir kitabı var. Amma, her şeye rağmen mi yaşamak? Yaşamak kadar, yaşatmak da önemli...

- Ölüme mahkûm edilenleri, neden gün doğmadan sabaha karşı asarlar?

- Neden?


- Güneşi görürse, yaşama isteği çoğalır hükümlünün. Dünyadan ayrılmak istemez. Böyle bir duyguyu uyandırmak ise, hükümlüye eziyet sayılır. Onun için gün doğmadan asarlar adamı...

Türkiye'de belleklerde taze duran üç gencin idamı var. Kesinlikle bilmiyorum, ama araştırmaya devam ediyorum: Söylentilere göre, asılacakları yere prangalarıyle getirilmişler. İp, boyunlarına takılırken sökülmüş prangalar.

Böyleyse, bu işkence değil mi?

Yaşamak mı, yaşatmak mı daha güzel?

(2 Ocak 1974)

AKILI GELİN!...


Öküz, nasıl olmuşsa olmuş, kafasını küpe sokmuş. Bunu görenler uzun uzun düşünmeye başlamışlar, bir süre gülüp, eğlendikten sonra:

- Öküzün başı, küpten nasıl çıkarılacak?

Aralarında biri atılmış:

- Akıllı geline danışalım. O bize bir akıl verir... demişler, çağırmışlar akıllı gelini. "Aman akıllı gelin bir çare. Öküzün başı küpte kaldı. Boynuzları da çatal ya, çıkamıyor işte..."

Akıllı gelin, bakmış bakmış, parmağını şakağına dayamış düşünmüş böylece herhalde ve vermiş aklı:

- Öküzün başını kesin...

Öküzün boynunu vurmuşlar, başını gövdesinden ayırmışlar ama, öküzün kafası bu kez, yine küpün içinde...

- Heyyyy, akıllı gelin, öküzün kafası küpte kaldı yine, onu nasıl çıkaracağız.

- Küpü kırın...

Öykü burada bitiyor mu, yoksa tutup küpü de kırıyorlar mı, iyice kalmamış belleğimde...

*

Bir Yeniortam okuru, 30 aralık 1973 günü Ankara'da -yolda- Yeniortam'ı durmuş okurken, yaşlıca bir nine yanında durup o da gazeteye göz atmaya başlamış. Okur, okuması için gazeteyi nineye uzatmış. Yaşlı nine, biraz baktıktan sonra sormuş:



- Oğlum, hükümet daha kurulmadı mı?

- Nine, görev yine Talû'ya verildi...

- Ecevit'i çekemiyorlar değil mi oğul?.. Hınzırlar, Ecevit'e hükümet kurdurmayacak...

Okurun yazdığına göre, yaşlı nine söylenerek yoluna devam etmiş. Yeniortam okuru soruyor:


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin