İkinci şart “akıl”dır. Muhakkak imâmlık aklı yerinde olmayan için mümkün olmaz; çünkü o muhâtab değildir ve onun üzerine teklîf yoktur. Oysa imâm mükelleftir. Onun rûhda i'tibârı budur ki, Allah Teâlâ’dan üzerine ulaşan şeyi akleder. Ve bunun için “Belâ” ya’nî “Evet” dedi. Ve o onunla kâim olan bir sıfattır ki, inşâallâhü Teâlâ gelecek olan şeyde, bizim rûh için yardımcı yaptığımız akıl ondan çıktı.
Üçüncü şart “hürriyyet"tir. Muhakkak imâmlık köle için mümkün olmaz. Ve beyânı budur ki, çünkü imâmlık imâmın bütün vakitlerini halkın işlerinde kullanmasını gerektir; ve bu köle için bu uygun olmaz. Çünkü onun efendisi onun sâhibidir. Meşgûliyetleri ve tasarrufları ile onun üzerinde halka lüzûmlu şeylerle ilgilenmeyi keser. Rûhdaki i'tibârı budur ki, hürriyyeti ondan şiddetli ve mükemmel olan bulunmaz. Çünkü onun üzerinde Allah Teâlâ’dan başka hiç bir kimsenin mülkü yoktur. Ve bu nasıl düşünülür ki, o sonradan olanların ilkidir. Ve imâm halka lüzûmlu olan şeylere dalmıştır. Aynı şekilde rûh da mülkünün lüzûmlu işlerine dalmıştır. Hak Teâlâ buyurur: “Yusebbihûnel leyle ven nehâre lâ yefturûn” (Enbiyâ, 21/20) ya‘nî “Gece gündüz tesbîh ederler, aslâ usanmazlar.”
Dördüncü şart “erkek olmak”tır. Muhakkak imâmlık kadın için mümkün olmaz. Bundan men‘ eden şey budur ki, hükümetlerin ekserisinde onun için hâkimlik ve şâhitlik mevkii yoktur. Onun bu i'tibârı açıktır, kendi içinde şerh edilmeye muhtâc değildir. Her ne kadar kemâl sıfâtı ile vasıflanmış olsa da, nefsi imâm olmaktan men‘ eden şey budur ki, o varlıkta sûretlerin perdesi altındadır. Ve o bu imâmın kerîmesi ve halîlesi ya’nî nikâhlı hür kadınıdır; ve o fücûr ve takvâ mahallidir. Ve illet iki halîfelikte de berâberce birliktedir.
Ya‘nî âlimler ve içtihad verenler hazarâtı imâmlık için on şartın varlığının lâzım olduğunu şerîat kitaplarında beyân etmişlerdir ki, bunlardan altısının imâm olacak kimsenin halk edilişinde mevcûd olması lâzımdır. Çünkü bunlar çalışmakla kazanılmaz. Bunlardan dördü çalışmakla kazanılır. Halk edilişte mevcûd olması lâzım gelen şartlar “bülûğ,” “akıl,” “hürriyyet” ve “erkek olmak” ve “Kureyş kabilesi soyundan gelmek”tir, ki bu soy husûsunda âlimlerin ihtilâfı vardır. Ba'zıları, bu soydan gelme şartı imâmlığın şartından değildir, derler. Ve “işitme ve görme duyularının selâmeti”dir. Ve çalışmakla kazanılan dört şart da “necdet” ve “ilim” ve “yeterlilik” ve “vera‘”dır. Aşağıda îzâh edileceği üzere bu şartların onu da ilâhî halîfe olan rûhda mevcûddur. Ve hevâ emîrinde bu şartların hiç birisi yoktur. İlâhî halîfe olan rûhun bu sıfatlarına biz gayrı ortak koşmaktan Allâh’a sığınırız. Çünkü bu sıfatları mahalline isnâd etmemekle zulmetmiş oluruz; ve şirk en büyük zulümdür. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri buyurur: “inneş şirke le zulmün azîm“ ya’nî “muhakkak zulüm en büyük zulümdür” (Lokmân, 31/13).
Şimdi biz rûhun topladığı bu şartları zihninde hiç bir ukde kalmayacak şekilde birer birer anlatır ve beyân ederiz. Şöyleki: Birinci şart “bülûğ”dur. Çünkü zâhirde henüz bülûğ çağına ulaşmayan bir çocuk için imâmlık mümkün olmaz. Sebepleri selîm akıllar indinde çok açık olmakla berâber şer‘î kitaplarda da ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
Ey okuyucu, Allah Teâlâ hazretleri senin basîretini ve akıl gözünü nurlandırsın da bu beyânlarımızı iyi anla! Bülûğun rûhdaki i‘tibârı aşağıda îzâh edileceği üzere şer'î emirdir, ya‘nî rûhun bülûğu şer'an sâbittir. Ve rûhun bülûğu onun ilâhiyyete vâsıl olmasıdır ki, bu vâsıl olma husûsu bizim yukarıdan beri rûh hakkında olan beyânlarımız ile sâbit oldu. Ve bu husûsa işâreten Hz. Mevlânâ (ra) Mesnevî-i Şerîflerinde buyururlar:
Tercüme: “Elbise tenden, can da tenden haberdâr değildir; onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”
Ve aynı şekilde diğer bir beyitte de buyururlar:
Tercüme: “Rabbü’n-nâsın insanların cânına bir esâsa dayanmaksızın ve kıyâssız bir vâsıl oluşu vardır.”
A'râf sûresinde “Ve iz ehaze rabbüke min benî âdeme min zuhûrihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim, e lestü birabbiküm, kâlû belâ, şehidnâ” (A’râf, 7/172) ya‘nî “Ne zamanki Hak Teâlâ Benî Âdem’in sırtlarından zürriyyetlerini aldı; ve onları nefisleri üzerine şâhid edip: Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? dedi; onlar da: “Evet, şâhid olduk” dediler” buyrulduğu üzere Hak Teâlâ rûhlardan mîsâk aldığında rûhlar kerîm makâma, ya‘nî ilâhiyyete, vâsıl idi ki, bu vâsıl oluş şeref ve yüksek derecelere vâsıl oluştur, yoksa iki şeyin birleşmesi türünden değildir. Çünkü rûhlar mertebesi hakîkî vücûdun gayrılık elbisesiyle açığa çıkma mertebesidir.
Şimdi bu mîsâkın alınışı esnâsında Hak Teâlâ “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” buyurdu. Rûhlar da “Evet!” deyip tasdîk ettiler. Eğer rûhlar bülûğa ermemiş olsaydılar bu hitâba ehil olmazlar ve bu hitâbın hassas ma‘nâsını idrâk edip “Evet” cevâbı ile tasdîk etmezlerdi. Çünkü rubûbiyyet ya’nî rabblık, ancak hakîkî vücûdun gayrılık elbisesiyle açığa çıkmasıyla merbûbun ya’nî rabbı olanın vücûduna bağlıdır. Rûhlar bunu idrâk ettikleri için hakîkî vücûdun Rab ve kendilerinin merbûb ya’nî rabbı olan olduğunu bilip tasdîk ettiler. Bu idrâk ise bülûğa erme eseridir.
İkinci şart “akıl”dır. Muhakkak imâmlık akıldan mahrûm olan deli için mümkün olmaz; çünkü o muhâtab değildir. Aklı olmayan kimseye bir şey söylenmez ve ona bir şey teklîf edilmez. Oysa imâm kulların işlerini yönetmek ile mükelleftir. Ve “akl”ın rûh hakkındaki i'tibârı budur ki, Allah Teâlâ tarafından kendi üzerine ulaşan hitâbı akleder; ve bu akledişi sebebiyle hitâba cevâben “Evet!” dedi. Ve akıl rûh ile kâim olan bir sıfattır ki, inşâallâhü Teâlâ ileride gelecek olan bir bahiste biz aklın rûhun yardımcısı olduğunu beyân ettik; ve aklı bu bahiste rûhun yardımcısı yaptık. Çünkü akıl rûhdan çıktı. Ve aklın aklediş şekli bülûğ hakkındaki şerhde îzâh edildi.
Üçüncü şart “hürriyyet”tir. Ve muhakkak imâmlık köle için mümkün olmaz. Bu hürriyyet zamânımızda insanlar arasında anlaşılan "hürriyyet” değildir; belki köleliktir ki, soya bağlıdır. Ve soy ise çalışarak kazanılan bir şey değildir, halk edilişe âittir. Onun için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bunu halk edilişe âit şeyler meyânında saymıştır. Bu husûs bir çok soru ve cevâbı doğurur. Burada onların anlatılması sözü uzatmayı gerektireceğinden anlatımından vazgeçildi. Şimdi köle için imâmlığın mümkün olmamasının beyânı budur ki, imâmın bütün vakitlerini halkın işlerine ayırması gerekir. Oysa bu, köle için mümkün değildir. Çünkü onun efendisi, onun sâhibidir. Vakitlerinin büyük bir kısmında ona bir takım işler emreder; ve köle vakitlerini bu işlere harcamak zorundadır. Bundan dolayı aynı zamanda halkın işleri ile meşgûl olamaz ve hakkıyla vazîfesini yerine getiremez. “Hürriyyet”in rûh hakkındaki i'tibârı budur ki, hürriyyetçe rûhdan daha kuvvetli ve mükemmel olan bir şey düşünülemez. Çünkü onun üzerinde Hak Teâlâ’dan başka hiç bir kimsenin tasarrufu yoktur; ve onun sâhibi ancak Hak’tır. Çünkü o sonradan olanların ilkidir. Ve Hakk’ın hakîkî vücûdu ondan evvel gayrılık elbsesiyle hiç bir mertebede açığa çıkmış değildir. Bundan dolayı altında olan eşyâya bakarak ondan daha hür hiç bir şey yoktur. Ve imâm halkın işlerine nasıl dalmışsa, rûh da kendi mülkü olan cismin işlerinin idâresine öylece dalmıştır. Tedbîrlerini ve tasarruflarını cisim üzerinden bir an kesse ölüm dediğimiz hâl oluşur. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde "Gece gündüz tesbîh ederler, aslâ usanmazlar” (Enbiyâ, 21/ 20) buyurur. Bu onun gark oluşunun delîlidir.
Dördüncü şart “erkek olmak”tır. Muhakkak imâmlık kadın için mümkün olmaz. Kadını imâmlıktan men' eden şey budur ki, hükümetlerde genellikle şer'an ve kânûnen kadınlara hâkimlik ve şâhitlik mevkii verilmemiştir. Çünkü anatomi ilmine göre ve tıbben ve idâreten ve ahlâkan kadınlara erkeklerin vazîfelerini vermek o beşerî cem‘iyyetin yavaş yavaş yok olmasını îcâb ettirir. Bunun maddî sebepleri hakkında anlatılanı anlayabilen selîm akıl sâhiplerine özet olarak îzâhlar verilmesine lüzûm görülür.
1. Kadınların bünyesi çocuk doğurmaya yönelik oluşumlar çerçevesinde mahlûktur. Bundan dolayı bu bünyeye savaş ve çarpışma gibi erkeklere âit vazîfeler yüklenemez. Halk edilişine karşı gelinerek bunlar ona yüklenirse o vazifeyi lâyıkıyla yerine getiremez. Hem vazîfe ve hem de bünye bozulur.
2. Kadın bünyesel oluşumları itibâriyle erkeğin döllemesini kabûlle ve tabîi olarak terbiye vazîfesiyle görevli; ve döllenmeden sonra erkeğin nutfesini sağlıklı bir şekilde muhâfaza vazîfesiyle mükelleftir. Tıbben kadın gerek hâmileliğinde ve gerek doğumdan sonra lohusalık hâlinde hastadır. Bu hastalığı esnâsında kendi vücûdunun ârızalarıyla meşgûl ve asabî olup hislerine hâkim değildir; muhâkemesinde selâmet yoktur. Bu müddet zarfında zâtî husûslarını bile yerine getirmekte zorlanan bir kadının halkın işleri ile uğraşması mümkün değildir. Özellikle def’alarca bu hâmilelik hâlinin gerçekleşmesi vücûdunun tabîî kâidelerinin gereğindendir.
3. Kadın erkekten daha fazla tabîatı gereği olarak ekseriyetle gösterişe ve ziynetler ile güzelliğini göstermeye meyillidir. Bu hâlin isbâtına gerek yoktur. Çünkü gerek târîhe baktığımızda ve gerek zamânımızda hissen görülür. Bunun tersini iddiâ etmek güneşi inkâr etmek türündendir. Ve kadınların ekseriyetle bu meyilleri pek kuvvetli ve şiddetli olup zamânımızda “moda” denilen iktisâdî belâ her memlekette bunun şâhididir. Ve bu hissi tatmîn etmek için mâsûmiyet sermâyesini fedâ eden kadınlara her memlekette bölük bölük rastlanır. Şimdi bu hisse üstün gelen kadınlar istisnâdır; ve istisnâ ise kâide değildir. Bundan dolayı kadının halkın işleri üzerinde bu hissi ile tasarruflara kalkışması idâreten câiz değildir.
4. Tabîatları gereği ekseriyetle gösterişe ve ziynetler ile güzelliğini göstermeye meyilli olan kadınların erkeklerin vazîfelerine iştirâkleri ahlâk yönünden uygun değildir. Çünkü erkek ile yakınlaşmaya sebeptir. Ve bu yakınlaşma esnâsında tarafların hislerine hâkim olabilmeleri nefislerinin ölmüş ve mutmain olmuş bulunmalarına bağlıdır. Böyle bir nefis, insana yıllarca süren mücâhedelerden ve riyâzâtlardan sonra bile oluşmaz. Gece gündüz nefsânî arzûları peşinde koşan insanlarda böyle bir hâlin düşünülmesi mümkün müdür? Kadında güzelliği gösterme isteği ve işve ve naz ve edâ meyli bulundukça hangi bir erkek ona karşı metânetini muhâfaza edebilir? Ve bir kadının, halk edilişinde sâbitleşmiş olan bu hissi ile reîslik makâmında bulunması hâlinde, Rus ve İngiliz melikeleri Katerina ve Viktorya’nın târihlerde kayda geçmiş olan hallerini temsîl edeceği açıktır. Ve zamânımızda fuhuşların her memlekette çoğalmasına tek sebep yakınlaşmaların sıklığıdır. Diğer sebepler onun altında örtülü teferruâttır.
Şimdi bu esâslara zamânımızın kadın-sever erkekleri ve erkek-sever kadınları bir takım safsatalar ile i‘tirâz edebilirler. Fakat bizim sözümüz insâf sâhiplerine ve selîm akıl sâhiplerinedir. Hayvâniyyet duygularının üstüne yaldızlı perdeler çekmek isteyenlere değildir.
SORU: Hz. Şeyh-i Ekber bu kitapta kadınlar için imâmlığın mümkün olmayacağını buyuruyor. Oysa Fusûsu'l-Hikem’de Süleymân Fassı’nda Süleyman (as) ile Yemen melikesi Belkıs’ın kıssasında hükümet siyâsetine vâkıf olmada Belkıs’ın erkekler üzerine üstünlüğünü beyân etmiştir. Bu kıssa Kur’ân-ı Kerîm’de de zikredildiğine göre kadın için imâmlığın bağlanmasının geçerli olması lâzım gelmez mi?
CEVAP: İlk olarak bu kitapta cenâb-ı Şeyh (ra) mülkün idâresi hakkındaki genel kâideleri açıklıyor ve bundan dolayı genel kâide olarak kadın için imâmlığın bağlanamayacağını beyân buyuruyorlar. Fusûsu’l-Hikem’deki beyânları ise bu genel kâidenin istisnâsıdır; ve istisnâ ise genel kâideler arasında zikredilmez. İkinci olarak Süleyman (as)ın Yemen melikesini da‘veti ve imâmlığı kendi nübüvvet-penâhîlerine tahsîsi ve kıssanın Kur’ân-ı Kerîm’de zikri, kemâlî sıfatlar ile vasıflanmış olsa bile, Allah indinde kadın için imâmlığın bağlanmayacağına delîldir. Böyle olunca Hz. Şeyh-i Ekber’in yüksek beyânlarında birbirine zıtlık yoktur.
Şimdi kadının zâhirî hükûmetlerin ekserisinde imâm olamamasının insânî vücûttaki i'tibârı açıktır; ve işin aslında îzâha muhtaç değildir. Ve o da insânî nefstir. Ve insânî nefs her ne kadar kemâlî sıfatlar ile vasıflanmış olsa da insânî vücûtta imâm ve hâkim olamaz. Onu imâmlıktan men' eden şey budur ki, nefis dediğimiz kuvvet varlık âleminde sûretlerin perdesi altına gizlenmiştir. Bir sûrete bağlanmaksızın onu görmek mümkün değildir. Ve nefis imâm olan rûhun kerîmesi ve halîlesi ya’nî nikâhlı hür eşidir ki, yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere, o fücûr ve takvâ mahallidir. Ya'nî ona ezelî isti’dâdına göre fücûr ve takvâ cinsinden olan şeyler ilhâm olunur. Ve bu dişilik illeti hem zâhirî ve hem de bâtınî halîfelikte birlikte mevcûttur.
Beşinci şart “neseb” ya’nî “soy”dur. Onun i'tibârı muhammedî makâmlara dâhil olmaktır. Ve o evvelliği ve âhirliği içine alan ilâhî ikinci devredir ki, “âhir” olarak gönderildi. Ve (Sav) Efendimiz’e: “Ne vakitten beri nebîsin?” denildi. (Sav) Efendimiz “Âdem su ile toprak arasında iken nebî idim” buyurdular. Şimdi Âdem’den olan devre Îsâ (as) hakkında sona erdi. Ve Hak Teâlâ kitabında onu böyle yaptı. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem” (Âl-i İmrân, 3/59) ya'nî “Îsâ’nın durumu Allah indinde Âdem’in durumu gibidir.” Şimdi başladığı şeyi benzeriyle sona erdirdi. Ve ihâta edici muhammedî küll üzerine hâkim olan ikinci devre cevâmi'u’l-kelime tahsîs edildi. Ve o doğudan batıya olan bir devredir. Şimdi Muhammed (aleyhi ve âlihi’s-selâm) nasıl ki herkese gönderildi ise, rûh da öylece bütün bedene gönderildi. Ve bunda acâip bir sır vardır ki, biz onu bu kitabın dışında anlattık. Şimdi bu, rûha nesebin ya’nî soyun faydasıdır.
Altıncı şart “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Çünkü a‘mâ ve sağır olan kimse kendi kendini idâreden âcizdir; başkasını nasıl idâre eder? Rûhun i'tibârı onun Hak ile işitmesi ve Hak ile görmesidir. Bundan dolayı âfetten uzak ve pâktır. (Sav) Efendimiz Rabb’inden haberci olarak buyurur: “Ben ona muhabbet edinceye kadar kulum nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim. Onun işitmesi Ben olurum ki, Benim ile işitir; ve onun görmesi olurum ki, Benim ile görür.” Burada kendinden bahsedilen bir sır vardır. Şimdi o da böyle oldu. Bundan dolayı işitmesi ve görmesi Hak olan kimse, nasıl kendi nefsini ve onun dışındakileri idâre etmez!
Beşinci şart “neseb” ya’nî “soy”dur. Yukarıda anlatıldığı üzere zâhiren olan halîfelikte soy şartının varlığında âlimler arasında ihtilâf vardır. Bâtınen olan halîfelikte cenâb-ı Şeyh (ra) hazretleri bu şartı sâbit kılıp buyururlar ki: Nesebin rûh hakkındaki i'tibârı onun muhammedî makâmlara dâhil olmasıdır. Ve o muhammedî makâmlar evvelliği ve âhirliği içine alan ilâhî ikinci devredir.
Bilinsin ki, ahadiyye zâtının vahdet ve vâhidiyyet mertebelerine tenezzülünde gayrılık i'tibârı yoktur. Küllî rûh mertebesine tenezzülü ise gayrılık elbisesiyle zuhûr mertebesidir. Bundan dolayı ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi olan vahdet mertebesinden Hakk’ın mutlak vücûdunun insânî hakîkat ve ilmî sûretler mertebesi olan vâhidiyyet mertebesine tenezzülü ilâhiyyetin ilk devresidir; ve küllî rûh mertebesine tenezzülü de ikinci devresidir. Ve bu tenezzül mertebeleri fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin mukaddimesinde ayrıntılı olarak beyân edilmiştir. Şimdi küllî ya’nî bütünsel rûh mertebesi, vahdet ya’nî birlik mertebesinden ibâret olan hakîkat-ı muhammediyyenin ikilik tavrı ile zuhûrundan ibâret olup bütün çoklukların kaynağı ve evvelidir. Ve kendi hakîkatini taşıyan Muhammed (sav)’in taayyünü varlık âleminde en son gönderilip nübüvveti sonlandırmıştır. Bundan dolayı o ilâhî ikinci devre evvelliği içine aldığı gibi, âhirliği de içine almıştır. Nitekim (Sav) Efendimiz’e “Ne vakitten beri nebîsin?” denildiğinde, saâdetle cevap verip, “Âdem su ile çamur arasında iken nebî idim” buyurdular. Ve küllî rûh mertebesindeki nebîliklerine işâret ettiler. Ve varlık âleminde zuhûr eden insân-ı kâmillerin neseb yönünden taayyünlerinde üç devre vardır:
Birincisi Âdem devresidir ki, Âdem (as)’ın ortaya çıkması kendisi gibi âdemden değildir. Babasız ve annesiz mahlûktur. Bu devre Îsâ (as)’a kadar gider ve orada son bulur. Çünkü Îsâ (as)’ın neseb yönünden ortaya çıkışı başkadır. Anne yönünden maddesel ve baba yönünden rûhsaldır. Bundan dolayı madde babasız mahlûktur. Ve bunu Hak Teâlâ varlık kitâbında, ya'nî fiilî Kur’ân’da böyle yaptı. Nitekim Kur’ân-ı kavlîsinde buyurur: “İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem” (Âl-i İmrân, 3/59) ya'nî “Taayyün devresi ve neseb yönünden zuhûru husûsunda Îsâ (as) Allah indinde Âdem’in benzeridir.” Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri Âdem’in hilkatine nasıl müstesnâ bir tarz ile başladı ise, Îsâ (as)’ın hilkatinde de istisnâ bir tarz ortaya koymakla öylece o devreyi sonlandırdı. İşte ikinci devre de budur.
Üçüncü devre (Sav) Efendimizin yüce taayyünlerinin ortaya çıkış tarzıdır. Bu da onların varlığın tabîî kâideleri üzere baba ve anneden doğmalarıdır. Ve şerefli taayyünlerinin bu şekilde açığa çıkması onların i‘tidâl yönünden kemâle sâhip olmalarından dolayıdır. Çünkü kâidede i’tidâl vardır; ve istisnâda i'tidâl yoktur. Ve yukarıda bahsedilen ilâhiyyetin ikinci devresi ihâta edici muhammedî küll üzerine hâkim olup her biri bir “kelime” olan nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) hakîkatlerini toplamaya tahsîs kılındı. Ya'nî hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinin üzerine ilâhiyyetin ikinci devresi olan ve bütün rûhları ihâtâ etmiş olan muhammedî küllî rûh hâkimdir. Çünkü muhammedî küllî rûh ma'nâ olan vahdet mertebesinin sûretidir. Ve sûret ma‘nâ üzerinde hâkimdir; çünkü sûretsiz ma‘nânın zuhûru yoktur; ve ma’nâ sûret olmadıkça görünmez.
İşte bu ilâhî ikinci devre doğudan batıya olan bir devredir. Ya‘nî Muham- med (s.a.v)’in gönderilmesinden sonra bütün şerîatların hükümleri kaldırılmıştır. Çünkü ondan sonra doğudan batıya kadar, gelen bütün yeryüzü sâkinleri Kur’ân’a âit hükümlere muhâtab olmak isti'dâdını taşımaktadır. Günümüzde batılıların hükümlerine sarıldıklarını iddiâ ettikleri îsevî şerîat yoktur. Çünkü onlar îsevî şerîat hükümlerine tâbi’ olma isti‘dâdında değildirler. Her ne kadar onlar sözlü olarak Kur’ân’ı inkâr ederler ise de, fiilen farkına varmaksızın onun hükümlerine riâyet ederler. Bu hâlin burada bir kaç delîlinden bahsetmek uygundur:
1. Îsevî şerîatte birisi yanağına bir tokat vursa, diğer yanağını çevirmek lâzımdır. Muhammedî şerîatte “fe meni’tedâ aleyküm fa’tedû aleyhi bi misli ma’tedâ aleyküm” (Bakara, 2/194) ya’nî “Size saldıran kimseye, size saldırdığı kadar saldırın!” buyrulmuş olduğundan kısâs ve karşılık vardır. Batılıların hiç birisi yediği tokat karşılığında diğer yanağını çeviremez, belki derhâl karşılık verir; ve hattâ ağır bir söz karşılığında düello teklîf eder.
2. Îsevî şerîatte hükümdâra vergisini kendi eliyle mütevâzi bir şekilde götürmek lâzım. Oysa hükümdarlarına karşı tevâzu' şöyle dursun, batılılar onların zorla olan hükmetmelerine tahammül edemediler de tâc ve tahtlarını alt-üst ettiler. Haksızlığa ve râzı olunmayan şeylere karşı koymak muhammedî şerîatın gereğindendir. Çünkü hadîs-i şerîfte “Sizden biriniz râzı olunmayan bir şey görürse eli ile ve gücü yetmezse dili ile men’ etsin. Ve eğer buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin” buyrulur.
3. Kur’ân-ı Kerîmde “Kul sîrû fîl ardı fânzurû keyfe bedeel halka” (Ankebût, 29/20) ya'nî “Yeryüzünde geziniz, halk edilme husûsuna nasıl başladı, bakınız!” buyrulur ki, bu tavsiye yeryüzünün ve bitkilerin ve hayvanların ve insanların halk edilme husûslarını araştırmaya teşvîktir. Bundan dolayı batılılar yeryüzünü bucak bucak dolaşıp yer katmanlarının ve fosillerin ilimlerini vücûda getirdiler; ve fiilen bu teşvîk dâiresinde amel ettiler; çünkü isti'dâdları budur, başka türlü hareket edemezler.
4. Batılılar birisinin odasına gireceği zaman kapıyı vurup girmek için izin isterler. Ve onlar söz ile inkâr ettikleri Kur’ân-ı Kerîm’in şu “Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tedhulû buyûten gayra buyûtiküm hattâ teste’nisû ve tusellimû alâ ehlihâ” (Nûr, 24/27) ya'nî “Ey mü’minler, ehlinden izin almadıkça ve selâm vermedikçe, kendi hânenizden başka kimsenin hânesine girmeyiniz!” âyet-i kerîmesinin hükmüne riâyet ederler. Çünkü isti'dâdları budur, başka türlü yapamazlar.
5. Batılılar Kur’ân-ı Kerîm’in eşlerin sayısı hakkındaki müsâadesini fenâ görüp inkâr ederler. Oysa fiilen, gayr-i meşrû' olarak bir çok metresler edinirler. Ve bu hâle olan düşkünlükleri o kadar açıktır ki, kendi içlerinde koydukları kanûnlarına, “tabîî çocuk” ta'bîr ettikleri, zinâ çocukları hakkında hükümler koymaya mecbûr olmuşlardır.
6. Kadınlara ve güzel kokulara meyilleri pek şiddetlidir. Bu ise varlıksal muhammedî nisbettir ki, eserleri ümmetinde de gözükmektedir. Çünkü (Sav) Efendimiz “Bana sizin dünyânızdan üç şey sevdirildi ki, kadın ve güzel kokulardır; ve benim gözüm nûru namazda kılındı” buyururlar. İşte namaz hâriç olmak üzere batılılar bu varlıksal muhammedî nisbetlerin ikisine şiddetle meyillidirler. Çünkü kendileri ümmet-i Muhammed’den olmak isti'dâdındadırlar, başka türlü yapamazlar.
Sonuç olarak batılıların söz ile inkâr ancak fiilen icrâ ettikleri muhammedî şerîatın hükümlerini birer birer saymak lâzım gelse başlıbaşına bir kitap olur. Bu kadarı insâf sâhiplerine numûne olarak gösterildi. Ve bu numûneler ile anlaşıldı ki, muhammedî şerîat doğudan batıya kadar olan bir devredir. Ve âhir zamanda ortaya çıkacak olan Mehdî (as)’ın etkisiyle batılıların söz ile ve fiilen Kur’ân’ın hükümlerini kabulleri kuvvetle beklenmektedir.
İşte Muhammed (as) nasıl ki herkese gönderildi ise, rûh da öylece herkese gönderildi. Ve bunda acâîp bir sır vardır ki, biz onu bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabının dışındaki eserlerimizde anlattık. Ya'nî bu acâip sır muhammedî makâmlara dâhil ve muhammedî vâris olmakla varlık âleminde bâtınen halîfeliği taşıyan zâtın varlık âleminin tamâmında tasarruf edici olmasıdır. Ve bu mübârek zât her asırda bir tâne olup ma’nevî tasarruf sâhibidir. Ba'zen bu zât sûrî ve ma‘nevî tasarruf sâhibi olur. Nitekim âhir zamanda ortaya çıkacağı haber verilen Mehdî (as) zâhiren ve bâtınen halîfeliği taşıyıcı olur. Ve aynı şekilde rûh da bedende vâhid ya’nî birdir; bedenin zâhirinde ve bâtınında tasarruf eder. İşte bu bahsettiğimiz şey rûha nesebin faydasıdır.
Altıncı şart “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Çünkü gözü görmeyen ve kulakları işitmeyen kimse kendi nefsini idâre etmekten âcizdir; başkalarını nasıl idâre edebilir? Rûhun bundaki i'tibârı, onun Hak ile işitmesi ve Hak ile görmesidir. Ve Hak ile işiten rûhun işitmesi ve görmesi elbette âfetlerden uzak ve pâk olur. Ve bunun delîli (Sav) Efendimiz’in Rabb’inden haberci olarak beyân buyurduğu kudsî hadîsidir. O da şudur: “Ben onu sevinceye kadar kulum nâfilelerle bana yaklaşır. Ben onu sevdiğim vakitte de onun işitmesi olurum, Benim ile işitir; ve görmesi olurum, Benim ile görür.”
Şimdi buna tahkîk ehli terimlerinde “nâfilelerle yaklaşma” derler ki, “cem’ makâmı” demektir. Ve bu makamda kul Hakk’a âlet olur. Ve bu makamın üstü “farzlarla yaklaşma”dır ki, ona da “cem'ü’l- cem‘ makâmı” derler; “bakâ-billâh” demektir. Bu makâmda da Hak kula âlet olur.
Burada kendinden bahsedilen bir sır vardır. O da budur ki, mâdemki kulun izâfî vücûdu kesîflik mertebesinde bulunduğu halde, Hak onun işitmesi ve görmesi olmakla Hakk’a âlet oluyor, elbette kesîflikten ârî olan rûh böyle olmaya daha lâyıktır. Ve o halk edilişinin başlangıcından beri böyle oldu. Bundan dolayı işitmesi ve görmesi Hak olan kimse, elbet kendi nefsini ve kendi nefsinin dışındakileri idâreye yeterli ve halîfeliğe daha lâyık olur.
Yedinci ve sekizinci şart “necdet” ve “kifâyet”tir. Ve bunlar rûhların sıfatlarındandır. Görmez misin, Allah Teâlâ kullarının başarısını irâde ettiği vakit onlara melekleriyle yardım eder ve onları onunla destekler. Nitekim Hak Teâlâ “ennî mumiddüküm bi elfin minel melâiketi murdifîn” (Enfâl, 8/9) ya‘nî “Muhakkak ben size bin melek ile peyderpey yardım ediciyim” buyurdu. Ve yine buyurur: “ve eyyedehüm bi rûhin minhu” (Mücâdele, 58/22) ya‘nî “Onları kendisinden bir rûh ile destekler.”
Dokuzuncu şart “ilim”dir. Ve bu isimlerin hepsini öğrendiğinde Âdem (as) hakkında zâhir oldu. Şimdi biz onun zikrine muhtaç değiliz.
Dostları ilə paylaş: |