Kalbe Yolculuk



Yüklə 0,79 Mb.
səhifə4/12
tarix29.10.2017
ölçüsü0,79 Mb.
#20278
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

Sıbğatullah
Arada bir toplanırlar, sohbet halkası ile gönül tellerinde titreşen ilahi nameleri paylaşırlardı.
Nebevi metottu sohbet. Beyinlerin beyinlerle, kalplerin kalplerle birleşip genişlemesiydi. Kar, beyaz örtüsünü yünlü bir yorgan gibi tabiatın üstüne çekerken, uzayan geceler, buğulu dolunay himayesinde lâhûti atmosfere bürünür, sıcak soba başlarında koyu muhabbetler demlenirdi.

Önceleri kitap yada makale takip ederken, ”Satırlardan nasılsa okuruz, mühim olan sadırdan okumak” esprisinden hareketle, içlerinden geldiği gibi, olduğu gibi, nasıl eserse ilham meltemi öyle konuşmaya başladılar. Akışına bıraktıkça doyumsuz lezzetlere kapı açıyordu kelimeler. Arada bir ezgi mırıldanmak, yanık Rasul Aşıklarından kasideler seslendirmek de ayrı bir haz katıyordu sohbete.


O akşam da, şehrin değişik mahallelerinden bir bir toplandılar. Akraba değildiler. Meslektaş da değil. İşbirliği yada ticaret değildi amaçları. Ama öylesine bir kardeşlik oluşmuştu ki, yakınlarını özlemiyorlardı birbirlerini özledikleri kadar. ”Mana Kardeşi, kan kardeşinden ileridir” demişti bir Hak Dostu. Bu sohbetlerde işte o manayı yakalamışlardı.

Konu yoktu. Kim bir mesele açar, yada aklına takılanı naklederse, sohbet oradan başlardı. Hani halk aşıkları karşılıklı atışma yapacaklarında dinleyenlerden ayak isterler ya!.. Bilirsiniz, ayak; nakarat kelime demektir. Ayak verilir, aşıklar o kelime etrafında beyitler, kıtalar dizerek vururlar sazın tellerine…O gece bakalım kim ayak verecekti?!.. Biri sükûtu böldü :


- Ben bu hafta Bakara-138 de geçen bir kavrama taktım. Müsaadeniz olursa onu konuşalım.

Müsaade de söz mü? Tabii ki konuşacaklardı. Tabiî olduktan sonra ortam, içtenlik, samimiyet olduktan sonra, gönüller açık olduktan sonra müsaadenin lafı mı olurdu?..


“Buyur aç bakalım güzel insan” dedi öteki… Birbirlerine güzel insan derlerdi hep. Güzel gören güzel düşünürdü. Konu açıldı :
- Bakara-138 : ”SIBĞATALLAH. VE MEN AHSENU MİNALLAHİ SIBĞAH. VE NAHNU LEHU ÂBİDÛN” Allah Boyası!.. Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir? Biz yalnızca Ona kulluk ederiz..”
SIBĞATULLAH nedir?.. Ne demek Allah Boyası dostlar?..
Konu çıkmıştı. Bakalım kimler, neler döktürecekti?.. Orta yaşlı olan ağır ağabey tane tane açtı kelâmı :

- Bana kalırsa Sıbğatullah; Beyazdır. Beyaz, tek renk gibi görünse de tüm renklerin bileşimidir. Güneş ışığını beyaz görürüz, oysa onda en az 7 renk saklı. Deneylerden hatırlayın, çarkıfelek üstünde 7 renk vardır dilim dilim… Yavaş yavaş çevirin, renkler karışır, biraz daha hızlanınca hepsini beyaz görürsünüz…Beyaz, Safiyenin rengidir… Nefs basamaklarında en tepeye varan Safiye olur, bembeyaz olur, nurlanır!... Nurun adıdır beyaz!..


Esprileriyle sohbete renk katan biri atladı :

-Ooohhh, illüzyonla renkleri karıştırdın, çorba ettin, beyaz deyip üstüne Safiye giydirdin, tezini pekiştirdin öyle mi? Yağma yok! Yetmez, Allah Boyasını beyaza kilitleyemezsin! Hem dostlarda daha kim bilir ne cevherler var?!..

Ağır abi, güldü geçti bu çıkışa. Bu samimi halkalarda kimse alınmazdı birbirinden. İllüzyon demesi, tespitini aşağılamak için değil, idraklere kazma vurup yeni mana pınarları fışkırtmak içindi.
Cesur yürek söz aldı. Hararetli, atak, eylemci bir ruhu yansıttığı için ona cesur yürek diyorlardı.

- Sıbğatullah, Kırmızıdan başka renk olamaz dostlar!.. Kırmızı; Hayattır. Kan kırmızı, Ateş kırmızı. İkisi de hayat verir…Yanma olmasa hayat olmaz.. Kırmızı Aşkın rengi sonra… Gül kırmızı… Lale kırmızı… Aşkın sembolü Kalp kırmızı… Anadolu gelinleri al duvaklar giyermiş eskiden…Kırmızı Şehadettir dostlar!.. Şehadetin rengidir al… ”Şehitler ; canları pahasına cenneti satın alanlardır” ”Allah kainatı kızaran bir gül gibi yaratmıştır” sonra… Ayet var… Sıbğatullah; kırmızıdır, hiç yorul-mayın ben çözdüm işi!.. Bu kadar Ya Huuu!..


Ufak çocuklardan biri atıldı : ”Trafik lambası da kırmızı!.. Geçersen ölürsüüüün!”

İlahi çocuklar.

Gülüştüler, okşadılar yumurcağı. Her sohbette bir iki çocuk bulunurdu. Çocuk melekti, çocuk masumdu, çocuk büyüklerin çile ve emekle varmak istediği safiyeye mensuptu..
Aşk, hayat, kan derken bir an durakladılar. Sessizliği yine birinin çıkışı böldü: ”Hemen şehit etme bizi kardeş, dur hele yaşayalım ki farkına varalım. Yaşamak farkına varmaktır di mi ama?!” dedi entellektüel abla. Farkındalık, Öze varmak, Gayrı görmemek deyince entellektüel abla gelirdi akla. Ya Onun Sıbğatullahı nasıldı?.. ”Sen söyle o zaman” dediler.
Döktürdü :

- Sıbğatullah; bence Sarıdır… Ekin başakları sarı, hazan mevsiminde dökülen yapraklar sarı, aşk ile inleyen Ney sarı… Yıldızlar geceleyin pırıl pırıl, sapsarı… Bedir halindeki ay, sarı… Biz kadınların vazgeçilmez ziyneti altın, sarı. Rabbimizin vahyettiği arının mucize ürünü Bal sarı.

Yahudi zihniyetinin, dünyevi boyuta esir olanların kurban etmesi istenen sığırın rengi de sarı.
Şakralardan 3.sünün rengi de… Sarı, Mülhime nefs boyutu. Fark edemeyene boğucu bir girdap, fark edene kutlu bir basamak mülhime… Bakara’da kurban edilecek sığırın rengi hususunda ne buyurdu Rabbimiz: Görenlere ferahlık veren bir sarı… Bakın Kur’an sarı için görenlere ferahlık veren diyor… Haaa, unutmadan, riyazata giren, oruç tutan, dünyadan geçen dervişlerin benzi sapsarı… O halde Sıbğatullah sarıdan başkası değil...
Kısa bir sessizlik oldu. Şakralar, Nefs Basamakları, buğday başakları, dolunay, altın, bal derken döktürmüş, düşündürtmüştü abla. Ciddi bir atmosfere girilmişken en muzipleri patlattı ezgiyi :
Erzurum çarşı pazar

Leylim amman aman saaaarı geeeliiiiin

İçinde bir kız gezer

Hop ninen ölsün saaaarı geeeeliiiiin

Bir şeyler öğreniyoruz demişlerdi ki, gelen türkü, herkesi eğlendirdi. ”Hakkı seven aşıkların eğlencesi tevhid olur” diyordu ya ilahide, onlar da eğleniyordu işte… Öğreniyorlar, okuyorlar, ama eziyete dönüştürmeden tasavvuf neşesi ile zevk u safa ediyorlardı. Çaylar geldi..
Çay tiryakisi olana takıldılar ;

- Sence Sıbğatullah ne? Yoksa tavşan kanı çayın rengi mi Sıbğatullah haaa?...

Kahkahalar gırla gitti. ”Amma yaptın”, dedi diğeri.. ”Heey suyunu çıkarmayın, iyi gidiyor devam edelim”, dedi konuyu açan. Devam ettiler.
Medine ve Asr-ı Saadet aşığı, yeni şeyler okusa da eskiden, gelenekten vazgeçemeyen şair ruhluya gelmişti sıra. Onun sıbğatullahı ne renkti?
Ayetlerle birlikte usul usul açıldı dili :

- “Sizin için yeşil ağaçtan ateşi çıkaran Odur…” Ağaçlar yeşil, orman yeşil, çimen yeşil. Doğa yeşil, tabiat yeşil… Cennet bile yeşil.. ”O iki cennet koyu yeşil renktedir” ayeti böyle diyor, ben demedim… Yeşil; Mutmainnenin rengi.. 4.basamak, velayetin ilk istasyonu Mutmainne… Hem şakralardan 4.sü de Kalp Şakrası. Onun da rengi yeşil… Efendimiz; Muhammedimiz Kainatın Kalbi değil mi?... Onun Ravzası da yeşil… Ben Onun yoluna kurban olayım… Yeşil, Rasülümün rengi… Öyleyse Sıbğatullah yeşildir, yormayın beni… N’olur yormayın….


Sustu… Başını önüne eğdi. Ne zaman Rasül dense, ne zaman Ravza geçse, ne zaman Asr-ı Saadet dense böyle olurdu… Ağlıyordu… Aralarından biri ağladı mı sevinirlerdi. Sohbet meclislerinden hiç de eksik olmayan melekûtun, yüksek dereceli ruhların haazır ve naazır olduklarının işaretiydi gözyaşları. Yağmuru indiren Allah’tan başkası değildi. Gözyaşı da Ondandı.
- Uyyyyyy…Ne güzel de ağlıyor, dedi biri… Yine gülüştüler… ”Allah iyiliğinizi versin, ömrünüz uzun olsun, sizler ölüyü bile güldürürsünüz” dedi ağlayan.. O da başladı gülmeye...

Çerezler ve kurabiyeler atıştırılırken uzun süre sessiz kalan, mütefekkirler gibi durgun ve suskun olana gelmişti sıra. O hep susardı. Ama bugün hiç kaçarı yok konuşacaktı. Üstüne üstüne gittiler. Israrlara dayanamadı. Kesik kesik de olsa açılıyordu :

- Sıbğatullah… Bana kalırsa siyahtır… Simsiyah, kapkaradır Sıbğatullah…

“Dur Ya Huuu!.. Konuş dediysek içimizi karart demedik… Amma keskin girdin haaa!..” diye kestiler sözünü… Aldırmadı… Zaten aldırmaz, bildiği konuda burnunun dikine giderdi kimseyi takmadan…

- Sıbğatullah; simsiyah!... Rahimde üç karanlık içinde bizi yaratmadı mı Rabbimiz?… Siyah yaratılışın perdesi, siyah hilkatin rengi. Siyah; her an yeni şa’nda oluşunun sırrı. Gece karanlık, Rahim karanlık, Mağaralar karanlık, Uzay karanlık…Aydınlığı seyrettiğimiz Gözbebeklerimiz de simsiyah değil mi?.. Üzerine yemin edilen Zeytin siyah… Huriler; iri siyah gözlüler… Hiçliğin rengi siyah…Aşk ateşi ile yanar, yanar, kızarır sonra da simsiyah olur yananlar…. Hiçlenirler o ateşle. Vahdetin rengi. Bilal-i Habeşî, Hz. Hacer, Hz. Mâriye’nin sîmâsı da siyah. Ne istiyorsunuz, daha ne diyeyim; Beytullah’ımızın örtüsü siyah!.. Tavaf mihveri; Hacer-i Esved siyah… Siyah; Zatı temsil eder… Hiçlikte hepliği yaşayanın rengi siyah!.. Yeter mi?..
Tam derin, manalı şeyler söylenmişken biri Karacaoğlan’dan mırıldandı bu defa :

Bana kara diyen dilber

Saçların kara değil mi

Yüzünü sevdiren gelin

Kaşların kara değil mi?
Karacaoğlan der maşallah

Bir gün görürüm inşallah

Kara donludur Beytullah

Örtüsü kara değil mi


Eyvallah, dediler hep birlikte… Karacaoğlan’ı, Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı Huuu diyerek rahmetle andılar… Vakit gece yarısını geçmek üzereydi neredeyse. Anda yaşamayı niyete alanlar için saatin akrebi yelkovanı da neydi ki?.. Ama dengede sürmeliydi hayat. Vahdet meclisinden tekrar Kesret alemine çıkılmalı, topluma dönülmeliydi. En tecrübeli olanları, Gönül Ehli toparladı :
“Hepinizinki çok güzel çocuklar. Siyah, Yeşil, Sarı, Kırmızı ve Beyaz… Hepinizden çok şeyler öğrendik. Sıbğatullah, hepsini nefsinde cem edenin halidir. Sıbğatullah, Rabbini tanıyıp, her birimde hükmünü icra edenin Rabbul Alemin olduğunu fark etmek, Ona İman etmektir.

Vahdete eren müminin yaşamıdır Sıbğatullah… Bakara-138 “Biz sadece Ona kulluk ederiz” diye bitiyor değil mi?.. Mesele abd olabilmekte… Aşk da lazım, İlim de, Fikir de, İdrak de… Ama asıl hedef; Abdullah olabilmek… Rabbim hepimizi Zatına Abd, Habibine Ümmet eylesin…”


Hep birden amin dediler… Asır Suresi, salavat-ı şerifeler ve kısa bir dua ile bitirdiler. Nokta koymadılar, yeni farkındalıklar için Hakikat Cümlesine noktalı virgül attılar ve döndüler evlerine…

Yıkıldı mı?...
Önce bir kaç e-mail. Sonra telefon. Sonra görüşme isteği.
“Beni görünce şaşırmayasınız! Normal tiplerden değilim. Tasavvufa gönül verdim ama, bilinen derviş tipine hiç uymam” demeyi ihmal etmiyor buluşmak üzere randevulaştığımız telefon görüşmesinde.

Mail ve telefonla tanıştığın biriyle hemen buluşmak, günümüz şartlarında belki de akıl kârı değil. Doğrusu biraz da riskli gibi… Ama koca şehirde insanlar içindeyiz, gizli saklı bir yere de çağrılmadık, o halde mesele yok.


Mesai çıkışı Karaköy’e iniyorum. Vapur iskelesi buluşma yerimiz. Verdiği saate daha var. İyisi mi nicedir uğramadığım Yeraltı Mescidinde gecikmiş bir ikindi kılmak. Siz bilirsiniz burayı, hani şu Vahdet Beyle uğradığımız, İstanbul’un 7 ana feyiz noktasından biri.
Zindandan çevirme bu camide, 3 sahabenin manevi gücünü yanımda hissederek ikindi kılıyorum. Ne zaman buraya geldiler, burada oldukları tarihen doğru mu, belge var mı, bunlara takılmıyorum artık. Büyük halk kesimlerinin rağbet ettiği, evliyanın da yanlış demediği bir mekân, mutlaka boş olmasa gerek…
Perşembe Pazarından, Bankalar Caddesinden, Tünel ve civarından oluk oluk insan akıyor iskeleye bu saatlerde. Şehrin önemli bir kesimi her gün vapurla geçmek, belki de üç vasıta değiştirmek pahasına evini ayrı kıtada kurmayı tercih etmiş. Doğrusu külfetine de değer hani. Anadolu yakası ikamet için, Avrupa hareket ve iş için güzel… Her gün Boğazı geçmek, ne sabah mahmurluğu bırakır insanda, ne akşam yorgunluğu…

Tanımadığınız, ilk kez tanışacağınız birini beklerken önce, “Acaba hangisi?” diye kalabalıkları süzersiniz. Bir süre sonra, kalabalık içinde göz göze gelirsiniz, hiç yanılmadan. “Kalpler arası yol var” sözü tecelli eder adeta ve kalben tanırsınız dostu…



Uzaktan el ediyor. Belli, tıpkı telefonda dediği gibi, normal bir tip değil. Talihim bu benim, bana hiç normali rastlamadı zaten. Sen misin kova burcu olan, sen misin aykırı fikirler üretmeyi seven, elbette karşına çıkanlar da aykırı olacak!
Selamlaşıp şahsen bir kez daha tanışıyor, kucaklaşıyoruz.

- Yıkıldı mı yıkıldı mı?.. Yoksa hala ayakta mı ha?.. diye aynı kelimeyi birkaç kez tekrarlayarak soruyor. Önce gözlerine bakarak biraz duraksıyorum. “Ne yıkıldı mı?” sorusu burada artık çok abes. Neye işaret ettiğini anladım galiba ama az da tereddütlüyüm. İyisi mi orta yolda bir cevap vereyim, ne yıkılsın, ne ayakta kalsın… İşi öyle kurtaracağım.

- Birazı yıkıldı, birazı ayakta!..

Uyanıklığımı anlıyor. “Buyurun şuracıkta bir çay içelim” diyerek sırtıma elini koyarken ;

- Yıkılsın inşallah!… Hiç kalmasın, hepsi yıkılsın!… Tamamen yerle bir olsun!..

Duaya bakar mısınız?! Dedik ya, normali çıkmadı bize…


İskeleye nâzır cafeye çıkıyoruz. İşi acele insanlar telaşla bir şeyler atıştırıyor. Vakti olanlar üst katı tercih etmiş. Merdivenlere yönelirken siparişi veriyor; “Şöyle koyu demli çay alalım, az da kuru pasta!”

Şuradan buradan ön giriş cümlelerinden sonra ;

- Yıkılmış epeyce, halinizden belli ama, enkaz yormuş sizi. Biraz da hüzün var belki. İyice yıkılsa, ne enkazın molozu kalır arsada, ne de yerle bir olana hüzün olur. Derin bir nefes alırsınız…

Benlikten bahsediyor. Yıkılması gereken egodan söz açıyor. Terk edilmesi gereken nefsî istek, tutku ve arzulara değiniyor. Gönülce o kadar şey duymuş ve hissetmiş ki şaşırmamak mümkün değil. Yaşadıklarıma ufak göndermeler yapıyor.



Düşüncenin hızına, kalbin ritmine kim yetişebilmiş ki?!.. Yeter ki insan hayata mideden değil kalpten baksın, yabancı dediklerin de dost olur. İşte o zaman en yakınındakiler seni duyamaz ve göremezken uzaklardan niceleri duyar ve seyreder halini…

Pasta yiyesim yok. Çaylar tazelendi. Yeni görüştüğüm kişileri genelde dinlemeyi seçerim. Cahil bir insan gibi, bilgiye aç bir ilkokul çocuğu kulağı ile dinlerim. Benliğin nasıl ve ne tür darbelerle eriyeceğini, bu yolda yaşananları, feyz aldığı zatları ve manevi iklimleri anlattıkça zihnime yeni idrak tohumları serpiştirildiğini hissediyorum. Söze bir başka yerden gireceğim :



- İlla yıkılmalı mı?.. Şart mı?

- Evet yıkılmadan olmaz. Sizin sevdiğiniz o güzel zat nasıl demişti? “Dolu arsaya bina yapılmaz. Gecekondu yıkılmadan, enkazı temizlenmeden yeni apartman dikilmez.”

- Tamam yıkılsın da, illa acı ile mi olacak?..

- Yok canıııımmmm lazerli ameliyatlar da var, diyerek basıyor kahkahayı… Sonra da ekliyor :

- Acı, darbe ve kayıp da göreceli değil mi?..

Haklı… Acı, neye göre?... Bela ve dert neye göre?!..


Vakit dar. Buradan vapurla karşıya, oradan da bir başka vasıtayla evine yol alacak. Onu çok fazla tutmamalıyım. Ama alacağım ilim kırıntılarını toplamadan da kalkmaya niyetim yok. Bile bile söz uzasın, az daha konuşsun istiyorum. Evden telefon ediliyor. Eşine nazikçe bizle olduğunu bildiriyor. Ailesinin hakkına girmek de vebal. Özetle alacağımı almalıyım :

- Yıkım ister istemez acı veriyor. Dert olarak algılıyor insan.

- Öyle tabii, haliyle…

- Dertsiz olmaz mı, yıkım sahneleri olmasa, yada güzelce yıkılsa…

Gene karşılıklı gülüşüyoruz..

- Zaten güzel yıkılır! Çünkü yıkan güzeldir… Güzeller güzelidir… Efendim (sav) kendine doğru çağırdı mı bir bir soyarlar üstündekileri. Çıplak kalana dek!

- Elbise ile gidilmez mi Efendimize?

- Gidilir, en güzel elbise ile gidilir hem de. Ama üstümüzdekilerle değil. Önce soyunmak, sonra yıkanmak, arınmak gerek. Sonra da yepyeni yabanlık elbiseler, damatlıklar, gelinlikler giyer gideriz bi iznillah…

- Giyer miyiz, giydirilir miyiz?..

Güzel soru diyor, çayın son yudumunu alırken…

- Giydiriliriz… Kendi giyinemez insan bu yolda… Bir güzel el tutar, giydirir sizi.

- O el derken kimleri kast ediyorsunuz?

- Yaşayan varisleri Rasulullah’ın… Zaten onlar ölmez de, ömür anlamında yaşayan dedim…

- Nasıl giydirirler?..

- Kimi ilimle, kimi gönülle, kimi hikmetle, kimi aşkla donatır insanı. Donanım tamamsa sefer için vira bismillah denir.

Vira Bismillah deyince vapur saati aklıma geliyor.

- Sizi geç bırakmasak?

- Geç yada erken. İzafi, kayıtlı bakışlar bunlar. Olması gereken olur, telaş yok…

Tekrar yıkıma dönüyorum :

- Kolay ve daha az acılısı var mı yıkımın? Yada fazla üşümeden, uzun süre çıplak kalıp titremeden soyunmak nasıl olur?

Hesabı istiyor garsondan ve ufaktan toparlanıyor. Kalkıyoruz. Parke döşeli yoldan iskeleye yürürken özetliyor :

- Bütün mesele hayatı secdeye dönüştürmekte!

- Yani?..

- Boyun kesmek! Baş eğmek, kulluğun gereğini yapmak…

- Boyun eğmezsem?!

Birden ciddileşiyor:

- Yaşamışızdır! Çok yıkımlar görmüşüzdür. Boyun kesmez isen boyun eğdirirler güzel kardeşim. Hem de öyle bir boyun eğdirirler ki feleğini şaşarsın!..

- Kimler onlar?..

- Rasülullah (sav) Efendimizin varisleri! Gözlerinden, hallerinden tanırsın onları. Ele almışlarsa birini, secde ettirmeden bırakmazlar bilesin! Ya zorla edeceksin, ya da gönülden!
Vapur yaklaşırken kalan 5-10 dakikayı değerlendirmek üzere hikmet kapma derdindeyim :

- Yıkımı veya secdeyi yaşarken kolay yol?..

- Onlar eğdirmeden sen secde et. Boyun kes. “Ben bir şey değilim, hiçbir şey bilmiyorum, ne varsa sizde var” de! Tabii bunu gidip onlara hürmet olsun diye yapmayacaksın. Hürmet beklentisi yoktur onların. Aşmışlardır çoktan o kayıtları… Bunu kendin için yapacaksın! Git dilekçeni ver belediyenin yıkım bölümüne. Çağır, yıksınlar kalanları da. Bir gün onlar yıkıma gelirse içine oturur. İyisi mi sen git, sen haber ver!
Belediye, yıkım işleri derken ne demek istediğini iyice anlıyorum. İlave ediyor :

- Şöhret afettir. Hele ilimse dağıttığın, kolay kolay birilerini dinlemek, baş eğmek, bilmiyorum demek gelmez işine. Ama başka yolu yok. Dediğim gibi ya boyun kesip itaatle öğrenci olduğunu bileceksin, yada boynunu eğdirdiklerinde sızlanmayacaksın!..

Vapur için kapılar açıldı. İnsanlar koşuşturuyor güvertede, kenarda yer kapmak için. Artık toparlıyorum :

- Yıkımı az hasarla atlatmak için neler önerirsiniz?..

- Sev, sev, Efendimizi ve Onun varislerini çok sev! Sakın onlardan birine burun kıvırma! Felaketin olur!..

- Peki yıkım daha çok sürecek mi?

Gülüyor :

- Dileyelim ki az kalmış olsun… Duvarlar yıkılmış da temel duruyor. O da sökülecek. Sonra yeni inşaat start alacak.

Turnikelere geldiğimizde son önerilerini dinliyorum :

- Geceyi değerlendirin. Sevgiliye gece gidilir kimsecikler görmeden…

- Ne götüreyim giderken?..

- Bolca salavat, bolca ama sayısız salavat! Demet demet güller gibi salavat! Ama taze olmalı…Üzerinde gönül şebnemleri olmalı!

- Şebnemler?!..

- Gönül semasından süzülen, tövbe nişânesi şebnemler! Anladınız siz, daha fazla sormayın..


Turnikenin öte yanından el sallıyor :
- Yıkılsın inşallah yıkılsın ha?... Var mıyız yıkıma?..

- He yaaa, yıkılsın vallahi! Enkaz menkaz kalmasın. Yılların yasadışı ihlali bitsin de yasal ve çağdaş bir bina çıkalım şöyle!..

Haydi rast gele, diyerek vapura yönelirken ardından denizi seyre dalıyorum bir süre…
Sultanahmet’in, Yeni Camiin, ötede Süleymaniye’nin ışıkları yanıyor. Minarelerden akşamı selamlıyor müezzinler!

Kimlerdensin?..
Eskiden her on beş günde bir Salacak sahilinde ikindi seyrine çıkmazsam kendimde eksiklik hissederdim. Kız Kulesini seyrederek gurûbu izlemek, İstanbul’un gündüzden geceye geçişine tanıklık etmek tarifi imkânsız hülyalara, engin zevklere taşırdı beni.

Ayda bir, Boğaz turu yapmadığımda huzursuz olurdum. Çocukluk aşkım bu şehir, ihmale gelmez, arada bir hal hatır edilmek, sevildiğini hissetmek, aşkını benden dinlemek, kendini gözlerimden seyretmek isterdi.

Bir dönem Cihangir’e, Yeşilçam sokağına, Artistler Kahvesine takılmak, sepya filmlerden tanıdığım figüranları, yapımcıları izleyerek pazar çayı içmek de özel tutkumdu.
Zaman, nostaljiyi de tutkuları da aldı bir bir. Tutku; tutsaklıktı belki de. Zevk dediklerimiz, keyif alıyorum dediklerimiz, nefsin kendine pay çıkardığı, egonun yerini sağlamlaştırdığı olgulardı belki de. Kim bilir?.. An bilinci çerçevesinde yaşamaya çalışmak, zevke ve tutkuya ne kadar imkân tanır, doğrusu bilemiyorum.
Nisan ayındayız. Nisan ve Mayısa özgü bir misafiri var İstanbul’un… Yılda sadece iki ay konuğumuz olur sonra da aslına rücu ederek örtünür. Boğaziçi ile özdeşleşen nadide çiçekler; erguvanlardan bahsediyorum. Kandilli yamaçları, Beykoz koruları, Kanlıca sırtları pembe ve eflatunun tonlarıyla Boğaziçi’ne rengini seren erguvanları ağırlıyor şimdi.

Evet, iki ay, yılda sadece iki ay kalacak erguvanlar. Bizans ahalisi erguvan çiçeğini çok severmiş. Efsane bu ya; Hz. İsa’ya ihanet eden kişi, yaptığından öylesine pişman olmuş ki; erguvan ağacına kendini asarak hayatına son vermiş… İsa’ya hainlik eden bu adamın utancını dalında taşımak o güne kadar beyaz açan erguvan ağacına öylesine ağır gelmiş ki; utancından pembeleşmiş, kızarmış, bozarmış. O gün bugün pembe tonlarda açarmış erguvanlar.


Uzun süredir yapmadığımı yapmalı, Boğaziçi’ne uzanmalıyım. Özlemişim içinden deniz geçen kentin koylarını, kıyılarını, yamaçlarını.

Arnavutköy’deyim. Buradaki burun, özel bir güzellik bahşeder gelenlere. Sahile dikilenler, Boğazın bir dere gibi aktığını alenen seyrederler burada. Başka yerlerde durgun görünen deniz, burada hırçın ve oldukça coşkun akar. Akıntıyı bu derece açık izlemek Boğaziçi’nin başka kıyılarında imkânsızdır.



Sahili dolduran olta balıkçılarını seyrediyorum bir süre. Ümitle bekliyorlar misinanın vurmasını. Hayat ne tuhaf? Allah’ın sistemi ne ilginç değil mi? Biraz sonra minik bir istavrit oltaya takılacak, bizim duyamadığımız canhıraş feryatlarla çırpına çırpına can verirken olta salan adam bağıracak; heyyyy beee geliyorrrr geliyorrr… İstavritin yaşadığı cehennem; olta atana leziz bir cennet bağışlayacak. Bunu dışımızda kabul kolay, lafını etmesi ucuz da kendimizde yaşandığında da kabul edebilsek!... Zor gibi!… Zaten lafını gevelediğimiz ilmin sahnesi, stajı gelince istavrit kadar bile tahammül edemiyoruz çoğu zaman… ”Benim azabım, Hakkın diğer kullarına cennet yaşatacaksa ne mutlu bana!” diyebilecek bilinç, biraz ağır geliyor değil mi?..
Birden aklıma Hz. Ebubekir geldi. Ne demişti Sıddıyk-ı Ekber :

“Rabbim, gövdemi öyle büyüt öyle büyüt ki cehenneminde başka hiçbir kula yer kalmasın!..”

Selam olsun Ebubekir’e… Salat olsun Alemlerin Efendisine…

Büyükşehir Belediyesinin Sosyal Tesislerine, kazıklı yola bakan çay bahçesine yöneliyorum.


Arnavutköy sakinleri pazar keyfi için masaları erkenden tutmuş. Genellikle fötr şapkalı beyler ve tayyör giymeyi ömür boyu ihmal etmeyen hanımlar arz-ı endam eder buralarda. Diplomasi, bürokrasi emeklisidir çoğu. Denizlerde uzun süre kaptanlık yapanlar, yaşı ilerlediği için işleri oğullarına devreden şirket sahipleri de yok değil. Hayatın son demlerinde alınan her nefesin tadını çıkarmak isteyen, huzur ve sükûnet telkin eden insanlardır hepsi.
Bir süre Boğazı seyrediyorum. Yamaçları öbek öbek tutan erguvanlar kalbimin atışını karşımda seyretmek gibi canlı ve heyecanlı geliyor. Fincanda çayım geldi. Gazete yada kitap almadım yanıma. Bugün İstanbul’u dinleyeceğim. Bugün kendimle konuşacağım İstanbul aynasında. Öylece etrafı sessizce izliyorum bir süre.
Genelde baylı bayanlı oturanların arasında, çaprazıma gelen açıda, oldukça yaşlı, ama her halinden görmeyi özlediğimiz o meşhur İstanbul Beyefendilerinden olduğu anlaşılan bir zat dikkatimi çekiyor. Askılı pantolonu, ensede toplayıp bağladığı kır saçları, boynuna bağlı yazı gözlüğü, masasına yığdığı kitaplar ile değişik geliyor bana. Yılların çizgileriyle bezeli alnı, çıkıntılı elmacık kemikleri, şakaklarına doğru derisi sarkmış yanağı, eminlik yansıtan duruşu ile özel biri gibi sanki.

Allah Ehli denince sakal ve özel bir nur görme takıntısından yeni yeni kurtulsam da, zaman zaman geriye ket vurmalar yaşadığım için bu tip insanlarda batini boyutlar olabileceği doğrusu aklıma gelmiyor. Aklıma değil belki de işime gelmiyor. Sanki kendine yakınlaşacak kulu seçme yetkisi bana verilmiş gibi. Haaa şaaa…


Uzun süre kaçamak bakışlarla süzüyorum. Derinlik yansıtıyor. Sohbet etmek istesem, rahatsız etmiş olur muyum? Adamcağızın pazar keyfine limon sıkmak istemem. Ama onu gözlemekten kendimi alamıyorum. Bakarken yakalanmak da kötü olur hani. Neyse canım, kendime döneyim.
Asma Köprüye, uzak ufuklara dalmışken garsonun nazik sesi ile irkiliyorum:

- Kaptan amca sizi masasına davet ediyor!

Kim, ben mi, kaptan amca kim, diye mırıldanırken gayri ihtiyari çaprazıma döndüğümde gülümseyen bir çift göze yakalanıyorum. Reverans yapan saray hanımlarının hareketine benzer bir temenna ile buyurmaz mısınız diyor… Bir suçlu gibi, çekmece karıştırırken annesine yakalanan çocuk ürkekliği ile masaya yöneliyorum. Ayağa kalkıp “Hoş Safalar getirdiniz” diyerek yer gösteriyor. İkramını sipariş ettikten sonra kısa ve öz bir tanışma faslı yaşıyoruz.
Kullandığı dil, takındığı hal, engin bir kültür şemsiyesi altında yetiştiğini ayan beyan ortaya koyuyor. Nicedir duymayı özlediğim, şimdilerde magandalığa kurban edilen eski İstanbul lehçesi, Osmanlıca kelimelerin billur armonisi ruhumu okşuyor adeta.

Kaptan amcanın sadece dümen kullanmadığını, dünyanın pek çok ülkesinden kendisine bir kültür harmanı yaptığını, birden fazla yabancı dile vakıf olduğunu sezmek zor değil.

Tasavvufla ilgili olduğumu söyleyince eskilerden bir giriyor ki hayretten parmak ısırıyorum. Sohbetini dinlediği büyüklerden tutun da, çeşitli ülkelerde ziyaret ettiği mabetlere, katıldığı mistik ritüellere kadar pek çok zenginliği beni de oralara, o anlara taşırcasına anlatıyor. Sözlerini öylesine yaşıyor ki; onunla orada, o anda, o halde olmaktan kendimi alamıyorum.
Tasavvuf, tarikatlar, eserler derken kısa ve öz bir soru yöneltiyor :

- Kimlerdensiniz?..

Şaşırıyorum. Soru tuhaf geliyor önce. Hani bizim köyde olsa, dışarıdan gelene hangi köyden, hangi sülaledensin manasına kimlerdensin denebilir. Ama köyde değiliz ki…

Eski Türk filmlerinde işçi çavuşu fakir damat adayının, fabrikatörün kızını istemeye gittiğinde, koltuğuna yaslanan, ropteşambırının ceplerine ellerini sokarak kasılan babanın ; “Eeee… Kimlerdensin delikanlı?” türünden aşağılayıcı sorusu gibi olsa anlarım. Ama öyle de değil.

Böylesine dünya kültürü almış bir adam hangi tarikata gönül verdiğimi sorsun, buna da ihtimal yok. Allah Allah… Ne desem bilmem ki… Hah buldum ;

- Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum!

Anlamlı anlamlı gülümsüyor :

- Kusura bakmayın ama manen o kadar ileri safhalarda olacağınızı sanmam. Hepimizin kayıtları, ön kabulleri var. Çoğunu atamıyoruz ömür boyu. Sorumu biraz daha düşünün.

Eh, sen misin pazar keyfine çıkan, yakamı bırakmayan sorular, kesilmeyen sınavlar çay bahçesinde de buldu ya, pes yani!..



Kimlerdensiniz?.. Sahi ben kimlerdenim?.. Düşünmedim ki… İyisi mi severek yaptıklarımdan bahsedeyim :

- Tasavvuf üzerine inceleme ve araştırmalarım var. Biraz da kalemimiz var naçizane.

- Onu sormuyorum, kimlerdensiniz?..

Yok bu defa iyi çattık. Ne sormak istediğini açıkça deyiverse sanki kıyamet kopar.



Bana hep böyle yaptı büyükler. Sordular, düşün dediler. Düşündüm, şöyle mi efendim dedim, öyle değil, git öğren, çalış, yetersizsin, dediler. Hala da sürer bu hal. Ehli olan bir tek zat da çıkıp; “İyi gidiyorsun, mübarek olsun” demedi bana! Şanslı mıyım? Kişilik kalıplarından bakarsan şansızım, nefsim övülmeye aç geldi aç gider. Gönülden bakarsan iyi. Övmesinler… Övgü; olduğu yere kilitler ve orada bırakır idraki!.. İlerlemeye hiç izin vermez iltifatlar!..

- Allah Dostlarını sevenlerdenim, diyorum.

- Sizi yormayalım beyefendi, deyip soruyu açık ve net yöneltiyor :

- MÜŞAHEDE EHLİNDEN MİSİNİZ, MÜKÂLEME EHLİNDEN Mİ?..

Aboooo! Kaptan amcaya da bak seeeeen? Sorduğu kavramlar!... Aman Allah’ım… Düşünmeliyim. Anlaşılan bugün pabuç pahalı burada.

Müşahede Ehli… Tanıklık edenler, Rabbini seyirden Rabbul Alemiyni seyre geçenler, ilmen bildiklerini hal olarak da sindiren ve yaşayanlar olsa gerek…

Mükâleme Ehli… Konuşma ehli demek… Lakırdı eden, sohbet eden, kavram geveleyen, çaldığı ilmi kendininmiş gibi satan, yaşamından uzakta olan… Yani ben… Basbayağı ben işte…

- Müşahede ehlinden olmak niyazımız var ama efendim, mükâleme safhası galiba nefsimize hoş geliyor. Yazıyor, anlatıyorum, ama ne kadar müşahede ettim, doğrusu emin değilim.

………

Uzun uzun süzüyor gözlerimi. Yakından bakınca az evvel göremediğim nuru görüyorum sinek kaydı traş edilmiş yanaklarında. Hele gözleri. Farklı bir ışık yansıtıyor. Bu ışığı tanıyorum. Ziyaret ettiğim bazı ehil zatların gözlerinde gördüğüm ışığın aynısı…Dinginlik yansıtan, ruhu okşayan, kaygı yada sevinç taşımayan, yorumsuz bir ışık bu. Bir süre sessiz ve sözsüz gönülce konuşuyoruz. Garson kemali edeple yeni siparişimiz olup olmadığını sorana kadar sürüyor bu lisansız konuşma.



- Evladım bize meyve kokteyli hazırlar mısın, diyerek siparişi veriyor ve sonra aheste aheste anlatmaya başlıyor :

- GEMİLERDE TALİM VAR/ BAHRİYELİ YARİM VAR türküsünü bilirsiniz değil mi?

- Evet.

- Gemilere, denize, dalgalara yazılmış başka şarkılar, usta şairlerden şiirler de bilirsiniz?



- Oldukça…

- Sizce gemiye, denize şiir yazanlar, beste yapanlar; denizi müşahede

etmişler midir?..

Biraz düşünüyorum. Müşahede etmeseler ona dair şeyler ortaya koyamazlardı. Cevap veriyorum :

- Müşahede etmişlerdir, seyretmişlerdir tabii…

Bir süre daha sustuktan sonra devam ediyor :

- Kelimelere çok takılıyorsunuz. Müşahede dedim, siz bunu basit anlamı ile seyir olarak aldınız! Müşahede seyir mi acaba?..
Al işte… Kibar bir fırça daha… Yok, ben nereye gitsem, kime varsam durum bu. Hep tozum alınıyor, her daim silkeleniyorum. Şimdi de Osmanlıca ve Arapça kavramları derinlemesine müzakere edeceğiz anlaşılan. Yok yok, bunlar nefsimin sesi… Oğlum topla kendini. Kaptan amca kapıyı derin yerden açtı, derin gidelim… Sakın tepki verme, sakin ol…

- Müşahede kelimesi bana önce Şahadeti hatırlattı… Şehit olmak yani…

- Şehit ; harbi seyreden midir?..

- Yoooo! Harbin içine dalan! Savaşan, savunan, vatan için, din için, ırz- namus için can veren! Kurşunlara düğüne gider gibi giden!..

- Kelimeye takılmak nasıl da kilitmiş değil mi? Bak neler söylüyorsunuz? Devam ediniz lütfen.

Ohhh beee. Az işi kurtardık… Devam ediyorum :

- Tanıklık, kefillik, vekillik anlamı da var!

- Yani?..

- Yani… Tanık oluyorsunuz bir davada…

- Ne demek tanık olmak?

- Ben bu olaya, olguya veya kişiye tüm bilgilerimle, gözlemlerimle, idrakimle vakıfım. En az kendim kadar eminim durumdan demek!

- Güzelllll… Bakın neler dökülüyor gönlünüzden…


Şükür… Kaptan amca iyiymiş hani… Fırçası pek sürmedi…Okşamayı da ihmal etmiyor.

- Tasavvufi anlamda müşahede ehli kimler?

İşte bu soru beni aşar. Siz buyurun desem, kolaycılık diyebilir. Ne desem bilmem ki. İyisi mi işi espriye dökeyim. Televizyon yarışmalarında olduğu gibi ya harf satın alacağım ya ipucu isteyeceğim :

- Doğrusu kavramsal anlatımlar beni pek sarmaz. Nedense misal yollu anlatımları daha iyi kavrıyor beynim. Misalle biraz ipuçları verseniz.

Bütün babacanlığını kuşanarak beni mahcup etmeyecek, aksine okşayacak tarzda giriyor :

- Kur’an ve Hadislerde de misal yollu anlatım öndedir. Rabbani bir metot bu. İşin başında olanlar iyi kavrasın diye. Genellikle de ilkokul çocukları için öğretmenler çok kullanılır.

Ohhh.. İlkokula da başladık. Kaptan amca da az değil hani, okşarken tokat giydirdi.

- Biz sizin kadar tasavvuf bilmeyiz. Ben 50 yaşımdan sonra eğildim eserlere…

Şimdi de tevazu kuşandı. Bilmemiş hali buysa, bileni kim bilir nasıl?... Ama samimiyeti hoşuma gitti. Açık bir zat. Resmiyetten, kibirden uzak. Devam ediyor :

- Deniz misalimizden gidelim. Denizi müşahede eden kim?

- Şairler, yazarlar, bestekarlar olmadığı açık.

- Evet onlar değil.

- Gemicilik okuyanlar olabilir mi?

- Okuyan bilir. Ama yaşayan değildir okuyan.

Yavaşça yerinden doğruluyor. Tesisten çıkıp Arnavutköy’ün o akıntılı burnuna yürüyoruz.

- Denizi müşahede eden, sefere çıkan, denizin türlü türlü hallerini yaşayan, mevsim mevsim dalgaları yudumlayandır dostum!

- Evet!

- Fırtınalı gecede dümen kullanmamış, uzak limanlarda manevra yapmamış, dibe dalıp inci mercan almamış, köpek balığı ve balinalarla savaşmamış adam denizi müşahede etmiş midir?.. Günlerce, aylarca karaya ayak basma hasretini kalbinin kuytularında duymamış, çocukları gözlerinde buğulanmamış adam denizi müşahede etmiş midir?.. Yolcular tehlike anında filikalara koşarken gemisini terk etmeyen kaptanın ne tür bir müşahede içinde olduğunu sen buradan bilebilir misin?...



……

Kaptan amca çok derin konuşuyor. Hava açık. Deniz oldukça güzel. Erguvanlar karşı yamaçlardan gülümsüyor İstanbul sevdalılarına. Sahil, sağlıklı yaşam yürüyüşüne çıkanlar, balık tutanlar, seyyar tezgahlarında nafaka arayanlarla cıvıl cıvıl.

Kaptan amca, yükselen ikindi ezanı ile sözlerini noktalıyor. Koluna girip ağır adımlarla camiye yöneliyorum. Müşahede derin konu. Müşahede ehli olmak kiiiimmmm, biz kiiimmmm… Ezan biterken son bir ümitle soruyorum :

- Bizim gibi lakırdısını edenlerin, müşahede noktasında şansı yok mu?

- Olmaz mı? Var elbet. Rahmetinden ümit kesilmez ki…

- Şöyle deyiverseniz, kolay yolu nedir? Nasıl düşünsek nasıl baksak?

Şadırvana girerken üzerindeki yazlık montu alıyorum. Kollarını abdest için sıvadığında gözlüklerini elime veriyor:

- Kolay yol; bir işin önce sevdalısı, sonra delisi olmak! Emekli oldum ama deniz aşkım hala ilk sefere çıktığım an gibi taze içimde. Yöneldiğin, istediğin seyre önce sevdalanacak, sonra delicesine bağlanacaksın!..

- Başka?..

- Rasülümüz ‘ün boyutsal işlevlerine işaret eden ayeti iyi düşün!

- Hangi ayet?..

- İnna Ersalnake Şahiden Ve Mübeşşiran Ve Neziyran… ŞÜPHESİZ BİZ SENİ ŞAHİD (MÜŞAHEDE EDEN) MÜBEŞŞİR (MÜJDELEYEN) NEZİYR ( KORKUTUCU ) OLARAK İRSAL ETTİK..


Ayette risaletin seslendiği üç kulak var :

1- Müşahede Ehli nazarından risaleti algılamak. Bunlar cennet ümidi cehennem korkusu taşımayan ALLAH İÇİN KULLUK EDENLER…


2- Müjdeleme diye bakan, cennet arzusu ile ibadet edenler nazarından risalete bakış.
3- Nezir; korkutucu, azap kaygısı taşıyanlar nazarından anlayış var…
Şahiden; ayette öne alınmış… O halde müşahede; işin zirvesi!..
- Başarabilir miyim?

- Nasip, Allah’tan ümit kesilmez. Sevdalanacak yüreğin, delisi olacak, göze alacak kadar da bilincin varsa korkma; çık yola!..



Yüklə 0,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin