Sonuç
İnanç mevzularının sıkça tartışıldığı günümüzde, bu tartışılan mevzuların merkezini ulûhiyet meselesi teşkil eder. tşte biz, bu çalışmamızda, Kur'ân'ın bu mühim meseleyi nasıl ele alıp takdim ettiğini ortaya koymaya çalıştık.
Gördük ki bu mevzu, Kur'ân'da daha ziyade insana yönelik bir mevzudur. İnsan sebepler ve hikmetler âlemi olan bu dünyaya imtihan için gelmiştir. Mükellefiyetlerinin başında da Allah'a iman gelmektedir. Beşeriyet daha Adem (as)'la tevhid inancına sahip olmuşsa da, beşer tarihi içinde çoğu zaman şirke sapmaları görülmüştür. Kur'ân bu sapmaları umumiyetle şu mantığa irca ederek çözmüştür: Hiç bir şey Yaratıcı'sız olmaz dur, 35). Ortada ise kâinat denilen muhteşem bir eser var. Öyleyse bu muhteşem eseri bir vücuda getiren vardır. Bu Zat Allah'tır. Yarattığı yaratıklarının sahibi olan Rabb... Rabb'ın ise yaratıklarına bir takım talimatlarının bulunması tabidir (Amf, 54). Rabb'ı tanıyıp, O'nun emir ve nehiylerine razı olup, teslim olmak da O'nu ilâh, Tanrı edinmektir. Diğer bir ifadeyle ilâh olabilmek için Rabb olmak gerekir. Rabb olabilmek için ise, her şeyden önce Yaratıcı olmak gerekir (En'am, ıo2; Mümin, 62). Yaratan ise Bir'dir. İşte Kur'ân'ın bu parlak vahiy mantığı şirki temelinden yıkar.
Cenab-ı Hak kendisini, Kur'ân'da, fiilleri ve her biri de yüce sıfatına delâlet eden isimleriyle tanıtır. Etrafımızda gördüğümüz büyük küçük kâinat (mikro ve makro kozmos), hep Cenab-ı Hakk'ın fiil ve eserleridir. Alemde Allah ve fiillerinden başka bir şey yoktur dense, mübalağa sayılmaz. Bu itibarla Kur'ân'da, Zatını daha ziyade fiilleriyle izhar eder. Yaratma fiil, ulûhiyetin bütün varlıklarda tecelli eden icraatıdır. Kur'ân'da uluhiyeti en çok tanıtan bir fiildir. Bu cihetten Allah'ın bu icraatı çok çeşitli fiil ve isimlerle ifade olunmuştur. Yaratmada en önemli husus, yoktan yaratma yani, ilk defa yaratma olduğu hatırlanmalıdır. Ulûhiyetin en bariz vasfı olan yaratıcılık, Kur'ân'da bütün yönleriyle işlenir. Görülen görülmeyen bütün varlıklar yaratma alanı içerisine girer. Göklerden, dağlardan, denizlerden ta sineklere kadar yayılan geniş saha içindeki küçük büyük her şeyle Allah'ın yaratıcılığı arasında münasebet kurulur. Bundan dolayıdır ki ulûhiyetin yaratma vasfını ifade eden isimleri, yaratmanın her türlü safhalarını ifade edecek genişlikte ve çeşitlilikte yer tutar.
Allah'ın fiilleri ile ilgili Kur'ân ifadeleri içerisinde ağırlığı, insana yöneltilenlerin teşkil ettiği görülmüştür. İnsana verilen değer, şeref, en güzel nimetlerden istifade ettirilmesi, buna mukabil emanet ve hilafetle mükellef tutulması, semavî irşad vasıtasıyla yönlendirilmesi, kısaca vazifesini ifa etmeyi mümkün kılacak bütün vesilelerle donatılması ve nihayet dünya ve ahi-rette buna göre karşılık görmesi en geniş yeri tutar.
Cenâb-ı Hakk Kur'ân'da kendi Zatını, sıfatlarını ifade eden isimleriyle de tanıtır. Kur'ân-ı Kerîm'de 100 civarında geçen esmây-ı hüsna, her biri bir cihetten Cenab-ı Hakkı vasfederler. Bunların başında hepsinin mânâsını cami, ulûhiyetin özel ismi durumunda olan Allah ismi gelir. Bütün varlık, Allah'ın isimlerinin bir tecellisidir. İsimlerin çeşitli oluşları Allah'ın Zâtının vah-daniyyetine bir halel getirmez. Allah'ın kulları, her türlü dururrt-larında, Cenab-ı Hakk'a, kendi hallerine uygun bir ismiyle, yönelir* O'na yakanr ve O Yüce Zatla münasebeti temin ederler. Allah'ın bu güzel isimleri, aynı zamanda, kullar için birer ideal ahlâk örneğidirler. Yani mü'minler, güçleri dahilinde bu isim ve sıfatları canlandırarak, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmayı, kendilerine gaye bilirler. Biz bu çalışmamızda bu isim ve sıfatların birbirine yakın mânâda olanlarını bir araya getirmek suretiyle tasnif ettik. Gördük ki, Kur'ân, Allah'ı tanıtırken selb değil isbat cihetini fazlasıyla tercih etmiştir. Allah'ın ne olmadığından ziyade, ne olduğu, daha doğrusu mahluklarına nasıl muamele ettiği hususu daha galip olarak yer almıştır. Esmay-i hüsnâ, umumiyetle, fiillerinin sergilendiği âyetlerden çıkarıhrcasına, bir icmal yapar gibi, âyetlerin sonunda zikredilir.
Cenab-ı Hakk'ın bu fiil ve isimleri, beşerî idrakin anlayabileceği en makul ölçüde bir Ma'rifetullah gerçekleştirirler. Teâla Hazretlerinin kâinatı kaplayan fiilleri isimlerine, isimleri sıfatlarına, sıfatları da Yüce Zatına delâlet ederler. Cenab-ı Hakk'ın Zâtı, Kur'ân'da, nazarî -zihnî, belli- belirsiz bir mefhum olarak yer almaz. Kur'ân'da ulûhiyet her an bir işte olan (Rahman, 29), kâinatta, tarihte ve insan benliğindeki icraatlarıyla kendi Zatını izhar eden bir uluhiyettir. Ancak Allah'ın zatının mahiyetini bilmeye yol yoktur. Bu husus beşer takatinin haricindedir. Her şeye bir ölçü ve sınır koyan Allah, insanların bu hudutta durmalarını uygun bulmuştur.
Kur'ân'm uluhiyeti tanıtmada kullandığı deliller, akh, kalbi ve tarihi dolduracak vasıftadır. Yoktan hiç bir şey olamaz. Atomlardan galaksilere kadar bütün kâinat Allah'ın ihtira ve yaratmasıyla var olmuştur. Elbette bu kadar yaratık bir Yüce Yaratıcı'yı gösterir. Allah'tan başka Yaratıcı olmadığı için, O'ndan başka da ilâh yoktur. Çünkü sahte şirk tanrılan bir sineği bile yaratamazlar (Haca 73). Yaratmasının canlılara taalluk eden hayat verme delili, herkesi âciz bırakan bir mucize olarak ortada durmaktadır. Allah'ın kuru maddeden can yaratması O'ndan başkasına verilemeyecek bir hususiyettir. En küçük mikroptan en büyük fillere kadar canlılar, hep O'nu tanıtan ihya delilinin numuneleridir.
Göz görmek için kanatlar uçmak için, solungaçlar teneffüs için yaratılmıştır. Şu halde her şey bir bilgi, bir gaye ve hikmete yöneliktir. Bir şeyde bir kasıt bulunursa; elbette onda bir kastedenin bulunmasını düşünmek gerekir. Kâinatın gaye ve hikmetlerle dolu olması, gaye ve hikmetliiiğin Allah'ı tanıtıcı bir delil olduğunu gösterir.
Yine insan fıtraten, bedihi olarak hiç bir şeyin kendiliğinden olmayacağını biliyor ve hissediyor. İşte bu bedâhat delili Allah'ı bilmenin enfüsî bir delilidir. însan ruhen ve vicdanında Allah'ı hisseder. İnsan vicdanı Allah'ın varlığını fıtrî ve ruhî tecrübeleriyle bilir.
Allah'ın tarih boyunca beşeriyete peygamberler göndermesi ve bu mümtaz zatlann vazifelerinde muvaffakiyete ulaşmaları, elbette Allah'ın varlığının ve onları teyidinin bir delilidir.
İnsanlık, tarih boyunca dinsiz ve mabedsiz olmamıştır. Bu, bir cihanşümul şuur hâlinde, beşeriyetin ittifakıyla, bir delil mahiyeti iktisâb etmiştir. Kur'ân insanlara beşerî ölçülere göre ih-timalli tarafların her ikisini mukayese ettirerek, ihtiyatlı tarafı tercih etmelerini tavsiye eder. Bu hususta sualler irad ederek münkir ve müşrikleri ilzam eder. f
Kur'ân'ın ulûhiyeti tanıtma mevzuunda beşeriyete sunduğu bunca irşâdlar ve bizzat insana doğuştan bahşedilen akıl, duygular gibi fıtrî kabiliyetlerle, beşerden istenen en makul ölçüde bir marifetullah gerçekleştirilebilir. Çünkü Allah gaybdır, fakat delili bulunan bir gaybdır. Yokluk mânâsına gelen bir gaib değildir. O bilinmez meşhurdur. İnsan Allah'ı Kur'ânî ölçüler içerisinde tanıyınca O'na karşı takdir, tazim ve muhabbet hisleri uyanır. Çünkü tanımayan takdir edemez, tanımayan sevemez. Muhabbet ise en büyük teslimiyeti doğurur. Allah'a yapılacak kulluğun özünde, işte bu muhabbet ve yüksek takdir hissi bulunmalıdır. Bu feyizli neticeler ise marifetullah içerisinde gizlidir.
Allah'ın yaratılıştan verdiği güzel kabiliyetlere ve semavî ikazlara rağmen, taklid, cehalet, kibir, menfaat, korku, kınanma endişesi ve hevâya tâbi olma gibi sebeplerle bu mazhariyetten kendini mahrum edenler de vardı. Bunlar temiz fıtratlarını bozarak, çeşitli kalbî hastalıklarla, inkâr, şüphe ve şirki kendilerine ikinci bir tabiat haline getiren kimselerdir. Kur'ân mücmel, fakat hiç bir şeyi eksik bırakmayan harita gibidir. Her şey boyuna göre, ferden veya nev'an onda yerini almaktadır. Bu itibarla, Allah'ı marifete engel ve inkâra sebep olan hususlar da Kur'ân'da yer almıştır. Ancak beşeriyette fıtrat-ı asliyye ve onun gereği olan iman esasdır. İnsanlık içinde zilyedlik, iman tarafındadır. Mutlak inkarcılar insanlığın bu umumî ittifakından kendilerini dışarı atan, müstesna kabilinden marazî ruhlu kimselerdir. İnkârlarına delil aramaktadırlar. Ancak bu delili bulamamaktadırlar. Çünkü insan kâinatı ve hatta bizzat kendi varlığını inkâr etmeden Allah'ı inkâr edemez. Çünkü tecrübe, tarih, ilim ve duygular mevâcehesinde inkâra delil yoktur.
Kur'ân, felsefe ve mantık usulleriyle, belirli ve mahdud sayıda insanlara hitab etmemiştir. O bir hidâyet rehberi ve bir irşâd kitabı olduğu için, her seviyeden insanın anlayacağı şekilde hitab etmiştir. Ulûhiyeti tanıtırken de Kelâmın delil ve teselsülü kesmek için girdiği uzun yola girmez. Her varlıkta Allah'ı gösteren bir delil, bir âyet bulur. Akla, kalbe ve ruha birlikte hitab ederek, böylece herkeste müşterek fıtrî vicdana ulaşmasını bilir. İnsandaki akıl, duygular ve kalp, yani bütün latifeler ondan aynı zamanda, müştereken gıdalarını alırlar.
Kur'ân bir ilahiyat felsefesi değildir. Onun tanıttığı ulûhiyet, felsefelerde olduğu gibi, nazarî, fitrî, mücerred, kâinatı bir kere yaratıp kendi haline terk etmiş, kâinatla ilgilenmeyen, çok uzaklarda, belli belirsiz bir ulûhiyet mefhumu değil, yaratan ve yaratmakta olan, her an Hayy, Kayyum, mahlukatını görüp gözeten, onların rızıklarına, dualarına yetişen, fa'âl, her ân bir işte, bilgisi olmadan bir yaprağın bile düşemediği, kâinatta, tarihte ve bizzat insanın yaşayışındaki icraatlarıyla kendi Zatını izhâr eden bir uluhiyettir.
Kur'ân bu ulûhiyeti, mevzuunun şanına uygun ifade şekilleriyle takdim eder. Kur'ân'da beşerin yetişemeyeceği muhteşem bir üslûb ve büyük sözler vardır. Kur'ân'ı okuyan kimse, hiçbir beşerî hitapta karşılaşamayacağı büyük sözlerle karşılaşır. Kur'ân'da insana, kâinata sahib çıkan bir Zat hitab eder.
İlgili yerlerde de belirttiğimiz, gibi, Kur'ân insana hitab eden bir kitap olduğu için her türlü insan onun muhatabıdır ve her tip insan Kur'ân'da yer almaktadır. Çalışmamız esnasında, Kur'ân'da insan tipleri konusunun ayrı bir çalışma mevzuu olabileceği dikkatimizi çekti. Yeri gelmişken burada bu hususa da işaret etmek isteriz.
Bitirirken şunu da belirtmek isteriz ki, bugün, yeryüzü sakinleri içerisinde, ulûhiyeti şanına lâyık, ifrat ve tefritlerden uzak, beşerin kavrayabileceği en makul ölçüler içerisinde tanıyanlar, Kur'ân'ın tanıttığı ulûhiyet inancına sahip olan müslü-manlardır.
Rabbimizin, yüce hakikatler olan kelimeleri, anlatmakla bitmez (Kehf, 109). Bu nâçiz çalışmamızın günahlarımıza keffaret olmasını niyaz ederken, O'nun öğrettiğinden başka bir bilgimiz olmadığını itiraf eder (Bakara, 32), son olarak "Alemlerin Rabbine hamc/o/sun" (Yunus, ıoj deriz.1473
Dostları ilə paylaş: |