Osmanlı-Rus Savaşı1



Yüklə 8,72 Mb.
səhifə144/193
tarix27.12.2018
ölçüsü8,72 Mb.
#87611
1   ...   140   141   142   143   144   145   146   147   ...   193

XVIII. yüzyılda mütevelliler, taraftarlarından diledikleri kimselere “bilâ-fermân” kendi tezkereleri ile tayinler tertip etmişler, bunun sonucunda vakıfların masrafları artmış ve vakıflar harap olmuştur. III. Selim aldığı bir kararla, hatt-ı hümâyûn çıkarılmadıkça kimseye yeni vazife ve mütevelli tezkeresiyle görev verilmemesini emretmiş ve vakıfların böylece çöküşünü önlemek istemiştir.

Medresede ders veren müderris, bu okutulan dersleri tekrar ettiren muîd, medrese kitaplarından sorumlu hafız-ı kütüb, medrese görevlilerinin ve öğrencilerinin derslere zamanında gelip, gelmediklerini tespit eden noktacı, yine vakıflarda hizmet gören bevvâb yani mektep kapıcısı ile cami, mescit, imaret gibi kurumların temizliğini yapan ferraşların maaşları vakıf gelirlerinden sağlanmaktaydı.

C. Askerî Durum

Taşrada zabıtan denilen ve askerî kuvvetleri oluşturan yeniçeriler, yeniçeri serdarının, altı bölük halkı kethüdayerinin emrinde bulunurdu. Yeniçeri serdarlığı yerine, yeniçeri ağalığı tabirinin de kullanıldığı görülmektedir. Yeniçeri serdarı olmadığı zamanlar, bu görev yeniçeri serdar vekilleri tarafından yerine getirilirdi. Yeniçeri serdarları her üç ayda bir “zabt mektubunu” yenilemek veya “ibkâ” larını almak ve eski “caize”leri ocağa vermek zorundaydılar. Ancak, XVIII. yüzyılda rica ve iltimas ile yeniçeri serdarı olunduğu da görülmektedir. Yeniçeriler sefer sırasında ordugâhta bulunmaktaydılar. XVIII. yüzyılda yeniçerilerin önemli bir kısmı seferlerden kaçmakta, kasaba ve köylerde “seferliyiz” diye halkın mallarını zorla almakta, zulümler yapmaktaydılar.

Müslümanların yeniçeri olmaması hususu XVIII. yüzyılda yoktur. Yasalara uyulmamaktadır. Yeniçeriler evlenmekte, kışlada talim yapmamaktadır. Her geçen gün şehirlerde, sanatkârlık, küçük tüccarlık gibi mesleklere giren yeniçeriler yasaları göz ardı etmektedir. Bu arada yeniçeri olmadıkları halde “İstanbul’a gidip, biz yeniçeri olduk” şeklinde bazı kişilerin halkı rahatsız ettikleri de göze çarpmaktadır.

Altı bölük halkının (sipah, silahdar, sağ garipler, sol garipler, sağ ulufeciyan, sol ulufeciyan) başkanlığına kethüdayeri denen komutanlar atanırdı. Bunların tayininde altı bölük halkının imzası olduğu gibi, yalnız bir kısmının imzası da olabilmekteydi.

Kethüdayerleri, altı bölük halkının davalarının, anlaşmazlıklarının şer’ ile görülmesinde, kendilerine karşı gelenlerinin isim ve bölüklerinin yazılmasında, reayayı rencide edenlerinin cezalandırılmasında da rol oynamaktaydılar.

Eyalet askeri de denen timarlı sipahilerin başında alaybeyi bulunurdu. XVIII. yüzyılda, timarlara rağbet olmadığı açıkça görülmektedir. Timarların durumunu düzeltmek için alınan tedbirler bu dönemde işe yaramamakta, timarlı sipahilerden sefere gidenlerin sayısı da sürekli düşmekteydi. Bu dönemde alaybeyleri, beylerbeyleri tarafından sebepsiz yere azledildikleri, yetenekli olmayan kişilerin alaybeyi olmaya başladıkları da görülmektedir. 1743 Nisanı’nın başlarında Anadolu Valisi’ne yazılan fermanda, hakkı olmayanlara alaybeylik rütbesinin verilmemesi, alaybeylerinin özrü ya da zulmü olmayınca azledilmemesi, alaybeyi tayininde tayin olan kişilerden “arz akçesi” olarak fazla para alınmaması bildirilmişti. Daha sonraki tarihlerde de alaybeylik ve timarların düzeni için tedbirler alınmış, ama bunlar fazla bir işe yaramamıştır.
Kale dizdarlıkları da timarların dağıtımı gibi verilirdi. Kale dizdarı öldüğünde talipler arasında oğlu var ise o tercih edilirdi. Kalelerin yoklanması, kale neferlerinin toplarının, cebehanelerinin ve diğer malzemelerinin tamamlanmasında o kalenin dizdarı sorumlu idi.14 XVIII. yüzyılda devlete karşı gelen pek çok asinin kalelere gönderildiği ve orada hapsedildiği görülmektedir.

XVIII. yüzyılda gemiler için gerekli kereste ormanlık bölgelerden sağlanırdı. Başta Batı Karadeniz Bölgesi’nde Bolu olmak üzere, Karadeniz sahilindeki kazalar Tersane-i Amire’ye kereste temin ederlerdi. Ancak, bu dönemde deniz erlerinin yeteneksiz kişilerden tertip edildiği görülmektedir. Penah Efendi, 1759’da yazdığı risalesinde, derya erlerinin hizmette bulunmadıklarına, çiftçilerin kalyoncu diye yazılıp götürüldüklerine değinmektedir.15

Gemi yapımı eski devirlere göre daha az olmaktadır. Fırat Nehri’nde işleyecek gemiler için ağaçlar Maraş, Elbistan, Birecik, Kumkale dağlarından sağlanmaktaydı.

Valilerin savaş sonrası kapı halkı denen kuvvetlerinin önemli bir kısmını boş bırakmaları sonucunda leventler gittikleri yerlerde halka zulüm yapmaya başlamışlardı. XVII. yüzyıl sonlarında türedi eşkıyası diye adlandırılan ve ellerinde çok sayıda sarıca- sekban bulunduran eşkıya reislerine (Yeğen Osman Paşa, Cerid oğlu vb) sancakbeyliği verildiğini görmekteyiz. XVIII. yüzyılda leventlik sorunu devleti çok uğraştırmıştır. Başıboş leventlerin sayısının artması nedeni ile Anadolu’da asayiş iyice bozulmuştu. Başıboş leventlerden kurulu eşkıyaların yakalanması için bahar aylarında “ağaçlar yapraklanmadan” harekete geçilirdi.

D. Esnaflar

XVIII. yüzyıl belgelerindeki hitaplarda, şehrin ileri gelen, nüfûzlu, sözü geçen kişilerinin kastedildiği “ayânı vilâyet”, “vücûh” ya da “vücûh-u memleket” ten sonra iş erleri gelir. Burada iş erlerinden kastedilen esnaf zümresidir. Bazı belgelerde bu belirtilmiştir.

Osmanlılarda esnaf sistemindeki hiyerarşi esnaf şeyhi (kethüdası), yiğit başı, usta, usta başı (kalfa), usta çırağından ibaretti.

Yeni dükkan açımı için mutlaka esnaf kethüdasının ve yiğitbaşının onayı şarttı. Ancak, dükkan açma iznini devlet verirdi.

XVIII. yüzyılda esnaf kethüdalarının bütün iyi niyetine, esnafların kaliteli mal yapmak istemelerine karşın, yine de karaborsacılık alıp yürümüş, yabancılara bazı malların satımı yasak olduğu halde bu devam etmiş ve bunun sonunda yerli esnaf büyük sıkıntı içinde kalmıştı. Deri, güherçile, Ankara tiftiği gibi hammaddeler yabancılar tarafından yüksek fiyatla satın alındığından yerli esnaf hammadde bulamaz olmuş, bunun sonunda da fiyatlar yükselmişti.

Her esnaf eskiden olduğu gibi kendi başkanını (kethüdasını) kendi seçerdi. XVIII. yüzyılda dükkan açılması konusunda titiz davranıldığı, her isteyene dükkan açtırılmadığı, esnaf sayısının sınırlı tutulduğu gözlemlenmektedir. Bir esnaf kethüdası ya da şeyhi tayin olacağı zaman buna esnaf karar verirdi. Örneğin 26 Nisan 1762’de Ankara’ya ekmekçibaşı tayininde “Cümle ayân ve ahali ve etmekçiler (ekmekçiler) marifetleriyle es-seyyid Hızır oğlu es-seyyid Mehmed Çelebi ekmekçibaşı nasb ve tayin” olmuştu. 1753 senesinde Ankara’da 37 ekmekçi esnafı bulunmakta olup, bunlar görevlerini çeşitli mahallelerde yerine getirmekteydiler.16

Bu dönemde esnaf kethüdalarının tayininde de yolsuzluklar görülmektedir. Esnaf kethüdası tayinlerinde yolsuzluklar daha çok naiplerden haksız olarak alınan ilâmlardan kaynaklanmaktadır. Ama bu konularda hep esnafın şikâyeti dikkate alınır, kethüda ya da şeyhin bu şikâyete göre atanması gerçekleşirdi.

XVIII. yüzyılda esnaf kethüdaları, esnaflar arasında anlaşmazlıklar, yolsuzluklar olduğu gibi, esnaf zümresine mensup olmayan kişiler yol başlarını, köşeleri tutarak esnafa gerekli olan hammaddeleri ellerine geçirmekte, bu yüzden de hammadde sıkıntısı doğmaktaydı. Bozuk mal yapan ve yüksek fiyatla satış yapan esnafların cezalandırılmalarının, ekseriya sürgün edilmeleri şeklinde sonuçlandığı görülmektedir.17

E. Özel Çiftliklerin Teşekkülü

Bir çift hayvanla sürülebilecek toprak ünitesi, “çiftlik” olarak vasıflandırılmaktadır. Bir çiftlik, ölçü itibarıyla 100-150 dönüm tutmaktaydı. 1595-1610 yılları arasında reaya yerini yurdunu terk etmiş, yasak olmasına karşın özel çiftlikler ortaya çıkmıştı. I. Ahmet’in 1606’da yayınladığı hükümden çıkan sonuca göre, Aydın, Saruhan, Menteşe halkı topraklarını satıp, vilâyet ayânından aldıkları para ile borçlarını ödemişler ve vergi ödeyecek güçleri kalmamış, yerlerini terk etmişlerdi. Yine, I. Ahmed zamanında 1609’da çıkarılan hatt-ı hümâyûna göre, halkı firar eden köylerden bazı beyler, kadılar, müderrisler, müteferrikalar, çavuşlar ve bölük halkı, yeniçeri, kapıcı gibi kul taifeleri, timar sahipleri ve vilâyet halkının kudretli kişileri artık bu toprakların asıl sahipleri olarak görülmeye başlanmışlar ve buralarda müstakil çiftlikler kurmuşlardı. I. Ahmet’in çiftlikleri

yıkmak ve yerlerini terk eden reayanın geri döndürülmesi yolundaki çabaları pek işe yaramamıştır.

XVII. yüzyılda sayıları az olan bu çiftliklerin, XVIII. yüzyılda iyice yaygınlaştığı görülmektedir. Bu, XVIII. yüzyılın, klâsik döneme göre gittikçe bozulmaya yüz tuttuğunun bir göstergesidir. Bu çiftlikleri elde edenlerin çoğunluğunu taşrada servetleri ve kuvvetleri ile ün yapmış “ayân-ı vilâyet” zümresini oluşturan kişiler oluşturmaktadır.

XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, önce sahib-i arzın rızası ve daha sonra ona hiç danışılmadan toprak alım satımı hızlanmış ve kânûnnâmelere uyulmaz olunmuştur. Devletin aldığı bütün önlemlere karşın özel çiftliklerin kurulması sürmüştür. Reaya, kudretli kişilerin çiftliklerine sığınmayı adet haline getirmiştir. Malikâne mutasarrıflarının zorbaca hareketleri yüzünden halk yerini yurdunu terk etmiş, ayân ve mütegalibelerin çiftliklerine sığınmaya başlamıştır. Cizye vermek istemeyen reaya da, bağ, bahçe, çiftlik ve değirmenlerde çalışmaktadır. Bu arada özel çiftliklerin sayısı da süratle artmıştır. Örneğin, Sarı Kadı Oğlu Şakir Efendi’nin, Mimar-zâdelerin Ankara’da, Beypazarı eski voyvodası olan Ankara sakinlerinden Abdullah’ın, Kağırbeykarı köyündeki çiftliği gibi pek çok çiftlik ortaya çıkmıştır.18

1796 Mayısı başlarında Anadolu’nun orta koluna yollanan emr-i şeriften anlaşıldığına göre; eskiden köy olan yerlerin sonradan çiftlik olmasının, defter-i hakaniye ve yasalara aykırı olmasına karşın Edirne, Keşan civarı ile diğer yerlerde reaya tefecilere borçlanıp, arazilerini borçlandıkları kişilere belirli bir ücret karşılığında, hâkimden hüccet alıp, satmışlar ve bunun sonucunda çiftlikleri ortaya çıkmış, 1209 (1794-1795)’da bu tip işlemlerin önlenmesi için çıkarılan fermanlar bir işe yaramamıştır.19

Güneydoğu Anadolu’da Yavuz Sultan Selim zamanında yurtluk-ocaklık tarzında, sahiplerinde kalmak şartıyla verilen topraklar da zaten XVIII. yüzyılda müstakil olarak yönetilmekteydiler. Buralarda toprak ağalığının daha sonraki tarihlerde mevcut olması bundan kaynaklanmaktadır.

F. Göçler

Osmanlı İmparatorluğu’nda Celâlî İsyanları, büyük kaçgunluk zamanlarında olagelen göçler, XVIII. yüzyılda büyük boyutlara ulaşmıştır. Taşradan olan göçlerin büyük kısmı İstanbul’a olmaktadır. Vergi vermekten ve reayalıktan kurtulmak isteyen halk tarım ve ziraatı bırakarak, yerini, yurdunu terk etmektedir. XVIII. yüzyılda bu göçlere “ev göçü” denilmektedir. İstanbul dışında, Bursa ve Edirne’ye de büyük bir göç vardır.

İstanbul’a gruplar halinde gelenler mahalle, çarşı, pazar aralarında ve diğer yerlerde bekar odaları, tahta evleri, kiracı odaları ve değişik yerleri seçmiş ve buralarda boşuna zaman öldürmüş yiyecek ve içecek sıkıntısına, yangınlara neden olmuşlar, bac ve gümrük alınan malları İstanbul’da işlemeye başlayıp, bunları işlemeleri karşılığı verecekleri vergiden muaf olmayı başarmışlardır.

XVIII. yüzyıl boyunca İstanbul’a ve diğer yerlere olan “ev göçlerinin” önünü almak amacı ile sayısız ferman çıkarılmış ama bunlar işe yaramamıştır.

Kıbrıs’tan Anadolu’ya, özellikle Karaman’a da epey göç olmuştur. Haymanateyn (Büyük ve Küçük Haymana)’den olan göçlerin sayısı da pek fazladır. 16 Nisan 1795’te, Haymana’dan Ankara ve Günyüzü’ne olan göçler nedeni ile, Haymana’daki köy sayısı on beşe inmiştir.20

İstanbul’a gelmelerini önlemek için, İstanbul’a yalnızca işi olanların gelmesi (dava görmek, koyun getirmek vb) yolunda alınan kararlar ve İstanbul’a gelmek için “men-i mürûr” tezkeresi alınması yolunda pek çok ferman çıkarılmış ama, bundan bir sonuç alınamamıştı. XVIII. yüzyılda, özellikle İstanbul’a göçün önlenememesi ve “men-i mürûr” tezkeresi almadan İstanbul’a gelinmemesi için sayısız ferman çıkarılmıştı. XIX. yüzyılda da bu konuda pek çok ferman çıkarılmıştır.21

G. Cemaatler

Osmanlı İmparatorluğu’nda toplum, cemaatler ya da taife şeklinde yönetilmekte idi. Müslümanların dışındaki cemaatler din ve mezhep seçiminde özgür idiler. Ayrıca, medenî işlemlerini (nikah, boşanma vb) din liderleri vasıtasıyla yapıyorlardı. Eğitimlerini de kendi okullarında yapabiliyorlardı.

Gayrimüslimlerin ayrı mahalleleri olduğu gibi, Müslüman mahallelerinde Müslümanlar ile birlikte oturdukları da görülmektedir.

Konya’da Ermeni ve Rumların yanı sıra çingeneler de mevcuttu. XVII. yüzyılın ikinci yarısında Konya’da 235 gayrimüslim vergi yükümlüsü vardı. Bunların 165’i iç kaledeki Ayn Zimmi Mahallesi’nde, 67’si ise yirmi üç mahallede Müslümanlarla karışık oturmaktaydı. XVIII. yüzyılda bu sayının arttığı anlaşılmaktadır.22

Ankara’da da Ermeniler ve Rumların sayısı bir hayli fazladır. 1785-1840 arasında Ankara’da 27 gayrimüslim mahallesi mevcuttu. Bu 27 mahallede oturan zimmiler Hıristiyanlık (Gregoryan, Katolik, Protestan mezhepleri) ya da Musevilik olmak üzere iki semavi dine inanmaktaydılar. Bunlar köken bakımından Ermeni ve Rum milletlerine tâbi idiler. Gayrimüslimler, ayrıca 23 mahallede karışık, yani Müslümanlarla birlikte otur-

makta idiler. Bu karışık mahallelerde Müslüman Türkler ile Ermenilerin, Rumları, Yahudilerin bir arada yaşadıkları da görülmektedir.23

Van’da Ermeniler daha çok Tebriz Kapısı civarında oturmaktaydı. Ermeniler, XVI. ve XVII. yüzyıllarda Tebriz Kapısı ve Ortakapı mahalleleri ve civarında yaşamaktaydılar. XIX. yüzyılda Tebriz Kapısı civarındaki Kızıl Cami, Ermeni Mahallesi içerisinde kalmıştır.24

Gaziantep’te XVIII. yüzyıl terekeleri incelendiğinde, çok fazla gayrimüslim terekesine bakılmadığından genel bir değerlendirilmeye gidilmese de, gayrimüslimlerin, Müslüman ailelerine oranla, daha az mala sahip oldukları görülmektedir.25

XVIII. yüzyılda, eskiden olduğu gibi gayrimüslimlerin kilise, manastır ve havra yapması yasaktı. Çünkü, nüfusun az olduğu yerlere bu tür dinî binaların yapılması istenmiyordu. Ancak, emr-i alişân ile kiliselerde büyütmeler, ekler, tamiratlar yapılabiliyordu. Bu tip istekler eskiden olduğu gibi sancak valileri ya da vekilleri mütesellimler, kadı, ayân, iş erleri tarafından araştırılır, daha sonra İstanbul’a gerekli bilgi verilirdi. Kiliselerin harap olması halinde, Hıristiyan cemaati, durumu devlete arz eder ve İstanbul da uygun görürse, konu ile ilgili izini kapsayan fetva çıkarılırdı. Örneğin, Ankara’daki Rum Kilisesi’nin onarılması için başvuru olmuş, incelenmiş, durum Şeyhülislam Dürri-zâde Mehmet Arif’e arz edilmiş, genişletilmemesi kaydı ile kilisenin onarımına 1793’te olumlu cevap verilmiş, ayrıca Ankara Kadısı ve Mütesellimine kilisenin onarılması sırasında halktan para alınmaması tenbih olunmuştu.26

Bursa’da da Müslümanların yanı sıra Rumlar ve Ermeniler birlikte yaşamaktaydılar. Rumlar daha çok, Bursa’nın dışındaki Mudanya ve Gemlik’te bulunuyorlardı. Rumlar Apolyont, Zeytinbağı, Kurşunlu gibi köylerde oturmakta iseler de, Müslümanların oturdukları köylerde, onlarla beraber de yaşamaktaydılar. Ermeniler, yalnızca Bursa’nın içinde değil, köylerde de yaşamaktaydılar. Yahudiler daha çok kendi mahallelerinde oturmaktaydılar. Bursa’da 1487’de hiç Yahudi yok iken, bunların avarızhaneleri 1521’de 117’ye, 1573’te 308’e yükselmiştir. İbadetlerini rahatça yapan, kültürlerini koruyan Yahudiler, kendilerine sağlanan olanaklar ve hoşgörü nedeni ile Osmanlı Devleti’ne güven duymuş, kendi arzuları ile davalarını Osmanlı mahkemelerine getirmişlerdir.

İhtida olaylarına (Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiş) baktığımızda, Bursa’da Müslümanlığı tercih edenlerin sayısı 1740-1749’da 21 iken, 1750-1799 arasında 31’e, 1800-1849’da 176’ya yükselmiştir.27 İhtida olayları yüzdeye vurulduğunda, Rumlar %46, Ermeniler %33, Yahudiler %14 ile bunları izlemektedir.28 Müslüman olan gayrimüslimler Mehmet, İlyas, Fatma, Hatice gibi adlar almaktadır.

XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Cuınet’e göre Milas nüfusunun %19’unu gayrimüslimler oluşturmaktadır. 1830-1831 nüfus sayımında Milas Kazası’nın nüfusu 11.000 olup, bunun 2294’ü Rum, 52’si Ermeni, 36’sı Yahudi’dir.29

Gayrimüslimlerden Rumların daha çok deniz kenarındaki kazalarda, İzmir, Karadeniz sahilinde Samsun, Çarşamba, Trabzon gibi yerleri tercih ettikleri gözlemlenmektedir.

Gayrimüslimlerin, daha kolay ve çabuk olduğu için davalarını şer’i mahkemelerde görmeye özen gösterdikleri de görülmektedir.

H. Fiyatlar

Taşrada narhın tespitinde kadının önemi büyüktür. Narh tespitinde huzur-u şer’de kazanın ileri gelenleri de bulunurdu. Narh tespitinde kadı, halk ile esnaf arasında, iki tarafın da zarar görmemesi için çalışmaktadır. Kadı, daha sonra narhları sicil defterine işletirdi.

Fiyatlar, yaz-kış aylarında, sefer sırasında, Ramazan aylarında farklılıklar gösterirdi. Malın kalitesine göre, müsaadeli fiyat da tespit olunmaktaydı.

XVIII. yüzyılda fiyatlara baktığımızda önemli bir artışın olmadığı da görülmektedir. Ekmek ve un mamullerinde fiyatlar genellikle sabit kalmış, ancak, dirhemlerde azalmalar görülmüştür. Örneğin, Kastamonu’da nân-ı somun 1753 ve 1754 Ocağı başında 110 dirhem, 1755 Mayısı’nda 105, 1756 Ocağında 100 dirhem bir para olarak saptanmıştır.30 Ankara’da 1704’te, 1747’de 116 gram 1 akçe, 1785’te bir kıyye (1282 gram has ekmek) 7.5 akçe, 1776 Eylülü’nde 4 akçe, müsaadeli 4.5 akçe, Aralık’ta 6 akçe olmuştur. Balıkesir’de 1717’de 160 dirhem bir akçe iken, 1730’da 100 dirhem bir akçe (bir ara 130 dirhem 1.5 akçe), 1756’da 66 dirhem bir akçe, 1780’de 85 dirhem nân-ı aziz 3 akçe, 1786 Şubatı’nda 160 dirhem 3 akçedir.31 Trabzon’da has ekmek 1771’de 3.6 para, 1785’te 3 para, 1791’de 5 paradır. Normal ekmek 1771’de 2.6, 1773’te 4, 1776’da 2, 1783’te 2, 1785’te 2, 1791’de 3.3 paradır. Koyun eti 1771’de 5, 1773’de 6, 1776’da 6, 1791’de 7 paradır. Pirinç 1771’de 9, 1773’te 10, 1776’da 9, 1785’te 8, 1791’de 10 paradır. Gıda maddelerinde yarım yüzyıllık süreç içerisinde artış ancak %20 ile %30 arasında gerçekleşmiştir.32

Ekmek fiyatları çeşitli şehirlerde farklılık göstermektedir. Örneğin 1792’de Ankara’da ekmeğin kıyyesi 6 para iken, Konya’da 8.5, Kayseri ve Sivas’ta 8 paradır. Orta Anadolu’da ekmeğin en ucuz olduğu şehir Ankara’dır. Konya Ankara’ya göre %41.6, Sivas ve Kayseri’ye göre, %33 daha pahalıdır. Sivas ise, et bakımından daha ucuzdur. 1788’de Ankara’da koyun eti 33, Sivas’ta 18

paradır. Fiyatlar arasında dalgalanmalar olsa bile büyük artışlar yoktur. Bu bakımdan fiyatlar ile ilgili uzun listeler vermeye gerek görmedik. Hiç şüphesiz şehirlerin ulaşım sorunu, köylerden şehirlere nakliye (yol olmayış nedeni ile), maliyetler fiyatların artmasına ve azalmasına neden olmaktadır.

Sade yağ (tereyağı) fiyatları bazı mevsimlerde, özellikle yaz aylarında düşmektedir. Örneğin, 1704 Ocağı’nda Ankara’da 1 kıyye sade yağ 60 akçe iken, Mayıs’ta 53 akçe, 1714 Ekim’inde 36, 1747 Haziranı’nda 48, Ocak’ta 66 akçedir.

Görülüyor ki, genelde fiyatlarda istikrar vardır. Köylünün, çiftçinin malı pek para etmemektedir. Bu durumda üretici, buğday, deri, pirinç, yapağı vb. mallarını devlet düşük ücret verdiğinden yabancı tüccarlara satmayı yeğlemektedir. İstanbul, bu yüzden bazı malları temin etmekte güçlük çekmektedir.

Halkın yaşam standardı, devletin düşük ücret politikası yüzünden yükselememiştir. Bunun yanı sıra göç edenlerin vergilerinin geride kalanlara yüklenmesi, tevzi’ defterlerine yasa dışı fazla akçeler eklenmesi, eşkıyalık olayları, ehl-i şer’ ve ehl-i örfün zulümleri halkı canından bezdirmeye ve onların daha güvenilir yerler aramasına neden olmuştur.

I. Nüfus

Taşrada kazalarda mahalleler, XVIII. yüzyılda, daha önce de görüldüğü gibi ekseriya, ya bir caminin, bir mescidin, ya da bir esnaf topluluğunun, tanınmış bir kişinin adını almaktadır. Örneğin Trabzon’daki Mahalle-i Mescid-i Der Bâb-ı Bayar, Bezesistan, Tabakhane, Gülbahar Hatun, Hatuniye, İskender Paşa Câmi Mahallesi, Mahalle-i Câmi’-i Cedîd Mahallesi gibi. Bunun dışında zimmilerin mahallelerine kendi cemaatleri ile ilgili isimler de verilmektedir. Kayseri’de Alacamescid, Eslem Paşa, Fırıncı, Hacı Abdullah, Hamurcu, Kalender hane, Hürrem Çavuş, Hacı Arab, Hasan Faki, Kürtler, Gürcü vb. Mudurnu’da Câmi-i Cedîd, Akkadı, İmaret, Kazgan, Hızır Fakih, İmaret vb. Bolu’da Eskicami, Akmescid, Hocabeğ, Debbağlar, Aslıhatun, Yenicami vb.

XVIII. yüzyılda kazalarda önemli bir nüfus artışı olmamıştır. Zaman zaman da önemli düşüşler olmuştur. Başlangıçta otuz senede bir yapılan tahrirler de bırakıldığından, biz nüfus tespitini avarız hane miktarlarına göre tespit ettik. Çoğu kazada da avarız hanesinin ne kadar olduğu belirtilmediğinden bunu 5 olarak belirledik.33 En sağlıklı nüfus sayımı tespitinin bu şekilde olduğunu düşünmekteyiz. Nitekim bu hesaplarımız, 1831’deki nüfus sayımına çok yakındır. Diğer yapılan hesaplamaları tutmaktadır.

Bolu Sancağı kazalarının 1641’de 2424 avarız hanesi vardır. Buna göre Bolu merkez kaza dahil bütün kazalarının toplam nüfusu 145.750’dir.

Bolu Sancağı kazalarının nüzul hanelerinde büyük düşüş görülmektedir. 1673’te 6342.5 iken, 1678’de 3795.5, 1718’de 2377.5 ve iki sülüstür. Bolu merkez kazanın nüzul hanesi 374’tür. Dodurga 22.5, Pavli 66, Mudurnu 256 ve 3 rub’, Üskübü 15.5, Konrapa 30 ve 1.5 rub’, Akçaşehir 67 ve bir rub’, Benderekli 13.5, Samoka 116, Kıbrıscık 56 ve bir rub’ nüzül hanesine sahiptir. Buna göre, nefs-i Bolu’nun nüfusu 1718’de 18.700. Oysa, 1673’teki nüfusu 42.950 idi.34 Görüldüğü üzere önemli bir düşüş vardır.

Kayseri’nin nüfusu XVIII. yüzyılda 20.000 ile 21.000 arasında değişir. 1723’te 345.5, 1730’da 350, 1745’te 336, 1756’da 331.5 ve üç rub, bir sülüstür. Buna göre, Kayseri’nin nüfusu 1723’te 21.593, 1730’da 21.875, 1745’te 21.000, 1756’da 20.718’dir.35

Kastamonu’da 1756’da 262 ve bir rub’ avarız hanesi olup, nüfus 15.365’tir. Bu 1831’de 14.661 olarak görülür. 1756’da Kastamonu Sancağı (merkez kaza ve diğer kazalarıyla)nın nüfusu 127.313, 1831’de ise 126.497’dir.36 Görüldüğü üzere Kastamonu’da bir asra yakın sürede çok az bir nüfus kaybı vardır.

Ankara’da avarız hanesi sayısında 1785 ile 1809 tarihleri arasında çok az değişiklik olmuştur. 1785’te 267 olan avarız hanesi 1790’da 264, 1817’de ise 212’dir. Avarız hane sayısına düşen miktar bu tarihlerde 9’dur. Buna göre, Ankara’da nüfus 1785’te 21.150, 1790’da 21.200’dir.37

Bolu Kazasında 1707’de 14 mahalle ve 70.5 menzil hanesi mevcuttur.38 Bolu Kazası, 1704’te 393 ve bir rub’, 1708’de 376.5 ve bir rub’, 1718’de 374 avarız hanesi vardır. Buna göre, Bolu Kazası’nın nüfusu, 1704’te 24.540, 1707’de 24.405, 1708’de 23.531, 1718’de 23.375’dir.39 Bolu Sancağı’nda (bütün kazalar dahil) 1704’te 2456.5, 1705’te 2440.5, 1708’de 2410.5, 1718’de 2377.5 ve iki sülüs avarız hanesi vardır.40 Buna göre Bolu Sancağı’nın 1707’deki nüfusu 152.781, 1718’de 148.594’tür. Görüldüğü üzere, az da olsa Bolu Sancağı’nda ve merkez kazada nüfus azalması vardır.

Konya’da da önemli nüfus değişiklikleri görülür. 1584’te Konya’nın nüfusu 18.430’dur. XVII. yüzyılın ikinci yarısında gerçek avarız hanesi 10 olarak gösterilen Konya 236.5 avarız hanesi olup nüfusu 29.562’dir. XVIII. yüzyılın ilk yarısında ise avarız hanesi 182’ye düşer ve

nüfus da 22.700’e iner. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Konya Kazası’nın avarız hanesi 321.5 ve bir rub’tur. Bunun 215’i Konya’nın merkezine aittir. Konya’nın nüfusu 25.875’dir. XIX. yüzyıl başlarında ise nüfus 23.620 civarındadır. Bu rakam, XVIII. yüzyılın ilk yarısına kıyaslandığında nüfus artışının %6 olduğu ortaya çıkar.41 Konya’da bu dönemde gayrimüslimlerin nüfusu tam belli değildir. Ancak, 250 hanenin üstünde bir nüfusa sahip oldukları öne sürülmektedir.42

Saruhan Sancağı’nın (bütün kazalar) 1702’de 2737 olan avarız hanesi 1768’de 2722’ye, 1821’de 1899’a düşmüştür. Manisa Kazası 1702’de 11025.5 ve 1.5 rub’ iken, 1821’de 906.5 avarız hanesine inmiştir. Güzelhisar 1702’de 114.5 iken, 1821’de 114 olmuştur. Gördes 1702’de 243 ve iki sülüs, 1821’de 1435’a, Marmara aynı tarihlerde 33.5’dan 23.5’a, Belen 1686’da 118.5’dan 1820’de 43.5, Emlak 153.5’dan 41’e, Yurtdağı 132.5’dan 61’e düşmüştür. Bunun yanı sıra Manisa’daki Adala ve Ilıca kazalarında yükseliş vardır. Adala 1702’de 65 iken 1821’de 120’ye, Ilıca 1686’da 73 iken 1821’de 205’e yükselmiştir.43 Ancak, Saruhan Sancağı’nın pek çok kazasında nüfus eksilmesi açıkça görülmektedir.


Yüklə 8,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   140   141   142   143   144   145   146   147   ...   193




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin