Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə151/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   147   148   149   150   151   152   153   154   ...   181

ŞEFAŞİF Çok susamak.

ŞEFE f. Dudak. * Kenar.

ŞEFEKA Esirgemek, korumak.

ŞEFETAN İki dudak.

ŞEFETEYN İki dudak.

ŞEFEVAT (şefe. C.) Dudaklar. * Kenarlar.

ŞEFEVÎ (Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı.

ŞEFFAF Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.

ŞEFİ' Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden.

ŞEFİ'-ÜL MÜZNİBÎN Günahkârların şefaatçısı Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)

ŞEFİ'-ÜL ÜMEM Ümmetlerin şefaatçısı Hz. Muhammed (A.S.M.)

ŞEFİK(A) Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli.

ŞEFİKANE f. Merhametlice, acıyarak. Acımak suretiyle. şefkat ederek.

ŞEFKAT Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.(Şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münâsebetiyle bütün yavrulara, hattâ ziruhlara şefkatini ihâta eder ve Rahim isminin ihâtasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey'i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i'lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: "Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor. " Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i âzamın bir sahife-i nuranisi olan Güneş'i böyle utandırıyorsun?Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; sâfi ve ivazsızdır... Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir. M.)

ŞEFELLEC Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam. * Ferci vasi avret.

ŞEFF Yünden yapılan çok ince elbise.

ŞEFİF Soğuktan incinmek. * Soğuk.

ŞEFN Akıllı ve zeyrek kişi.

ŞEFNİN Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş.

ŞEFŞAF Soğuk yumuşak rüzgâr.

ŞEFŞEF Yaramaz huylu. * Titremek.

ŞEFŞEFE Zayıflatmak. * Hareket ettirmek, depretmek. * Karışmak.

ŞEFT-ALÛ f. Yarık erik. Şeftali.

ŞEGAB Fitne uyandıran.

ŞEGAB Çanak kırığını tamir eden. * Çanak yapan.

ŞEGAF Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri. * Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık. * Bir nesneyi çevirip kaplamak.

ŞEGAF Delicesine sevme.

ŞEGAFDÂR f. Delirtici.

ŞEGAL f. Çakal.

ŞEGİRE Çuvaldız.

ŞEHA f. Ey pâdişah! Ey şâh.

ŞEHAB (Bak: şihab)

ŞEHAB Su ile karışmış süt.

ŞEHACİR Rahm.

ŞEHADET (Bak: şahadet)

ŞEHADETNÂME (Bak: şahadetname)

ŞEHAMET Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık. * Tez anlayışlı olmak.

ŞEHAMETLÛ Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi.

ŞEHAMET Yağlılık, semizlik, besililik.

ŞEHAV Açmak, feth.

ŞEHAZAN Karnı aç olan kimse.

ŞEHBA' Kır renkte olan şey. * Kır katır, kır at. * Tam teçhizatlı asker birliği. * Pek kıtlık olan sene.

ŞEHBAL (Bak: şahbal)

ŞEHBAZ (Bak: şahbaz)

ŞEHBENDER Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi.

ŞEHBEYT (Bak: şahbeyt)

ŞEHD Bal. Gömeç balı, asel.

ŞEHD-İ ŞEHADET İmanın, şehadetin verdiği saadet, tatlılık ve huzur. Şehadet balı.

ŞEHD-AB (şehd-âbe) f. Bal şerbeti.

ŞEHD-AMİZ f. Bal gibi tatlı. Balla karışık.

ŞEHDANEC İncinin irisi ve iyisi. * Kendir otunun tohumu.

ŞEHDERE Üç ile altı yaş arasında hareket eden oğlan veya kız. * İsrafçı, müsrif. * Karnı büyük kimse.

ŞEHD-KÂM f. Tadı damağında kalmış.

ŞEHEVAT (şehvet. C.) şehvetler, nefsanî istekler, arzular.

ŞEHEVÎ Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.

ŞEHİC Katır sesi. * Kuzgun avazı.

ŞEHİD Şâhid olan. * Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları için yahut kıyamette ümem-i sâlife hakkında istişhad olunan zevattan olduğu için yahut vefat etmeyip huzur-u İlâhîde hazır ve zinde olduğu için yahut âlem-i mülk ve melekûtu müşahede eylediği için "Şehid" denmiştir.) * Şâhidin mübalâğası. * Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. * İlminden asla birşey kaybolmayan, bütün şeyler ilminde hazır olan Allah (C.C.). (Bak: Meratib-i hayat)

ŞEHİK Hıçkırıkla içini çekme. * Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. * Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması.

ŞEHİM(E) (Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit.

ŞEHİR Meşhur. Şeref ve şan sahibi. * Alemlerce meşhur, Resul-ü Ekremin (A.S.M.) bir ismi.

ŞEHİY (E) (Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran.

ŞEHKA Hıçkırık. Keskin çığlık.

ŞEHL Gözün siyahının maviye yakın olması. * Koyun gözü.

ŞEHLA Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı. * Mc: Çok güzel.

ŞEHLEB Uzun boylu.

ŞEHLEVEND f. Boylu boslu, güzel genç.

ŞEHM Korku.

ŞEHNAME f. İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. * Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser.

ŞEHNAZ f. Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. * Meşhur bir dünya güzelinin ismi. * Çok güzel olan.

ŞEHNİŞİN f. Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon.

ŞEHNİZ Çörek otu.

ŞEHPER f. Kuş kanadının en uzun tüyü.

ŞEHR Ay. 30 günlük zaman. * Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek.

ŞEHR-İ ÂYİN (Şehrâyin) f. Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma. (İslâmda ilk şehr-i âyin Hz. Peygamber Efendimiz hicret sureti ile Medine'ye vâsıl olunca yapıldı.)

ŞEHR-İ RAMAZAN Ramazan ayı. Oruç ayı.

ŞEHR-İ SAVM Oruç ayı olan mübarek Ramazan.

ŞEHR-İ SIYAM Oruç ayı, Ramazan.

ŞEHR-ÜL HARAM Haram ayları. (Bak: Eşhür-ül hurum)

ŞEHR-AŞUB Şehri karıştıran, kargaşalık yapan.

ŞEHREKA (C.: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık.

ŞEHRİ f. Şehirli. * İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. * Mc: Kibar, ince.

ŞEHRİSTAN f. Büyük şehir.

ŞEHRİYAR f. Hükümdar, padişah. * En iktidarlı.

ŞEHRİYYE Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar.

ŞEHRUD f. Büyük ırmak. Nehir.

ŞEHŞEH Karışmak.

ŞEHVANÎ şehvetle ilgili, şehvete ait. * şehvete çok düşkün olan kimse.

ŞEHVET Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin."

ŞEHVET-ENGİZ f. Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden.

ŞEHVET-PEREST f. Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan.

ŞEHZADE (Bak: şahzade)

ŞEHZARE Fâhiş nesne.

ŞEÎLE (C.: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil.

ŞEKA' Rezalet, rezillik, alçaklık. * Bedbahtlık, kutsuzluk.

ŞEKA' Maraz, hastalık. * Hiddet, kızgınlık, gadap. * İncelemek.

ŞEKA' şikâyet.

ŞEKAB Çukur yer.

ŞEKAH Yakınlık.

ŞEKAHTEB İki boynuzlu koç.

ŞEKAKIL Bir Hind ağacının dalları.

ŞEKAVET Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.

ŞEKAYA şikâyetler. Memnuniyetsizlikler.

ŞEKAZ Gitmek. * Uzaklık. * Bir adamın gözünün çok değer olması.

ŞEKD (ŞÜKD) Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek.

ŞEKER f. şeker.

ŞEKER(E) Davarın sütü çok olmak. * Dolmak.

ŞEKER-AB f. İki dost arasındaki kırgınlık, aradaki soğukluk.

ŞEKERGÜFTAR f. Sözü şeker gibi tatlı.

ŞEKERGÜZAR (Şeker-güzâr) f. İyilik bilen, teşekkür eden.

ŞEKERHAB f. Otururken gelen tatlı uyku.

ŞEKERİSTAN f. Şeker kamışı tarlası.

ŞEKERPARE f. Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. * Bir nakış çeşiti. * Bir cins tatlı.

ŞEKERRİZ f. Pek tatlı, şeker saçan. * Sevinçten dolayı gelen gözyaşı.şEKEVAT : (şekve. C.) şikâyetler.

ŞEKİB Sabır, tahammül.

ŞEKİBA f. Sabırlı, tahammüllü, mütehammil.

ŞEKİL (Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. * Şebih ve misil. * Hey'et. * Suret. Surette benzerlik. * Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey. * Muhtelif, müşkil işlerin her biri. * Birşeyin gerek hissedilen ve gerek mevhum sureti. * Geo: Bir veya daha fazla hudut vasıtasiyle mahdut ve mahsur olan şey. * Edb: Aruz ıstılahında mısraların sayısına ve kafiyelerin sırasına göre ortaya çıkan şekil. * Gr: Yazıya nokta, hareke ve i'rab koymak.

ŞEKİM(ET) (C.: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat. * Dizgin, gem. * Kazan ve çömlek kulpu.

ŞEKİR Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar. * Fercte olan kıllar.

ŞEKİRE Sütü çok olan davar.

ŞEKK (C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak.

ŞEKK-İ KÜFRÎ Küfürdeki şüphe. Kâfire ait şek.

ŞEKKERÎN f. Şekerli, tatlı.

ŞEKL (Bak: şekil)

ŞEKLA' Beyaz dişi koyun. * Hâcet, ihtiyaç.

ŞEKLEN Şekilce. Şekil bakımından.

ŞEKLÎ Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair.

ŞEKM Sertlik. * Güç. Kuvvet.

ŞEKS Ahlâksız, yaramaz kimse.

ŞEKT Bedel etmek, karşılık vermek.

ŞEKUB Ruşen olmak, parlamak.

ŞEKUFE (Bak: şükufe)

ŞEKUR Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.). (Bak: şükr)

ŞEKVA Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek. * Su kabının ağzını açmak.

ŞEKVE Şikâyet etmek. * Siyahça oğlak derisi.

ŞELA'LA' Uzun boylu kişi.

ŞELALAT (Şelâle. C.) Büyük çağlayanlar, şelâleler.

ŞELALE Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması.

ŞELCEM (C.: şelâcim) şalgam.

ŞELEL Bir eli tutmaz olmak. * Bir nesneyi seyrek dikmek. * Ovmakla gitmeyen leke.

ŞELİL (C.: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas. * Çok sulu dere ortası. * Kısa gömlek.

ŞELİM Şam yakınında bir beyt-i mukaddes.

ŞELL Seyrek seyrek dikmek. * Çolak. * Çolaklık. Kolun eğri oluşu.

ŞELŞELE Dökmek. * Su damlatmak.

ŞELVAR f. şalvar.

ŞEM' Mum, ışık.

ŞEM'-İ ASEL Bal mumu.

ŞEM'-İ İLÂHÎ İlâhî ışık, İlâhî nur. Kur'an hakikatları.

ŞEM'A Işık, çıra. Nur. * Muma batmış fitil.

ŞEMA' (C.: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum. * Oyun. * Mizaç, huy.

ŞEMA' Yüce, yüksek, ulu âli.

ŞEMAHTER Kötü, menhus.

ŞEMAİL (Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar.

ŞEMAİM (Şemime. C.) Güzel kokular.

ŞEMAK Neşat, sevinç. Ferah.

ŞEMAKMAK Uzun, tavil. * şâd ve neşeli kimse.

ŞEMAL (C.: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. * Ahlâk. * Kılıç.

ŞEMA'MA' Küçük başlı. * Aceleci kişi.

ŞEMARİH (Şimrâh. C.) Dağ tepeleri. * Hurma veya üzüm salkımları.

ŞEMATE Destenik çiçeği. * Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek.

ŞEMATET Kuru gürültü. şamata.

ŞEMATETKÂRANE f. Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak.

ŞEMAYİL Ahlâk.

ŞEMC Şey mânasına gelen bir isim. * Bir nesneyi seyrek dikmek.

ŞEM'DAN f. şamdan.

ŞEMEL Perâkendelik, dağınıklık. * Toplanmak, cem'olmak. * Az nesne.

ŞEMERDEL Uzun boyunlu, seri davar.

ŞEMET Saçın akı karasına karışmak.

ŞEMH Uzak niyet ve kasıt. * Tekebbür etmek, kibirlenmek.

ŞEMHAR Büyümek. Uzamak.

ŞEMİLLE (ŞEMLÂL-ŞEMLİL) Yeyni, hafif.

ŞEMİM Koku. Hoş koku.

ŞEMİM-İ CİBAL Dağların güzel kokusu.

ŞEMİME (C.: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha.

ŞEMİRE Hızlı yürüyen deve.

ŞEMİRR Katı, şiddetli, şedid.

ŞEMİT Karışık.

ŞEMİZER Hızlı yürüyen deve.

ŞEML Az şey. Perâkendelik. * Örtmek, bürünmek, toplanmak. * Topluluk, cemaat, insan yığını.

ŞEMLAK Yaşlı, pir, ihtiyar.

ŞEMLE (C.: şümül) Kilim. * Az miktar su.

ŞEMM Koku hissetmek, koklamak.

ŞEMMAM Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun.

ŞEMME Bir defa koklamak. * En küçük mikdar.

ŞEMMUS Yavuz tosun at.

ŞEMR Yürürken sallanmak.

ŞEMS Güneş, âfitab.

ŞEMS-İ EZELÎ Vâcib-ül-vücud ve ebediyyen var olan, her şeyi nurlandıran Allah (C.C.) hakkında teşbihen söylenen bir tabirdir.

ŞEMS-İ HİDAYET Hidayet güneşi. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi.

ŞEMS-ÜŞ ŞÜMUS Güneşlerin güneşi. En büyük güneş. Çok seyyarelerin, etrafında döndüğü en büyük bir yıldız.(...Hem şemse, kendi mihveri üstünde câzibe denilen mânevi ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadir-i Zülcelâl'in emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevi iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyaratı ile sâniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsüş-Şümus cânibine sevketmek, elbette ezel ve ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâl'in kudretiyle ve emriyledir. S.)

ŞEMS-ABAD f. Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer.

ŞEMSEDDİN (Şems-üd din) Dinin güneşi. * Erkek adıdır.

ŞEMSÎ Güneşe ait. Güneşle alâkalı.

ŞEMS-PARE f. Güneş parçası. * Mc: Çok parlak.

ŞEMŞELİK Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın. * Seri yürüyüşlü kadın.

ŞEMŞEM Ağaç üstünde kalan azıcık hurma.

ŞEMŞİR f. Kılıç.

ŞEMŞİR-İ ZULM Zulüm kılıcı.

ŞEMŞİR-BAZ f. İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. * Kılıçla ustalık gösteren.

ŞEMŞİR-BEDEST f. Elinde kılıç tutan.

ŞEMŞİR-GER (C.: Şemşirgerân) f. Kılıççı.

ŞEMŞİR-ZEN f. Kılıç çeken, kılıçla vuran.

ŞEMTA Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze. * Akı karasına karışmış saç.

ŞEMTİT Perakende, dağınık, müteferrik.

ŞEMU' Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı.

ŞEMUL Sâfi halis şarap. * Kıble mukabilinden esen rüzgar.

ŞEM'UN Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mi: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek şehid edilmiştir. Hristiyan âlemine büyük hizmeti vardır. Esas adı, Şem'un-us Safâ'dır.

ŞE'N İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal. * Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi. * Fls: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri.(Hakkın şe'ni ittifaktır, faziletin şe'ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe'ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni saadet-i dâreyndir. S.)

ŞEN f. Naz, eda, cilve. * Göze ve gönüle hoş görünen hal. * Bayındır, ma'mur. * Sevinçli, ferahlı.

ŞEN' (ŞIN') Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak.

ŞENAAT Fenâlık, kötülük, alçaklık. * Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket.

ŞENAK Devenin yularını çekmek. * Çok yemekten mide dolmak. * Yaralamaktan dolayı alınan az diyet.

ŞENAN Buğz, adâvet, kin, düşmanlık.

ŞENAR Büyük utanç, ayıp.

ŞENAYİ' (Şenia. C.) Çok günahlı hareketler. Kötü işler.

ŞENBİH f. Gün. * Cumartesi günü.

ŞENC Hıçkırık tutmak.

ŞENCAR Eşek marulu adı verilen bir cins ot.

ŞENEB Dişlerin keskin olması. * Parlamak, ruşen olmak.

ŞENEC Derinin buruşması.

ŞENEF Buğz. * Kibir.

ŞENES Galiz. Kaba.

ŞENF (C.: Şünuf) Salkım küpe.

ŞENG f. Neşeli, kıvrak. * Haydut, şaki, eşkiya.

ŞENGARE(T) Kötü huyluluk.

ŞENİ' (Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş.

ŞENN (C.: Şinân) Eski kırba. * Araptan bir kabile. * Dağılıp perâkende olmak.

ŞENNAR (C.: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük.

ŞENŞENE Usul. Âdet.

ŞENUN Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve.

ŞER' Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek. * Bir işe başlamak. * Dalmak. * Girmek. * Zâhir etmek, göstermek. * Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile sâbit olan dinin temelleri, şeriat. (Bak: Şeriat)

ŞER'-İ ENVER En nurlu kanun ve nizam. En ziyade saadete, selâmete, emniyete vesile olan şeriat.

ŞER'-İ İSLÂM İslâm şeriatı. İslâmî hükümlere, itikadlara tam uygun kanun.

ŞER'AB Uzun. * Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak.

ŞERAFEDDİN (Aslı: Şerefüd din'dir) Dinin şerefi.

ŞERAFET Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti.

ŞERAİF (Şerife. C.) Mutlular, kutlu kimseler.

ŞERAİT (Şart. C.) Şartlar.

ŞERAKET Şeriklik, ortaklık. * Arkadaşlık, refâkat.

ŞEREKRAK (ŞERAKRUK) Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş.

ŞER'AN şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre.

ŞERAR (Bak: şerare)

ŞERAR "Şerir" den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir. * İnsanın yüzüne çarpan ses.

ŞERARAT Şerareler, kıvılcımlar.

ŞERARAT-I NEYYİRANE f. Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. * Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık.

ŞERARE (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.

ŞERAREFİGEN f. Kıvılcım saçan.

ŞERARET Şerlilik, kötülük, fenalık. * Kıvılcım.

ŞERASET Huysuzluk, geçimsizlik. Titizlik.

ŞERAŞİR Nefis. * Beden, vücut, ceset. * Ağırlık.

ŞERAT (C.: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân. * Bir şeyin en bayağı ve âdisi.

ŞERAYİ' Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları.

ŞERAYİN (Şeryân ve Şiryân. C.) Nabız damarları, atar damarlar.

ŞERAYİN-İ SÜBATİYYE Boynun iki tarafında olup kalbden gelen ve kafaya çıkan iki kalın atar damar. (O.L.)

ŞERAZE Katı kurumak.

ŞERAZİM (Şirzime. C.) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler.

ŞERBE Bir içim su.

ŞERBİN Katran ağacı.

ŞERC Kıç, dübür. * Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak. * Fırka. * Nev, cins.

ŞERCA' Uzun tavil. * Taht. * Cenaze.

ŞERCE Dağdan aşağı sahraya inen akıcı su.

ŞERCEB Uzun, tavil.

ŞERCELE Yemiş kabı.

ŞERCEM (C.: şerâcim) şalgam.

ŞERDA Benzemek. Misil.

ŞERE Yemeğe karşı çok hırslı.

ŞEREBE (C.: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz.

ŞEREC (C.: Şüruc) Donyağı.

ŞEREF Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * İftihâr, övünme.

ŞEREF-BAHŞ f. şereflendiren. şeref veren.

ŞEREFE Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı.

ŞEREF-EFZA f. Şeref artıran.

ŞEREF-PEZİR f. Şeref ve itibar bulan.

ŞEREF-RESAN Şeref ulaştıran, şeref eriştiren.

ŞEREF-RİZ f. Şeref veren.

ŞEREF-VARİD f. Şerefle gelen.

ŞEREF-YAB f. şeref bulan, şeref kazanan.

ŞEREF-ZAHİR f. Şerefle çıkan.

ŞEREH Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs.

ŞEREKE (c.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak. * Ulu yol, büyük yol. * Yol ortası. (Bu mânaya. C.: Şürek)

ŞEREM-SAR f. (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan.

ŞERENG f. Zehir.

ŞERER (Şerare ve Şerere. C.) Kıvılcımlar.

ŞERERE (C.: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı.

ŞERERFEŞAN f. Kıvılcım saçan.

ŞERERNÂK f. Kıvılcım saçan.

ŞERES Elin yarılması. * Kaba ve galiz olmak.

ŞERET (C.: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti.

ŞERETİYY (C.: Şurut-Şuratâ) Çeri başı. * Pazar başı.

ŞERH Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem makaleyi açıklama, keşif ve izhar etme. * Açıklanmış yazı, risale.

ŞERH Her nesnenin evveli. * Her sene yeni doğan deve yavruları. * Yiğitlik. * Yarmak.

ŞERHA Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça.

ŞERHAN Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris.

ŞERHAN (Şerhen) İzah etmek, açıklamak suretiyle. Şerhederek.



ŞER'Î Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'.

ŞERİAT Doğru yol. Hak din yolu. * Büyük ve geniş cadde. * Nur, aydınlık, ışık. * Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kanunların hey'et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din mânâsına müsta'meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyâtı ve ahkâm-ı fer'iye denen ibadet, ahlâk ve muâmelât yâni, İslâm Hukukunu ihtivâ etmektedir... (Bak: Hukuk)(Şeriat; insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hulâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. İ.İ.)(Şeriat ikidir. Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'âl ve ahvâlini tanzim eden ve sıfât-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-i kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. H.)("Şir'a, Şeria, Meşrea"; lügatta bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teâlâ'nın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil'istiâre ıtlak edilmiştir ki, din demektir.) (E.T.)(Şeriat, din lisânında; Cenâb-ı Hakkın, kulları için vazetmiş olduğu, dini, dünyevi ahkâmın heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muâmelâtı ihtiva eder.Şeriat, umumi mânasına nazaran bir Peygamber-i Zişân tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlâhi demektir. Ahkâm-ı Şer'iye denilince, bundan kanun-u İlâhi hükümleri mânasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur'ana, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur. Ist. F.K.)(Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasi olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah'ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmâl edilmiş oluyor. Beşerin bütün işi, gerek devlet işi ve gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevaplıdır, kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): "Ancak dünyadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevap kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!" der. Siyasi hükümlerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler. Şari'in maksadı ise, insanların âhiret saâdetidir. İşte bundan dolayı, bütün insanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde şeriatlara uygun olarak görmeye sevketmek vâcibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan peygamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına) yükletilmelidir... Siyasetçi demek, akli delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları defetmeye sevk eden insan demektir. Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak şeriat ile iş görmeğe sevkeder. Şari'a göre, dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) âhirete râcidir. Halifelik ise, dini korumak ve dünya siyasetini dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine nâiblik etmek demektir.) (Mukaddime, İbn-i Haldun, ci: 1, sh: 508-509-510, 1954, İstanbul Maarif Basımevi)

ŞERİAT-I FITRİYE Cenab-ı Hakk'ın kâinatta vaz'ettiği fıtrî kanunlar. Âlemin harekât ve sükûnetini tanzim eden ve Allahın irade sıfatından gelen kanunlar.

ŞERİAT-I GARRÂ Parlak ve nurlu şeriat. İslâmiyet.

ŞERİB Yabancı kimse ile oturup şarap içen. * Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak.

ŞERİDE Kavun dilimi.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   147   148   149   150   151   152   153   154   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin