SÜKÛNETGÂH f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar.
SÜKÛNETPERVER f. Dinlendirici, rahatlandırıcı.
SÜKÛNETYÂB f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran.
SÜKUREDYUN Yaban sarmısağı.
SÜKÛT Susma. Konuşmama.
SÜKÛT-İ İSTİFHAM İstifham sessizliği.
SÜKÛTÎ Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan.
SÜLAE Hurma yaprağının, başında olan dikeni.
SÜLAH Necis, pis.
SÜLAL İshal olmak.
SÜLALE Soy, sop. Bir kimsenin soyu.
SÜLALE-İ TÂHİRE Temiz sülale olan Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyu.
SÜLALE Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık. * Meni akıntısı.
SÜLAM El arkası.
SÜLAMA Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik.
SÜLAS Akıl gitmek. * Delirmek.
SÜLASA' Salı.
SÜLASÎ Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime.
SÜLASÎ MEZİD Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir.
SÜLASÎ MEZİDÜN FİH Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime.
SÜLASÎ MÜCERRED Gr: Üç harfli aslî kelime kökü.
SÜLEHFAT (C.: Selâhıf) Kaplumbağa.
SÜLEK (C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke)
SÜLEK Cemaat, topluluk.
SÜLEYMAN (A.S.) Beni İsrail Peygamberlerindendir. Davud (A.S.) ın oğludur. Babasının vasiyyeti üzerine Beyt-ül Makdisi yedi senede inşa ettirdi. Kudüste büyük bir hükümet sarayı yaptırdı. Şark ve garb melikleri kendisine itaate geldiler. Kırk sene hem peygamberlik, hem padişahlık yaptı. Beni İsrailden Yahuda ve Bünyamin oğulları kendi hâkimiyeti altındaydılar. Diğer on kabile diğer İsrail Devletini teşkil ettiler. Yahuda Devleti Süleyman (A.S.) oğulları elinde ve merkezi Kudüs idi. (Bak: Belkıs, Davud)(Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habiseyi teshir edip, şerlerini men' ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler: $ ilâ âhir... $ ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra, zişuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlara temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk'ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir. Cenab-ı Hak mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: "Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrine musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi, sana musahhar olabilirler."İşte beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bazan kendine emvat nâmını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır. S.)
SÜLEYMAN ÇELEBİ İlk mevlid yazan ve bunda en çok muvaffak olan ehl-i velâyet bir zât olup, hicri 780'de Bursa'da vefat etmiştir. "Vesilet-ün Necât", meşhur mevlid kitabının esas adıdır.
SÜLFE Kişinin aceleyle hazırladığı yemek.
SÜLLAF (Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar.
SÜLLE Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para.
SÜLLEM Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı.
SÜLME Çatlak, gedik.
SÜLT Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı.
SÜLTA Uzun ok.
SÜLTAH Düz kaypak taş.
SÜLUC (Selc. C.) Karlar.
SÜLUK (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
SÜ'LUL Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce.
SÜLÜS Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi.
SÜLÜSAN Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım.
SÜLÜSEYN Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki.
SÜLÜSÎ Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili.
SÜM f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı.
SÜM'A (Bak: Sum'a)
SÜMAK Hâlis, sâfi.
SÜMAME (C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek.
SÜMANAT (C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu.
SÜMENİYYE Puta tapanlardan bir fırka.
SÜMKAT Kızıl, kırmızı, ahmer.
SÜMM Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf.
SÜMMAK Türkçede "tadım" denilen ekşi taneler.
SÜMME Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak "vav" mânâsına da kullanılır. * Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet iktizasını ifade eder.
SÜMME Bir tutam ot.
SÜMMEHA Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek.
SÜMMET-TEDARİK Sonradan, başka yerlerden tedarik edilmiş olan. Sonradan düşünülmüş, uydurulmuş.
SÜMN Sekizde bir.
SÜMNE Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç.
SÜMPARE Zımpara.
SÜMR Mal.
SÜMRE(T) Esmerlik, karayağızlık.
SÜMU Yücelik, yükseklik.
SÜMUD Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak.
SÜMUH Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi.
SÜMUHAT El açıklığı, cömertlik.
SÜMUK Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak.
SÜMUL Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması.
SÜMUM (Semm. C.) Zehirler, ağular.
SÜMUT (Simât. C.) Sofralar, yemek masaları. * Sofraya veya masaya gelmiş yemekler.
SÜMUT (Semt. C.) Semtler, yönler.
SÜMUT (Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar.
SÜMÜN Sekizde bir.
SÜMÜR Gümüş.
SÜMÜVV Yücelik. Yükseklik.
SÜNAÎ İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime.
SÜNAT (SİNÂT) (C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse.
SÜNBADE f. Zımpara.
SÜNBAZİH Zımpara.
SÜNBE Suret.
SÜNBÜK (C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı.
SÜNBÜLE Başak.
SÜNBÜLÂT (Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar.
SÜNDÜS Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan biri.
SÜNDÜSÎ Sündüsten yapılmış.
SÜNDÜS-MİSAL f. Sündüsten yapılmış gibi.
SÜNEN Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet)
SÜNEN-İ EBU DÂVUD (Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye)
SÜNEPE Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis.
SÜNNET Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevablar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî emirler. Sünnet'e Farz-ı Nebevî de denir.( $ âyetinde i'cazlı bir icaz vardır. Çünkü: Çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: "Allah'a (C.C.) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Mâdem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zata benzemelisiniz. Ona benzemek ise, Ona ittiba etmektir. Ne vakit Ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allahı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir meâlidir. Demek oluyor ki: İnsan için en mühim âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı âlânın yolu, Habibullah'a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır...L.)(Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef'ali, ahvâlidir. Bu üç kısım dahi üç kısımdır: Ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azim sevablar var; ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatâdır. Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise, hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev'iyye ve içtimaiyye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünkü: Herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutâbaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet mâdem dost ve düşmanın ittifakıyle Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve mâdem bil-ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve mâdem binler mu'cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehâdetiyle ve mübelliği ve tercüman olduğu Kur'ân-ı Hakimin hakaikının tasdikıyla, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve mâdem semere-i ittibaiyle milyonlar ehl-i kemâl, meratib-i kemalâtta terakki edip saâdet-i dâreyne vasıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve tâkib edilecek en sağlam rehberlerdir. Ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki: Bu ittiba-ı sünnette hissesi ziyâde ola. Sünnete ittiba etmiyen, tembellik eder ise, hasâret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azimedir. L.)
SÜNNET-İ GAYR-I MÜEKKEDE Peygamber'in (A.S.M.) ibadet maksadıyla ara-sıra yapmış olduğu ameldir.
SÜNNET-İ MÜEKKEDE Peygamberin (A.S.M.) devam edip pek az terk buyurmuş olduğu sünnettir.
SÜNNET-İ SENİYYE Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.(...İşte O Zâtın şefaatı altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i seniyyeye ittiba'dır. L.)
SÜNNET Göbekle kasık arası. * Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar.
SÜNNETULLAH İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah)
SÜNNÎ Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle yâdedilen zümreden olan.
SÜNUD Dayanmak, güvenmek, itimad.
SÜNUH (C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek.
SÜNUH Sâbit olma. Sağlam ve emin olma. * İyice bilme.
SÜNUH (Sinh. C.) Diş çukurları. Diş yuvaları.
SÜNUH (SENÂHA) Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek.
SÜNUHAT (Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha)
SÜNUN (Sene. C.) Seneler, yıllar.
SÜNUSÎ (Seyyid Muhammed bin Ali) (Hi: 1206 - 1276) Şâzelî (Şazilî) Tarikatının sonradan teşekkül eden kollarından birisinin kurucusudur. Cezayir'in büyük velilerindendir. Memleketinin bir çok yerlerini ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret etmiş; Mısır'da, Bingazi'de tederrüsle iştigal etmiştir. Bingazi'de zaviye te'sis etmiş, ibâdette ve tedriste bir çok hizmetleri ile büyük çapta muvaffak olmuştur. Vefatından evvel bir mağarayı makarr ittihaz etmiş, dâr-ı bekaya irtihalinden sonra oğlu Muhammed Mehdi (Seyyid), halefi olmuştur. Muhammed Mehdi evlâd bırakmadığından kendisinden sonra meşihat seccâdesinde biraderzâdesi Seyyid Ahmed Es-sünusî bin Es-seyyid Ahmed-üş-Şerif bin Es-seyyid Muhammed Es-sünusî oturmuştur. Müşarünileyh Birinci Cihan Harbinin sonlarında Bingazi'den gelen Saltanat tebeddülünde son Osmanlı Padişahı VI. Mehmed Vahidüddin'in kılıç alayında yeni Padişaha kılınç kuşatmış olan son Sünusî şeyhidir. (R.A.) (Kamus-ul A'lâmdan)
SÜNYA İstisnadan bir isim.
SÜNYAN (C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze.
SÜPARE (Bak: Sipare)
SÜPÜRDE f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş.
SÜ'R Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması.
SÜR'A Evmek, acele etmek.
SÜRA Gece seyri.
SÜRADİK (Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri.
SÜRAG f. İz, işaret, eser.
SÜRAKA (Ebu Süfyan Sürâka b. Mâlik) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Ebu Bekir ile beraber hicret için Mekke'den çıktıklarında, Kureyş Rüesasının mühim bir mal mukabilinde onları öldürmek için gönderdikleri cesur bir adam olup, Hz. Peygamber'in mu'cizesiyle atının ayakları kuma saplanmış ve bu üç def'a tekerrür etmiştir. O vakit anladı ki elinden bir şey gelmez. "El Aman!" diyerek, Resulüllâh'ın duasına mazhar olmuş ve Mekke'nin fethinde şeref-i İslâmla müşerref olmuştur. Hz. Osman'ın (R.A.) hilâfeti zamanında, Hicri 24. senesinde vefat etmiştir.
SÜRAT Her nesnenin üstü ve ortası.
SÜR'AT Çabukluk. Hız.
SÜR'AT-İ İNFİÂL Çok çabuk gücenen, çabuk darılan.
SÜR'AT-İ İNTİKAL Çabuk anlayıp intikal etme. Kavrama çabukluğu.
SÜR'AT-İ MÜMKİNE Mümkün olan çabukluk.
SÜR'AT-İ SEYR Gidiş hızı.
SÜR'ATEN Sür'atle, hemen, derhal, çabuk.
SÜRB f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı.
SÜRBE (C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer.
SÜRCUCE Tabiat. * Tarikat.
SÜRDAH (C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer.
SÜRDAK (C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev.
SÜRDE Ekmeği yağla ıslamak.
SÜREHA' (Sarih. C.) Saf ırklar.
SÜREYCÎ Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip "süreycî" derler.)
SÜREYYA Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir.
SÜRFE f. Öksürük.
SÜRH Seri nesne.
SÜRH Kırmızı, kızıl, ahmer. * Kırmızı mürekkeb.
SÜRHA Su yolu.
SÜRH-ÂB f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap.
SÜRHÎ Kırmızılık, kızıllık.
SÜRHUB Uzun, tavil.
SÜRİYYE (C.: Serâri) Cariye, odalık.
SÜRM Ön dişlerin dökülmesi.
SÜRM (C.: Esrem) Necisin çıktığı yer.
SÜRMÜLE Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi.
SÜRPRİZ Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey.
SÜRR Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği.
SÜRRAK (Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler.
SÜRRE (C.: Sürer - Sürrât) Göbek.
SÜRRÎ Göbekle alâkalı. Göbeğe ait.
SÜRRİYYE Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye.
SÜRSUR Âlim ve akıllı kişi.
SÜRTÜM Kap içinde kalan yemek artığı.
SÜRUB (Serb. C.) İçyağları. * Çekiştirmeler, azarlamalar.
SÜRUB Taşraya gitmek.
SÜR'UB Gelincik adı verilen hayvan.
SÜRUC (Serc. C.) Eyerler, at takımları.
SÜRUD f. Terennüm. Şarkı, türkü.
SÜRUD-İ HEZAR Bülbül nağmesi.
SÜR'UF Yumuşak, hafif.
SÜRUN Kalça başı.
SÜRUR Sevinç. Neş'eli olmak.
SÜRUR (Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler.
SÜRUŞ (C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.)
SÜRÜ Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle muhafızların nezareti altında hükümet merkezine sevkedilirlerdi. (O.T.D.S.)
SÜRYANÎ Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan.
SÜRYE Gece seyri. * Ulaşmak, varmak.
SÜST f. Gevşek, tembel, sölpük.
SÜSTÎ f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik.
SÜTA' Nezle.
SÜTAHÎ Oturak yeri büyük olan kişi.
SÜTRE Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. yükseklik)
SÜTRE-İ BEYZÂ Beyaz perde.
SÜTRE-İ HADRÂ Yeşil perde.
SÜTU' Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak.
SÜTUDE (C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer.
SÜTUH f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz.
SÜTUN f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon.
SÜTUR (Sitr. C.) Örtüler. Perdeler.
SÜTUR (Bak: Sutur)
SÜTUR f. Binek ve yük hayvanı.
SÜTURBÂN f. Hayvana bakan. Seyis.
SÜTURDÂN f. Ahır.
SÜTUT Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler.
SÜTÜRDE f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş.
SÜTÜRE f. Ustura.
SÜTÜRG f. Büyük, iri, muazzam.
SÜVA' Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put.
SÜVAF Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü.
SÜVAR f. Ata binmiş. Binici.
SÜVAR OLMAK Ata binmek. Yola çıkmak.
SÜVARÎ Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı.
SÜVBA' Gittikten sonra yine dönmek.
SÜVER (Sure. C.) Sureler.
SÜVEYDA Siyahlık.
SÜVEYDA-ÜL KALB (Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkur mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul edilir. Bir kısım âlimler de "Kalbin dahili olan akıldan ibarettir" demişler. (Kamus)Kalbdeki bu mezkûr nokta: Kâfirler ve Allaha isyan edenler için şekavet ve günah, mü'minler için ise: Basiret ve idrak mahalli olarak bilinir.
SÜVEYŞ Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal.
SÜVRE (C.: Sivere-Sire) Dişi sığır.
SÜVÜM f. Üçüncü.
SÜYU' Suyun akması.
SÜYUF (Seyf. C.) Kılıçlar.
SÜYUH (Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler.
SÜYUL (Seyl. C.) Seller.
SÜYUM Emin, mahfuz.
SÜYUTÎ (Bak: Celaleddin-i Süyutî)
ŞAAB Ayrılmak. * Yarmak.
ŞA'AR Kıl büken.
ŞAAR Ağaç, şecer.
ŞAB (Bak: şap)
ŞA'B (C.: şuub) Tâife, cemaat. Kabile.
ŞA'B Ayrılmak. Dağılmak. * Islah etmek, düzeltmek. * Helâk etmek. * Kırmak.
ŞA'BAN (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.
ŞABAŞ f. Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek.
ŞABAŞHÂN f. Beğenip alkışlayan.
ŞABB Genç, delikanlı, yiğit.
ŞABB-I EMRED Bıyığı, sakalı henüz çıkmış delikanlı.
ŞABBE Genç kadın.
ŞA'BEZE El çabukluğu.
ŞAB-HANE f. Şap çıkarılan yer.
ŞABİH Misil olan, nazir, benzeyen.
ŞABUB (C.: Şeabib) Sağanak yağmur.
ŞACİNE (C.: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere.
ŞACİR Ayak altında ızdırap çekmek.
ŞAD f. Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar.
ŞADAB (Şâd-âb) f. Suya kanmış, sulu. Taze.
ŞÂD-ÂBÎ f. Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik.
ŞADABTER (şâd-âbter) f. Çok su verilmiş, fazla sulanmış.
ŞADAN f. Sevinçli, bahtiyar.
ŞAD-HAB f. Uykusu tatlı.
ŞADIRVAN Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı.
ŞADİ f. Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı.
ŞADİ Mahkeme hademesi. Mübâşir. * İlimden, edebiyattan hissesi olan. * Nağme ile şiir okuyan.
ŞADİHE Alından buruna varana kadar olan beyazlık.
ŞADKÂM f. Çok sevinçli.
ŞADMAN (Bak: şadüman)
ŞADNAK f. Gönlü memnun, mesrur.
ŞADÜMAN (şâd-mân) f. Mesruriyet, sevinçlilik. * Mesrur, bahtiyar.
ŞAE Diledi, istedi, murad eyledi.
ŞAFAK Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz. * Nahiye. Cânib. * Nasihat eden kimsenin "Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun" diye ıslah için gayret göstermesi. * Merhamet. * Harf.
ŞAFAK-ÂLUD f. şafak gibi, şafak renginde.
ŞAFAK-GÛN f. Şafak renkli, kızıl.
ŞAFE Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban.
ŞAFİ Hastaya şifa veren (Allah. C.C.). * Yeter görünen, kifayet eden.
ŞAFİ' (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden.
ŞAFİÎ Şâfiî mezhebinden olan. (Bak: İmam-ı Şâfiî)
ŞAFİN (ŞEFUN) Göz ucuyla bakan kişi.
ŞAGB Ayıplamak. * Cidal, dövüş, niza. * Şerri tahrik etmek.
ŞAGİL İşgal eden, tutan.* Meşgul eden, meşgul edici. * Meşgul olmayı gerektiren. * Bir mülkte oturan.
ŞAGR Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi.
ŞAGRABİYYE (C.: Şegârib) Ayak bağlamak.
ŞAGŞAGA Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek.
ŞAGVA' (C.: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın.
ŞAGZEBİYYE (C.: Şegâzib) Ayak bağlamak.
ŞAH f. Ağaç dalı. Budak. * Boynuz. Karın. * Su arkı. * Alın. * Kadeh.
ŞAH f. Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. * Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. * Asıl. * Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması.
ŞAH-I MERDAN "Mertlerin şahı" meâlinde Hazret-i Ali Radiyallahü anh'ın bir nâmı.
ŞAH-I RİSALET Risaletin Şahı. Hz. Muhammed (A.S.M.)
ŞAH Ayıp.
ŞAHA f. Boyunduruk.
ŞAHADET (Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak. * Delâlet. Alâmet, işaret, iz. * Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik. (Bak: Şehid)
ŞAHADET GETİRMEK Kelime-i Şehadet olan $ kelâmına inanıp söylemek. Bir Allah'tan başka ilâh olmadığına; Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm'ın, Allah'ın Resulü olduğuna inanarak söylemek.
ŞAHADETNAME f. Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma.
ŞAHAMET Semizlik, yağlılık, şişmanlık.
ŞAHAN (şâh. C.) f. şahlar, pâdişahlar.
ŞAHANE Şah gibi, şaha yakışır bir surette.
ŞAHB Yaradan kan akmak. * Emzikten süt akmak. * Rengin değişmesi.
ŞAHBAL (Şehbal) f. Kuş kanadının en uzun tüyü.
ŞAHBAZ f. İri ve beyaz doğan kuşu. * Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman.
ŞAHBEYT Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt.
ŞAHDANE f. İri inci tanesi. * Kenevir tohumu.
ŞAHDAR f. Dallı, budaklı ağaç. * Dallı boynuzlu hayvan.
ŞAHENŞAH f. Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah.
ŞAHESER f. Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. * Yüksek değerde olan.
ŞAHET-İL VÜCUH "Yüzleri, bahtları kara oldu, yüzleri kararsın..." meâlinde.
ŞAHIS (şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan. * Belirten.
ŞAHIS (C.: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti. * İnsanın uzaktan görülen karaltısı.
ŞAHIS ZAMİRİ İsim yerine kullanılan ve insanlara işaret eden kelimeler.Farsçada: $ (Men: ben), $ (Tu: sen), $ (U: o), $ (Mâ: biz), $ (Şümâ: siz), (İşân: onlar). Bunlar gayr-ı muttasıl (bitişik olmayan) zamirlerdir.Arapçada; gayr-ı muttasıl zamirler: $ (Ene: ben), $ (Ente-sen), $(Entümâ: ikiniz), $ (Hu: O), $ (Entüm: siz), (Entünne: siz) (Müennes), $ (Nahnu: biz), $ (Hüm: Onlar) (müzekker) $ (Hünne: Onlar) (müennes).
ŞAHÎ f. şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. * Hükümdarlık, şahlık. * Eski topların bir çeşiti. * Nişastalı, yumurtalı bir helva. * Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın bastığı altun para. (Bu ismin verilmesi, üzerinde "şah" kelimesinin yazılı bulunmasından dolayıdır.)
ŞAHİC Eşek, hımar.
ŞAHİD Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören. * Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı. * Melâike-i kiram. * Hazır.
ŞÂHİD-İ ÂDİL Doğru sözlü şâhid.
ŞÂHİD-İ EZELÎ Ezelden ebede her şey nazar-ı şuhudunda olan Cenab-ı Hak.
ŞAHİD (C.: Şevâhid-Şühud) Veled yatağı denilen ve çocuk ile birlikte çıkan deri.
ŞAHİD f. Sevgili, mahbube. * Güzel, dilber.
ŞAHİDE (Müe.) Kadın şâhid. * Mezar taşı. * Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. * f. Dilber, güzel.
Dostları ilə paylaş: |