ŞAHİD-ZOR f. Yalancı şâhit.
ŞAHİH (C.: Şihah) Bahil kişi.
ŞAHİK Yüce, büyük dağ. * Yüksek yapı veya ağaç.
ŞAHİKA Dağ tepesi, zirve.
ŞAHİM Semiz, yağlı, şişman, besili.
ŞAHİN (C.: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur.
ŞAHİNE Öşür memuru.
ŞAHİS Büyük cüsseli, iri yapılı kimse.
ŞAHİT (C.: Şihât) İnce yufka olmuş nesne.
ŞAHKÂR f. En güzel eser. Baş eser. şâheser.
ŞAHM Etler arasında bulunan yağ, iç yağı. Don yağı.
ŞAHM Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak.
ŞAHMERDAN (Şâh-ı merdan) f. Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). * Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak.
ŞAHM-PARE f. İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı.
ŞAHN Doldurmak. * Sürüp reddetmek.
ŞAHNA' Buğz, düşmanlık, adâvet.
ŞAHNE İnzibat memuru, emniyet memuru.
ŞAHNİŞİN f. Şahların oturmalarına lâyık yer. * Evin sokak üzerine olan çıkmaları.
ŞAHR (ŞAHİR) Ağızını öttürmek. * Islık çalmak. * Sesi yükseltmek.
ŞAHRAH f. Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol.
ŞAHREG f. şah damar, büyük damar.
ŞAHS (Bak: Şahıs)
ŞAHS-I MANEVÎ Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs. * Bir topluluğun taşıdığı manevî kuvvet ve meziyetler.
ŞAHS Acı çekmek. Iztırab çekmek.
ŞAHSAR f. Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk.
ŞAHSEN Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi. * Yalnız uzaktan görerek.
ŞAHSÎ Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
ŞAHSİYET Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.
ŞAHSİYYAT Kişinin şahsına, kendine ait sözler. * Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri.
ŞAHSÜVAR (C.: şâhsüvârân) f. Ata iyi binen.
ŞAHŞAH Görevli, vazifeli.
ŞAHŞAH Sözü doğru olan, yalan söylemeyen. * Gayretli, bahadır kimse.
ŞAHŞAHA Kuşun hızla uçması.
ŞAHT (ŞÜHUT) Iraklık, uzaklık, bu'd.
ŞAHTEREC şahtere otu.
ŞAHUR f. Ekmek fırını.
ŞAHVAR (Şeh-vâr) f. Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. * İri ve iyi cins inci.
ŞAHVE Adım, hatve.
ŞAHZ Keskinleştirmek.
ŞAHZADE f. Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens.
ŞAİBE Leke, kir. * Süprüntü. Pislik. * Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik.
ŞAİK Dikenli.
ŞAİK(A) Şevkli, hevesli, şevk verici.
ŞAİKANE f. İsteklice ve şevkli olarak.
ŞAİLE (C.: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve.
ŞAİR (C.: Şairât) Arpa. * Kurban devesi.
ŞAİR Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden.
ŞAİRÂNE f. şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey.
ŞAİRE (C.: Şâirât - Şevâir) Kadın şair.
ŞAİRE Bir tek arpa, arpa tanesi. * (C.: Şaâyir) Tıb: Arpacık.
ŞAİRİYY Arpa satan kimse.
ŞAKA' (ŞIKA') Bedbahtlık. * Yaramazlık.
ŞAKA' (ŞÜKU') Tulu etmek, doğmak. * Çıkmak, huruç etmek. * Dağıtıp perâkende etmek.
ŞAKA Meşakkatli ve güç. * Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın.
ŞAKAVET (Bak: şekavet)
ŞAKCE Henüz yeni renk almış olan hurma.
ŞAKIZ Gözü değen kişi. * Gözüne uyku gelmeyen. * Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele.
ŞAKİ (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen.
ŞAKİ Şekavette bulunan.
ŞAKİ Şikâyet eden. * Ağlayan. * Hiddetli ve şevketli.
ŞÂKİ-İ SİLÂH Harp âletleri keskin ve hazır olan kimse.
ŞAKİFE (C.: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası.
ŞAKİK İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. * Öz kardeş.
ŞAKİKA (C.: Şakayık) Yarım baş ağrısı. * Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş. * Çatlak, yarık.
ŞAKİL Yanakla kulak arası. * Âdet. Hilkat.
ŞAKİLE Yol. Tarik. Meslek. * Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.
ŞAKİR Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren. (Bak: Şükr)
ŞAKİRÂNE f. şükrederek. şükretmek suretiyle.
ŞAKİRD f. Talebe, çırak.
ŞAKİRDÂN şakirdler, talebeler.
ŞAKİRÎ (Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz.
ŞAKİS Şerik, ortak. * Hisse, nasip.
ŞAKK (Meşakkat. den) Eziyetli, zahmet verici, güç.
ŞAKK Yarık, çatlak. Yarılma, çatlama. * Yırtma. Kırma.
ŞAKK-I ASÂ f. Değneği kırmak. * Mc: İhtilâfa sebeb olmak, topluluktan ayrılmak.
ŞAKK-I KAMER Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)
ŞAKK-I ŞEFE Dudağını açıp konuşmak.
ŞAKK Silahlı kişi. * Şek ve şüphe eden.
ŞAKLABAN Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı.
ŞAKN Eksilmek, noksanlaşmak.
ŞAKŞAKA Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi.
ŞAKUL (Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi.
ŞAKULÎ Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey.
ŞA'LA' Kuyruğu beyaz olan davar.
ŞA'LA' Uzun, tavil.
ŞAM Akşam. Akşam yemeği. "Şe'm, şâm" Arapçada "sol" mânâsına gelir. "Yemen" sağ demek olduğundan Hicaz'a nisbetle sol taraftaki memleketlere Şam, sağ tarafdaki beldeye de Yemen ismi verilmiştir. * Suriye ve Lübnan memleketlerine de Şam denilmiştir. * Arabların Dımışk dedikleri şehrin adı. * Nuh'un (A.S.) oğullarından "Şam"ın nesli tarafından bu memleket mâmur edildiği için Şam denildiğini söyleyenler de vardır. (Kamus)
ŞAM U SEHER Akşam sabah.
ŞAM (şâme. C.) Vücutta olan benler.
ŞAMAR t. Tokat. Belâ, musibet.
ŞAMAT (şâme. C.) Vücuttaki benler.
ŞAME f. Kadın baş örtüsü. * Arapçada: Vücuddaki ben.
ŞÂME-GEŞ f. Başına örtü alan.
ŞAMGÂH f. Akşam vakti.
ŞAMÎ Şam şehrinden olan, Şamlı. * Şam şehri ile alâkalı.
ŞAMİH(A) Ali şey, yüksek. * Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir. * Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler.
ŞAMİL(E) Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.
ŞAMM(E) (şemm. den) Koklayan, koku alan. * Koklama duygusu. Burun.
ŞAN (C.: Şuun) Büyük sevap. * Şeref. * Irz, namus. * Nam, şöhret, şan, ün. * Mahiyet. * Gösteriş, çalım. * Tabiat, huy, âdet. * Hal, keyfiyet.
ŞANE f. Tarak.
ŞANESÂZ f. Tarak yapan, tarakçı.
ŞANEZEDE f. Tarakla saçları taranmış.
ŞANEZEN (C.: Şanezenân) f. Baş tarayan. * Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen.
ŞANİ' Adavet etmek, kin tutmak mânasına "şeneân" dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden demektir.
ŞANTAJ Fr. Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma.
ŞANTİYE Fr. Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. * Gemi tezgâhı.
ŞAP (Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim. * Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık ismi.
ŞAPE f. Çığ. Yuvarlandıkça büyüyen kar topu.
ŞAR f. şehir, belde.
ŞA'R (C.: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
ŞA'RA (C.: Şüâr) Çok miktar ağaç. * Bir nevi zerdali. * Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek.
ŞARAB İçilecek şey. İçki. * Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Mubikat-ı seb'a)
ŞARAB-I TAHUR Temiz ve helâl olan Cennet şarabı. Cennete mahsus şurub.
ŞA'RANÎ (Hi: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur.
ŞARAPNEL Fr. Ask: Bir çeşit top mermisi. * Top mermisinden dağılan herbir parça.
ŞARE Libas, elbise. * Heyet.
ŞARIK Çıkan, tulu' eden. * Parlayan.
ŞARIKA (C.: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık.
ŞARİ' Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.). * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. * Şüru' eden, başlayan.
ŞARİB (Şürb. den) İçen. Şürbeden. * (C.: Şevarib) Bıyık.
ŞARİB-ÜL LEBEN Süt içen.
ŞARİB-ÜL LEYLİ VE-N NEHAR Gece gündüz içki içen. Devamlı sarhoş.
ŞARİBE Su kenarında olan tâife.
ŞARİD Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler. * Şiir tarzındaki ata sözleri.
ŞARİF (C.: Şürüf) Yaşlı deve.
ŞARİH Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden.
ŞARİH (C.: Şurah) Yiğit, kahraman.
ŞARİM Ucu yarılmış ok.
ŞARİK (C.: Şevârık) Güneş. * Parlak cisim.
ŞA'RİYYE Çorbalık makarna, şehriye.
ŞA'RİYYET Fiz: Kılcallık.
ŞARK Doğu. Güneşin doğduğu taraf. * Güneş ve güneşin aydınlığı. * Yarmak. * Parıldamak. * Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri.
ŞARK-I CENUBÎ Güneydoğu.
ŞARK-I ŞİMALÎ Kuzeydoğu.
ŞARKÎ Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan.
ŞARKİYAT Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi.
ŞARKİYYUN Doğulular, şarklılar.
ŞARK MUSİKİSİ (Bak: Musikî)
ŞARLATAN Fr. Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız.
ŞART Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey. * Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus. * Yemin. * Hal, vaziyet. * Gr: Biri diğerine bağlı olan iki cümle hakkında delâlet edilen; yâni mütevakkıf aleyhe delâlet eden diğer cümleye cezâ denir. Meselâ: "Haber verirsen, ben de gelirim" cümlesinde "Haber verirsen" cümlesi şart, "ben de gelirim" cümlesi ise cezâdır. Bunlara "cezâ cümlesi, şart cümlesi" de denir. Başka tabirle "cümle-i şartiye" ve "cümle-i cezâiye" denir.
ŞART EDATLARI (Huruf-u şartiye) Bunlara "Şart isimleri" de denir. Arapçada şart mânâsını ifade eden edatlar: İn, Men, Ma, Mehmâ, Eyyü, Metâ, Eynemâ, Eyyâne, Ennâ, Haysümâ, Keyfemâ. $Bu edatlar iki fiili (şart ve ceza fiillerini) cezmederler. Şart mânâsını ifade eden edatlardan sonra gelen ilk fiil, şart; ikincisi de, cevab veya ceza adını alır. İkinci fiilin meydana gelebilmesi, birinci hükmün meydana gelmesine bağlıdır.
ŞART VE CEZA FİİLİNDEN TEREKÜB ETMİŞ CÜMLEYE ŞART VE CEZA CÜMLESİ DENİR. MESELÂ: (MEN YATLUB YECİD Kim isterse bulur) cümlesinde olduğu gibi.
ŞARTİYE Şart ile olan. Şartlı. (Bak: Şart)
ŞARTİYYET Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık.
ŞARTNAME f. Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt.
ŞARUF Süpürge.
ŞARYO Fr. Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım.
ŞASIYE (C.: şevâss-şasâyât) Dolu sokak.
ŞASİF Kuru ve zayıf.
ŞASR Seyrek seyrek dikmek.
ŞASS (C.: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ.
ŞAST f. Altmış. (60)
ŞAST f. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük. * Balık oltası.
ŞA'ŞA' Yıldıramak, parıldamak. * Uzun ve yeynicek olmak.
ŞA'ŞAA Parlama. Zahirî parlak görünüş. * Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak.
ŞA'ŞAADAR f. Gösterişli, şa'şaalı, parlak.
ŞA'ŞAAPAŞ Parlaklık neşreden, şa'şaa saçan.
ŞAT (C.: şutut) Büyük nehir.
ŞAT (C.: Şiyâh-Şiyât) Koyun. * Vahşi sığır.
ŞAT' Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı. * Su arkı. * Cima etmek. * Bağlayıp sağlamlaştırmak.
ŞATAHAT Mânevi sarhoşluk. * Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler.
ŞATATA Haktan ve akıldan uzak, hadden aşan söz.
ŞATBE (C.: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı. * Yaş ekin yaprağı. * Yarmak. * Kesmek. * Uzun boylu kadın.
ŞATHİYYAT Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler.
ŞATIR (Şetaret. den) Neş'eli. Şen. * Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan. * Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker.
ŞATİ' (C.: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön.
ŞATİB Eğri, eğik, mâil.
ŞATİBE Uzun boylu.
ŞATİM (Şetm. den) Küfreden, söğüp sayan.
ŞATİR Irak, uzak, baid. * Garip, yalnız, kimsesiz.
ŞATR Taraf, cihet, yön.
ŞATRENC Satranç oyunu.
ŞATT Irmak kenarı.
ŞA'VA' Perâkende, dağınık. * Dağıtmak.
ŞAVK Işık, parıltı. * Şevk.
ŞAVT (C.: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması. * Bir tur. * İşin bir kısmı. * Sesin gidebileceği mesafe.
ŞAYAN f. Münasib, lâyık, yaraşır.
ŞAYAN-I HAYRET Şaşmağa değer. Hayret edip şaşılacak şey.
ŞAYAN-I İHTİCAC Delil ve isbatın makbuliyeti.
ŞAYAN-I İSTİMA' Dinlenilmesi iyi ve münasib olan, dinlenmeğe lâyık.
ŞAYAN-I SENAÂ Sena edip övmeğe lâyık olan.
ŞAYAN-I TEMAŞA f. Görülmeğe değer olan.
ŞAYANTER f. Daha lâyık, çok lâyık. Elyak.
ŞAYESTE f. Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. * Nümune.
ŞAYESTEGÎ f. Uygunluk, liyâkat.
ŞAYET f. ("Lâyık, yaraşır, şâyân" mânâsına gelen "Şâyesten" mastarından) Şart veya ihtimal gösterir: "Eğer, belki, olur ki" gibi.
ŞAYGAN f. Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. * Bol, çok, mebzul.
ŞAYGANÎ f. Çokluk, bolluk, mebzuliyet. * Münasiblik, lâyıklık, uygunluk.
ŞAYIK Nefsi bir şeye yönelen.
ŞAYİ' (Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş. * Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse.
ŞAYİA (Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti.
ŞAYİB(E) (C.: Şevâyib) Ayıp. Noksan. * Pis, murdar. * Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse.
ŞAYİFE Dişleri fazla olan kimse. (Müe: şefvâ)
ŞAYK Dağ, cebel.
ŞAZ (Bak: şazz)
ŞAZELÎ (Ebu Hasan Şazelî) Nureddin Ebu Hasan-ı Şazelî de denildiği gibi Ali bin Abdullah diye de anılmaktadır. Tunus'lu olup Şazeliye Tarikatı kurucusu olarak bilinir. Tasavvufî, ilmî bir çok eseri vardır. Tarikatının tekke ve zaviyesi yoktur. Hicri 654 yılında Mekke-i Mükerreme'ye giderken sahrada dâr-ı bekaya hicret etmiştir. (R. Aleyh)
ŞAZİB Vatanından başka bir tarafa giden kimse.
ŞAZİB (C.: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar. * Katı yer, sert arazi.
ŞAZİYYE (C.: Şezâyâ) Kavis, yay. * Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça. * Kırılan kemikten meydana gelen parçalar. * İncik kemiği.
ŞAZZ (Şâzze) Kaide hârici olan. Umumi nizamdan ayrılmış olan, müstesna bulunan.
ŞEA' Dağılıp parçalanmak.
ŞEABİB (Şü'bub. C.) (Bak: Şü'bub)
ŞEAİR (Şiâr. C.) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslâmiye denir. Bütün müslümanlarla alâkalı mes'eleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir.(Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemâat mes'ul olur. L.)(Nasıl "Hukuk-u Şahsiye" ve bir nevi "Hukukullah" sayılan "Hukuk-u Umumiye" nâmiyle iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesâil-i şer'iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Şeair-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa; onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi, Asr-ı Saâdetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslam'ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeğe çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hatâya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!.. M.)
ŞEAF Hırs. * Mübâlağa. * Kalbin aşktan yanması.
ŞEAFE (C.: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı. * Her nesnenin âlâsı ve üstü.
ŞEAL Davar kuyruğunun beyazlığı.
ŞEAMAT (Şeâmet. C.) Uğursuzluklar, şeâmetler.
ŞEAMET Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık.
ŞEANLA' Uzun, tavil.
ŞEARİR Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez. * Her yöne dağılmak.
ŞEAS Toz. * Tozlu olmak. * Yayılmak, münteşir olmak. * Dirilmek.
ŞEAYİR (Şâire. C.) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu.
ŞEB f. Gece, karanlık.
ŞEB-İ ARUS Düğün gecesi. * Mc: Mevlana'nın vefat ettiği gece.
ŞEB-İ FİRKAT f. Ayrılık gecesi, firkat karanlığı.
ŞEB-İ HİCRAN Ayrılıkla geçirilen gece. Hicran gecesi.
ŞEB-İ YELDA f. En uzun gece.
ŞEBAAT Dolgunluk, tokluk.
ŞEBAB (Şebibe) Gençlik. * Yiğit, civan. * Gençler.
ŞEBABANE f. Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine.
ŞEBABİYET Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık.
ŞEBAH (C.: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı.
ŞEBAHET Benzeme, benzeyiş.
ŞEBAK Şehvet galip olup cimaa çok hırslı olmak. * Koyu karanlık.
ŞEBAKET Kafes veya ağ gibi örülme.
ŞEBAM Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık. * Araptan bir kabile.
ŞEBAMAN Paça bağı.
ŞEB'AN Karnı doymuş, tok. * Emin.
ŞEBAN (şeb. C.) f. Geceler.
ŞEBANE f. Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik.
ŞEBANGAH f. Gece vakti, geceleyin. * Gecelenecek yer.
ŞEBANRUZ f. 24 saatlik zaman. "Gece gündüz".
ŞEBAT (C.: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk. * Cihet, yön, taraf.
ŞEBB Meşhur taş. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak.
ŞEBBAKE (C.: şebâbik) Birbirine girmiş nesne.
ŞEBBE Genç kadın.
ŞEBE Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç. * Benzeme, müşabehet.
ŞEBEB Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır.
ŞEBEC Ovanın ve sahranın bir miktarı.
ŞEBEFRUZ (Şeb-efruz) f. Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan.
ŞEBEH (Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey. * Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni.
ŞEBEH (C.: Eşbâh) Karaltı. * Şahıs. * Ceset.
ŞEBEKE (ŞEBİKE) Balık ağı. * Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Kafes şeklinde olan yer. * Hüviyet sureti. * Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı. * Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular.
ŞEBEM Soğukluk.
ŞEBENGİZ (Şeb-engiz) f. Yarasa kuşu.
ŞEBET (Bak: şâbet)
ŞEBGERD (şeb-gerd) f. Gece dolaşan kol. Bekçi. * Ay, kamer.
ŞEBGİR (Şeb-gir) f. Geceleyin uyumayan. * Sabah vakti. * Gece giden kervan.
ŞEBGUN f. "Gece renkli" Kara, siyah.
ŞEBH Çekmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak.
ŞEBH Süt sağarken çıkan ses.
ŞEBHAN Uzun, tavil.
ŞEBHAN f. Geceleyin öten bir cins bülbül.
ŞEBHİZ (C.: Şebhizân) f. Geceleri uyanıp kalkarak iş gören.
ŞEBHUN (Şeb-hun) f. Gece baskını.
ŞEBİB Bıçak üstüne sürçmek.
ŞEBİBE Gençlik. Yiğitlik.
ŞEBİH (Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir.
ŞEBİHUN f. Gece baskını. Şebhun.
ŞEBİKE f. Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Balık ağı. * Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Bak: Şebeke)
ŞEBİSTAN f. Yatak odası. * Harem dairesi. * Gece ibadetine mahsus oda.
ŞEBİT Bahadır, kahraman, yiğit.
ŞEBK Karıştırmak.
ŞEBNEM f. Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda.
ŞEBPERE f. Yarasa.
ŞEBPEREST (Şeb-perest) f. Geceye ve rü'yaya ve uykuya fazla kıymet veren.
ŞEBR Karışlamak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Ücret. * Kira.
ŞEBRENG f. "Gece renginde olan" Siyah, kara.
ŞEBREV (Şeb-rev) f. Gece giden. Karanlıkta yürüyen. Gece yolculuğu eden.
ŞEBTAB (Şeb-tâb) f. Ateş böceği.
ŞEBUR Boru.
ŞEBZİNDEDAR (Şeb-zindedâr) f. Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. * Gece bekçisi. * Geceleri uyumayıp ibadet eden.
ŞECAAT Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. Kuvve-i gadabiyenin vasat mertebesidir. (Şecaatli bir kimse hak için canını fedâ eder. Vazifesi olmayan işe karışmaz. İ.İ.)
ŞECB Helak etmek, mahvetmek. * Kederlenmek, tasalı olmak.
ŞECC Baş yarma ve yarılma. * Geminin, denizi yararak yol alması.
ŞECCAT (şecce. C.) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar.
ŞECCE Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara.
ŞECEA Küt ve kötürüm kimseler.
ŞECEB Hüzün ve gussalı olma.
ŞECEN (C.: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol. * Hâcet, ihtiyaç. * Keder, hüzün.
ŞECER(E) Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
ŞECERÂT (şecere. C.) şecereler.
ŞECERE-İ MAKLU' Sökülmüş ağaç.
ŞECERE-İ TUBAÂ Cennet'teki saadet ağacı, dalları aşağıda ve kökü yukarıda olan Tuba ağacı.
ŞECERE-İ YAKTÎN Yaktîn ağacı. Kabak kökeni.
ŞECERE-İ ZAKKUM (Bak: Zakkum)
ŞECERİSTAN f. Orman, ağaçlık yer, koruluk.
ŞECİ' Kahraman. Yiğit. Şecaatli.
ŞECİB Helâk olan, mahvolan.
ŞECİR Küçük ve kısa ağaç.
ŞECN (C.: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol.
ŞECR İki çenenin arası. * Harcamak, sarfetmek. * Tarh etmek, kovmak.
ŞECRA' Meşelik.
ŞECV Gam, gussa. Keder. * Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek.
ŞECZE Zayıf yağan yağmur.
ŞEDAİD (Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler.
ŞEDAK Ağızın her iki yanının geniş olması.
ŞEDAKA Çok konuşan kadın.
ŞEDAR Sözü şiir ile kesme. * Hayvan bağlanan yer.
ŞEDD Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. * Tasvir.
ŞEDD-İ NİTAK-I HİMMET Himmet kuşağını kuşanma. İşe ciddi, gayretle sarılma.
ŞEDD-İ RİHAL Hayvana semer vurma. Yolculuk için hayvanın semerini bağlama. * Yolculuğa çıkma.
ŞEDDAD Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir. (Bak: Enaniyet)
ŞEDDADANE f. şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce.
ŞEDDADÎ Çok büyük ve sağlam yapı.
ŞEDDE Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret. ( $ ) * Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak.
ŞEDDE Birinci hamle.
ŞEDE Çok hırslı olmak.
ŞEDEF (C.: Şüduf) Her nesnenin şahsı.
ŞEDH Tembel olmak.
ŞEDH Baş yarmak. * Kırmak. * Atın yüzünde beyazlığın çok olması.
ŞEDİD(E) Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ. * Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali.
ŞEDİD-ÜL MİHAL Şiddetli kuvvet. Ağır ve şiddetli azab.
ŞEDİD-ÜŞ ŞEKİME Şedid-ün nefs; yani başkasına boyun eğmekten çekinen ve kibirlenen.
ŞEDİDE-İ MECHURE Elif, cim, dal, tı, ba harfleridir. Bunların zıddı: Rehavet (rahvet) ile Beyniye sıfatıdır.
ŞEDİDE-İ MEHMUSE Kaf ve tâ harfleri.
ŞEDKAM Geniş, vâsi.
ŞEDV Irlamak; teganni ve terennüm.
ŞEF' Çift. * Kurban bayramı günü. * Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i Sâni denilir. Üç rek'atlı namazın üçüncü rek'atı da Şef'i sâni'dendir.
ŞEFA Kenar, taraf, uç.
ŞEFAAT Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (C.C.) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
ŞEFAAT-I UZMÂ (Bak: Makam-ı Mahmud)
ŞEFACEREF (Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı.
ŞEFAFET Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma.
ŞEFAK Korku, havf.
ŞEFAKAT Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek.
ŞEFAKAT-I ÜBÜVVET Babalık şefkati.
ŞEFAN Yağmurlu soğuk rüzgâr.
ŞEFARİC Bir cins helva.
Dostları ilə paylaş: |