ŞİRDİL (C.: Şirdilân) f. Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur.
ŞİRE f. Süt. * Şıra.
ŞİREC Şırılgan yağı. * Üzüm suyu. Şira.
Şİ'REN Şiir tarzında, şiir olarak.
ŞİRHAR f. Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara, yavru demek olan beççe; sekizle oniki yaşındakilere gülâmçe; büluğa erenlere gulâm; epeyce traşı gelenlere sakallı; yaşlılara da pir denilirdi. (O.T.D.S.)
ŞİRİN f. Tatlı. Sevimli. Cana yakın.
ŞİRİN-CEMAL f. Sevimli yüzlü.
ŞİRİN-EDÂ f. Lâtif ve şirin edâlı.
ŞİRİNÎ f. Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik.
ŞİRİNKÂM f. Tadı damağında kalmış.
ŞİRİNKÂR f. Hoş ve tatlı muamele eden.
ŞİRİNZEBAN f. Tatlı dilli.
ŞİRK En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.) (Politeizm)(Evet, küfür mevcudatın kıymetini ıskat ve mânasızlıkla ittiham ettiğinden bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudât âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan; bütün Esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudâtın Vahdâniyete olan şehâdetlerini reddettiğinden, bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabule liyâkatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azimdir ki; umum mahlukatın ve bütün Esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği küfrün adem-i afvını iktiza eder. $ şu mânâyı ifade eder. S.)(Mâdem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır, elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünki, $ âyetinin hakikat-ı katıasiyle; müteaddid eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ, bir nâhiyede iki müdür bulunsa; intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvat kandillerine kadar ve hüceyrât-ı bedeniyeden tâ seyyârâtın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki: Zerre kadar şirkin müdâhalesi olamaz. Ş.)
ŞİRK-İ HAFÎ İhlâssızlık, riyakârlık. Allah rızası için değil de başkalarının rızâsı için ibâdet etmek.
ŞİRK-ÂLUD f. Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette.
ŞİRKET Ortaklık, iş ortaklığı. * Huk: İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri. (Bak: Cem'iyyet)
ŞİRKET-İ A'MÂL Çalışmayı sermaye olarak kabul eden şirket.
ŞİRMERD f. Arslan yürekli, cesur.
ŞİRPENÇE (Şir-pençe) f. (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban.
ŞİRRET Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik. * Geçimsiz, huysuz ve kavgacı.
ŞİRRİB Şaraba karşı hırsı olan.
ŞİRRİR (C.: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir.
ŞİRVAZ Yoğun, kalın ve büyük.
ŞİRYAN (Şeryân) Kırmızı kan damarı. Atar damar.
ŞİRZİME Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu.
ŞİS (ŞİSÂ') Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.)
ŞİS' (C.: Şüsu') Nâline tasma vurmak. * Nâlin tasması.
ŞİSI' Büyük ve çok mal. * Dar yer. Bir yerin uç tarafı. * Nalın kayışı. * Bir malı dikkatle bekleyip koruyan.
ŞİŞE Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca. * Çeşitli maksatlarla çakılan çıta.
ŞİŞEHANE Şişe yapılan yer.
ŞİŞHANE (Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. * İstanbul'da bir semt adı.
ŞİT Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı Enbiya'da mezkûrdur.
ŞİTA Kış. Senenin soğuk mevsimi.
ŞİTAB f. (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek.
ŞİTAÎ (Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair.
ŞİTEVÎ (Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili. * Kış sebzesi, kışlık sebze.
ŞİVA' Kebap.
ŞİVAL Az şey.
ŞİVAR Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak.
ŞİVAZ Dumansız ateş. * Susamak. (Bak: Şuvaz)
ŞİVE Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz.
ŞİVEBÂZ f. Cilveli, şive ve naz eden.
ŞİVEKÂR f. İşveli, şiveli, cilveli.
ŞİVEN f. İnleme, sızlanma. * Mâtem, yas.
ŞİYA' Zahir olmak, görünmek. * Çobanın kavalından çıkan ses. * Odun takıltısı.
ŞİYAM Yerden kazılan toprak.
ŞİYAT Yanmış yün ve pamuk kokusu.
ŞİYEM (Şime. C.) Huylar, tabiatlar.
ŞİZ Abnus ağacı.
ŞİZAF Katılık, sertlik.
ŞÖHRE Ünlü, şöhretli, meşhur.
ŞÖHRET Ad yapma. Ün. Şân. * Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır.(Ey şân ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-i riyâdır. Ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen $ de, o belâdan kurtul. M.N.)
ŞÖHRET-İ KÂZİBE Geçici şöhret. Yalancı dünyalık, fâni şöhret. Aldatıcı nâm.
ŞÖHRETGİR f. şöhretli, ünlü. Meşhur.
ŞÖHRETŞİÂR f. şöhretli. şöhret sahibi.
ŞÖHRETŞİÂR-I ÂLEM Âlemde şöhret ona nişan olmuş olan. Çok meşhur olan.
ŞUA' Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
ŞUAAT Işıklar, parıltılar, nurlar.
ŞUA (C.: Şu') Sorgun ağacı.
ŞUAB (şu'be. C.) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar. (Bak: Şiâb)
ŞUABAT (Şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar.
ŞUAL (şu'le. C.) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri.
ŞUARA (Şâir. C.) Şâirler. * Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir.
ŞUAYB (A.S.) Ashab-ı Eyke ile Medyen ahâlisine gönderilen bir peygamberdir. Çok hakikatlı ve güzel sözlerle bu iki kavmi Hakka davet ettiği halde kendisini dinlemediler. Cenab-ı Hak Eykeliler üzerine şiddetli sıcaklık ve Medyen ahalisine de şiddetli sayha ile azab verdi ve onları mahveyledi. Şuayb Aleyhisselâm kendisine inananlarla Mekke'ye gitti ve orada yerleşti. Musâ Aleyhisselâm'ın kayınpederi idi. (Bak: Ashab-ı Eyke)
ŞUBAN f. Çoban.
ŞU'BE Bölük, bölüm. * Dal, budak. * İkinci derecedeki kollar. Kol.
ŞU'BUB (Bak: şü'bub)
ŞUGL İş, meşgul olunacak şey, gaile.
ŞUGMUM Uzun, tavil.
ŞUGUL (Şugl. C.) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler.
ŞUH f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak.
ŞUH (Şıh) Bahil, cimri, hasis kimse.
ŞUHA Karın ağrısı.
ŞUHH (ŞIHH) Bahillik.
ŞUH-MEŞREB f. Açık meşrebli, şen ve neşeli.
ŞUHUD (Bak: şühud)
ŞUHUM (Şahm. C.) Yağlar, içyağlar.
ŞUHUR (Bak: şühur)
ŞUKAK Bir çeşit hayvan hastalığı.
ŞUKKA Parça. Kâğıt veya kumaş parçası. * Küçük tezkere.
ŞUKRE Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık.
ŞUKUK (Şakk. C.) Çatlaklar, yarıklar.
ŞUKUNE Azlık.
ŞU'LE Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun.
ŞU'LE-İ BERKIYYE Yıldırım ışığı. Şimşek parıltısı.
ŞU'LE-İ CEVVAL Daim hareket ederek etrafına ışık saçan parıltı.
ŞU'LEBÂR f. Işıklı.
ŞU'LEDÂR f. Alevlenmiş, alevli. Işıklı.
ŞU'LEFEŞÂN f. Işık saçan, parlatan.
ŞU'LEGİR f. Tutuşan, alevlenen, alev alan.
ŞU'LENÜMÂ f. Alev gösteren, alevli.
ŞU'LEPÂŞ f. Işık saçan.
ŞU'LEPERVER f. Işıklandıran. Alevlendirici.
ŞU'LEPUŞ f. Alev içinde kalmış, alevle örtülü.
ŞU'LERİZ f. Işıldayan, alev saçan.
ŞU'M (Şum) f. Uğursuzluk. Meş'um olma. Uğursuz.
ŞUM Hayırsız kişi.
ŞUMA f. Siz. (Bak: Şahıs zamiri)
ŞUR f. Tuzlu, kekremsi. * şamata, gürültü.
ŞURA Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme.(Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim, bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta'dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaattan çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şurâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şurâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Tâ ki sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan sırat-ı müstakime sevkedebilsin.) Sünühat'tan.(Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer'iyyedir. $ Ayet-i Kerimesi, şurayı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev'-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasiyle birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi o şurâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.Asya Kıt'asının ve istikbâlinin keşşafı ve miftahı şura'dır. Yâni, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şurayı yapmaları lazımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâm'ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak meşveret-i şer'iyye ile şehamet ve şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyyedir ki, o hürriyet-i şer'iyye, âdâb-ı şer'iyye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmândan gelen hürriyet-i şer'iyye iki esası emreder: $ $Yani: İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek.. ve zâlimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah'ı tanımayan, herşeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iyye Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.Eğer denilse: Neden şuraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyet'in hayatı ve terakkisi nasıl o şura ile olabilir?Elcevab: Nur'un Yirmibirinci Lem'a-i İhlâs'ında izah edildiği gibi; haklı şura ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüzonbir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacâtı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şura-yı şer'î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar. H.)
ŞURA-YI DEVLET İdare dâvâlarını veya nizamname (tüzük) hazırlıklarını inceleyip fikrini bildiren resmi daire. Danıştay.
ŞURA SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, "Hâ mim ayn sin kaf" Suresi de denir.
ŞURAB (ŞURÂBE) f. Kirli ve acı su. * Mc: Gözyaşı.
ŞUR-BAHT f. Bahtsız, talihsiz.
ŞURE f. Çorak, tuzlu, verimsiz toprak.
ŞURE Heyet.
ŞUR-EFGEN f. Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran.
ŞUR-ENGİZ f. Gürültü çıkaran, şamata yapan.
ŞUREZAR Çorak yerler, verimsiz araziler.
ŞURİDE f. Perişan, karışık. * Tutkun, âşık, meftun.
ŞURİDEGÎ f. Karışıklık, perişanlık. * Tutkunluk, düşkünlük.
ŞURİSTAN Çorak yerler.
ŞURİŞ f. Karışıklık, kargaşalık.
ŞURTA (Yelkenliye) uygun rüzgâr. * Önde gidip düşmanla savaşan asker. * Polis, jandarma.
ŞURU' Başlama. Mübaşeret etme.
ŞURUT (Şart. C.) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller.
ŞURUT-U SALÂT Namazın şartları.
ŞUS Pak etmek, temizlemek.
ŞUSY Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi.
ŞUTBE (C.: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol.
ŞUTTAR Pazu hareketi.
ŞUTUR Irak, uzak, baid.
ŞUTUR Irak, uzak, baid. * Bir memesi birisinden uzun olan koyun. * İki emziği kurumuş olan deve.
ŞUTUT (şatt. C.) Büyük nehirler.
ŞUUB (şa'b. C.) Cemaatler. Taifeler. Kabileler.
ŞUUBAT (şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, bölümler.
ŞUUN (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
ŞUUN-U SEYYALE Akıcı, bir halde durmayan işler.
ŞUUNAT Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler.
ŞUUR Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir. (E.T.) * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar.
ŞUURDÂRÂNE f. Haberli ve iyice tanıyarak. Kendinden haberi olarak. Bilerek, bilir gibi.(Hayat olmazsa vücud vücud değildir; ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkem görünüyor. Madem şu biçâre, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat'i bir yakin ile hükmolunur ki; şu kusur-u semâviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münâsib zihayat, zişuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi; Güneşin ateşinde dahi, o nurani sekeneler bulunur. Nar nuru yakmaz. Belki ateş, ışığa meded verir... S.) (Bak: Vicdan)
ŞUVAZ Kızgın, ateşli maden. Kızgın ateş. * Susama.
ŞUVEYY Yavaş.
ŞUY f. Koca, eş, zevc.
ŞUYİDE f. Yıkanmış.
ŞÜBAN Çoban.
ŞÜBANÎ Kırmızı yüzlü.
ŞÜBBAN Gençler, delikanlılar.
ŞÜBBAN-I VATAN Vatanın gençleri.
ŞÜBBUT Kalkan balığı.
ŞÜBEH (şübhe C.) şübheler, şekler. şübhe edilenler.
ŞÜBHE (C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli.
ŞÜBHE-İ TÂRIK Zulmetten gelen şüphe belâsı.
ŞÜBKE (C.: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık.
ŞÜBRÜM Kısa boylu kimse.
ŞÜ'BUB Birden yağan sağanaklı yağmur. * Hiddetli ve şiddetli olan. * Şiddetli güneş harareti.
ŞÜCA' (Şec'a - Şica') Yiğit, cesur, bahadır. Şecaatli.
ŞÜCEA' (Şeci'. C.) Yiğitler, cesurlar.
ŞÜCEYRE Çalı, ufak ağaç.
ŞÜCNE Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları.
ŞÜCUB Ev içinde olan direk.
ŞÜCUN Ağaç dalları. * Füruât, teferruat.
ŞÜCUR Muhtelif ve çeşitli olmak.
ŞÜD f. Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd $ : Geldi gitti.
ŞÜDUN Kavi ve kuvvetli olmak. * Terbiyeden müstağni olmak.
ŞÜF'A Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak. * Huk: Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. Şüf'a sahibi kendinden habersiz satılan şeyi, dava ederse, bedelini ödeyerek müşteriden geri alabilir. (H.L.)
ŞÜFAFE Kap dibinde kalan su.
ŞÜFEA' (Şefi'. C.) Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar.
ŞÜFR (C.: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer. * Her şeyin kenarı.
ŞÜFRE (ŞEFRE) (C.: Eşfâr) Yassı büyük bıçak. * Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı. * Kılıç ağızı. * Kirpik biten yer.
ŞÜFUF Zayıf olmak.
ŞÜFUN Göz ucuyla bakmak.
ŞÜGUR Yükseltmek. * Hâli etmek, boşaltmak.
ŞÜGÜL (C.: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak.
ŞÜHBE Siyaha galip olan beyazlık.
ŞÜHEDA (şâhid ve şehid. C.) şâhidler. * şehidler. (Bak: şehid)
ŞÜHRE Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak.
ŞÜHUB Mütegayyer olmak, değişmek.
ŞÜHUD şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme.
ŞÜHUDÎ Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub. (Ehl-i şuhud dediğimizden maksad Evliyâullahtır. Zira velâyet sâhibi, avâmın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. M.N.)
ŞÜHUR (şehr. C.) Aylar. 30 günlük müddetler.
ŞÜHUR-U SELÂSE Arabî üç aylar. Receb, Şaban ve Ramazan ayları.
ŞÜHUS Yüksek olmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak. * Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak.
ŞÜHÜB (Şihâb. C.) Kıvılcımlar.
ŞÜKAF (Bak: şikâf)
ŞÜKARA Sütlü deve. * Sütlü koyun.
ŞÜKAT (şâki. C.) şikâyet edenler, şikâyetçiler.
ŞÜKLE Gözün ağındaki kırmızılık.
ŞÜKM Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti.
ŞÜKR (Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür. (Bak: Ni'met)(Kalb ile, dil ile ve sâir beden azâlarıyla olur. Nimet verene muhabbet etmek ve itaat etmek de şükürdendir. Şükür eden, her nimeti Allahın râzı olduğu yere sarfeder. Şükür; Allah'ın, kullarının iyi amellerine mükâfat veya mücazat vermesidir. Sebeplerin envaı cihetinden şükür hamdden daha umumidir. Taalluk cihetinden hususidir. Hamd, taalluk cihetinden daha umumi, esbab cihetinden daha hususidir.)(Kur'an-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor, öyle de Kur'an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür... Görüyoruz ki her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaiyle mânen ve maddeten, hâlen ve kalen şükür ile kaimdir; şükür ile oluyor; şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-i şuuri bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan dalâlet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor... Şükrün mikyası: Kanaattir ve iktisattır ve rızâdır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizânı; hırstır ve isrâftır, hürmetsizliktir. Haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet hırs şükürsüzlük olduğu gibi hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir... Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi namazdır. M.)
ŞÜKR-Ü KÜLLÎ Umumi nimetler için yapılan şükür.(Eğer desen: "Şu küllî hadsiz ni'metlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?"Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile... Meselâ nasılki, bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım. " Birden der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim. " İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de: Aciz bir abd namazında Ettahıyyâtü lillâh der. Yâni: Bütün mahlukatın hayatlariyle sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem, sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllidir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyyetleridir. S.)
ŞÜKR-Ü ÖRFÎ (Bak: Hamd)
ŞÜKRAN İyilik bilmek. Minnettarlık. Şükretme hâli.
ŞÜKRANİYET Şükranlık.
ŞÜKRGÜZAR f. İyilik bilen, teşekkür eden.
ŞÜKUF(E) f. Çiçek. Zühre. Tomurcuk.
ŞÜKUFEZAR f. Çiçek bahçesi.
ŞÜKUF-MİSAL Gonca gibi, tomurcuk gibi.
ŞÜKUH f. Azamet, ululuk, celal.
ŞÜKUK (şekk. C.) şekler, şüpheler.
ŞÜKUR Hacet, ihtiyaç. * Mühim işler, umûr-u mühimme.
ŞÜKÜFTE f. "Açılmış" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte $ : Yeni açılmış.
ŞÜLLE Niyyet. * Uzak emir.
ŞÜMAR f. Hesap, sayı. * Sevgi, muhabbet.
ŞÜMAR f. Sayan, sayıcı. Eden, edici.
ŞÜMARENDE f. Sayan, hesab eden.
ŞÜMARİDE f. Sayılmış, hesab edilmiş.
ŞÜMHUT Uzun, tavil.
ŞÜMRUH Hurma budağı.
ŞÜMS (C.: Şümus) Vahşi erkek davar. * Bir nevi gerdanlık.
ŞÜMU' (Şem'. C.) Mumlar. * Balmumları.
ŞÜMUH Pek yüksek olmak. * Sedid. Sağlam sed.
ŞÜMUL Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak.
ŞÜMUS (şems. C.) şemsler, güneşler.
ŞÜMÜRDE f. Hesap edilmiş, hesaplanmış, sayılmış.
ŞÜNAN Perâkende, dağılmış.
ŞÜNHUB(E) (C.: Şenâhıb) Dağbaşı.
ŞÜNŞÜN Zeyrek ve akıllı genç yiğit.
ŞÜNTÜR (C.: şenâtir) Parmak.
ŞÜNUE Uzak olmak. Irak olmak.
ŞÜNZUVE (C.: Şenazi) Dağ kenarı.
ŞÜPÜŞ f. Bit.
ŞÜRABİYE f. Bir şeye bakmak için boyun uzatmak.
ŞÜRB İçme. İçilme.
ŞÜREBE Çok içen. Çok içici olan.
ŞÜREF (şerefe ve şürfe. C.) şerefeler.
ŞÜREFA (Şerif. C.) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler. * Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar.
ŞÜREKA (şerik. C.) şerikler, ortaklar.
ŞÜRR Ayıp. * Yayıp döşemek. * Kurutmak için güneşe sermek.
ŞÜRRUF Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet.
ŞÜRSE Papuç. Nâlin. Ayakkabı.
ŞÜRSUF (C.: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı.
ŞÜRŞUR Yund kuşu dedikleri kuş.
ŞÜRTA (C.: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse. * Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet.
ŞÜRU' Başlamak. (Bak: şuru')
ŞÜRUH (Şerh. C.) Şerhler, açıklamalar.
ŞÜRUK Tulu' etmek, doğmak.
ŞÜRUR (şerr. C.) şerler. Kötülükler.
ŞÜRUT (Bak: şurut)
ŞÜS f. Akciğer.
ŞÜST f. Yıkama.
ŞÜSTE f. Yıkanmış.
ŞÜSU' Uzak olma. * Ayakkabıya kayış tasma takma.
ŞÜSUB Atın ince ve zayıf olması. * Şiddet.
ŞÜŞ f. Karaciğer.
ŞÜTUM (şetm. C.) Küfürler, sövmeler.
ŞÜTUM-İ GALİZA Galiz ve kaba küfürler.
ŞÜTÜR f. Deve.
ŞÜTÜRBÂN f. Deveci. Deve çobanı.
ŞÜTÜRBÂR f. Bir deve yükü kadar olan ağırlık.
ŞÜTÜRDİL f. Deve huylu, kinci, inatçı.
ŞÜTÜRGÂV f. Zürafa.
ŞÜTÜR GÜRBE f. "Deve ile kedi" : İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü.
ŞÜTÜRLEB f. Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse.
ŞÜTÜRMÜRG f. Devekuşu.
ŞÜTÜRPÂ f. Deve ayaklı. * Kekik otu.
ŞÜUBİYYE Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife.
ŞÜUN (Bak: şuun)
ŞÜUNÂT (Bak: şuunât)
ŞÜVAYE Büyük nesnelerin küçüğü. * Kıt'a.
ŞÜVAZ (Bak: şuvaz)
ŞÜYU' Herkes tarafından duyulmuş, öğrenilmiş. * Yayılma, şayi' olma.
ŞÜYUH (Şeyh. C.) Şeyhler. İhtiyarlar.
ŞÜZAM Tuz. * Akrep ve arı dikeni.
ŞÜZUB Davarın ince belli olması.
ŞÜZUR (Şezre. C.) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler. * İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları.
ŞÜZUZ (Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. * Karşı olmak, muhalif olmak.
ŞÜZZAZ Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış. * Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan.
TA Kur'anın alfabesinde üçüncü harfin adıdır. Ebcedî değeri 400'dür.
TA f. Kat. Kıvrım. Büklüm. Misil, mânend. Nihayet. Gayet. Kadar, beri, dek. (mânalarına gelir) Meselâ :
TÂ BEKEY Ne vakte kadar.
TÂ BE KIYAMET Kıyamete kadar.
TÂ HAŞRE DEK Haşre kadar.
TA' (TAE) Alçak, iniş yer. * Başı aşağı etmek.
TAA Muti olmak. İtaat etmek.
TAAB Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet.
TAAB-I DİMAĞÎ Zihnî yorgunluk. Dimağın yorgunluğu.
Dostları ilə paylaş: |