TAAB-ÂVER f. Yorgunluk veren.
TAABBÜD İbadet etmek. Kulluk etmek.(Ey insan! Kur'ânın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk'ın mâsivâsından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat, ma'budiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler. L.)
TAABBÜDÎ İbadete ait olup emrolunduğu için yapılan. Sebeb ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine bağlı olmayan. İbâdete âit ve müteallik.(Mesâil-i şeriattan bir kısmına "Taabbüdî" denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.Bir kısmına "Mâkul-ül mâna" tâbir edilir. Yâni: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü: Hakiki illet, emir ve nehy-i İlâhidir.Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de: "Şeairin faidesi, yalnız mâlum mesâlihtir." denilmez ve öyle bilmek hatâdır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: "Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir. "Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev'-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nevi beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı Tevhid ve Rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem!" der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister. M.)
TAABBÜS (C.: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma.
TAABBÜS Sayıklama. * Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallıyarak hareket ettirme.
TAACCÜB şaşma, hayret etme. Tahayyür."Resul-ü Ekrem'den (A.S.M.) rivayet olunuyor ki: "Taaccüb bütün taaccüb ona ki: Cenab-ı Hakk'ın halkını görüp dururken Allah'da şek eder. Şuna taaccüb olunur ki: Neş'et-i ulâyı tanır da neş'et-i uhrâyı inkâr eder. Şuna da taaccüb olunur ki: Her gün her gece ölüp dirilip dururken ba's-ü nüşuru inkâr eder. şuna da taaccüb olunur ki: Cennet'e ve naim-i Cennet'e iman eder de yine dâr-ül gurur için çalışır. Şuna da taaccüb olunur ki: Evvelinin bulaşık bir nutfe, âhirinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefâhur eder." (E.T.)
TAACCÜC Şamata, gürültü, patırtı.
TAACCÜL Acelecilik. Acele etmek.
TAACCÜLAT (Taaccül. C.) Acele etmeler. Acelecilikler.
TAACCÜN (Acn. dan) Hamurlaşma, hamur hâline gelme, mâcun gibi olma.
TAACİB Acayib şeyler. Tuhaf şeyler.
TAAC'UC Çeşitli seslerin birbirine karışması.
TAADDİ Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
TAADDÜD Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme.
TAADDÜD-Ü EZVAC (Bak: Taaddüd-ü zevcat)
TAADDÜD-Ü ZEVCAT Bir kaç kadınla evlilik hali. (Bak: Aile)(Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur'anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkki eder. Evet, eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüt bilâkis olmalı. Halbuki, hatta bütün hayvânatın şehâdetiyle ve izdivac eden nebâtatın tasdikıyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyyedir. Madem, hikmeten, hakikaten, izdivaç, nesil içindir, nev'in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yarısında kabil-i telâkkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul etmeye mecburdur. S.) (İslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakiki ve hayr-ı mahzdır.İkincisi: Şeriat muaddildir. Yâni; gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki, birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref'etme, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaenaleyh, Şeriat, vâzı-ı esâret değildir. Belki en vahşi suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir. Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvâfık olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüdde öyle şerâit koymuştur ki; ona mürâat etmekle hiç bir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adâlet-i izâfiyedir... Münâzarat)
TAADİ Düşmanlık etmek.
TAADÜL Beraberlik, eşitlik.
TAAFFÜF İffetli olma. İffetli görünme. * Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. * İstemekten uzak durma.
TAAFFÜN (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
TAAFFÜN-İ NEFES Nefesin kokması.
TAAFFÜNAT (Taaffün. C.) Fena ve pis kokular.
TAAHHÜD (Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme. * Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama.
TAAHHÜDÂT (Taahhüd. C.) Üzerine alınan işler. Taahhüdler.
TAAHHÜDNÂME f. Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika.
TAAKKUD (Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme.
TAAKKUL Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ)
TAALA (Bak: Teâlâ)
TAALLUK Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
TAALLUKAT Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar.
TAALLÜL (İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. * Mâzeret.
TAALLÜLÂT (Taallül. C.) Ağır davranma.
TAALLÜM (İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme.
TAALLÜN Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme.
TAAM Yemek. Yenilen şey.
TAAMİYE Yemeklik. Yemek parası.
TAAMMİ Kör olma. Görmez hale gelme.
TAAMMUK (Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma.
TAAMMUKAT (Taammuk. C.) Derinleşmeler.
TAAMMÜD (Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma.
TAAMMÜDÂT (Taammüd. C.) İsteyerek ve bilerek yapılan işler.
TAAMMÜDEN Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile.
TAAMMÜDÎ (Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı.
TAAMMÜL Amel etme. Çalışma. Vazife yapma.
TAAMMÜM Umumileşme. Umumi olma. * (İmame. den) Sarık sarma. * (Amm. den) Amca olma. Birisini "amca" diye çağırma.
TA'AN(E) (Ta'n. dan) Çok zemmedip yeren. Çekiştiren.
TAANNÜD (İnad. dan) İnad etme. Ayak direme.
TAANNÜDÂT (Taannüd. C.) İnad etmeler, ayak diremeler.
TAANNÜF Azarlama. Darılma.
TAANNÜT Herkesin yanlışını arama.
TAARR Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek.
TAARRUK (Arak. dan) Terleme. * Kemikten et kazımak. * Ağaç kabuğunu soymak.
TAARRÜB Araplaşma. Arap kılığına girme.
TAARRUS (C.: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi.
TAARRUZ Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme.
TAARRÜF Karşılıklı anlaşma, tanışma. * Bir şeyi herkesin bilmesi. * Kendini hünerleriyle tanıttırma.
TAARRÜM Kemikten et soymak.
TAARÜC Aksaklanmak.
TAARÜF Birbirini bilmek, tanımak.
TAARÜZ Muaraza edişmek, çekişmek.
TAASSUB (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli. (Bak: Dimağ)(... Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathi şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ulemânın şanı değildir... Münâzarat)
TAASSUBKÂR f. Taassub gösteren. Mutaassıb.
TAASSÜF Sapmak, doğru yoldan çıkmak.
TAASSÜFÂT (Taassüf. C.) Yolsuzluklar, haksızlıklar.
TAASSÜR (Usur. dan) Güçleşme. Güç olma.
TAASÜR Güç yapmak, zor yapmak.
TAAŞŞUK Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek.
TAAT İbadet etmek. Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek.
TAATGÂH f. İbadet yeri. İbadetgâh.
TAATTUF (Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme. * Verme. * Esirgeme.
TAATTUFÂT (Taattuf. C.) İhsanlar, lütuflar, bağışlar.
TAATTUL (Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma.
TAATTUR (Itr. dan) Güzel kokular sürünme.
TAAVVUK (Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek.
TAAVVUZ (İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak. * Bir şey karşılığı olarak alınmak.
TAAVVUZ-I TAMS Kadınların âdet görmesi.
TAAVVÜC (C.: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma.
TAAVVÜD (Âdet. den) Âdet edinmek. * Geri dönmek.
TAAVVÜZ Allah'a (C.C.) sığınırak "Euzubillâh" demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek.
TAAYYÜN Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
TAAYYÜNAT Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler.
TAAYYÜŞ (Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
TAAZİ (TAAZZİ) Musibet vaktinde" İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun" demek.
TAAZUM Gözünde büyümek. Büyük görünmek.
TAAZZİ Uzuv peydâ etme. Şekillenme.
TAAZZUM (Azm. dan) Kibirlenmek. Büyüklük taslamak. * Kemikleşmek.
TAAZZUMÂT (Taazzum. C.) Kibirlenmeler. * Kemikleşmeler.
TAAZZÜB Evlenmeyip bekâr kalmak.
TAAZZÜR Özür bildirmek. * Güçleşmek Güç olmak.
TAAZZÜR Tâzim etmek. Hürmet etmek.
TAAZZÜZ Aziz saymak. Tenezzül etmeme. * Çekinme.
TAB f. Parıltı. Parlayıcı. * Güç. Kuvvet. Takat. * Hararet.
TAB' Tabiat. Karakter. * Damga basmak. Mühür basmak. Kitab basmak. Mühür.
TAB f. "Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan" anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab $ : Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran.
TA'B Latife etmek, şaka yapmak.
TAB'A Bir kere basılma.
TAB'A-İ ÛLÂ Birinci baskı.
TABA' Bulaşmak. * Kir. * Demirin paslanması.
TABABET Hekimlik. Doktorluk.
TABAH Kuvvet.
TABAHAT Aşçılık. Yemek pişirme san'atı.
TABAHECE Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.)
TABAK (C.: Etbâk) Örtü. * Hâl. * Cemaat, topluluk. * Kabile.
TABAK (Bak: Debbag)
TABAKA Kat. Katmer. * Sınıf, topluluk. * Sigara paketi. * Bir veya iki yapraklı kâğıt.
TABAKA-İ HAYAT Hayat tabakası. Kabirdeki hayat, dünya hayatı gibi. (Bak: Meratib-i hayat)
TABAKA-İ MESTURİYET Gizlilik tabakası. Örtülü oluş.
TABAKA-İ SEVÂBİT Sabit bilinen yıldızlar tabakası.
TABAKA' Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi. * Cimaı yerince yapamayan kimse.
TABAKAT Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler.
TABAK-ÇE f. Küçük tabak.
TABAKHANE Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane) (Bak: Debbağ)
TAB'AN Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle.
TABAN f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş.
TABANÇE f. El ayası, avuç içi.
TABANKEŞ f. Yaya yürüyen piyade.
TABASBUS Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak.
TABASBUSÂT (Tabasbus. C.) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar.
TABASSUR (Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş.
TABAŞİR "Hind hıyarı" denilen bir deva.
TABAVER (Tâb-âver) f. Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan.
TABAYİ' Mizaçlar, tabiatlar, huylar. Yaratılışlar.
TABAYİ'-İ ESASİYE Temel ve esas olan tabiatlar, karakterler, yaradılışlar. * Toprak, su, hava gibi veya oksijen, hidrojen karbon, azot gibi unsurların hususiyetleri.
TABAYİ'-İ ZİRUH Ruhlu mahlukatın yaratılışları.
TABB Âdet. * Maharet. Ustalık. * Âlim.
TABBAĞ Kılıç yapan kimse.
TABBAH (C.: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı.
TABBAHÎN (Tabbah. C.) Aşçılar.
TABBAL Davulcu.
TABDADE f. Parlatılmış, yandırılmış.
TABDAR f. Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı.
TABDARÎ f. Parlaklık.
TABDİH f. Işık veren. * İplik bükücü.
TABE f. Tava.
TABE-İ ZER Altun tava. * Mc: Güneş.
TABE Hurma. * Hamr.
TA-BE f. "... e kadar" mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir.
TÂ-BE-KEY Ne vakte kadar.
TÂ-BE-SABAH Sabaha kadar.
TABE (Tayyib. den) " İyi ve temiz olsun" mânasınadır.
TABEL (Tâbil) (C.: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat.
TABEN (Tabâne-Tabâniye) Akıllılık.
TABENDE f. Işık veren, parlayan.
TABERÎ (Ebu Cafer Muhammed bin Cerir İbn-i Yezid) (Hi: 224 - 310) İslâm tarihçisi ve müfessiri olup Taberistan'da doğmuş, 7 yaşında Kur'anı hıfz edip bütün ömrünü ilme vakf etmiştir. Babasının adına izafetle Ceririye adlı bir fıkıh mektebi kurmuştur. İbn-i Cerir-et Taberî adı meşhurdur. Kur'an-ı Kerimin bütün kat'i sarih mânâlarını müteselsilen, an'aneli senetle menba-ı Risalete îsal ederek tefsirini yazmıştır.
TABERZED Bir cins şeker.
TABESEHER Sabaha kadar.
TABH Pişirme. Pişirilme. * İlâç kaynatma.
TAB'HANE f. Matbaa. Tab' işleri yapılan yer.
TABH-HANE Lokanta, mutfak.
TABHÎ Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili.
TABIK Büyük kiremit.
TABİ' Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.
TABİ' Kitap basan, tab'eden. Kitap bastıran. Matbaacı. Editör.
TABİAT (Tabia) Yaratılış, huy, karakter. * Âlem ve içindekiler. Şeriat-ı fıtriyye. Hadiselerin ve varlıkların bağlı olduğu kanunlar. Allah, tabiatı yarattığı ve varlıkların nasıl hareket edeceğini kanunlariyle ve emirleriyle tayin ettiği halde Allah'ı inkâr edip tabiat yapıyor diyenler büyük bir sapıklık içindedirler. Tabiatta hiçbir şey kendi başına buyruk bağımsız, hür değildir. Herşey Allah'ın emirlerine bağlıdır. Oksijenle hidrojen, Allah'ın emrine yâni, koyduğu kanuna göre birleşir ve bu kanuna göre bir birleşim (su) meydana gelir. Işık, hangi eğimle gelirse yansırken o eğimle yansır. Bunu değiştiremez. Çünkü Allah'ın emri böyledir ve ona uyar. İki cisim birbirini kütleleriyle doğru ve aradaki mesafe ile ters orantılı olarak çeker, başka türlü davranamaz.Tabiatta herşey kopmaz zincirle bağlı olduğuna göre, tabiat yaratıcı da olamaz. Çünkü yaratma hür irade, önceden plânlama ve bir gayeyi gerektirir. Tabiatta ise bu yoktur. Halbuki tabiatta her an sayısız varlıklar yaratılıyor. Düşünebilenleri hayrette bırakan güzellikte ve mükemmellikte. O halde tabiatı, emrine bağlı kılan sonsuz irade, ilim ve kudret sahibi bunları yaratabilir. O da Allah'dır. Bir daktilo makinasının çalışma tarifesini gören kişi, makinanın mühendisini inkâr edip daktiloyu icad eden ve çalıştıran bu tarifedir demek ne kadar ahmaklıksa, tabiat kanunları denilen Allah'ın emir ve tarifenamesini görüp bunu varlıkların yaratıcısı sanmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır. Varlıkların yaratılışı, tesadüfle de açıklanamaz. Esasen ilimde determinizm prensibi yâni kanuniyet ve zarurilik muayyeniyet kabul edilmiştir. Bu prensip tesadüfü reddeder. Tabiatta kapris yoktur, herşey belirli kanunlara bağlıdır der. Şansa ve ihtimaliyete göre meydana geliyor gibi görünen hadiselerin de bir kanuniyeti vardır. Esasen tesadüfle varlıkları açıklamak imkânsızdır. Birden ona kadar sayılan yazılı kartları tesadüfen bir torbadan sırayla çekme şansı 10 milyonda bir iken bir canlı hücrenin yapısında yer alan bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelme şansı, birin önüne 300 tane sıfırı koymakla elde edilen sayıda birdir. Ancak bunun için milyarlı milyarlarca tekrarla elde edilecek sayı kadar kâinatın ömrü geçmesi lâzımdır. Tabiat bir makinedir, mühendisi değil, bir matbaadır, matbaacısı değil; bir kitapdır, kâtip değil; bir eserdir, müessir değil, bir kanundur, kanun koyucu değil."Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor" deyip Allah'ı inkâr etmek isteyenlere cevap:(Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen; basirâne, hakimâne olan san'at ve icad, Şems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse; belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki: Tabiat, icad için her şeyde hadsiz mânevi makine ve matbaaları bulundursun; veyahut her şeyde kâinatı halk ve icad edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misâli ve aksi güneşcikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki: Bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin hârici vücudunu kabul ederek, zerrât-ı züccaciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi... Aynen bu misâl gibi; mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelinin cilve-i esmâsına verilmezse, her bir mevcudda, hususan her bir zihayatta; hadsiz bir kudret ve irâde ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdetâ bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise; kâinattaki muhalâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlik-ı Kâinat'ın san'atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.Tabiat, bir san'at-ı İlâhiyedir, Sani' olamaz. Bir kitab-ı Rabbanidir, kâtip olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olamaz. Bir kanundur, kudret olamaz. Bir mistardır, mastar olamaz. Bir kabildir, münfail olur; fâil olamaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. L.)(S - Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?C - Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi' değildir. Tâbi', ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef'âl arasında bir nizam ve bir intizamı ika' eden İlâhi bir şeriat-ı fıtriyyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte yâni yaratılışta câri olan Adetullah'tan ibârettir. Amma tabiatın bir mevcud-u hârici olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve tâlim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, "Aralarındaki o nizami idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi bir şey mevcuttur." diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebai bir nazarla devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u hârici olduğuna ihtimal verebilir.Hülâsa : Tabiat, Allah'ın san'atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes'eleleridir. Kuva dahi, o mes'elelerin hükümleridir. İ.İ.)
TABİAT-I MA'SİYET f. İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak.
TABİATI TAKLİD Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme.
TABİATPEREST f. Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden.
TABİB (C.: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim.
TABİBÂN (Tabib. C.) Doktorlar, tabibler, hekimler.
TA'BİD Mükerrem etmek. * Katran bulaştırmak. * Hizmet etmek. * Zelil etmek. * Zelil etmek, kepaze yapmak.
TA'BİE Karıştırmak. * Beslemek, terbiye etmek. * Hazırlamak.
TABİH (Tabh. dan) Pişiren, aşçı.
TABİH Suda pişmiş et yahnisi.
TABİHA Öğle sıcağı.
TABİÎ Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.(...İşte meşiet-i İlâhiyye ile vücuda gelen işlerde "inşâallah inşâallah" yerine "Tabiî tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et... M.)
TABİÎ Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve onlardan ders almış olan sâlih müslümanlar. (Bak: Ashab)
TABİİYYET Tabi'lik. Tâbi olma. Bir kimseye mensub bulunma. Bir devletin teb'asından olma.
TABİİYYUN Tabiatçılar. Naturalistler. "Her şeyi tabiat yapıyor" diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler.
TABİL (C.: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler. * Çömlek içinde pişen nesne.
TA'BİR (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.
TA'BİR-İ SAMEDANÎ Allah'a mahsus tâbir. Kur'an'da beyan buyurulan en iyi tabir.
TA'BİRAT (Ta'bir. C.) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar.
TABİSTAN f. Yaz mevsimi.
TABİŞ f. Parlayış, parıldayış.
TABİŞ-GEH f. Parıltı yeri.
TABİÛN (Tâbiîn) (Tâbiî. C.) (Bak: Tabiî)
TA'BİYE Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme. * Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası. * Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ("Tabya" yanlıştır)
TABL Davul. * Kulak zarı.
TABL-BAZ f. Davulcu.
TABLDOT Fr. Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek.
TABLE Dirhem.
TABLEK Dünbelek.
TABL-HANE f. Büyük davul.
TABL-ZEN f. Davulcu.
TABN Defnetmek, gömmek. * Tanbur.
TABNAK f. Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver.
TABS İnsan.
TABTABA Su çağıltısı. * Tıpırtı.
TABU (Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey.
TABUT (C.: Tevâbit) Sandık. * Ölü nakline mahsus sandık. * Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll. * Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık. * Su kovası.
TABV (TABY) Sarfetmek, harcamak. * Dâvet etmek.
TABY (TIBY) At, katır, eşek ve geyik memesi.
TAC Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; sarık, imame. * Gelinlerin başlarına koydukları cevahirli süslü başlık. * Kuşların başındaki uzunca tüy. * Çiçeklerin ortalarındaki renkli parlak kısım.
TAC-I SER Baş tacı. * Mc: Çok sevilip itibar edilen şey veya kimse. Muhterem, aziz.
TACBEYT Edb: Bir kasidenin sonlarında nazmedenin ismi bulunan beyit.
TACDAR f. Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar.
TACDARANE f. Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca.
TACDARÎ f. Padişahlık, hükümdarlık.
TACEN Tava. * Büyük kiremit.
TACGAH f. Hükümet merkezi.
TA'CİB Hayrete düşürme, şaşırtma.
TA'CİF Arkalamak. * Doymaya yakın olana kadar yemek.
TA'CİL Acele ettirme, hızlandırma.
TA'CİLÂT (Ta'cil. C.) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar.
TA'CİM Noktalama, noktalatma.
TA'CİN (Acn. dan) Hamur yapma, yoğurma, hamur hâline getirme.
TACİR Ticaret yapan, ticaretle uğraşan.
TA'CİZ (Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak. * Eğlendirmek. * Âciz etmek. * Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi.
TA'CİZÂT (Ta'ciz. C.) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler.
TACSER (Bak: Tâc-ı ser)
TAC Ü SERİR Taç ve (üzerine oturulan) taht.
Dostları ilə paylaş: |