CERD Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme. * Ot ve ağaç yetişmeyen yer.
CERDA Mahrum, çıplak. * Tüysüz, dazlak. * Çorak, verimsiz toprak, arazi. * Karıştırılmamış.
CERDAHL Büyük gövdeli deve. * İnsanların her işine itiraz eden.
CERDAK(A) (C.: Cerâdik) Yufka ekmeği.
CEREA (C.: Cere') Ot bitmeyen kumlu yer.
CEREB Uyuz hastalığı, uyuzluk.
CEREB-NAK f. Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi.
CEREC Yüzüğün, parmağa geniş olması. * Taşlı, sert yer. * Muztarib. Iztırab ve acı çeken.
CERECE Büyük, geniş yol. * Ulu yol.
CERED f. Yaralı, mecrûh.
CERED Çıplak olma.
CEREF Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması.
CEREM Ayrılmak. * Günâh. Cinâyet. * Hurma toplarken yere düşenleri yemek.
CERENFEŞ Yanları etli ve büyük olan kişi.
CERENG f. Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi.
CERES Çan. * Zindan, hapis yeri. * Hayvanın boynuna asılan çıngırak.
CERES-DAR f. Çıngırak taşıyan, çıngıraklı.
CEREŞ Bir şeyi iri dövme, iri öğütme.
CEREVHAK İplik yumağı.
CEREYÂN Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.
CEREYÂN-I HEVÂ Hava akımı.
CEREZ (CÜRÜZ) Suyu kesik olan. * Otsuz yer.
CEREZ Davarın art sinirinde olan bir hastalık.
CERF Ahzetmek, almak. * Yıkmak, harap etmek. * Yerden bel veya kürekle bir şey atmak.
CERGAND f. Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. * Işık. Işık konacak yer.
CERGE f. Bir mevki'de bulunan insan topluluğu.
CERH Yara. * Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak. * Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek. * Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek. * Şahid, yalancı ve fâsık olduğundan dolayı mahkemede hâkimin şâhidin şehâdetini reddetmesi. * Kesb u kâr eylemek. Kazanmak.
CERH-İ AMÛD Bir kimseyi her ne ile olursa olsun, haksız olarak kasden yaralamak.
CERHA Yaralı, yaralanmış.
CERHETMEK Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek.
CERİ' (Cür'et. den) Cesur, yiğit, delikanlı, gözü pek, cesaretli, yılmayan.
CERİ'-ÜL LİSÂN Sözünü esirgemiyen, çekinmeden söyliyen.
CERİB Uyuz hastalığına tutulan. Uyuz marazına tutulmuş olan. Uyuz.
CERİB İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü. * Dönüm. * Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü.
CERİD (C.: Cerâyid) Hurma budağı. * Yaprağı dökülmüş olan hurma ağacı.
CERİD(E) Çorak ve verimsiz yer.
CERİDE f. Yalnız, tenhâ.
CERİDE Gazete. * Resmi dâirenin büyük hesablarının kaydedildiği defter.
CERİDE-İ HAVÂDİS 1840'da Çörçil ismindeki bir İngiliz tarafından çıkarılan ilk hususî gazete.
CERİH (Cerh. den) Mecruh. Yaralanmış, yaralı.
CERİHA Yara. Çürüklük.
CERİHA-DÂR f. Cerihalı, yaralı.
CERİM Kabahatli, câni, suç işlemiş. * (C.: Cirâm) Kuru hurma. * Hurma çekirdeği.
CERİME Suçludan alınan para cezası, cereme. * Günah, zenb, suç.
CERİN (C.: Ecrân-Ecrine-Cürün) Hurma kurutma yeri.
CERİR (C.: Cürür) Devenin boynuna taktıkları ip.
CERİRE Kabahat, suç.
CERİR-İ TABERÎ (Bak: Taberî)
CERİŞ İri bulgur. * İri dövülmüş tuz.
CERİZ Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi.
CERM (C.: Cürüm) Bir cins Arap sandalı. * Kat'. Kesme. * Günahkâr olma, günah işleme. * Koyun kırkma. * Sıcak, sıcaklık.
CERMEN Germen, Alman.
CERMÜZE f. Sefer ve misafirlik.
CERR Kendine doğru çekmek. Çekmek. Cezb. * Para almak. * Uçurum. * Kale hendeği.
CERR-İ MAGNEM Menfaat celbetmek.
CERRAH Yarayı açıp tedavi eden, ameliyat yapan. Operatör.
CERRAHHÂNE Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul.
CERRAHHÂNE-İ ÂMİRE Geçen asırda yeni usullerle cerrahlık yapılan Osmanlı tıp müessesesi, cerrahhânesi.
CERRAHÎ Tıpta operatörlük. * Ameliyatla ilgili.
CERRAR Cer yapan, para toplayan. * Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu. * Desti satıcısı. * Ağır ağır giden. * Traktör.
CERRARE Sarı renkte küçük ve zehirli akrep.
CERRE (C.: Cürr-Cirar) Topraktan yapılan desti ve bardak. * Ağaçtan yaptıkları su kabı.
CERRE ÇIKMA Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplamaları.
CERS (CİRS) Gizli ses. * Arının ağaçtan ve çiçeklerden emmesi. * Bir miktar zaman.
CERŞ Bir şeyin kabuğunu soyma, bir şeyi kazıma.
CERUR Çok miktar yemek.
CERUZ Obur, çok yiyen.
CERV Küçük meyve. * Vahşi hayvan yavrusu. Enik.
CERVEL Taş.
CERY Suyun ve diğer sıvıların akması. Cereyan.
CERZ Kat', kesme. * Yok etme, mevcudiyetini kaldırma. * Katletme, öldürme.
CERZE (C.: Cürüz) Yaş ot bağı.
CE'S Korkutmak, tahvif.
CESA Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması.
CESALE Çokluk, kesret.
CESAMET İrilik. Büyük olma, cesim olma.
CESARET Cesurluk, yiğitlik, korkusuzluk.
CESARET-İ MEDENİYE Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet harekette korkmamak. Haklı olduğu bir mes'elede korku göstermemek. İçtimai münasebetlerde girişkenlik.
CESASET Tecessüs, casusluk. Merak.
CESCAS Kılı çok olan. * Bir otun adı.
CESED Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
CESED-İ MİSALÎ Misalî ve lâtif bir cesed. Varlığı maddî olmayan fakat cinsinin cesedine benzeyen beden.
CESİM İri vücudlu. * Kebir. Ehemmiyetli. Büyük.
CESİS(E) Hurma ağacının yeni çıkan budağı. (Fesîl-ün-nahl derler).
CESK f. Mihnet, keder, elem, gam, tasa. * Musibet, belâ, âfet, felâket.
CESL Kıllı kimse. * Çok nesne, kesir.
CESLE Kara karınca.
CESM Devam etmek, mülâzemet.
CESR(E) Büyük deve.
CESS Koparmak. * Bal mumu. * İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey.
CESS Araştırma, tahkik etme, soruşturma. * El ile yoklama. * Yapışmak.
CESSAME Sefer yapmamış kişi. Seyahat etmemiş kimse.
CESSAS Gizli şeyleri araştıran, gizli şeylere merak eden. Tecessüs sâhibi.
CESSAS Kireç ile bina yapan. Badanacı.
CESSASE Kruvazör, harp gemisi.
CEST f. Sıçrayış, atlayış.
CESTAN f. Atlıyan, sıçrayan.
CESTE f. Azar azar, bir parça. * Sıçrayış, atlayış. Hatve.
CESTE CESTE Azar azar, parça parça, kısım kısım.
CESTEN f. Atlamak, sıçramak. Kaçmak, kurtulmak. Atılmak.
CESUR(E) (Cesâret. den) Cesaretli, yiğit.
CESURÂNE f. Yiğitçesine, cesaretli olarak, yüreklice, cesaretle.
CEŞ f. Mavi boncuk.
CEŞA' Çok hırslı olmak.
CEŞER Davarı otlamaya çıkarmak.
CEŞİB Kaba ve galiz nesne.
CEŞİR Kir.
CEŞİR Büyük çuval. * Ev önünde davar yürüyecek yer.
CEŞİŞ Bulgur.
CEŞİŞE Bulgur yemeği.
CEŞM Meşakkatli iş buyurmak, zor bir iş söylemek.
CEŞN f. Ziyafet, şölen. * Îd, bayram.
CEŞŞ Dövmek. * Kırmak. * Vurmak, darp. * Bir nesneyi pâk etmek, temizlemek.
CEV f. Arpa.
CEVA' Geniş. * Hasta. * Kokmuş su. * Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması.
CEV'A Bir kere acıkmak.
CEVAB Sorulan şeye söz veya yazıyla verilen karşılık. * Kabul etmemek. Reddetmek. * (Câbiye. C.) Havuzlar.
CEVAB-I KAT'Î Kesin ve kat'i söz, kesin cevap.
CEVAB-I NÂ-SAVAB Doğru olmayan karşılık. Yanlış cevab.
CEVAB-I RED Red cevâbı verip kabul etmemek. Reddetmek. Kabul etmemek yolunda söylenen söz.
CEVABAT (Cevâb. C.) Cevablar. Sorulan sorulara verilen karşılıklar. Mukabil sözler.
CEVABEN Karşılık ve cevap olarak.
CEVABÎ Karşılık, cevap. * (Câbi. C.) Tahsildarlar, câbiler.
CEVAD (Cevvad) Çok çok ihsan eden. Çok cömert.
CEVADD (Câdde. C.) Caddeler, büyük ve işler yollar, tarikler.
CEVAHİR (Cevher. C.) Cevherler. Çok kıymet verilen ve az bulunan şeyler, çok kıymetli mâden veya taşlar. * Mc: Çok kıymetli söz veya faydalı yazılar.
CEVAHİR-İ FERD (Cevher-i ferd. C.) Cevher-i ferdler. Zerreler, atomlar.
CEVAHİR-ÜL-KELİMAT Şemsi adındaki bir zat tarafından Arapçadan Türkçeye kaleme alınan 108 sahifelik bir lügat kitabının adı.
CEVAİB Halk arasında gezen haberler.
CEVAİZ (Câize. C.) Câizeler, verilen bahşişler, armağanlar.
CEVÂMİ' Toplu olan şeyler. * Câmi'ler. Mescidler.
CEVÂMİ-ÜL KELİM Lâfızları az, mânâsı çok kelâmlar, sözler, ibâreler, fıkralar. (Bak: Câmi-ül kelim)
CEVAMİD (Câmid. C.) Cansız, donmuş şeyler.
CEVAMİS (Câmus. C.) Camuslar, mandalar, kömüşler, su sığırları.
CEV'AN (Cu'. dan) Acıkmış, aç, midesi boş.
CEVANİB (Cânib. C.) Cânibler, yanlar, taraflar.
CEVANİB-İ ERBAA Dört taraf.
CEVARİ (Câriye. C.) Akıcı ve câri olanlar. * Hizmetçi kızlar. * Câriyeler, kadınlar.
CEVARİH El, ayak gibi vücud azaları.(Cevârih, cârihanın cem'idir ki, esasen cerhden me'huz olup te'sir mânası mülâhazasıyla kâsibe mânasına isim olmuştur. Cevarih, kevasib demektir. Bunun için el, ayak ve ağız gibi yaralayıcı âlet olan azaya cevarih denildiği gibi, av tutan yırtıcı hayvanlara ve kuşlara dahi kevasib ve cevarih denilir ki, burada murad budur. E.T.)
CEVAR-ÜL KÜNNES Seyyar yıldızlar. (Ütarid, Zühre, Merih, Müşteri, Zuhal.) (Bak: Hunnes)
CEVASİS (Casus. C.) Casuslar. Gizli şeyleri araştıranlar. Gizlilikleri öğrenip bilenler.
CEVAZ Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
CEVAZ-I ŞER'Î Şer'an câiz olma. Şeriatça yasak olmayan husus.
CEVAZİNC Nilüfer çiçeği.
CEVB Kesmek. * Yırtmak. * Mesafe almak.
CEV-BE-CEV f. Azar azar.
CEVCA' Uzun ayaklı adam.
CEVCEM Kızıl gül, verd-i ahmer.
CEVDER f. Öküz.
CEVDET İyilik. Güzellik. Kusursuzluk. * Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması. * Cömertlik. * Susuz olma.
CEVDET-İ FEHM Fehm ve anlayış üstünlük ve iyiliği.
CE'VE (C.: Cââ-Cevâ) Çömlek. * Örtü.
CEVEBE (C.: Cüveb) Bulut aralığı. * Dağ aralığı.
CEVEF Bolluk.
CEVELÂN Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme.
CEVELÂN-I DEM Kanın vücudda dolaşması.
CEVELÂNGÂH Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı.
CE'VET Kıtlık. * Bir şeyin üzerine örtülen. * Üzerine tencere konulan örtü. * Çömlek.
CEVF Boşluk. Oyuk. Çukur. İç boşluğu. * Orta, yarı. * Kof.
CEVF-İ LEYL Gece yarısı.
CEVH Akmak. * Koparmak.
CEVH Ulaşmak. * Bittih-i şamî denilen karpuz.
CEVHAN Hurma kuruttukları yer.
CEVHER Bir şeyin özü, esası. * Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. * Edb: Noktalı harf. * Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih. * Harflerin noktası. * Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muhtaç olmayan varlık. Allah'a inanan filozoflar iki çeşit cevher kabul etmişlerdir. Yaratıcı cevher, Allah. Yaratılmış cevher, madde, ruh. Allah'ı cevher olarak vasıflandırmak noksan bir anlayıştır. Çünkü cevher Allah'ın sıfatlarından "kıyam-ı binefsihi: varlığı kendinden olan" sıfatını belirtebilir. Allah'ı sıfatları ve isimleriyle tanımak icab eder. Maddeci filozoflar cevher olarak yalnız maddeyi kubul ederler. Oysa madde Allah'ın yarattığı âlemlerden sadece biridir. Fizik ilmi maddenin enerjiye ve enerjinin maddeye dönüştüğünü göstermiştir. Madde de enerji de belli kanunlara bağlıdır. Kanun varsa kanun koyucu da vardır. Madde ve enerjiye hakim olan ve kanunları koyan, madde ve enerjiyi yaratan Allah'dır.
CEVHER-İ FERD Zerre, en küçük cisim. Atom.
CEVHER-İ ULVÎ Ateş, nâr. * En yüksek cevher. * Ruh.
CEVHER-DÂR f. Elmaslı. * Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. * Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. * Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç.
CEVHERE Bir, tek cevher.
CEVİ Aşk galebesinden gelen şiddet ve hiddet, gam ve gussadan, müzahemeden gelen bir hastalık, maraz. * Kokmuş su.
CEVİ f. Akarsu, nehir, dere, çay.
CEVİN(E) f. Arpadan yapılmış şey. Arpa unu.
CEVİR (Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm. * Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey.
CEVL Tavaf etme.
CEVLAN Şam'da bir dağ.
CEVLE Dönmek.
CEVN Ak, ebyaz, beyaz. * Kara, esved. (Ezdattandır)
CEVREB (C.: Cevârib, Cevâribe) Çorap.
CEVS Kaba, büyük nesne.
CEVS Bir şeyi arayıp istemek.
CEVSAK Kasr, köşk, konak.
CEVSE Köşk, kasr, konak.
CEVSEK f. Düğme.
CEVŞ (C.: Cevâşin) Demir gömlek. * Göğüs. * Orta.
CEVŞEN Zırh.
CEVŞEN-İ KEBÎR Büyük zırh. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.M.) vahiyle gelen en azîm ve en mühim bir münâcâtın ismidir. Bu harika münâcât, mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcâtının fevkindedir. Bin hâsiyeti olan ve bin Esmâ-i Hüsnâ'yı içine alan emsalsiz bir münâcât-ı Peygamberiyedir.
CEVŞEN-PÛŞ f. Zırhlı, zırh giyen.
CEVŞİR(E) f. Arpa çorbası. * Çulha.
CEVV Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. * Ev veya odanın içi.
CEVV-İ HEVÂ Hava boşluğu.
CEVV-İ SEMÂ Gökyüzü. Gök boşluğu. Fezâ. (Cevv-i âsuman da denir.)
CEVVAD (Bak: Cevâd)
CEVVAL Dâim hareket hâlinde olan.
CEVVAZ Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse.
CEVVÎ Gök boşluğuna âit. Cevve dâir.
CEVZ (C.: Ecvâz-Cevzât) Ceviz. * Her nesnenin ortası.
CEVZ-İ BEVVÂ Hindistan cevizi.
CEVZ (CEVZÂN) Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek. * Sallana sallana yürümek.
CEVZA Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer.
CEVZAK f. Kederlenme, elemlenme.
CEVZEKA (C.: Cevzek-Cevâzik) Pamuk kozağı.
CEVZEKÎ Koza satıcısı.
CEVZEL (C.: Cevâzil) Güvercin yavrusu. * İğne deliği.
CEVZENİC Cevizli helva.
CEVZİNE Cevizli helva.
CE'Y Isırmak.
CEYA' Yağmur.
CEYAR Gadaptan ve açlıktan dolayı göğüste olan hararet.
CEYB (C.: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı. * Yaka. * Kalb.* Geo: Sinüs.
CEYD (C.: Ecyed) Uzun boylu olmak.
CEYDER Kısa boylu.
CEY'E Gelmek.
CEYEŞAN Kaynamak. * Hışm etmek.
CEYL (C.: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim. * Nesil, batın, kuşak. * Yengeç.
CEYLAN Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl.
CEYŞ Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a. * Dolup taşmak. * Ses, sadâ.
CEYŞ-ÜL AZÎM Büyük ordu. Binikiyüz kişilik askeri kuvvet.
CEYVAD f. İttika', günahtan sakınma.
CEYYİD İyi, güzel, hoş. Saf.
CEYZ Döndürmek. * Dar etmek.
CEZ' Dereyi enine kesmek.
CEZ' Ağaç kökü, ağaçların alt kısımları.
CEZ f. Cezire, ada. Her tarafı su ile çevrilmiş olan kara parçası.
CEZ'(A) Damarlı akik. Göz boncuğu adı verilen, kara alaca ve kıymetli bir süs taşıdır.
CEZA' Hüzünle ağlayıp sızlanmak. Sabırsızlık yüzünden telâş ve teessür göstermek.
CEZA Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab. * Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım. (Bak: Şart)
CEZA-YI AMEL Yapılan işin karşılığı.
CEZA-ÜŞ ŞART Şartın cevabı. Meselâ: Zeyd ayağa kalkarsa, ben de kalkarım cümlesindeki, "ben de kalkarım" ifadesi, birinci cümlenin cevabıdır.
CEZA' (C.: Cezeân-Cizâ') Altı veya dokuz aylık koyun. (Kurban olması caizdir). * İki yaşına girmiş koyun. * Arslan, esed. * Hayvana yulaf vermeyip hapsetmek.
CEZ'A Az nesne.
CEZAEN Cezâ olarak.
CEZAİR (Cezâyir) (Cezire. C.) Cezireler, adalar. * Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir.
CEZÂİR-İ İSNÂ AŞER Ege Denizindeki oniki adalar.
CEZALET Rekâketsiz ifade. * Güzellik. * Müdebbirlik, akıllılık. * Azim, büyük. * Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıldırma ifâde etmeğe uygun kelimeler olarak ayrılır. Celâdet, sadme, kazanfer, çekâçek, dırahşân gibi.. Bu çeşit kelimelerle, söylenen ve yazılan ifâdelerde cezâlet var, denir. (Edb. S.)
CEZALET-İ BEYANİYE Beyan ilmine ait ve beyan sahasındaki cezâlet.
CEZALET-İ NAZMİYE Kur'an-ı Kerim'deki kelime ve harflerin harika bir ahenk ve münâsebet ile nazm ve tertibindeki cezâlet.
CEZAZE Ekin biçmek. * Hurma kesmek. * Kıl ve yün kırkmak.
CEZB Kendine doğru çekme. * İçme.
CEZBE Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
CEZBEDAR f. Cezbeli, çekici.
CEZBE-EDA f. Cezbeli olmak. Çekici olmak
CEZBETMEK Çekmek, ikna etmek, sevdirmek.
CEZEA (C.: Cezaât-Cizâ) Beş yaşına girmiş deve. * İki yaşına girmiş koyun. * Üç yaşına girmiş sığır ve at.
CEZEB Adamın ağzında tükrüğü kesilmek. * Hayvanın sütü az olmak.
CEZEBAT (Cezbe. C.) Cezbeler. (Bak: Cezbe)
CEZEL Yoğun ve kuru odun ağacı. * Kesmek, kat'.
CEZEL (C.: Cezlan) şâd olmak.
CEZER Havuç. * Aslanın yediği et.
CEZF (CÜZÂF) Bir şeyi ölçmeden tartmadan almak.
CEZF Kesmek. * Sürmek. * Evmek.
CEZH Hediye, atâ, bahşiş vermek.
CEZİA (C.: Cezâyi) Koyun sürüsü.
CEZİL Bol. Çok. * Edb: Peltek ve bozuk olmayan kelime.
CEZİM (Bak: Cezm)
CEZİR (Bak: Cezr)
CEZİRE Ada. Dört tarafı su ile çevrilmiş toprak parçası.(Üç tarafı su ile çevrili kara parçasına yarımada denir.)
CEZİRET-ÜL ARAB Arabistan yarımadası.
CEZL Kalın odun. Tomruk. * Sağlam. Metin. * Güzel ve muhkem fikir. * Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime. * Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam.
CEZLAN Saadetli, mutlu, sevinçli.
CEZM (CİZM) Her nesnenin aslı. * Ağacın kökü. * Kesmek, kat'.
CEZM (Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak. * Kesmek. * Niyet. Tahmin. Takdir. * İlzam. * İcâbe. * Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri yerlerine vaz'edip mahrecinden çıkarırken tâne tâne, fesahat, beyan ve teenni ve sükûnet üzere okumak.
CEZMA Kulağı kesik koyun. * Kulağı delik koyun.
CEZME Bir kere yemek.
CEZME Kamçı. * Ağaç parçası. * İp parçası.
CEZMEN Kestirip atmak sûretiyle.
CEZMÎ Kat'î niyet ve karara ait. Cezm.
CEZR Kök, asıl, temel. Bünyâd. * Kesmek. * Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur. (Bak: Meczur) * Derya, deniz. * Arı kovanından bal almak. * Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz ve ırmak sularının çekilip kabarması. Buna "med ve cezir" hâdisesi denir.
CEZR-İ VETEDÎ Kazık kök. Kazık gibi yere derinliğine giden kök. (Havuç gibi.)
CEZRE Kasaplık koyun, keçi gibi davar. * Semiz koyun.
CEZRÎ Köklü. Kat'î. Köke âit ve müteallik.
CEZU' Çok sızlanan, kıvranan, feryad eden. Allah'tan gayrısından imdad bekleyen.
CEZUR (C.: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.)
CEZZ Kesmek, biçmek.
CEZZAB Fazla çekici olan. Cezub. Çok cezbeden.
CEZZAF Ağ ile balık tutan balıkçı.
CEZZAR Zâlim. Gaddar. Kanlı. * Deve kasabı.
CIHRE (C.: Cihar-Echâr) Bir kimseye sığınmak.
CIRANTA yun. Poliçeyi, senedi devir ve havale eden şahıs.
CIVATA Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar.
CİAL (C.: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez.
CİALE (CA'YİLE) Rüşvet.
CİAR Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip.
CİBA f. Odun.
CİBA Toplanmış, birikmiş su.
CİBAB Car dedikleri kaftan. * Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.)
CİBAH (Cebhe. C.) Cebheler, alınlar.
CİBAL (Cebel. C.) Dağlar.
CİBAL-İ MÜBÂHA Huk: Hiç bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan dağlar.
CİBAL-İ ŞÂHİKA Yüksek dağlar.
CİBAVE Toplamak. Cem'etmek.
CİBAYAT (Cibâyet. C.) Vergi, câbilikler, gelir toplamalar.
CİBAYET Vergilerin, devlet gelirlerinin tahsili. * Büyük vakıfların ayrı vazifeliler tarafından idare edilen kısımları.
CİBİLL (C.: Cibillât) Yaratılmak. * İnsanlardan bir grup.
CİBİLLEN KESİRA Çok insanlar.
CİBİLLET Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet.
CİBİLLÎ Cibilliyet. Yaratılıştan olan. Asıl maya, huy, tabiat, tıynet.
CİBLET Yaratılmak.
CİBR Az-çok, zorla olgunlaşmak, kemal bulmak.
CİBRÎL Cebrâil, Ruhül Kudüs. Cenâb-ı Hakdan (C.C.) Peygamberimize (A.S.M.) vahiy getiren melek.
CİBS Kansız, hissiz. Hayırsız, alçak kimse. * Alçı taşı, kireç.
CİBT Put, sanem, salib.
CİBVE Toplamak. Cem'etmek.
CİD Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun.
CİDAD Hurma kesecek vakit.
CİDAL Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. * Muharebe. Cenk. Kavga.
CİDALCU f. Harpçi. Kavgacı.
CİDALE (Bak: Cedalet)
CİDAR Duvar. * İki yeri birbirinden ayıran zar, perde.
CİDD Çalışmak. Ciddiyetle yapmak.
CİDDEN Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak.
CİDDÎ Gerçek. Hakikat. * Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi. * Mühim.
CİDDİYAT Hakiki sözler. Ciddiyetler.
CİDDİYET Ciddîlik. * Ağırbaşlılık, sakin hâllilik. * Ehemmiyet.(Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. İ.İ.)
CİDE Batı Karadeniz bölgesinde Kastamonu vilâyetine bağlı bir ilçe.CİF : ing. Bir malın fiyatına, nakliye ve sigorta ücretinin de katılmış olduğunu gösteren bir kısaltma.
CİFAN (Cefne. C.) Çanaklar.
CİFAR (Cefr. C.) Geniş kuyular.
CİFE Kokmuş et, ölü hayvan, leş.
CİFE-GÂH f. Leş ile, lâşe ile dolu olan yer.* Mc: Dünya.
CİFNE (C.: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas. * Bağ çubuğu.
CİFR (Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir. (Bak: Ebced, İlm-i Cifir)
CİĞER f. Ciğer. Bağır. * Keder, sıkıntı, elem. * Avaz.
CİĞER-DÂR f. Yürekli, ciğerli, cesâretli.
CİĞER-DER f. Ciğer söken, ciğer parçalıyan.
CİĞER-DÛZ f. Ciğeri delip geçen.
CİĞER-FÜRÛŞ f. Ciğerci, ciğer satan.
CİĞER-GÛŞE f. Evlât, yavru. * Sevgili. Mâşuk.
CİĞER-HÛN f. Ciğeri kanlı. Çok acıklı.
CİĞER-PÂRE f. Sevgili yavru, evlâd.
CİĞER-SÛZ f. Çok acı. Ciğer yakar derecesindeki teessür.
CİĞER-ŞÜKÂF f. Ciğer parçalayan. Çok acı veren.
CİHAD (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve deccalın) fitnelerini def ile hâkimiyet-i Hakkı te'min eylemek. (Bu mücahede, zamanımızda kılıçla değildir. Kılıçla olan cihad, din hükümlerinin câri olduğu dar-ı İslâmın hâricinde yapılabilir. Bununla berâber bu mezkur maddî ve mânevî cihad, değişen şartlara bağlıdır.)Kur'an-ı Kerim'de 9. sûrenin 24. âyetinin çok kısa bir meâli şöyledir:"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (lâyık olduğunuz cezası ve felâketi) gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez."Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır.(Cihâd-ı diniye farzdır; bu zamanda muzaaf farz-ı ayndır. M.)(Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir. Lemeât.)(Bütün ümmet için ve bilhassa, İslâm ve Kur'an hizmetinde fedakâr ve sebatkâr çalışan mücâhidler için dâima tazeliğini koruyan Tebük Seferindeki bir hâdiseyi, bazı kısımlarını aynen alıyoruz.Bu hâdisede, çok çeşitli ders ve ibretler vardır. Ezcümle: Maddi ve manevi cihadda, bir tekâsül ve ihmâlin bilhassa kendi şahsi hayatına temâyül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmakla, mücâhid cemaatin cihad ruhuna ve fedakârâne sebatına fütur getirmek ve kuvve-i mâneviyeyi kırmağa sebep olmak gibi büyük mes'uliyetler bulunduğundan, cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketler, cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih edilerek, bu tarz hissiyatların inkişafına meydan vermemek.Hem ihlâs ile ve sadece Allah rızası için çalışmanın şiddetli imtihanlarından geçmekle azami sadakat dersini vermek gibi ehemmiyetli çok hikmetleri ihtivâ eder:(...Resulullah ile müslümanlar, gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: "Hazırlanmağa kudretim, vaktim müsaittir." derdim. Bu ihmâlcilik bende durmayıp devam etmişti.Resulüllah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da mâlül olup da Allah Teâlâ'nın mazur gördüğü bir mü'min görürdüm.Sonra Resulüllah bir sabah Medine'ye teşrif buyurdu. Resulüllah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekât namaz kılmak, sonra halkın: Hoş geldiniz temennilerini kabul etmek için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine getirip mescidde oturunca Tebük Seferi'ne gitmeyip arda kalanlar Resulüllah'a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te'yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er kişiydiler. Resulüllah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Tealâ'ya havale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulüllah'a selâm verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana: Gel dedi. Ben de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana: "Seni nasıl bir mâni geri bıraktı? Sen Akabe'de arkana biat almış değil mi idin?" buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: "Evet, vallahi, Ya Resulüllah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha suhûletli değildim." Bu maruzatım üzerine Resulüllah (A.S.M.) "Hakikaten bu, doğru söyledi. Ey Ka'b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle!" buyurdu.Resulüllah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı, bu hakidan benim bildiğim toprak değildi. Bu hâl üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat, ben onların daha genci ve daha salâbetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. Ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulüllah'ın meclisine varır ve kendine selâm verirdim. Ve içimden: Acaba Resulüllah selâmıma mukabele ederek dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulüllah'ın yakınında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hâl uzayınca bir gün gittim. Tâ Ebu Katâde'nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katâde, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir zat idi. Vardım, ona selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Ben: "Ey Ebu Katâde! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah'ı ve Resulüllah'ı sevdiğimi bilir misin?" dedim. Sustu, cevap vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına sordum. Yine sükut etti. Üçüncü bir daha Allah adına and verdim. Bu defa: "Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.Kâ'b bin Mâlik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine'ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebeti bir fellâh, bir ekinci: "Ka'b bin Malik'i bulmağa bana kim delâlet eder?" diye soruyordu. Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebeti kişi bana geldi. Ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba'dü) den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: Haber aldığıma göre sahibin (Peygamber), sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz. Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim. Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulüllah'ın gönderdiği bir zat, (Huzeyme bin Sâbit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: "Resülullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!" dedi. Ben de: "Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?" dedim. O da: "Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma." dedi.Resulüllah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ile Hilâl'e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun! dedim.Bundan sonra on gün daha durdum. Tâ ki Resulüllah'ın bizimle halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir hâlde bulunuyordum ki, Allah Telâlanın (Tevbe sûresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili dağı üzerinde en yüksek sesiyle: "Ey Ka'b bin Mâlik, müjde!." diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulüllah sabah namazını kıldığı zaman Allah'ın bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilân etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur. Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili dağının üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür'atli idi. Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. (Ebu Katade'den) iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulüllah'a (A.S.M.) koştum. Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraatimi) tebrik ediyorlar ve: Allahın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.Ka'b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulüllah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hem Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talhadan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha'nın bu lütfunu unutmam.Ka'b der ki: Vaktaki Resulüllah'a (A.S.M.) selâm verdim. Mübârek yüzü meserretten şimşek çakar gibi şakır bir hâlde bana: "Bir günün hayır ve saâdeti ile müjde sana ey Ka'b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!" buyurdu. Ben: "Yâ Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?" dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-ü Ekrem, taraf-ı İlâhiden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parlardı, hatta o, bir ay parçasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini onun bu sevimli simasından anlardık.Vaktaki Resulüllah'ın huzurunda oturdum. - Ya Resulallah, Allah ve Resulullah'ın rızası için halis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır dedim. Resulullah (A.S.M.): "Hayır, malının bir kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!" buyurdu. Ben de "Şu Hayber'deki hissemi alıkorum" dedim.) (S.B.M.)
CİHAD-I ASGAR Küçük savaş. İslâm müdâfaası için silahla savaşma.
Dostları ilə paylaş: |