DARZEM Sütü az deve. * Çok ısırıcı olan yılan.
DARZEME Çok ısırmak.
DÂS f. Orak. * Tuzak. * Sedef otu.
DÂS-I ZERRİN Altın orak. * Mc: Yeni ay.
DA'S Titremek. * Zayıf olmak, zayıflamak.
DA'S Cimâ etmek. * Süngü ile vurmak. * Az olan nesne ve eser.
DA'SA Güneşten çok ısınan yumuşak, çukur yer.
DA'SA Yumuşak yer.
DASAR (Dâstâr) f. Tellal, simsar.
DASDASA Depretmek, tahrik.
DASE f. Orak.
DA'SERE Yıkmak.
DÂSİTÂN (Dâstân) f. Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. * Şöhret.
DÂSİTÂNE-İ AŞK Aşk hikâyesi ve destanı.
DAŞ İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş $ : Refik.
DA'ŞERE Yıkmak.
DAŞTE f. Köhne, harab olmuş, eskimiş, yıpranmış. * Mâlik olmuş.
DAŞTEN f. Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. * Zabtetmek, gasbetmek, almak. * Görüp gözetlemek. * Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek.
DAV' Hoş kokular kokmak. Depretmek.DAV' : Şule, ziya, ışık.
DAV' Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran.
DA'VÂ Takib edilen fikir, iddia. * Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi. * Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek. * Mes'ele. * İnat. Ayak diremek. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. * Bir kimseyi bir şeye sevketmek. * Birisinin hâkimin huzurunda başka birisinden hak istemesi.
DA'VÂ-YI HALK Yaratmak iddiasında bulunmak, halk etmeyi, yaratmayı dâva etmek. (Kâinatta hiçbir kimse da'vâ-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Halk eden ancak Cenab-ı Hak'tır.)(Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmıyan kimse, kâinatta dâva-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır. H.)
DA'VÂ-YI NÜBÜVVET Peygamberlik dava etmek. Peygamber olduğunu ilân etmek.
DAVACI t. Dava açan.
DAVAHİ Memleket köşeleri.
DAVAHİ-S SEB' Yedi kat gök.
DA'VAT (Duâ. C.) Duâlar, niyazlar, çağırışlar. (Bak: Ed'iye)
DAVAT Devenin başında olan verem.
DAVA VEKİLİ Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi.
DAVBAN Güçlü, büyük deve.
DAVC (C.: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması.
DAVDA' Meş'ale. * İnsan sesleri.
DÂVER Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir. * Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim.
DÂVERÂNE f. Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. * Hâkim ve vezirle alâkalı olan.
DÂVERÎ f. Hâkimlik, hükümdarlık. * Mahkeme ve dâvâ. * Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. * Kavga, mücadele.
DA'VET Çağırma. Ziyafet. Duâ. * Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek.
DAVİTA Havuzun dibinde olan balçık. * Çöküklük. * Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur.
DAVİYE Otsuz çöl.
DAVKAA şişman ve ahmak olan kimse.
DAVLUMBAZ Çarkları yandan olan vapurlarda çarkların döndükleri yerleri örtmek için vapurun iki tarafında bulunan iki büyük yarım daire.
DAVMERAN Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek.
DAVR Ziyan etmek, zarara girmek.
DAVTA Fakir.* Gövdeli, cesim.
DÂVUD (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Benî İsrail Peygamberlerindendir. Hz. Süleyman'ın (A.S.) babasıdır. Hem Peygamber, hem Sultandı. İbranice Zebur kitabı kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010 da vefat ettiği nakledilir. (Bak: Yuşa)(Telyin-i hadid, en büyük bir ni'met-i İlâhiyyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet, telyin-i hadid, yâni demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühâsı eritmek ve mâdenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddi sanâyi-i beşeriyyenin aslı ve anasıdır ve esası ve mâdenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "Büyük bir Resule, büyük bir Halife-i Zemine, büyük bir mucize suretinde, büyük bir ni'met olarak; telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanâyi-i umumiyeye medar olmaktır." Mâdem bir Resule; hem halife, yâni hem mânevi hem maddi bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san'at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san'ata dahi tergib işareti var. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor:"Ey beni-Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itâat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; herşey'i kemâl-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san'at verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir. Halifelik ve pâdişahlığına mühim kuvvet elde eder. Mâdem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimâiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evâmir-i tekviniyeme itâat etseniz o hikmet ve o san'at, size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz." İşte beşerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddi kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadid iledir ve izâbe-i nühas iledir. Âyette nühas "kıtr" ile tâbir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor... S.)
DAVUDÎ Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses.
DAVVE Ses, sadâ.
DAVVÎ Yurt tutmak.
DAVY Arıklık. * Zayıflık.
DAVZ Zulmetmek, zulüm yapmak. * Çiğnemek.
DAYE Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Dadı. Mürebbi.
DAYET Yan, taraf, cenb.
DAYF (C.: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir. * Meyletmek, yönelmek.
DAYFEN (DAYFÂN) Misafiriyle gelen kişi.
DAYGAM Arslan, esed. * Isırmak.
DAYI Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan. * Annenin erkek kardeşi.
DAYİB İtaat eden, vakarlı ve ciddi kişi.
DAYİBAN Gece ile gündüz.
DAYİC Kovayla kuyudan su çekip havuza boşaltan kimse.
DAYİN Borç veren. Alacaklı. Ödünç para veren. (Bak: Dâin).
DAYİNE (C.: Davâyin) Dişi koyun.
DAYİS (C.: Dâsse) Hırsız.
DAYM Zulüm. Sıkıntı. İhtiyaç.
DAYYIK Pek dar.
DA'Z Cimâ etmek.
DA'Z Noksanlaştırmak.
DA'Z Def'etmek, kovmak. * Nikâh etmek.
DEAİM (Dıâme. C.) Destekler, payandalar, direkler.
DEAVİ (Davâ. C.) Dâvalar, mes'eleler.
DEB' Yumuşak yer. * Kuvvetle basmak.
DEB' Vurmak, darb.
DE'B Bir işde devam ve iltizamla emek çekip çalışmak. * Adet, usul, tarz, kaide. * Şân. * Emir. * Kâr. * Tardeylemek.
DE'B-İ EDEB Edebî usul, kaide. Edeb kaidesi. Edebiyat âdeti, şekli, tarzı.
DEBABİC (Dibâc. C.) Dallı, çiçekli ipek kumaşlar.
DEBABİS (Debbus. C.) Topuzlar.
DEBABUD İki ırgaçla dokunan bir bez cinsi.
DEBAR Mahvolmak. Helâk olmak.
DEBAT (C. Debâ) Uçmayan çekirge.
DEBB Hareket etmek. * Ağır ağır yürümek.
DEBBABE Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank.
DEBBAĞ Derileri sepileyip meşin, sahtiyan, kösele vesaire yapan.
DEBBE (C.: Debbât) Matara dedikleri su kabı. * Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar.
DEBBUS (C.: Debâbis) Topuz.
DEBDAB f. şan, şöhret. Azamet, haşmet, cesamet.
DEBDEBE Gürültü, patırtı. Gösteri için yapılan gürültü. Tantana. Haşmet.
DEBER Savaşırken askerin bozulması, bozguna uğraması.
DEBEŞ Evin esası.
DEBH Belini büküp eğildiğinde, başını öne doğru fazlaca eğmek.
DEBİB Yürümek. * Harekete geçmek.
DEBİR f. Müsteşar. * Kâtib, yazıcı.
DEBİSTAN f. Mekteb, okul.
DEBKEL Bir araya toplanmış mal. * Derisi kalın, çirkin kimse.
DEBL Küçük eşek. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek.
DEBR (C.: Dübur) Oğul kız topluluğu. * Bal arısı.
DEBRE (C.: Deberât-Dibâr-Edbür) Savaşırken askerin bozulması. * Bir evlek yer. * Vaktinden sonra gelmek.
DEBRETMEK t. (Tepretmek) Kımıldatmak, harekete getirmek, oynatmak.
DEBS (DİBÂS) Dibekde buğday döğmek.
DEBSA' Çok fazla kırmızı olduğundan, siyah gibi görünen şey.
DEBŞ Çekirgenin ot yemesi.
DEBUB Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve.
DEBUR Batı rüzgârı. * Fırak, ayrılık. * Halef etmek.
DEBUS f. Topuz.
DECAC (C.: Dücüc) Tavuk. * Horoz, tavuk ve piliç cinsi.
DECACE (Dücâce, dicâce) Tavuk.
DECC Tavuğu çağırmak.
DECCAL Hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren. (Deccal'ın Cennet dediği Cehennem gibi, Cehennem dediği de Cennet gibi olacağı rivâyet edilir. Sahih hadislerin ihbarı ve din büyüklerinin izah ve kabulleri ile, âhirzamanda gelecek ve Risâlet-i Ahmediyeyi inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesâda verecek çok şerli ve küfr-ü mutlak yolunda olan dehşetli bir şahıstır. Bir hadis rivâyetinde üç deccal, diğerinde yirmiyedi deccal geleceği Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından bildirilmiştir. Âlem-i İslâmda muhtelif zamanlarda çıkmış olan dehşetli din düşmanlarının ve anarşiye hizmet edenlerin umumu da rivâvetleri tasdik etmektedir. Bu din yıkıcılığının âhirzamanda daha dehşetli olacağı bildirilmektedir. Şu son asırda görülen ve dünyayı tehdit eden ve Cenab-ı Hakk'ı inkâra kadar cür'et edip medeniyet-i beşeriyeyi tahribe çalışan dehşetli cereyanlar bu gaybi ihbârın doğruluğunu tasdik etmektedir.) (Bak: Mehdi, Mesih, Mesih-üd-Deccal, Süfyan)(Deccal'ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, fir'avunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan; surî, cebbârâne olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı mânevisi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccal'a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya'nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal'asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş. M.)
DECDECE Tavuğa "bilibili" diye seslenmek.
DECECAN Ağırca, yab yab yürümek.
DECEN Çok yağmur.
DECL Örtmek. * Devenin katranlanması. * Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak. * Bâtılı hak gösteren. * Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.
DECN Bol yağmur, rahmet. * Havanın bulutlu olması. * Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma.
DECRAN Neşeli, sevinçli, bahtiyar kimse.
DECUCAT Ayakları kısacık dişi deve.
DECV Nikâh. * Çok karanlık, zulmet.
DECYE (C.: Dücâ) Karanlık, zulmet.
DE'DA Her ayın son günü. * Şaban'ın son günü. * Çok karanlık gece.
DEDEKTİF Fr. Hususi araştırma yapan, tâkib ve tarassudda bulunan polis.
DEEB Âdet, usul, kaide, an'ane.
DEF' Ortadan kaldırmak, Öteye itmek. * Mâni' olmak. Savmak. Savunmak. * Himaye etmek. * Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak.
DEF-İ CU' Açlığı gidermek. Birşey yemek.
DEF-İ HÂCET Abdest bozmak.
DEF-İ ŞER Kötülüğü ve şerri def'etmek.(Bu günlerde, Kur'an-ı Hakîm'in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan, def'-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. K.L.)
DEF-İ TABİÎ Bünyede ve içte olan şeyi, fıtrî ve normal şekilde dışarı atmak.DEF' : (Defâ'-Defâe) Sıcaklık.
DEF'A Bir kerre.
DEF'A-İ ULÂ Birinci olarak, ilk defa.
DEFA Boynuz ve kanat uzunluğu. * Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi.
DEFAAT Kerreler, def'alar. Müteaddid.
DEFADI' (Dıfda. C.) Kurbağalar.
DEFAİN (Define. C.) Defineler.
DEF'ATEN Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada.
DEF'ATEYN İki kere, iki defa.
DEFATİR (Defter. C.) Defterler. Not yazmağa mahsus kâğıttan beyaz kitablar.
DEFATİR-İ RESMİYYE Resmi defterler.
DEFENNİ Alaca renkli bir cins elbise.
DEFER Koltuk kokusu gibi olan pis koku. * Yemeğe kurt düşmesi.
DEFF Yan, cenb. * Kolay.
DEFFE Yan, yüz. * Kitab cildinin iki tarafından herbiri.
DEF'Î Hemen, bir anda.
DEFİ' Kızgın olan nesne.
DEFİF Ağır ağır gitmek. * Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi.
DEFİN (Defn. den) Medfun, defnedilmiş, toprağa konulmuş, gömülmüş, gömülü.
DEFİNE Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer. * Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse.
DEFK Atmak. Dökmek.
DEFLASYON Fr. Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması.
DEFN Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi.
DEFN-İ EMVAT Ölülerin gömülmesi.
DEFN-İ MEYYİT Ölünün gömülmesi.
DEFR Kokmak.
DEFTER (C.: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula. * Liste.
DEFTER-İ A'MÂL İnsanların amellerinin iyilik veya, kötülüklerinin meleklerce kaydolunduğu manevî defter.( $ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, surenin işaret ettiği gibi haşr-i bahâride başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var. Fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâlini neşreder. S.)
DEFTERDAR Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur.
DEFTERDARLIK Eskiden maliye bakanlığı. * Şimdi vilâyetlerin mali işlerine bakan daire.
DEFVA Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.* Boynu uzun olan kadın.
DEGA f. Hile, habislik, dolandırıcılık. * Hilekâr, dolandırıcı, habis. * Kalp para, bozuk akçe.
DEH f. İyi hoş. Lâtif, güzel. * Tabur. * Saf.
DEH f. On (10), aşer.
DEHA Yaymak, döşemek.
DEHA Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak.
DEHA-İ FENNÎ Fen ve dünyevi ilimlerde çok ileri görüşlülük ve harika zekâlı olmak.
DEHA-İ KUDSÎ Dinin derin hakikatlarını anlamakta yüksek mahareti olan dehâ. Dinî dehâ.
DEHADAR f. Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş.
DEHAET Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma.
DEHAK Kırmak, kesmek. * Acı çektirmek, azap etmek.
DEHAKÎN (Dihkan. C.) Köy ağaları. * Köylüler, çiftçiler.
DEHAL Aldatmak, mekir ve hile etmek.
DEHALET Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.
DEHALİZ (Dehliz. C.) Dehlizler, holler, koridorlar.
DEHAN (Dıhen- Dahen) f. Ağız, Fem.
DEHÂN-I TENG Ufak ağız. Dar ağız.
DEHANE f. Küp, testi, fırın ve bunlara benzer şeylerin ağzı.
DEHANGÜŞA f. Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız.
DEHAR f. Mağara, dağ mağarası. Kovuk. Çatlak.
DEHARİR Zamânın şiddetleri.
DEHARİS Belâ. Şiddet.
DEHAZ f. Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme.
DEHBEL Yemekte lokmanın büyük olması. * Bir kuş adı.
DEHDAK Kesmek. Kat'.
DEHDAN (DEHDEHÂN) Develerin bir yere toplanması.
DEHDEHE Yuvarlamak, döndürmek.
DEHDEHÎ f. Hâlis altun.
DEHEN f. Ağız.
DEHEN-ŞUY Ağız temizleme, ağız yıkama.
DEHHAŞE Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici.
DEHİŞT f. İttifak, ittihad, birlik. * Bir tarzda hareket, aynı şekilde hareket.
DEHKEL Zahmet, meşakkat. * şiddetli ve meşakkatli zaman.DEHKEM Â : Yaşlı adam. İhtiyar adam.
DEHL Zamandan bir saat. * Azca nesne.
DEHLES Kısa boylu kimse.
DEHLİZ (C.: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası.
DEHLİZ-İ CİNAN Revak-ı uhreviye mânasında mecazî bir deyimdir. (Bak: Revâk-ı uhreviye).
DEHM (C.: Dühum) Ansızdan gelmek. * Çok fazla miktarda asker. * Çok adet, kesret.
DEHMA Belâ. Zahmet * Çömlek. * Çok adet, kesret, sayı çokluğu. * Kadim, eski. * Halis kırmızı koyun. * Koyu kızıl.
DEHMAK Kesmek, kat'.
DEHME Yumuşak yemek.
DEHMECE İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi.
DEHMEKA Yumuşak ve güzel yemek. * Her nesnenin yumuşağı.
DEHMUS Cömert kişi. Kerim kimse.
DEHN Değnekle vurmak. * Yağmurun, yeri ıslatması. * Bir şeyi yağlamak. * Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek.
DEHNA Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova. * Bir yer ismi.
DEHNEC Zümrüt gibi bir kıymetli taş.
DEHR Zaman, çok uzun zaman, ebedi. * Bin yıllık zaman. * Dünya.
DEHR-İ FÂNİ Fâni dünya, geçici dünya.
DEHR SURESİ Kur'ân-ı Kerim'in 76. suresi olup Sure-i İnsan, Ebrar, Emşac, Hel Etâ Suresi de denir.
DEHRE f. (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak.
DEHRÎ Dehr ve zamana dair ve müteallik. DEHRİYE : Devre ait. Zamana dair ve müteallik. * Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.
DEHRİYYUN (Dehrî. C.) Dehriye fırkasından olanlar.DEHS (Dehâs) : İçine ayak batan yumuşak yer.
DEH-SAL f. Gezegen, seyyare, yıldız.
DEH-SALE f. On yaşında. On yıllık.
DEHŞ f. Bulanıklık, karanlık. Zulümat. * Bir işe başlama.
DEHŞ(E) Tenbel olmak.
DEHŞET Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak.
DEHŞET-EFŞAN f. Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü.
DEHŞET-ENGİZ f. Çok dehşet verici. Çok korkutucu.
DEHUN f. Hatırlama, ezber okuma.
DEHÜM f. Onuncu.
DEHVER Cem'etmek, toplamak. * Lokmayı büyük yapmak.
DEHY (DEHÂ) Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması.
DEHYA Te'kid için "Dahiye" lâfzına sıfat yapılır. "Dâhiye-i dehya" gibi.
DEH-YEK f. Öşr, onda bir.
DEJENERE Fr. Bozulma, soysuzlaşma.
DEK t. Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. "Hatta, tâ, kadar" mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım.
DEK f. Desise, hile, dolandırıcılık. * Sâil, dilenci. * Dilencilik. * Sağlam, metin, muhkem. * Çatma, tokuşma.
DEKA' (C.: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.* Kaygan yer.
DEKAİK (Bak: Dakaik)
DEKAKİN (Dükkân. C.) Dükkânlar.
DEKAMETRE yun. On metrelik uzunluk birimi.
DEKAN Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı.
DEKAR Lât. Bin metrekarelik ölçü birimi.
DEK-BAZ f. Hileci, hilekâr, oyuncu, aldatıcı.
DEKDAK (C.: Dekâdik) Kum yığını.
DEKDEKE Yerin deprenmesi. * Sancıma. * Def etme, kovma.
DEKELE Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim.
DEKİK Tam bir yıl.
DEKK (C.: Dekeke) Vurmak. * Dökmek. * Parça parça etmek. Delil.
DEKKE Ufalanmak. Pâre pâre olmak. * Vurmak, döğmek. * Seki, sofa.
DEKKEN Hurdahaş olmak, yerle bir olma, ufalanmak, parça, parça olmak.
DEKOR Fr. Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek.
DEKORATÖR Fr. Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr.
DEKOVİL Fr. Ray aralığı 60 cm. yahut daha az olan küçük demiryolu.
DE'L Aldatmak. * Ahdi bozmak, sözü tutmamak.
DELAB (Dülâb) (C.: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark.
DELAİL (Delil. C.) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları.(... Cay-ı hayrettir ki; Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) mübalağasız binler vecihte, binler çeşit insan, herbiri bir tek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hâkezâ... birer alâmeti ile iman getirdikleri hâlde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i Nübüvveti nakl-i sahih ile ve âsâr-ı kat'iyye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi dalâlete sapıyorlar. M.)
DELAİL-İ ÂFÂKİYE Afaka âit deliller. Kâinattaki deliller.
DELAİL-İ AKLİYE Aklı ile bulunan deliller. Akla âid deliller.
DELAİL-İ ENFÜSİYE Kişinin kendi nefsinde olan deliller. Yani vücudun gerek maddi ve gerek (vicdan ve hisler gibi) mânevi yapısında olan ve imana ait hükümleri isbat eden delillerdir.
DELAİL-İ KALBİYE Kalbe âid deliller. Kalb ile bilinen deliller.
DELAİL-İ NAKLİYE Nakil yolu ile gelen deliller. (Bak: Delil-i naklî)
DELAİL-İ NÜBÜVVET Peygamberliğin hak olduğuna dair olan deliller.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddiâ-yı Nübüvvet etmiş; Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizat-ı bâhireyi göstermiştir. O mu'cizât, hey'et-i mecmuasiyle, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat'idir. Kur'an-ı Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatın vücudlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etba'larını kandırmak için, hâşâ sihir demişler.Evet, mu'cizat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardır. Mu'cize ise; Hâlik-ı Kâinat tarafından O'nun dâvasına bir tasdiktir; $ hükmüne geçer. Nasılki sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: "Padişah beni filân işe me'mur etmiş." Senden o dâvaya bir delil istenilse; padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de: Âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; "Evet" sözünden daha kat'i, daha sağlam, senin dâvanı tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâva etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlik'ının meb'usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim duâ ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız; beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız; bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız; iki - üç adama ancak kâfi geldiği halde; işte ikiyüz - üçyüz adamı tok ediyor." Ve hâkezâ... yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.Şimdi, şu Zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahvâl ve akvâli, ahlâk ve etvârı, siret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meşhur ulemâ-i Beni İsrâiliyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın simasını görmekle: "Şu simâda yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!" diyerek imana gelmişler.Çendan muhakkikîn-i ulema, delail-i nübüvveti ve mu'cizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüzbinler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'an-ı Hakîm'de kırk vech-i i'cazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanını gösteriyor. M.)
DELAİL-İ ZÂHİRİYE Açık olarak zâhirde görünen deliller. Maddi deliller.
DELAK Sansar.
DELAL Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum.
DELALAT (Delâlet. C.) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar.
DELALET Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek. * İşaret.
DELALET-İ SELÂSE Üç çeşit delâlet. Bunlar da: Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizamiyedir.1- Delalet-i mutabıkıye: Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ: İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, (yani, konuşan hayat sahibi varlık) mânasına delâleti gibi.2- Delalet-i tazammuniye: Bir lâfzın vaz'olunduğu mânanın bir cüz'üne delâletidir.3- Delalet-i iltizamiye: Bir lâfzın vaz'olunduğu mânanın lâzımına yani o mâna ile beraber bulunması zaruri olan diğer bir mânaya delâletidir. Mezkur delâlet-i selâseye ait şöyle bir misal dahi verilir."Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiç bir zengine verilmez." İbaresi; zekâtın, yalnız Müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıye ile; zengin olan Ahmet, Mehmet gibi belli şahıslara verilemiyeceğine delâlet-i tazammuniye ile; zekât hususunda zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delâlet-i iltizamiye ile delâlet eder.
Dostları ilə paylaş: |