Gülmeye başladım. Kendimi tutamamıştım. Bay Sharpton her nasılsa benimle iletişim kurmayı çok iyi beceriyordu.
"Belki," dedim. "Özellikle iyi bir ikramiye verirseniz."
"Tamam ama ne kadar uğraşsa da sonuçta muhtemelen ortaya kötü bir roman çıkar. Çünkü yaratıcı insanlar her zaman aynı etkinlikte olamaz. Ve en iyi işlerini çıkardıkları zamanı önceden bilmek veya beklemek mümkün değildir. Dehaları beklenmedik anlarda ortaya çıkar"
"Tüm bunların benimle ne ilgisi var? Bakın, Bay Sharpton, Columbia City'de ne yapacağımı düşündüğümde karşıma koca bir hiç çıkıyor İnsanlara yardım etmek, dediniz. Dünyayı daha iyi bir yer yapmaktan bahsettiniz. Skipper gibilerinden kurtulmak dediniz. Tüm bunlar kulağa çok hoş geliyor ama nasıl yapacağımı bilmiyorum!"
"Bileceksin," dedi. "Zamanı geldiğinde göreceksin."
"Wentworth ve adamlarının yeteneğimi geliştireceğini, kesinleştireceğini söylemiştiniz. Yaptıkları çoğunlukla kendimi tekrar okuldaymış gibi hissetmeme sebep olan aptalca testlerdi. Her şey bilinçaltımda mı? Sabit diske mi kaydedildi?"
"Güven bana, Dink," dedi. "Bana ve kendine güven."
Öyle yaptım. Yapmıştım. Ama son zamanlarda durum pek iyi değil. Hem de hiç değil.
O kahrolası Neff, her şey ondan sonra kötüleşti. Keşke resmini hiç görmemiş olsaydım. Ve görmem gerekiyorsa da keşke gülümsemeyen bir resmi olsaydı.
XIV
Columbia City'deki ilk haftamda hiçbir şey yapmadım. Kesinlikle hiçbir şey. Sinemaya bile gitmedim. Temizlikçiler geldiğinde parka gidip bir banka oturdum ve bütün dünya beni izliyormuş gibi hissettim. Perşembe günü elimdeki paradan kurtulma zamanı geldiğinde elli dolardan fazla para çöp öğütücüsünü boyladı. Ve hatırlatayım, bunu yapmak o zamanlar benim için çok yeni bir deneyimdi. Ne kadar garip bir his olduğunu ne ben tarif edebilirim ne de siz anlayabilirsiniz. Orada durup öğütücünün sesini dinlerken sürekli valide hanımı düşündüm. Yaptığımı görseydi muhtemelen bir kasap bıçağıyla beni durdurmaya çalışırdı. Ne de olsa öğütücüde yok olan bir düzine yirmi, numaralık Bingo oynama parasıydı.
O hafta çok kötü uyudum. Ara sıra küçük çalışma odasına gidiyordum ama aslında gitmek istemiyordum ama ayaklarım beni oraya götürüyor-. sanırım katillerin daima cinayet mahalline dönmeleri gibi bir şeydi. Her neyse, eşikte durup karanlık bilgisayar ekranına, Global Village modeline bakıp suçluluk duygusu, utanç ve korkuyla ter döküyordum. Üzerinde tek bir parça kâğıt bile olmayan pırıl pırıl masaya bakmak bile tüm vücudumdan ter boşanmasına sebep oluyordu. Duvarların alayla fısıldadığını duyabiliyordum. "Yok yok, burada olan biten hiçbir şey yok," veya "Kim bu salak? Elektrikçi mi?"
Kâbuslar görüyordum. Birinde kapıyı açıyorum ve karşımda Bay Sharpton'ı görüyorum. Elinde bir çift kelepçe var. "Ellerini uzat, Dink," diyor. "Bir cevher olduğunu sanmıştık ama yanıldığımız açıkça ortada. Bazen böyle olur."
"Ama ben bir cevherim," diyorum. "Öyleyim, sadece kendimi göstermek için biraz zamana ihtiyacım var. Daha önce evden hiç ayrılmamıştım, unuttunuz mu?"
"Beş yıl oldu," diyor.
Donup kalıyorum. İnanamıyorum. Ama içimden bir ses söylediklerinin doğru olduğunu biliyor. Sadece günler geçmiş gibi geliyor ama aslında ben daha çalışma odasındaki bilgisayara elimi bile sürmeden beş kahrolası yıl geçmiş. Temizlikçiler olmasa masanın üzerinde yirmi santimlik bir toz tabakası birikecek.
"Ellerini uzat, Dink. Bu işi ikimiz için de olduğundan zor bir hale getirme."
"Uzatmayacağım," diyorum. "Beni zorlayamazsın." Bunun üzerine geriye doğru bakıyor ve Skipper Brannigan'ın merdivenleri tırmandığını görüyorum. Üzerinde kırmızı, naylon gömleği var ama üzerindeki yazı Super Savr değil, TRANSCORP. Solgun görünüyor ama onun dışında iyi. Yani ölü değil. "Bana bir şey yaptığını sandın yapamadın," diyor Skipper. "Hiç kimseye hiçbir şey yapamadın saçlı bir çöplükten fazlası değilsin."
"Bu kelepçeleri ona takacağım," diyor Bay Sharpton, Skipper'a, "sana sorun çıkaracak olursa onu bir alışveriş arabasıyla ez."
"Harika," diyor Skipper ve ben yatakta çığlıklar atarak uyanıyorum.
XV
Eve taşındıktan yaklaşık on gün sonra farklı bir rüya gördüm. Ne olduğunu hatırlamıyorum ama güzel bir rüya olmalı çünkü uyandığımda gülümsüyordum. Yüzümdeki gülümsemeyi hissedebiliyordum. Mutlu, geniş. Bayan Bukowski'nin köpeğiyle ilgili o fikirle uyanmak gibiydi. Hatta tıpkı öyleydi bile diyebilirim.
Üzerime bir kot pantolon geçirip çalışma odasına gittim. Bilgisayarı açtım ve ARAÇLAR'a girdim. Orada DINKY'NİN DEFTERİ isminde bir program vardı. Açtığımda bütün sembollerimin orada olduğunu gördüm, çemberler, üçgenler, kareler, paralelkenarlar ve yüzlerce başkası. Binlerce başkası. Hatta belki milyonlarca. Bay Sharpton'ın dediği gibi yeni bir dünyaydı ve ben ilk kıtanın kıyısındaydım.
Tek bildiğim, ihtiyaç duyabileceğim her şeyin orada olduğuydu. Küçük bir kâğıt parçası yerine harika bir Macintosh bilgisayarım vardı; pembe bir tebeşir parçasıyla çizmek yerine sembol isimlerini yazıyor, anında karşımda görüyordum. Maksimuma bağlanmıştım. Yani, Tanrım, başımın ortasından bir ateş nehri geçiyor gibiydi. Yazdım, sembolleri çağırdım ve fareyi kullanarak olmaları gereken yerlere koydum. İşimi bitirdiğimde karşımda bir mektup duruyordu. Özel mektuplardan biri.
Ama bu mektup kimin içindi?
Nereye gidecekti?
Sonra önemli olmadığını fark ettim. Kişiselleştirecek birkaç ufak dokunuşla mektubun gönderilebileceği pek çok kişi bulunabilirdi ama bu mektup bir kadından çok bir erkek için hazırlanmıştı. Bunu nasıl bildiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu, biliyordum işte. Cincinnati ile başlamaya verdim çünkü aklıma ilk gelen şehir orası olmuştu. Zürih, İsviçre, Waterville, Maine de olabilirdi rahatlıkla.
DlNKYPOSTA adında bir başka programı açmayı denedim. Bilgisaraya girmeden önce modemimi açmam için beni uyardı. Modem çalışmaya başlayınca bilgisayar benden 312'li bir alan kodu yazmamı istedi.
Chicago'ydu ve anladığım kadarıyla telefon şirketindeki kayıtlara göre bilgisayarıma gelen tüm aramalar TransCorp'un merkezinden yapılıyordu. Nasıl veya nereden olduğu umurumda değildi, bu onların meselesiydi. Ben kendi işimi bulmuş, onu yapıyordum.
Modem Chicago ile bağlantıyı kurunca ekranda bir yazı belirdi.
DlNKYPOSTA HAZIR
YEREL'in üzerine tıkladım. Üç saattir bilgisayar başındaydım, sadece kısa bir tuvalet molası vermiştim ve serada kalmış bir maymun gibi terleyip leş gibi koktuğumu hissedebiliyordum. Umurumda değildi. Koku hoşuma gidiyordu. Kendimi müthiş hissediyordum. Kendimi kaybetmiş gibiydim.
CINCINNATI yazdım ve UYGULA butonuna bastım.
CINCINNATI KAYDI YOK
dedi bilgisayar. Tamam, sorun değil. Columbus'u dene, ne de olsa eve daha yakın. Ve evet, dostlar! Bu kez tutturmuştum.
COLUMBUS'TA İKİ KAYIT VAR
İki telefon numarası vardı. Ne çıkacağını merak ederek, aynı zamanda biraz korkarak üstteki numarayı tıkladım. Ama karşıma çıkan ne bir dosya, ne hedef tanımı ne de, Tanrı korusun, bir fotoğraftı. Tek bir kelime vardı:
MUFFIN.
Nasıl yani?
Ama sonra anladım. Muffin, Bay Columbus'un hayvanının adıydı; büyük ihtimalle bir kedi. Ekrana tekrar özel mektubumu getirdim, sembol ekledim ve bir başkasını sildim. Sonra üste MUFFIN'i ekledim, altına aşağıyı işaret eden bir ok yerleştirdim. İşte. Mükemmel olmuştu.
Muffin'in sahibinin kim olduğunu, TransCorp'un dikkatini çekmek için ne yaptığını veya ona tam olarak ne olacağını merak ediyor muydum. Hayır. Bunda Peoria'da beynimin şartlanmış olmasının bir payı olabileceğini de hiç düşünmedim. Ben işimi yapıyordum ve gözümde hepsi buydu. İşimi yapıyordum ve arpa ambarındaki tavuk gibi mutluydum.
Ekrandaki numarayı aradım. Bilgisayarın hoparlörleri açıktı ama alo diyen bir ses duyulmadı. Tek ses, karşıdaki bilgisayarın aramayı karşılama sinyalleriydi. Bu da işime gelmişti. İnsan unsurunu aradan çıkarınca hayat daha kolay oluyor. Twelve O'clock High filminde olduğu gibi. Güvenilir B.52'nizle Berlin üzerinde uçuyor, bombardıman vizörünüzden bakıyor, düğmeye basmak için doğru anın gelmesini bekliyorsunuz. Fabrikaların bacalarını veya çatılarını görebiliyorsunuz ama insanları göremiyorsunuz. B.52'lerinden bombalan bırakan adamlar paramparça olan çocuklarını gören annelerin canhıraş çığlıklarını duymak zorunda kalmıyor. Ve ben de alo diyen bir ses duymak zorunda kalmadım. Bundan iyisi Şam'da kayısı.
Yine de bir süre sonra hoparlörleri kapattım. Dikkatimi dağıtıyordu. Ekranda,
MODEM BULUNDU
yazısı belirdi. Ve sonra
E-POSTA ADRESİ ARANSIN MI? E/H
E'ye bastım ve bekledim. Bu kez bekleyiş daha uzun sürdü. Sanırım bilgisayar tekrar Chicago'ya dönmüş, Bay Columbus'un e-posta adresini için gerekeni yapıyordu. Ekranda yeni bir yazı belirdiğinde aradan geçen on süre otuz saniyeden azdı.
E-POSTA ADRESİ BULUNDU DINKYPOSTA GÖNDERİLSİN Mİ? E/H
Hiç duraksamadan E'ye bastım. Ekranda yeni bir yazı belirdi.
DINKYPOSTA GÖNDERİLİYOR
Hemen ardından
DINKYPOSTA GÖNDERİLDİ.
Hepsi buydu. Havai fişekler falan yoktu. Ama Muffin'e ne olduğunu merak ediyorum. Yani daha sonra.
XVI
O gece Bay Sharpton'ı aradım ve, "İşbaşındayım," dedim.
"Çok iyi, Dink. Harika bir haber. Kendini daha iyi hissediyor musun?" Her zamanki gibi sakindi. Bay Sharpton, Tahiti'deki hava gibiydi.
"Evet," dedim. İşin aslı kendimi muhteşem hissediyordum. Hayatımın en güzel günüydü. Şüpheler ve endişeler olsun olmasın hâlâ aynı şekilde düşünüyorum. Hayatımın en harika günüydü. Başımın içinden bir ateş nehri geçiyor gibiydi. Kahrolası bir ateş nehri. "Ya siz, Bay Sharpton? Rahatladınız mı?"
"Senin adına mutluyum ama rahatladığımı söyleyemem çünkü..."
"...zaten hiç endişelenmemiştiniz."
"Bildin."
"Bir başka deyişle her şey yıkılıyor."
Güldü. Bu söz onu her zaman güldürüyordu. "Haklısın, Dink. Her şey yıkılıyor."
"Bay Sharpton?"
"Evet?"
"E-posta tam olarak güvenli değildir, biliyorsunuz. Yeterince akıllılık gösteren herkes bir e-postayı kırabilir."
"Gönderdiğin mektupta, mektubu alanın okuduktan sonra silmesi gerektiğine dair bir komut var, değil mi?"
"Evet ama adamın mektubu sileceğini garanti edemem. Ya da kadının."
"Silmese bile kazara mektubu görecek birine hiçbir şey olmaz, yanılıyor muyum? Çünkü mektup... kişiye özel."
"Şey, görene baş ağrısı verebilir ama bundan fazlası olmaz."
"Ve zaten mektubun içindekilerin bir anlamı yok."
"Şifre olduğunu sanabilirler."
Bunun üzerine güldü. "Öyleyse bırakalım şifreyi çözmeye çalışsınlar, ne dersin, Dinky? Bir denesinler bakalım!"
İçimi çektim. "Evet, görelim."
"Haydi daha önemli bir noktayı konuşalım, Dink... nasıl hissettin?"
"Muh-te-şem."
"Güzel. Mucizeyi asla sorgulama, Dink. Mucizeyi asla sorgulama."
Ve telefonu kapattı.
XVII
Bazen gerçek mektuplar göndermek zorunda kalıyordum, DINKY'NİN DEFTERİ'nde hazırladığım mektubu yazıcıdan çıkarıyor, bir zarfa koyuyor, pulları yapıştırıyor ve bir yere, birine postalıyordum. Las Cruces, New Mexico Üniversitesi'ndeki Profesör Ann Tevitch'e, The New York Post, New York, Bay Andrew Neff. Billy Unger, General Delivery, Stovington, Vermont. Sadece isimlerini biliyordum ama yine de telefon numaralarından kötüydü. Telefon numaralarından daha kişiseldi. Bir kurbanın suratını bombardıman vizörünüzde bir anlığına görmek gibiydi. Demek istediğim, ne korkunç olur, değil mi? Gökyüzünde, dört bin metre yüksekliktesin, ortada hiçbir surat göremeyeceğinizi biliyorsunuz ama bazen birinin yüzü bir saniyeliğine karşınızda beliriyor.
Bir üniversitede profesörlük yapan birinin (ya da adresi kahrolası bir York gazetesi olan bir adamın) modemi nasıl olmazdı, merak etmiştim ama hiçbir zaman çok merak etmedim. Buna gerek yoktu. Modern bir dünyada yaşıyoruz ama mektupların bilgisayardan gönderilmesi diye zorunluluk yok. Eski yöntemler hâlâ kullanılıyor. Ve gerçekten ihtiyaç duyduğum her şey, veritabanında bulunuyordu. Örneğin Unger'ın 1957 model bir Thunderbird'ünün olduğu. Veya Ann Tevitch'in sevdiği birinin belki kocası, belki oğlu, belki babası- isminin Simon olduğu. Ve Unger ile Tevitch gibiler birer istisnaydı. Özel mektuplarımı gönderdiklerimin çoğu Columbus'taki ilk sefer gibiydi, yirmi birinci yüzyıl için tam teçhizatlı. DINKYPOSTA GÖNDERİLİYOR, DINKYPOSTA GÖNDERİLDİ, çok iyi, hoşça kal, ahbap.
Bu şekilde uzun süre, hatta belki sonsuza kadar devam edebilirdim; veritabanını kontrol ediyor (izlenecek bir program yoktu, birincil şehirlerin ve hedeflerin listesi yoktu; tamamen kafama buyruk hareket ediyordum... elbette her şeyi bilinçaltıma, sabit diske kaydetmedilerse), sinemaya gidiyor, küçük evimin valide hanımsız sessizliğinin tadını çıkarıyor ve merdivenin bir üst basamağındaki yerimi hayal ediyordum ama bir gün azgın bir halde uyandım. Avustralya civarını tarayarak bir saat kadar çalıştım ama verim alamadım, daha doğrusu azgınlığım beynimin önüne geçti. Bilgisayarı kapatıp News Plus'a gittim. Tahrik edici iç çamaşırları giymiş güzel kadınların resimlerinin bulunduğu dergilerden olup olmadığına bakacaktım.
Oraya vardığımda, Columbus Dispatch okuyan bir adam dışarı çıkıyordu. Ben hiç gazete okumazdım. Neden okuyacaktım ki? Her gün aynı bok; halkın omuzlarını çökerten diktatörler, bir futbol topunun peşinde koşan formalı adamlar, bebekleri ve kıçları öpen politikacılar. Bir başka deyişle dünyanın diğer Skipper Brannigan'lan hakkında haberler. Ve bu haberi içeri girip gazetelerin dizildiği raflara bakarken görmeyecektim çünkü ön sayfanın alt köşesindeydi. Ama bu lanet olası herif elindeki gazeteyi çarşaf gibi açmış, başını içine gömmüş bir halde karşıma çıkmıştı.
Sağ alt köşede pipo içen, gülümseyen beyaz saçlı bir adamın fotoğrafı vardı, iyi huylu bir herife benziyordu, kenarları kırışmış gözleri, kürk gibi beyaz kaşlarıyla muhtemelen İrlandalıydı. Resmin üzerindeki baskı fazla büyük değildi ama okunuyordu- NEFF İNTİHARI HÂLÂ AKILLARI KARIŞTIRIYOR, MESLEKTAŞLARI YASTA yazıyordu.
Bir iki saniye için o gün New Plus'a gitmemin o kadar da gerekmeğini, iç çamaşırı içindeki kadınlardan pek de hoşlanmadığımı eve gidin biraz kestirmemin iyi olacağını düşündüm. İçeri girersem muhtemelen kendimi tutamayıp bir Dispatch alacaktım ve İrlandalıya benzeyen o adamla ilgili zaten istediğimden de çok şey öğrenmiştim... yani neredeyse hiçbir şey. Neff o kadar da tuhaf bir isim değildi, sadece dört harften oluşuyordu, Shittendookus veya Horecake gibi değildi, bir kıyıdan diğerine binlerce Neff yaşıyor olmalıydı. Bu Neff, benim bildiğim, Frank Sinatra hayranı Neff olamazdı.
En iyisi eve gidip ertesi gün tekrar gelmek olacaktı. Ertesi gün pipolu adamın resmini orada görmeyecektim. Ertesi gün ön sayfanın sağ alt köşesinde bir başkasının resmi olacaktı. İnsanlar her zaman ölür, değil mi? Süperstar falan olmayan ve sadece sağ alt köşede yer bulan insanlar. Ve bazen ölümleri kafa karıştırabilir, Harkerville'deki insanların kafalarının Skipper'ın ölümünden sonra karıştığı gibi, kanında alkol yoktu, görüş açıktı, yol kuruydu, karakteri intihara meyilli değildi.
Dünya bu tür gizemlerle doludur ve bazen en iyisi, onları çözmeye çalışmayıp olduğu gibi bırakmaktır. Bazen çözümler için, bilirsiniz, yıkılıyor denemez.
Ama iradem hiçbir zaman kuvvetli olmadı. Sivilcelerimi azdırdığını bildiğim halde, çikolatadan uzak duramadığım gibi o gün de bir Columbus Dispatch satın almadan duramadım. İçeri girip bir tane aldım.
Eve doğru yürümeye başlamıştım ki aklıma komik bir fikir geldi. Andrew Neff'in fotoğrafının olduğu gazetenin benim çöpümde olmasını istemiyordum. Çöpçüler, belediyeye ait kamyonlarla geliyorlardı, elbette Corporition ile bir ilgileri yoktu -olamazdı- ama...
Pug ile küçük birer çocukken bir yaz izlediğimiz bir program vardı. Adı Altın Yıllar'dı. Muhtemelen hatırlamazsınız. Her neyse, o programdaki adam sürekli şöyle derdi: "Mükemmel paranoya, mükemmel farın da oluştur." Parolası gibiydi ve ben de buna inanırım.
Her neyse, eve değil, parka gittim. Bir banka oturup haberi okudum işim bitince gazeteyi bir çöp kutusuna attım. Bunu yapmak bile pek hoşuma gitmemişti, ama Bay Sharpton peşime adamlar takıp beni izlettiriyorsa zaten işim bitmişti.
1970'ten beri Post'ta. köşe yazarlığı yapan altmış iki yaşındaki Andrew Neff'in intihar ettiğine şüphe yoktu. İşini bitirmeye yetebilecek bir avuç hap yuttuktan sonra küvete girmiş, başına plastik bir torba geçirmiş ve bileklerini kesmişti. Canını kıymaya kararlı olduğu anlaşılıyordu.
Ama geride bir not bırakmamıştı ve yapılan otopside herhangi bir hastalık izine rastlanmamıştı. Meslektaşları Alzheimer veya erken bunama iddialarını kesinlikle kabul etmiyordu. "Tanıdığım en keskin zekâlı adamdı. Öldüğü günün de diğerlerinden farkı yoktu," demişti Pete Hamill adında bir adam. "Zorlu Riziko'da rahatlıkla yarışabilir ve bahse girerim kazanırdı. Andy'nin neden böyle bir şey yapmış olabileceğim bilmiyorum." Hamill daha sonra Neff'in "sevimli tuhaflıklarından" birinin bilgisayar devrimine katılmayı kesin bir tavırla reddetmesi olduğunu söylemişti. Ne modemi, ne dizüstü yazım programı ne de Franklin Electronic Publishers'dan yazım denetleyicisi vardı. Hamill'in söylediklerine göre Neff'in evinde bir CD-çalar bile yoktu; Neff ona bir keresinde yarı şaka yarı ciddi, CD'lerin şeytanın işi olduğunu söylemişti.
Bu Hamill denen adam ve daha birkaç kişi Neff'in her zaman neşeli bir insan olduğunu söylemişlerdi. Son köşe yazısını gazeteye teslim etmiş, evine gitmiş, bir kadeh şarap içmiş ve sonra kendisini öldürmüştü. Post'un dedikodu köşesi yazarlarından biri olan Liz Smith, son gününde kılmadan önce onunla bir dilim turtayı paylaştıklarını ve Neff in "dikkatinin biraz dağınık ama onun haricinde iyi" olduğunu söylemişti.
Elbette dikkati dağınıktı. Kafanız bir yığın garip şekil ve tuhaf ritimle dolu olsaydı sizin dikkatiniz de dağınık olurdu.
Haber, Neff'in yaşama bakışı tutucu olarak tanınan Post'ta çalışan kuraldışı yazarlardan biri olduğunu belirterek devam ediyordu. Sanı üç yıldır işsiz olup hâlâ işsizlik parası alanları idam etmek açık açık tavsiye edilmese de o yönde ufak göndermelerin yapıldığı bir gazeteydi. Galiba Neff, evdeki özgürlükçü asiydi. Köşesinin adı, "Bu Kadarı Yeter"di ve yazılarında New York'un bekâr genç annelere karşı tutumunun değişmesinden, kürtajın her zaman cinayet anlamına gelmeyebileceğinden bahsediyor, çevre kasabalardaki düşük gelirli yerleşimlerin kendini besleyen birer nefret makinesi olduğunu iddia ediyordu. Ölümüne yakın günlerde ordunun büyüklüğünü sorguluyor, ülke olarak karşımızda savaşacak teröristlerden başka kimse kalmamışken silahlara neden milyonlarca dolar harcadığımızı tartışıyordu. O parayı istihdam oluşturmada kullanmamız gerektiğini söylüyordu. Ve bunun gibi şeyler söyleyen herkesi çarmıha gerebilecek Post okuyucuları, yazan Neff olunca seve seve hemfikir oluyordu. Çünkü Neff komikti. Çekiciydi. Onda şeytan tüyü vardı.
Hepsi bu kadardı. Eve doğru yürümeye başladım. Ama yolun yarısında döndüm ve kendimi şehir merkezine doğru yürür buldum. Bir o tarafa bir bu tarafa yürüdüm, bulvarlardan ve otoparklardan geçtim. Tüm bu süre boyunca Andrew Neff'in küvete girip başına plastik bir torba geçirişini düşündüm. Büyük bir tane, bir galon boyu, tüm artıklarınızı taze tutar.
Komikti. Çekiciydi. Ve onu öldürmüştüm. Neff mektubumu açmış, kâğıdın üzerindekiler bir şekilde kafasının içine girmişti. Gazetede okuduklarıma bakılırsa özel kelimeler ve semboller, üç gün içinde işini bitirmiş, bir avuç hap içip küvette bileklerini kesmesine neden olmuştu.
Hak etmişti.
Bay Sharpton, Skipper için böyle demişti ve belki haklıydı... o seferlik. Ama Neff hak etmiş miydi? Hakkında bilmediğim kötü şeyler mi vardı? Mesela küçük kız çocuklarını taciz mi ediyordu? Uyuşturucu satıcısı mıydı? Yoksa Skipper'ın alışveriş arabasıyla bana yaptığı gibi kendini savunamayacak kadar zayıf insanlara eziyet mi ediyordu? İnsanlığın iyiliği için yeteneğini kullanabilmende sana yardım etmek isteriz, demişti Bay Sharpton ve elbette bununla, bir adamı Savunma Bakanlığı'nın bombalara çok fazla para harcadığını düşündüğü için öldürmeyi kastetmemişti, değil mi? Bunun gibi paranoyakça yaklaşımlar sadece Steven Seagal veya Jean-Claude Van Damme'ın oynadığı filmlerde olurdu.
Sonra kafamda çok kötü, korkunç bir düşünce belirdi.
Belki TransCorp'un onu öldürme sebebi yazdığı şeyler değildi.
Onu öldürmelerinin sebebi belki insanların -yanlış insanların- yazdığı şeyler üzerinde düşünmeye başlamasıydı. "Bu çılgınlık," dedim yüksek sesle ve Columbia City, Oh So Pretty'nin vitrinine bakmakta olan bir kadın muhtemelen deli olduğumu düşünerek dönüp bana yan gözle baktı.
Sonunda, saat iki gibi kendimi halk kütüphanesinde buldum. Bacaklarım ağrıyor beynim zonkluyordu. Yaşlı adamın küvetteki görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyordu. Sarkmış göğüsleri, kırlaşmış göğüs kılları, gülümsemesi yok olmuş, neşeli ifadesinin yerini donuk bakışlar almış halde küvette yatıyordu ve bunun sebebi bendim. Hayalimde sürekli aynı görüntüler vardı. Başına plastik torbayı geçiriyor, sıkıca bağlıyordu. Bir yandan bir Sinatra şarkısı mırıldanıyordu (belki "My Way"). Sonra yağmurlu bir günde pencereden bakar gibi torbanın içinden bakıyor, bileklerini keseceği yerleri görmeye çalışıyordu. Tüm bunları görmek istemiyordum ama engel de olamıyordum. Bombardıman vizörüm bir teleskopa dönüşmüştü.
Kütüphanede bir bilgisayar odası vardı ve uygun bir ücretle internete de girilebiliyordu. Bir kütüphane kartı çıkartmam gerekmişti ama önemli değildi. Bir kütüphane kartına sahip olmak iyidir, fazla kimlik kartı göz çıkarmaz.
Ann Tevitch'i ve ölüm raporunu bulup karşıma getirmem sadece üç Papellik zamanımı almıştı. Kalbimde bir ağırlık hissederek hikâyenin yine gazetede ön sayfanın sağ alt köşesinde, Resmi Ölüm Köşesinde olduğunu ve ölüm haberinin devamının olduğu sayfaya geçtim. Profesör X otuz yedi yaşında, sarışın, güzel bir bayandı. Fotoğrafta gözlüklerini insanlara gözlük taktığını... aynı zamanda güzel gözleri olduğunu söylemek istiyormuşçasına elinde tutuyordu. Bu kendimi üzgün hissetmeme ve suçluluk duymama sebep oldu.
Ölümü Skipper'ınkine şaşırtıcı ölçüde benziyordu, hava henüz kararmışken UNM'deki ofisinden çıkmış, evine gidiyordu. Belki o akşam yemek pişirme sırası onda olduğu için biraz acele ediyordu ama koşullar araba kullanmaya son derece elverişliydi ve görüş çok netti. Arabası -plakası DNA FAN'di ve ben bunu önceden biliyordum- yoldan çıkıp takla atmıştı. Biri farları fark edip onu bulduğu sırada hâlâ yaşıyordu ama kurtulma şansı yoktu; yaraları çok ağırdı.
Kanında alkole rastlanmamıştı ve evliliği iyi durumdaydı (hiç olmazsa çocukları yoktu, küçük lütufları için Tanrı'ya şükürler olsun) yani intihar olasılığı ortadan kalkıyordu. Geleceğe hevesle bakıyor, araştırma için yapılan yeni bağışı kutlamak için bir bilgisayar almaktan bile bahsediyordu. 1988'den beri bir bilgisayar almayı reddediyordu, çünkü bir gün bilgisayarı kilitlendiğinde çok değerli bilgileri kaybetmiş, o günden sonra da bilgisayarlara güvenmemişti. Çok mecbur kaldığında bölümünün malzemelerini kullanıyordu, o kadar.
Şüpheli ölümleri araştıran sorgu yargıcı, ölüm sebebinin kaza olduğunu belirtmişti.
Bir biyolog olan Profesör Ann Tevitch, West Coast AIDS araştırmasını yürüten önde gelen bilim adamlarındandı. California'da olan bir başka bilim adamı, Profesör Tevitch'in ölümünün, olası bir tedavinin bulunmasını beş yıl erteleyebileceğini söylemişti. "Araştırmada çok önemli bir rolü vardı," demişti. "Evet, çok zekiydi ama önemi bundan fazlaydı, bir keresinde birinin onun için 'doğuştan araştırmacı' dediğini duymuştum ve bu onu çok iyi tarif ediyor. Ann insanları bir arada tutabilen, sezgisi güçlü biriydi. Ölümü, onu tanıyıp seven onlarca insan için büyük bir kayıp ama araştırma için çok daha büyük bir kayıp."
Billy Unger'ı bulmak da kolay oldu. Fotoğrafı Resmi Ölüm Köşesinde değil, Stovington Weekly Courant'ın bir sayfasının tepesindeydi.
Muhtemelen bunun sebebi Stovington'da pek fazla ünlünün olmayışıydı. Unger, Kore'de Gümüş Yıldız ve Bronz yıldız almış olan General Linliam "Ezer Geçer" Unger'dı. Kennedy yönetimi sırasında Savunma Müsteşarlığı yapmıştı (İktisat Reformu) ve zamanının savaş konusunda önde gelen isimlerinden biriydi. Rusları öldür, kanlarını iç, Macy'nin Şükran Günü Töreni için Amerika'yı koru türünden şeyler.
Dostları ilə paylaş: |