"Eh," dedim. "Buna inanabilirsin, elbette. Bunu yasaklayan bir kanun yok, değil mi? Hem cesedi de bulunmadı."
"Nevada'da, kumarhane işleten küçük bir otelde şarkı söylediğini düşünmek hoşuma gidiyor," dedi. "Vegas veya Reno'da değil, büyük şehirlerde tutunabileceğini sanmıyorum ama Winnemucca veya Ely gibi şehirlerde yapabilir. Belki de öyle bir yerde, bir camda ŞARKICI ARANIYOR ilanını gördü ve annesinin evine gitmekten vazgeçti. Lanet olsun, o ikisi zaten hiç anlaşamazmış, Lulu söylemişti. Ve şarkı söyleyebiliyordu. Onu şarkı söylerken hiç dinledin mi bilmiyorum ama becerirdi. Muhteşem söylediğini sanmıyorum ama iyiydi. Onu ilk gördüğümde Marriott Oteli'nin salonunda şarkı söylüyordu. Columbus, Ohio'da. Ya da belki..."
Kararsızca duraksadı. Sonra sesini alçaltarak devam etti.
"Nevada'da fahişeliğin yasal olduğunu biliyorsundur. Bütün şehirlerde değil ama genellikle yasal. Belki bir yerde çalışmaya başlamıştır. Birçok kadının içinde fahişelik vardır. Lulu'da vardı. Beni aldatıp onunla bununla yatmadı elbette ama her nasılsa bunu biliyorum. O... evet, o tür bir yerde olması mümkün."
Gözleri uzaklara dalmış bir halde durdu. Belki Lulubelle'i Nevada'daki genelevlerden birinde, yan odadan Steve Earle ve Dukes'ın şarkısı "Six Days on the Road"ın veya Hollywood Squares'in gösterildiği televizyonun sesi gelirken, üzerinde çorap hariç hiçbir şey yokken meçhul bir kovboyun sert aletini okşar halde hayal ediyordu. Ölmemiş, fahişelik yapan Lulubelle. Yol kenarında terk edilmiş Subaru hiçbir anlama gelmiyordu. Bir hayvanın dikkatli bakışlarının hiçbir anlama gelmediği gibi.
"İstersem buna inanabilirim," dedi bileklerinin iç kısmıyla şiş gözlerini silerken.
"Elbette," dedim. "Tabii, L.T." Bir yandan da fabrikadaki adamların öğle tatilinde sırıtarak hikâyesini dinledikleri adamı böyle kızarmış gözler solgun yanaklarla titrer halde görseler ne düşüneceklerini merak ediyordum.
"Kahretsin," dedi. "İnanıyorum." Duraksadı ve ardından ekledi. "Gerçekten inanıyorum."
Eve döndüğümde Roslyn örtüyü göğsünün üzerine çekerek yatakta oturmuş, kitap okuyordu. L.T.'yi eve götürdüğüm sırada Holly de kendi evine dönmüştü. Roslyn'in keyfi yoktu ve kısa sürede sebebini anladım. Mona Lisa gülümsemesi ardındaki kadın, arkadaşımdan etkilenmişti. Hatta belki çarpılmıştı. Ve karım bu durumu kesinlikle onaylamıyordu.
"Ehliyetini nasıl kaybetti?" diye sordu. Ve cevap vermeme kalmadan, "Alkollü araba kullandığı içindi, değil mi?" dedi.
"Evet, alkollü araç kullanmaktan." Yatağın bana ait tarafına oturdum ve ayakkabılarımı çıkardım. "Ama o altı ay önceydi ve sorunsuz geçtiği takdirde iki ay sonra ehliyetini geri verecekler. Ve bence alacak. Biliyorsun, alkoliklerin tedavisi için yapılan toplantılara katılıyor."
Pek etkilenmemiş görünen karım homurdandı. Gömleğimi çıkardım, koltukaltlarını kokladım ve gardıroba astım. Sadece yemek için, bir iki saatliğine giymiştim.
"Karısının ortadan kayboluşunun ardından polisin neden ondan şüphelenmediğini anlayamıyorum," dedi karım.
"L.T.'ye sorular sormuşlar ama sadece mümkün olduğunca çok bilgi edinmek için. Onun bir şey yapmış olma ihtimali hiç yok, Ros. Ondan hiç şüphelenmediler."
"Bundan çok emin görünüyorsun."
"Öyleyim zaten. Bazı şeyler biliyorum. Lulubelle, evi terk ettiği gün Doğu Colorado'da bir otelden annesini aramış ve ertesi gün Salt Lake City'den onu yine aramış. Gayet iyiymiş. O günler iş günleriydi ve L.T. fabrikadaydı. Lulubelle'in arabasının Caliente yakınlarında bulunduğunda da fabrikadaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar bir yerden bir başka yere gidemeyeceği düşünülürse karısını onun öldürmediği ortada. Ayrıca zaten yapmazdı. Onu seviyordu."
Tekrar homurdandı. Bazen nefret dolu bir şüphe barındıran bu sesi çıkarır. Otuz yıllık evlilikten sonra bile bu sesi ne zaman duysam dönüp ona bağırmak ya aklındakini söylemesini veya susmasını haykırmak isterim. Bu kez ona L.T.'nin nasıl içinde her şeyi altüst eden bir fırtına varmışçasına ağladığını anlatmak istedim ama yapmadım. Kadınlar, erkeklerin gözyaşlarına güvenmezler. Aksini söyleyebilirler ama içten içe bir güvensizliği hep taşırlar.
"Belki polisi bizzat aramalısın," dedim. "Uzmanlığından faydalanmaları için onlara bir teklifte bulunursun. Murder, She Wrote'daki Angela Lansbury gibi olayları çözümlemelerine yardım edersin."
Bacaklarımı yatağın üzerine aldım. Roslyn ışığı söndürdü. Karanlıkta yattık. Tekrar konuştuğunda sesi biraz yumuşamıştı.
"Ondan hoşlanmıyorum. Hepsi bu. Hiçbir zaman da hoşlanmadım."
"Evet," dedim. "Sanırım bu açıkça görülüyor."
''Ve Holly'ye bakışlarını da beğenmedim." '
Sonradan anladığıma göre asıl beğenmediği, Holly'nin L.T.'ye bakışıydı. Yani aslında tabağına bakarken.
"Onu yemeğe tekrar çağırmamanı tercih ederdim," dedi.
Sesimi çıkarmadım. Geç olmuştu. Yorgundum. Zor bir gün, ondan da zor bir akşam olmuştu ve yorgundum. Yapmak istediğim son şey, ben yorgun, o endişeliyken karımla tartışmaktı. Sonunda birinin kanepede uyumak zorunda kalacağı tartışmalardan biriydi. Ve bunu engellemenin tek yolu sessiz kalmaktı. Evlilikte, sözler yağmur gibidir. Ve evlilik ülkesi, açıp kapayana dek taşkın nehirler haline gelebilecek kuru vadiler ve çukurlarla doludur. Terapistler, konuşmayı önerirler ama onlar da ya boşanmış ya da eşcinseldir. Bir evliliğin en iyi dostu, sessizliktir.
Sessizlik.
Bir süre sonra en iyi dostum, güne noktayı koyduğunda her zaman yaptığı gibi kendi tarafına doğru döndü. Ben, Nevada çölünde, Caliente'den pek uzak sayılmayacak bir yerde burunüstü bir hendeğe dalmış, muhtemelen bir zamanlar beyaz olan tozlu, küçük arabayı düşünerek bir süre daha uyanık yattım. Sürücü tarafındaki kapı açıktı. Yerinden kopmuş dikiz aynası paspasın üzerinde duruyordu. Ön koltuk kanla ıslanmıştı. Üzerinde kokuyu alıp bir lokma yiyebilmek umuduyla keşfe çıkmış hayvanların ayak izleri vardı.
O bölgede beş kadını doğramış bir adam -bir erkek olduğunu varsayıyorlardı zira neredeyse her zaman erkek olurdu- vardı. Üç yıl içinde beş kadını öldürmüştü. Çoğunlukla L.T.'nin Lulubelle ile birlikte yaşadığı dönemde. Kadınların dördü, bir yerden bir başka yere gidiyordu. Bu adam onları bir şekilde durdurmuş, arabalarından çekip çıkarmış, ırzlarına geçmiş, bir baltayla vücutlarını parçalamış, parçaları şahinlerin, kargaların ve sansarların yiyebilmesi için açıkta bırakmıştı. Beşinci kurbanı, yaşlı bir çiftçinin karısıydı. Polis, katile Baltalı Adam ismini takmıştı. Bunu yazdığım sıralarda Baltalı Adam hâlâ yakalanmamıştı. Cinayetlerine bir yenisini de eklemedi. Cynthia Lulubelle Simms DeWitt altıncı kurbanıysa aynı zamanda en azından şimdilik, son kurbanı. Ama onun Baltalı Adam'ın altıncı kurbanı olup olmadığı hâlâ kesinlik kazanmış değil. Bu durum, başka insanlarda olduğu gibi L.T.'de de soru işaretleri yaratıyor ve umutlanmasına yol açıyor.
Sürücü koltuğundaki kan, insan kanı değilmiş. Nevada Eyalet Adli Tıp Ekibi 'nin bunu ortaya çıkarması beş saat bile sürmedi. Lulubelle'in Subaru'sunu bulan çiftlik işçisi, bir kuş sürüsünün yaklaşık bir kilometre ötede havada daireler çizdiğini görmüş ve oraya vardığında parçalanmış bir kadın değil, parçalanmış bir köpek görmüş. Köpekten geriye kemikleri ve dişlerinden başka pek fazla bir şey kalmamış; yırtıcı leş yiyiciler iyi bir gün geçirmişler ve geride fazla bir şey bırakmamışlar. Zaten Jack Russell terrierinin fazla iri olduğu söylenemez. Frank'in Baltalı Adam'ın kurbanı olduğu çok açıktı ama Lulubelle'in kaderi, pek umut olmasa da hâlâ belirsizdi.
Belki, diye düşündüm, gerçekten hayattadır. Belki Ely'de "Tie a V low Ribbon" şarkısını veya Hawthorne'daki The Rose of Santa Fe'de "Take a Message to Michael"ı söylüyordu. Belki arkasında üç kişilik bir orkestra vardı. Genç görünmeye çalışarak kırmızı yelekler giymiş ve siyah, ip kravatlar takmış yaşlı adamlardan oluşan bir orkestra. Ya da belki Austin veya Wendover'da, Hollanda lalelerinin resmi olan bir takvimin altında, göğüsleri bacaklarına dayanacak kadar eğilip kovboylara oral seks yapıyor, sarkık kıçlar elinin altından sırayla geçerken o günkü mesaisi bittikten soma televizyonda ne izleyeceğini düşünüyordu. Belki arabasını yol kenarına çekmiş, öylece yürüyüp gitmişti. İnsanlar bunu yapar. Bunu biliyorum ve muhtemelen siz de biliyorsunuz. Bazen insanlar lanet olsun der ve her şeyi bırakıp gider. Belki birinin Frank'i bulup ona iyi bir yuva vereceğini düşünerek onu ardında bırakıp gitti ama gelen Baltalı Adam oldu ve...
Ama olamaz. Lulubelle ile tanışmıştım. Sıcaktan kavrulacak veya açlıktan ölebilecek bir hayvanı öylece geride bırakabileceğini hiç sanmıyordum. Özellikle de çok sevdiği Frank'i. Hayır, L.T. bu konuyu abartmıyordu. Lulubelle ve Frank'i birlikte görmüştüm. Birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini biliyordum.
Hâlâ bir yerlerde hayatta olabilirdi. En azından teknik olarak L.T. bu konuda haklıydı. Kapısı açık, dikiz aynası kırık, yakında kargaların didiklediği ölü bir köpeğin yattığı bir arabayla şarkı söyleyen veya dikiş diken veya çiftçileri beceren, güvende ama yeri bilinmeyen Lulubelle Simms arasında bir bağlantı kuramayışını tüm bunların gerçek olmadığı anlamına gelmezdi elbette. L.T.'ye de söylediğim gibi, ortada bir ceset yok.
Sadece araba ve köpeğinin biraz uzaktaki kalıntıları vardı. Lulu ile herhangi bir yerde olabilirdi. Bu olasılık inkâr edilemezdi.
Uyuyamadım ve susadığımı hissettim. Yataktan çıkıp banyoya girdim, lavabonun yanındaki bardağın içinden diş fırçalarını çıkardım. Bardağı suyla doldurdum. Sonra kapalı klozet kapağı üzerine oturup suyu içtim. Bir yandan da Siyam kedilerinin çıkardıkları sesleri, o tuhaf bağırışlarını, onları sevenlere bu sesin ne kadar hoş geleceğini, sevmeyenler için ne kadar itici olabileceğini düşünüyordum.
Kuzeye Doğru Giden Yol Virüsü
Bu hikâyede tarif edilen resim bende var, ne garip, değil mi? Karım görmüş ve beğeneceğimi (en azından tepki vereceğimi) düşünmüş ve bana bir... doğum günü hediyesi olarak mı vermişti? Noel hediyesi miydi? Hatırlayamıyorum. Ama üç çocuğumun da ondan hoşlanmadığını hatırlıyorum. Resmi çalışma odamın duvarına asmıştım, odadan geçtiklerinde sürücünün gözlerinin kendilerini takip ettiğini söylediler, (oğlum Owen, küçük bir çocukken benzer sebeplerle Jim Morrison'ın bir resminden ürkmüştü) Değişen resimler hakkında hikâyeler yazmayı severim, sonunda bana ait olan bu resimle ilgili bir tane yazdım. Daha önce de bir resimden ilham alıp bir hikâye yazmıştım. İsmi, "Maple Caddesi'ndeki Ev". Chris Van Allsburg'un siyah beyaz bir çiziminden esinlenmiştim. O hikâye Rüyalar ve Karabasanların içinde. Değişen resimlerle ilgili bir roman da yazdım. İsmi, Çılgınlığın Ötesi ve muhtemelen en çok okunan romanlarımdan biri (filme çekilmedi). O hikâyede, yol virüsünün ismi Norman.
Richard Kinnell, Rosewood'da bir bahçede yapılan,kullanılmış eşya satışında rastladığı resmi ilk görüşünde korkmamıştı.
Büyülenmiş. Çok özel olabilecek bir şey bulduğu için kendini şanslı his etmişti ama korkmak? Hayır. Genç bir adamken bazı yasadışı ilaçlar konusu olduğundaki gibi hissettiğini daha sonra ("çok geç olmadan" kendi çok başarılı olmuş romanlarından birini yazıyor olsaydı) fark edecekti.
"Popülerliğin Tehdidi" isimli bir PEN/New England konferansına katılmak için Boston'a gitmişti. Kinnell, böyle konular bulma konusunda PEN'e güveniyordu; aslında biraz da rahatlatıcı oluyorlardı. Uçağa binmek yerine Derry'den Boston'a olan dört yüz yirmi kilometrelik yolu arabayla gitmeyi tercih etmişti çünkü son kitabında bir çıkmaza girmiş, düğümün üzerinde çalışmak için yolculuğun sakin ve sessiz bir ortam olacağını düşünmüştü.
Konferanstaki panelde daha iyi sorular beklediği insanlar ona fikirlerini nereden bulduğu ve hiç kendi kendini korkutup korkutmadığı gibi sorular sormuştu. Tobin Köprüsü'nden şehirden ayrılmış, 1 numaralı karayolu üzerinden yoluna devam etmişti. Bir sorun üzerinde çalışırken otobanları kesinlikle tercih etmezdi; otobanlar onu uyuşturuyor, uyanıkken rüyasız uykular görüyormuş gibi hissetmesine sebep oluyordu. Dinlendiriciydi ama yaratıcı değildi. Öte yandan kıyı şeridinde dur kalk yaparak ilerlemesine sebep olan karayolu, istiridyenin içindeki çakıl gibiydi, beynini çalıştırıyor... hatta bazen bir inci üretebiliyordu.
Ama eserlerini eleştirenlerin bu kelimeyi kullanacaklarını sanmıyordu. Esquire'ın önceki sene çıkardığı sayılardan birinde Bradley Simons, Kâbus Şehri üzerine yazdığı incelemeye şöyle başlamıştı: "Jeffrey Dahmer'ın yemek pişirdiği gibi yazan Richard Kinnell, yakın zamanda şiddetli bir kusma krizi geçirmiş ve ortaya çıkan kusmuk yığınına da Kâbus Şehri ismini vermiş."
1 numaralı karayolu Revere, Maiden ve Everett'ten geçip Newburyport kıyısına ulaşıyordu. Newburyport'un ötesinde ve Massachusetts'in hemen güneyindeki New Hampshire sınırı üzerinde küçük, düzenli bir kasaba olan Rosewood vardı. Kasaba merkezini bir iki kilometre geçmişti ki iki katlı bir evin bahçesine yığılmış ucuz görünümlü eşyaları gördü.
Avokado rengi bir elektrikli firma dayanmış tabelada KULLANILMIŞ EŞYA SATIŞI yazıyordu. Yolun her iki tarafına park etmiş olan arabalar yolu, eşya satışının çekimine kapılmayıp sadece geçip gitmek niyetinde olan sürücülere küfrettirecek şekilde daraltmışlardı. Kinnell bu tür satışları severdi, özellikle de oralarda bazen rastladığı eski kitaplarla dolu kutuları. Yolun daraldığı bölümden geçti ve Audi'sini Maine ve New Hampshire'ı işaret eden araba sırasının en önüne park ederek satış yapılan bahçeye doğru geri yürüdü.
Mavi-gri renkli iki katlı evin karışık ön bahçesinde yaklaşık bir düzine insan eşyalara göz atarak dolaşıyordu. Beton yolun soluna büyük bir televizyon konmuştu. Ayaklarının altında, çimleri korumak adına hiçbir katkıları olmayan dört kâğıt küllük yerleştirilmişti. Tepesine, üzerinde BİR TEKLİF YAPIN, SİZ BİLE ŞAŞIRABİLİRSİNİZ yazan bir karton yerleştirilmişti. Televizyonun fişi, açık ön kapıdan içeri giren bir uzatma kablosuna takılıydı. Şişman bir kadın, üzerinde CINZANO yazısı basılmış rengârenk bir şemsiyenin altında, bir bahçe sandalyesinin üzerinde oturuyordu. Önünde küçük bir masa, masanın üzerinde bir puro kutusu, bir deste kâğıt ve elle yazılmış bir başka tabela vardı. Bunda, TÜM SATIŞLAR NAKİTLE, SATILAN MAL GERİ ALINMAZ yazıyordu. Televizyon açıktı, ekranda iki genç ve hoş insanın güvensiz seks yapmak üzere olduğu bir pembe dizi vardı. Şişman kadın Kinnell'a baktı ve tekrar televizyona döndü. Bir süre izledi ve ardından tekrar ona baktı. Bu kez dudakları hafifçe kıvrılmıştı.
Ah, diye düşündü Kinnell oralarda bir yerlerde olması gereken eski kitap dolu kutuyu aradı.
Hiç kitap göremedi ama bir ütü masasına yaslanmış ve birkaç plastik çamaşır sepetiyle devrilmesi önlenmiş resmi gördü ve nefesi kesildi. Görür görmez ona sahip olmak istedi.
Doğal görünmeye çalışarak resme doğru yürüdü ve önünde tek dizi üzerine çöktü. Resim suluboyayla yapılmıştı ve teknik olarak çok iyiydi. Kinnell bunu umursamadı; ilgisini çeken, teknik değildi (bu gerçeği onun eserlerinde gören eleştirmenler de sıkça vurgulardı). Onu ilgilendiren konu ve ne kadar sarsıcıysa onun gözünde o kadar iyiydi. Bu resim, o açıdan çok başarılıydı. Ufak tefek ıvır zıvırla dolu olan iki çamaşır sepetinin arasına çömeldi ve parmaklarını çerçevenin camı üzerinde gezdirdi.
Buna benzer başka resimler olup olmadığını görmek için etrafına bakındı ama başka yoktu, sadece kullanılmış eşya satışlarında görülen klasik resimler; dua eden eller, kumar oynayan köpekler vardı.
Gözlerini tekrar çerçeve içindeki suluboya resme çevirirken aklında şimdiden resmi bagaja rahatça koyabilmek için bavulunu arka koltuğa yerleştiriyordu.
Üstü açık bir arabanın -belki bir Grand AM veya bir GTX- direksiyonunda oturan genç bir adam resmedilmişti. Günbatımında Tobin Köprüsü üzerinde ilerliyordu. Araba siyahtı. Genç adamın sol kolu kapının üzerinden sarkıyor, sağ bileği rahat bir edayla direksiyonun üzerinde duruyordu. Arkasında gökyüzü sarı ve grinin çeşitli tonlarını almıştı; Belirsiz, pembe damarlar, sarı ve griye karışıyordu. Genç adamın alnına dökülen düz sarı saçları vardı. Sırıtıyordu ve dudaklarının arasından sipsivri dişleri görünüyordu.
Belki de uçları eğelenip sivriltilmiştir, diye düşündü Kinnell. Belki bir yamyamdır.
Bu hoşuna gitmişti. Bir yamyamın günbatımında, bir Grand AM içinde Tobin Köprüsü üzerinde ilerlemesi fikrine bayılmıştı. PEN panelindeki konukların çoğunun ne düşüneceğini biliyordu -Oh, evet, Richard Kinnell için harika bir resim; muhtemelen bir başka şiddetli kusma krizi için onu bir esin kaynağı olarak kullanacak- ama bu insanların çoğu cahildi ve cehaletlerini, bazılarının konuklara havlayan ve gazeteci çocukların bileklerini ısıran kötü ruhlu küçük köpeklerine yaptıkları gibi açıklanamaz bir şekilde koruyorlar, el üstünde tutuyorlardı. Bu resmi çekici bulmasının nedeni korku hikâyeleri yazması değildi; korku hikâyeleri yazıyordu çünkü bu resim gibi şeyler ona çekici geliyordu. Hayranları ona pek çok şey gönderirdi -çoğunlukla resimler- ve o da hemen hepsini, kötü veya çirkin oldukları için değil, bıkkınlık verici ve tahmin edilebilir oldukları için atardı. Omaha'dan bir hayranı ona buzdolabının kapağının ardından başını uzatmış korkuyla çığlık atan bir maymunun seramik heykeli göndermişti ve onun akıbeti diğerleri gibi olmamış, saklanmıştı. Maymunun yetenekli ellerden çıkmadığı belliydi ama ilgi çeken, beklenmedik bir sahneyi canlandırıyordu. Bu resim de benzer özelliklere sahipti ama daha iyiydi.
Çok daha iyi.
Hemen o an satın alıp ona sahip olma isteğiyle resme uzanırken arkasında biri konuştu. "Siz Richard Kinnell değil misiniz?"
Doğrulup arkasına döndü. Şişman kadın tam arkasında duruyor görüş alanının büyük bir bölümünü kaplıyordu. Yanına gelmeden önce rujunu tazelemişti ve yüzünde şimdi kanlı gibi görünen bir sırıtış vardı.
"Evet, benim," dedi kadına gülümseyerek.
Kadının gözleri resme çevrildi. "Doğruca buna yöneleceğinizi tahmin etmeliydim," dedi pişmiş kelle gibi sırıtarak. "Tam size göre."
"Öyle, değil mi?" dedi ve fotoğraf makinelerine poz verirken yaptığı gibi gülümsedi. "Fiyatı nedir?"
"Kırk beş dolar," dedi kadın. "Size yalan söylemeyeceğim aslında yetmişten başlamıştım ama kimsenin hoşuna gitmediği için fiyatı bu kadar düştü. Yarın tekrar gelecek olursanız muhtemelen otuz dolara alabilirsiniz." Yüzündeki sırıtışı korkunç boyutlara ulaştı. Kinnell, kadının gerilmiş dudaklarının kenarlarında tükürük damlacıkları olduğunu gördü.
"Bu riski göze almak istemem," dedi. "Size bir çek yazayım."
Kadının sırıtışı daha da yayıldı; şimdi acayip bir John Waters taklidi gibi görünüyordu. "Aslında çek kabul etmemem gerekiyor ama pekâlâ." Sonunda erkek arkadaşıyla sevişmeyi kabul eden liseli bir kız gibi söylemişti. "Kaleminiz elinizdeyken kızım için bir imzanızı alabilir miyim? İsmi Robin."
"Ne hoş bir isim," dedi Kinnell otomatik olarak. Resmi aldı ve masaya doğru yürüyen şişman kadını takip etti. Masanın yanındaki televizyonun ekranındaki şehvetli gençlerin yerini kısa bir süre için mısır gevreği tıkman yaşlı bir kadın almıştı.
"Robin bütün kitaplarınızı okudu," dedi şişman kadın. "O çılgınca fikirler aklınıza nereden geliyor, kuzum?"
"Bilmiyorum," dedi Kinnell gülümsemesi iyice genişleyerek. "Öylece aklıma geliveriyorlar. İnanılmaz, değil mi?"
Satışla ilgilenen kadının ismi Judy Diment'ti ve yandaki evde oturuyordu. Kinnel resmi yapanın kim olduğunu bilip bilmediğini sorduğunda kadın, "Elbette biliyorum," dedi. Resmi Bobby Hastings yapmıştı ve Hastingslerin eşyalarını satmasının sebebi de Bobby'ydi. "Yakmadığı tek resim bu," dedi. "Zavallı Iris! Bir tek onun için üzülüyorum. George'un pek umursadığını sanmıyorum. Iris'in evi neden satmak istediğini anlamadığını da biliyorum." Geniş, terli yüzündeki yumuk gözlerini devirdi -şu, buna- inanabiliyor musunuz bakışıydı. Kinnell'ın yazdığı çeki aldı ve imzalaması için bir kâğıt uzattı. "Robin'e yazın, lütfen." Yayvan sırıtış, öldüğünü umduğunuz ama karşınıza çıkan eski bir tanıdık gibi tekrar yüzünde belirdi.
Kinnell her zamanki bir -hayran-olduğunuz-için- teşekkürler mesajını yazıp imzasını attı. Yirmi beş yıldır imza veriyordu ve artık ne yazdığına, nasıl yazdığına dikkat etmiyordu. "Bana resimden ve Hastingslerden bahsedin."
Judy Diment, çok sevdiği bir hikâyeyi anlatmak üzereymiş gibi şişman ellerini kavuşturdu.
"Bu baharda intihar ettiğinde Bobby Hastings daha yirmi üçündeydi. Buna inanabiliyor musunuz? İşkence gibi bir dehaya sahip bir gençti. Hâlâ ailesiyle yaşıyordu." Gözlerini tekrar devirdi. "Yetmiş seksen civarı resmi olmalı. Bir de eskiz defterleri vardı. Hepsi bodrumda duruyordu." Çenesiyle evi işaret etti ve sonra günbatımında Tobin Köprüsü üzerinde yol alan şeytani görünümlü genç adamın resmine baktı, "Iris -yani Bobby'nin annesi- çoğunun gerçekten çok kötü olduğunu söylerdi, bundan çok daha beter birçok resmi varmış. Tüylerinizi diken diken edecek türden." Hastingslerin takım olmayan gümüşlerine ve Tatlım, Çocukları Küçülttüm desenli, iyi durumda bir McDonald's plastik bardak koleksiyonuna bakan kadına bir göz atarak sesini iyice alçalttı. "Çoğu seksle ilgiliydi."
"Ah, olamaz," dedi Kinnell.
"En kötülerini uyuşturucu aldıktan sonra yapıyormuş," diye davam etti Judy Diment. "Ölümünden sonra -resimlerini yaptığı bodrumda kendisini astı- içinde kokain sattıkları o küçük şişelerden yüzlerce bulundu. Uyuşturucu çok korkunç bir şey, değil mi, Bay Kinnell?"
"Kesinlikle öyle."
"Her neyse, sanırım bir gün sonunda her şeyin bittiğine karar verdi. Bütün eskizlerini ve resimlerini -galiba bir tek bu hariç- arka bahçeye götürüp yakmış. Sonra bodrumda kendini asmış. Tişörtüne bir not iğnelemiş. Üzerinde, 'Bana olanlara dayanamıyorum,' yazıyormuş. Ne korkunç değil mi, Bay Kinnell? Hiç bu kadar korkunç bir şey duymamıştınız, değil mi?"
"Evet," dedi Kinnell samimi denebilecek bir ses tonuyla. "Duymamıştım."
"Dediğim gibi, George hiç umursamadan bu evde yaşamaya devam ederdi." Judy Diment. Robin için imzalanmış kâğıdı aldı, Kinnell'in çekiyle yan yana tuttu ve imzaların benzerliği karşısında büyülenmiş gibi başını iki yana salladı. "Ama erkekler farklı."
"Öyle mi?"
"Oh, evet, daha duyarsızlar. Ölmeden önceki günlerinde Bobby Hastings bir deri bir kemik kalmıştı, sürekli pisti, kokuyordu ve her gün aynı tişörtü giyiyordu. Üzerinde Led Zeppelin resmi vardı. Gözleri kızarıktı, yanaklarında sakal denmeye bin şahit isteyecek kıl tutamlan vardı ve yüzünde, ergenlik çağına geri dönmüş gibi sivilceler çıkmıştı. Ama Iris onu seviyordu, çünkü bir annenin sevgisi tüm bunları görünmez kılar."
Gümüşlere ve bardaklara bakan kadın bir Star Wars tabak altlığı takımıyla geldi. Bayan Diment karşılık olarak beş dolar aldıktan sonra satışı dikkatle listeye kaydetti ve tekrar Kinnell'a döndü.
"Arizona'ya gittiler," dedi. "Iris'in ailesiyle kalacaklar. George Flagstaff'ta iş arıyordu -teknik ressamlık yapıyor- ama buldu mu bilmiyorum. Bulduysa onları Rosewood'da tekrar göreceğimizi sanmıyorum, Iris satmak istediği eşyaların bir listesini verdi ve zahmetimin karşılığı olarak satıştan elde edilecek hasılatın yüzde yirmisini alabileceğimi söyledi. Birazını ayırıp gerisini göndereceğim. Pek fazla olacağını sanmıyorum." İçini çekti.
"Resim harika," dedi Kinnell.
"Evet, geri kalanının yanmış olması çok kötü çünkü sattıkları diğer eşyaların pek cazip olduğu söylenemez. O nedir?" Kinnell resmin arkasını çevirmişti. Arkaya etiketimsi bir kâğıt yapıştırılmıştı.
"Sanırım bir isim."
"Ne yazıyor?"
Kadının okuyabilmesi için resmi tutup ona doğru kaldırdı. Bu şekilde resim tam göz hizasına gelmişti. Hevesle yakından incelemeye başladı. Konunun basit tuhaflığı onu bir kez daha etkilemişti: arabanın direksiyonunda oturan bir maço, kötülük dolu, bilmiş, sipsivri dişlerini gözler önüne seren bir gülümsemesi olan genç bir adam.
Uyuyor, diye düşündü. Bir isim bir resme ancak bu kadar uyabilirdi.
"Kuzeye Doğru Giden Yol Virüsü," diye yüksek sesle okudu kadın. "Çocuklarım eşyaları bahçeye çıkarırken bunu fark etmemiştim. Sizce resmin ismi bu mu?"
"Öyle olmalı." Kinnell gözlerini sarışın gencin sırıtışından alamıyordu. Bir şey biliyorum, diyordu sırıtışı. Senin asla öğrenemeyeceğin bir şey biliyorum.
"Eh, bunu yapabilen gencin yüksek dozda uyuşturucu aldığına şaşmamalı," dedi kadın. Sesinde samimi bir üzüntü vardı. "Kendini öldürüp anneciğini yasa boğması insanı pek şaşırtmıyor."
Dostları ilə paylaş: |