Stephen King Karanlık Öyküler



Yüklə 1,67 Mb.
səhifə28/36
tarix03.11.2017
ölçüsü1,67 Mb.
#29023
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   36

Bir sonraki blokta bir market buldum ve bir paket Marlboro aldım. Madison ve Elli Üçüncü Sokak'ın birleştiği köşeye geri döndüğümde Gotham Cafe'nin önünün, meraklı kalabalığı suç mahallinden uzak tutmaya çalışan polislerle dolu olduğunu gördüm. Ellerinde kalkanlar vardı. Buna rağmen restoranı görebiliyordum. Hem de gayet iyi görüyordum. Kaldırıma oturup bir sigara yaktım ve gelişmeleri izlemeye koyuldum. Yarım düzine kurtarma aracı geldi. Sanırım ambulansların sirenlerinin çığlıklarını tahmin etmeniz pek güç olmaz. İlkine aşçı bindirildi, kendinde değildi ama hayatta olduğu anlaşılıyordu. Caddedeki hayranları onu kısa bir süre görebildiler. Onun ardından dışarı bir sedye üzerinde ceset torbası çıkarıldı, Humboldt. Arkasından sedyeye sıkı sıkıya bağlanmış gibi göründü. Ambulansa bindirilirken çılgın gözlerle etrafına bakıyordu. Bir an için göz gözgöze geldiğimizi sandım ama muhtemelen hayal gücümün küçük bir oyunuydu.

Guy'ın içinde olduğu ambulans polis kordonunun arasından geçip uzaklaşırken içtiğim sigarayı rögara attım. O günü kendimi tekrar nikotinle öldürmeye başlamak için yaşamamıştım.

Uzaklaşan ambulansa bakarken içinde yatan adamı yaşadığı yerde -Queens veya Brooklyn hatta belki Rye veya Mamaroneck- hayal etmeye alıştım. Onun evindeki yemek odasının nasıl olabileceğini, duvarlarda ne tür resimler asılı olabileceğini düşünmeyi denedim. Bunu beceremedim ama onu yatak odasındayken hayal etmekte pek zorlanmadım. Odasını bir kadınla paylaşıp paylaşmadığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hayalimde onun hiç kıpırdamadan uyanık bir halde tavana baktığını görebiliyordum. Ay, dışarıdaki koyu karanlıkta bir cesedin yarı kapalı gözü gibi asılı duruyor, Guy yatağında kıpırdamadan yatarak hiç susmaksızın, monoton bir şekilde havlayan köpeğin sesini dinliyordu. Ses beynine uzun, gümüş bir çivi gibi gömülüyordu. Yatağının yan tarafındaki gardırobunda plastik kuru temizleme torbaları içinde smokinlerinin asılı olduğunu hayal etmek hiç zor değildi. İdam edilmiş mahkûmlar gibi asılı duruyorlardı. Bir karısı olup olmadığını merak ettim. Acaba vardı da o gün işe gelmeden önce onu öldürmüş müydü? Gömleğinin önündeki leke aklıma gelince bunun mümkün olabileceğini düşündüm. Ayrıca komşunun hiç susmayan köpeğini de merak ettim. Ve o komşunun ailesini.

Ama çoğunlukla Guy'ı düşündüm. Uykusuz geçen gecelerim boyunca onun da yatağında uyumadan yattığını, benim sirenleri ve şehir merkezine yönelen kamyon seslerini dinlediğim gibi havlayan köpeği dinlediğini düşündüm. Öylece yatıp ay ışığının tavanda oluşturduğu gölgeleri seyrettiğini hayal ettim. O çığlığın - İiiiii!- kapalı bir odanın içini saran zehirli bir gaz gibi beynini sardığını düşündüm.

"İiiiii," dedim., sırf kulağa nasıl geldiğini duymak için. Marlboro partini önümdeki rögara attım ve kaldırımdan kalkmadan ritmik bir şekilde üzerine basarak paketi ezdim. "İiiiii. İiiiii. İiiiii."

Kordonu oluşturan polislerden biri bana baktı. "Hey dostum, bir de seninle uğraşmayalım," diye seslendi. "Burada önemli bir durumla uğraşıyoruz.

Elbette öyle, diye düşündüm. Hepimiz uğraşmıyor muyuz?

Ama ona hiçbir şey söylemedim. Paketi ezmeyi -zaten çoktan ölmüştü- ve bağırmayı kestim. Ama çığlığı hâlâ başımın içinde duyabiliyordum Neden olmasın? Her şey kadar bunun da bir anlamı var.

İiiiii!

İiiiii!


İiiii!

Sadece Fransızca Tarif Edebileceğiniz O His

Floyd, oradaki ne öyle? Oh, kahretsin.

Bunları söyleyen adamın sesi tanıdık gibiydi ama sözleri bir konuşmanın kopuk, anlamsız, televizyon kanallarını gezerken bir önceki kanalda duyduğunuza benzer bir parçasıydı. Hayatında Floyd isminde biri yoktu. Ama başlangıç bu olmuştu. Bu kopuk sözler, kırmızı önlüklü küçük kızı görmeden önceydi.

Ama hissi kuvvetlendiren küçük kız oldu. "Oh, o duyguyu hissediyorum," dedi Carol.

Kırmızı önlüklü küçük kız Carson's adında bir marketin -BİRA, ŞARAP, SEBZE&MEYVE, TAZE YEM, PİYANGO- önünde parlak renkli önlüğünün etekleri dizlerinin arkasına sıkışmış halde çömelmiş duruyor, bebeğiyle oynuyordu. Oyuncak bebeğin sarı saçları kirliydi. Yumuşak, doldurulmuş türden bir bez bebekti.

"Hangi duygu?" diye sordu Bill.

"Bilirsin. Sadece Fransızca söylenebilen his. Bir türlü aklıma gelmedi."

"Dejâvu," dedi Bill.

"Evet, o," dedi Carol ve dönüp bir kez daha küçük kıza baktı. Bebeği bir bacağından tutacak, diye düşündü. Bir bacağından yakalayıp bas aşağı atacak ve bebeğin kirli saçları yere doğru sarkacak.

Ama küçük kız bebeği marketin önündeki kıymıklı gri basamaklara bırakarak bir arabanın arkasında kafes içinde duran köpeğe bakmaktaydı. Sonra Bill ve Carol Shelton virajı döndüler ve market gözden kayboldu.

"Daha ne kadar yolumuz var?" diye sordu Carol.

Bill dudaklarını büküp tek kaşını kaldırdı, sol kaşı kalkmış, sağ yanağında bir gamze belirmişti. Her zaman böyle olurdu. Bakışı, Hoşuma gittiğini sanıyorsun ama aslında hiç gitmedi, diyordu. Evliliğimiz boyunca bu hissi bana belki doksan milyon kez tattırdın. Ama sen bunu bilmiyorsun çünkü içimdeki gerçek beni görmeyi hiçbir zaman beceremedin.

Oysa onun sandığından çok daha iyi görebiliyordu; evliliklerindeki sırlardan biri de buydu. Muhtemelen Bill'in de kendi sırları vardı. Ve elbette bir de birlikte tuttukları sırlar vardı.

"Bilmiyorum," dedi kocası. "Daha önce oraya hiç gitmedim."

"Ama doğru yol üzerinde olduğumuzdan eminsin, değil mi?"

"Caddeden Sanibel Adası'na döndükten sonra tek bir yol var," dedi. "Doğruca Captiva'ya gidiyor ve orada son buluyor. Ama ondan önce Palm House'a varacağız. Seni temin ederim."

Kaşının yükselmesiyle oluşan yay, düzelmeye başladı. Gamzesi yok oldu. Carol'un Normal Hal dediği ifadeye dönüştü. Normal Hal'den de pek hoşlandığı söylenemezdi, ama aptalca bir şey söylediğini düşündüğü zamanlarda, "Affedersin?" diye soruşu veya düşünceli ve dalgın görünmek istediği anlarda alt dudağını sarkıtışı gibi ona batmıyordu.

"Bill?"

"Mmm?"


"Floyd adında birini tanıyor musun?"

"Bir Floyd Denning tanıyordum. Okuldaki son yılımızda birlikte alt katta bir kafeterya işletiyorduk. Sana ondan bahsetmiştim, değil mi? Bir cuma günü kasadaki parayı çalıp hafta sonu kız arkadaşıyla New York'ta yemişti. Ona ceza vermişler, kızı da okuldan uzaklaştırmışlardı. Nereden aklına geldi?"

"Bilmiyorum," dedi. Ona liseye birlikte gittiği Floyd ile kafasının içinde duyduğu sesin konuştuğu Floyd'un ayrı kişiler olduğunu söylemekten daha kolay gelmişti. En azından o farklı kişiler olduklarını düşünüyordu.

İkinci balayı, buna öyle diyor, diye düşündü 867 numaralı otoyolunun kenarında sıralanmış palmiyelere, tepenin üzerinde öfkeli bir rahip gibi gametle yürüyen beyaz kuşa ve üzerinde SEMINOLE VAHŞİ YAŞAM PARKI, ARABA BAŞINA 10 dolar yazan bir tabelaya bakarken. Florida gün ışığı eyaleti. Florida, misafirperver eyalet. Ve elbette Florida, ikinci balayı eyaleti. Bili Shelton ve daha önce Lynn, Massachusetts'te Carol O'Neill olarak yaşayan Carol Shelton'ın yirmi beş yıl önce ilk balayları için geldikleri Florida. Tek fark, o zaman diğer tarafta, Atlantik tarafında oluşumuzdu. Çekmecelerde hamamböceklerinin dolaştığı küçük bir kabinde kalmıştık. Bana dokunmadan duramıyordu. Ama önemli değildi, o günlerde ben de dokunulmak istiyordum. Rüzgâr Gibi Geçti'deki Atlanta gibi yanmak istiyordum ve o da beni yaktı, yeniden yükseltti ve tekrar yaktı. Artık gümüşteyiz. Yirmi beşinci yıl gümüş oluyor. Ve bazen içimde o his beliriyor.

Bir dönemece yaklaşıyorlardı. Yolun sağ tarafında üç haç var. Biri büyük, ikisi küçük. Küçük olanlar büyüğün her iki yanına yerleştirilmiş. Ortadaki haç, beyaz huş ağacından yapılmış ve üzerinde bir resim var. On yedi yaşında sarhoşken bu dönemeçte kaza yapıp ölmüş bir gencin küçük bir fotoğrafı... arkadaşları onun anısına bu noktayı belirlemişler...

Bill dönemeci geçti. Simsiyah, şişman ve parlak birkaç karga, şose yol üzerine sıçramış kanın ortasında duran bir şeyin üzerinden havalandı. Öyle çok yemişler ve ağırlaşmışlardı ki Carol yaklaşan arabadan vaktinde kaçıp kaçamayacaklarını merak etti. Görünürde haç yoktu. Ne yolun sağında ne de solunda. Sadece yolun ortasında duran ve daha önce Mason-Dixon Line'ın ötesine geçmemiş lüks bir otomobilin altında kalan bir leş vardı. Belki bir dağ sıçanıydı.

Floyd, oradaki ne öyle?

"Sorun nedir?"

"Hıı?" Şaşkınca kocasına baktı. Kendini biraz garip hissediyordu.

"Dimdik oturuyorsun. Sırtına kramp mı girdi?"

"Hafif bir kramp." Hafifçe yaslandı. "Yine o duyguyu yaşadım, deja vu."

"Hâlâ devam ediyor mu?"

"Hayır," dedi ama yalan söylüyordu. His biraz hafiflemişti ama kesinlikle oydu. Bu hissi daha önce de yaşamıştı ama hiç böyle sürekli olmamıştı. Öylece belirip yok olurdu ama bu kez farklıydı. Floyd ile ilgili o konuşmayı kafasının içinde duyduğu ve kırmızı önlüklü küçük kızı gördüğü andan beri vardı.

Ama gerçekten bu ikisinden önce bir şey hissetmemiş miydi? Lear 35'in merdiveninden Fort Myers güneşinin yakıcı sıcağına adım attıkları an başlamamış mıydı? Hatta daha öncesinde? Boston'dan geliş yolculukları sırasında?

Bir kavşağa yaklaşıyorlardı. Yukarıda yanıp sönen sarı bir trafik lambası vardı. Sağ tarafta kullanılmış arabalar satan bir yer var, diye düşündü. Ve bir de Sanibel Halk Tiyatrosu ilanı.

Sonra, Hayır, diye düşündü. Bu da orada olmayan haçlar gibi olacak. Güçlü bir his ama yanıltıcı bir his.

Kavşağa gelmişlerdi. Sağda gerçekten kullanılmış araba satan bir yer vardı, Palmdale Motors. Carol bunu görünce huzursuzluktan daha keskin bir hisle ani bir darbe almışçasına şiddetli bir şekilde irkildi. Aptallık etmeyi kes, dedi kendi kendine. Florida'da her yerde ikinci el arabalar satılıyor olmalıydı ve her kavşaktan önce bir tahminde bulunulduğu takdirde olasılık kanunlarına göre tahmin, er ya da geç gerçekleşecekti. Medyumlar bu hileyi yüzlerce yıldır kullanıyordu.

Ayrıca görünürde tiyatro ilanı yok.

Ama bir başka ilan vardı. Üzerinde, ellerini büyükannesinin onuncu doğum gününde verdiği madalyondaki gibi havaya kaldırmış olan, tüm çocukluğunu hatırlatan hayalet, Meryem Ana vardı. Büyükannesi madalyonu avucuna bastırmış, zincirini parmaklarına dolamış ve, "Bunu boynundan hiç çıkarma çünkü zor günler yaklaşıyor," demişti. Carol da ona itaat etmiş ve madalyonu hep takmıştı. Önce Our Lady of Angels ilk ve ortaokulunda, ardından Aziz Vincent de Paul Lisesi'nde. Madalyonu, gökler sıradan bir mucize gibi irileşene dek takmış, sonra bir yerde, muhtemelen Hampton Plajı'na yaptıkları okul gezisi sırasında kaybetmişti. Eve dönüşte otobüste ilk öpüşme deneyimini yaşamıştı. Çocuğun adı Dutch Soucy'ydi ve Carol, öpüşürlerken onun yediği pamuk helvanın tadını alabilmişti.

Uzun zaman önce kaybolmuş olan o madalyonun üzerindeki Meryem Ana ile ilandaki tıpatıp aynı görünüyordu. Tek düşündüğünüz fıstık ezmesi olsa bile ilahi olmayan konulara daldığınız için kendinizi suçlu hissetmenize sebep olan o görüntü. Meryem Ana resmi altında bir yazı vardı. MERHAMETLİ ANAMIZ HAYIR KURUMU FLORİDA'DAKİ EVSİZLERE YARDIM EDİYOR, SİZ DE YARDIM EDER MİSİNİZ?

Hey, Meryem, su mesele...

Bu kez sesler birden fazlaydı. Kızların sesleriydi. Şarkı söyleyen hayaletlerin sesi. Bunlar sıradan mucizeler, onlar da sıradan hayaletlerdi. Yaşlandıkça bu gibi şeyler anlaşılıyordu.

"Neyin var senin?" Kalkan kaşı ve yanağında beliren gamzeyi olduğu gibi bu sesi de çok iyi tanıyordu. Bill'in kafam bozuluyor numarası yapıyorum sesiydi. Gerçekten sinirlenmiş olduğunu gösterirdi.

"Hiç." Ona o an olabilecek en parlak gülümsemesiyle baktı.

"Pek kendinde değil gibisin. Belki uçakta uyuman kötü oldu."

"Sanırım öyle," dedi. Neşesini bozmak istemiyordu. Kaç kadın yirmi beşinci yıldönümü hediyesi olarak Captiva Adası'nda ikinci balayına çıkardı? Bir Learjet içinde yolculuk eden kaç kadın vardı? Paranın geçmediği (ay sonunda kredi kartınız iflas etmezse elbette) o güzelim tatil beldesinde on gün geçirmeye kimse hayır diyemezdi. Hele istediğiniz an masaj yapmak üzere kumsaldaki altı odalı evinize gelmeye hazır bekleyen İsveçli bir yakışıklı varsa.

Başlangıçta her şey çok farklıydı. İlk kez bir lise dansında tanıştığı ve üç yıl sonra üniversitede tekrar karşılaştığı (bir başka sıradan mucize) Bill, evlendikleri sırada kapıcılık yapıyordu çünkü bilgisayar endüstirisinde iş bulabilmesi mümkün olmamıştı. 1973 yılıydı ve hiç kimse bilgisayarların geleceğinin parlak olduğunu düşünmüyordu. Revere'de, izbe yerde yaşıyorlardı. Sahilde değildi ama yakındı. Geceleri üst katlarında yaşayan ve hiç durmaksızın altmışların plaklarını dinleyen iki solgun yüzlü yaratıktan uyuşturucu almaya gelenler gece boyunca merdivenleri işerlerdi. Carol bağırış çağırışın başlamasını bekleyerek uyanık yatmaya alışmıştı. O anlarda, buradan asla kurtulamayacağız, diye düşünürdü. Bu çöplükte yaşlanıp burada öleceğiz.

Mesaiden yorgun argın dönmüş olan Bill için onca gürültü arasında uyumak sorun olmazdı. Yatağa yan uzanır, bazen bir elini Carol'un kalçasına koyardı. Koymadığı zamanlarda, özellikle üst kattaki satıcılar müşterilerle kavga etmeye başladığında Carol onun elini alıp kalçası üzerine çekerdi. Tek sahip olduğu Bill'di. Onunla evlendiğinde ailesi Carol'u evlatlıktan reddetmişti. Bill Katolik'ti ama yanlış türden bir Katolik'ti. Büyükannesi beş para etmezin teki olduğunu herkesin görebileceği bir adamla gitmeyi niçin istediğini, söylediği aptalca sözlere nasıl kandığını ve neden babasını üzdüğünü sormuştu? Ona ne diyebilirdi ki?

Revere'deki o izbe evden sekiz bin metre yükseklikte uçan özel bir jete, bu kiralık lüks arabaya -gangster filmlerindeki tiplerin her zaman Crown Vic dediği bir Crown Victoria'ydı- pahalı bir yerde geçirilecek on günlük bir tatile gelene dek çok yol kat etmişlerdi.

Floyd?... Oh, kahretsin.

"Carol? Şimdi neyin var?"

"Hiçbir şey," dedi. Yolun ilerisinde verandası palmiyelerin gölgesinde kalmış -üst dalları mavi göğe doğru yükselen bu ağaçları görünce aklına kanat altlarındaki makineli tüfekler çılgınca ateşlenen Japon savaş uçakları gelmişti, televizyon önünde harcanmış bir gençliğin göstergesi- bir bungalovdan biraz büyükçe, küçük, pembe bir ev vardı. Önünden geçtikleri sırada içinden zenci bir kadın çıkacaktı. Pembe bir havluyla ellerini kuruluyor olacaktı ve geçerlerken onları ifadesiz bir yüzle izleyecekti. Bir Crown Vic içinde Captiva'ya giden zengin insanlar olduklarını düşünecekti.

Ama Carol Shelton'ın bir zamanlar kirası doksan dolar olan bir apartman dairesinde uykusuz geceler boyunca tavana bakarak, üst kattaki uyuştuğu satıcılarının eski plaklarıyla kavgalarını dinleyerek, içinde canlı bir şey hissederek (ona bir partide perdenin arkasına düşen, kimsenin fark etmediği ama sinsice yanmaya devam eden küçük sigarayı hatırlatan o Lull varlığı) yattığını hiçbir zaman öğrenemeyecekti.

"Tatlım?"

"Hiçbir şeyim yok dedim." Evin önünden geçtiler. Kadın yoktu. Sadece sallanan sandalyesinde oturup geçip gitmelerini izleyen yaşlı bir adam -zenci değil, beyaz- vardı. Burnunun üzerinde çerçevesiz gözlükler, kucağındaysa evin boyasıyla aynı tonda pembe bir havlu vardı. "Şimdi iyiyim. Sadece bir an önce oraya varıp üzerime ince bir şeyler giymek için sabırsızlanıyorum, hepsi bu.

Bill'in eli uzanıp kalçasına -ilk günlerinde çok sık dokunduğu bölgeye- dokundu ve sonra biraz daha ilerledi. Carol onu durdurmayı düşündü ama yapmadı. Ne de olsa ikinci balaylarına çıkmışlardı. Ayrıca durdurursa, yüzündeki o ifade yok olacaktı.

"Belki," dedi kocası. "Bir mola verebiliriz. Yani elbiseler çıkıp yenileri giyilmeden önce."

"Bence bu harika bir fikir," dedi ve elini onunkinin üzerine koyarak kendine doğru iyice bastırdı. İleride, yeterince yakınlaştıklarında üzerinde PALM HOUSE, 5 KİLOMETRE İLERİDE yazdığını görecekleri bir tabela vardı.

Tabelada PALM HOUSE, 3 KİLOMETRE İLERİDE yazıyordu. Arkasında bir başka tabela vardı. Yine Meryem Ana. Ellerini açarak havaya kaldırmıştı ve başının etrafında bir haleye pek de benzemeyen ampuller vardı. Bu seferkinin üzerinde, MERHAMETLİ ANAMIZ HAYIR KURUMU FLORIDADAKİ HASTALARA YARDIM EDİYO... SİZ DE YARDIM EDER MİSİNİZ? yazıyordu.

Bili, "Bir sonrakinde 'Burma Shave'n olacak."

1920'lerden 1950'lere kadar Amerika otoyollarında çokça görülen, tıraş kremi markası için hazırlanmış kafiyeli yol kenarı reklam tabelaları.

Ne dediğini anlamamıştı ama bir espri yapmış olduğu kesindi. Gülümsedi. Bir sonrakinde "Merhametli Anamız Hayır Kurumu Florida'daki Açlara Yardım Ediyor" yazıyor olacaktı ama bunu ona söyleyemezdi. Sevgili Bill. Bazen yaptığı aptalca yüz ifadelerine ve belirsiz imalarına rağmen onu seviyordu. Büyük ihtimalle seni terk edecek ve sana bir şey söyleyeyim, seni bırakması senin için çok hayırlı olacak, demişti babası Kendi öngörüsünün babasınınkinden iyi olduğunu sadece bu konuda kanıtlayan sevgili Bill. Hâlâ büyükannesinin "işe yaramaz" dediği adamla evliydi. Elbette bunun için bir bedel ödemişti ama ne derler bilirsiniz Tanrı her aldığınızın karşılığını vermenizi ister.

Başı kaşındı. Bir sonraki Merhametli Anamız tabelasını bekleyerek hiç düşünmeden kaşıdı.

Söylemesi bile kötüydü ama durumları, bebeği kaybetmelerinin ardından düzelmeye başlamıştı. Bebeği, Bill'in 128. karayolu üzerindeki Beach Computers'da işe başlamasından hemen önce kaybetmişlerdi. Endüstride ilk değişim rüzgârları o zaman esmeye başlamıştı.

Bebeği kaybetmişti, düşük yapmıştı -belki Bill hariç buna herkes inanmıştı. Carol'un ailesi elbette inanmıştı- annesi, babası, büyükannesi. "Düşük," demişlerdi soran herkese, Katolikler hep öyle derdi. Hey Meryem, nedir hikâyen, diye şarkı söylerlerdi okulda ip atlarken. Üniformalarının etekleri sıyrıklarla dolu dizlerinin üzerine çıkıp inerken kendilerini cesur ve günahkâr hissederlerdi. Bu, Our Lady of Angels'daydı. Rahibe Annunciata derste pencereden baktıklarını yakalarsa parmak eklemlerine cetvelle vururdu. Rahibe Dormatilla bir milyon yılın sonsuzluk saatinin ilk saniyesi bile olmadığını söylerdi (ve çoğu insan sonsuza dek cehennemde kalırdı, bu zor bir şey değildi). Deriniz alev almış, kemikleriniz erir halde cehennemde sonsuza dek yaşardınız. Şimdi Florida'da, kocasının elini hâlâ kasıklarında hissederek onun yanında bir Crown Vic'ın içinde oturuyordu. Elbisesi kırışacaktı ama yüzündeki ifade kaybolacaksa bu kimin umurundaydı ve bu his neden geçmiyordu?

Yan tarafında RAGLAN yazan ve önünde Amerikan bayrağı olan bir posta kutusu göreceklerdi. Bir süre sonra gördüler ama isim Reagan, resim de bir Grateful Dead çıkartmasıydı. Beyninde, hızlı adımlarla yürüyen küçük, siyah bir köpeğin görüntüsü belirdi. Başını öne eğmiş, geçtiği yerleri kokluyordu. Evet, köpek oradaydı. MERHAMETLİ ANAMIZ HAYIR KURUMU FLORIDA'DAKİ AÇLARA YARDIM EDİYOR. SİZ DE YARDIM EDER MİSİNİZ?

Bill parmağıyla bir yeri işaret ediyordu. "İşte, görüyor musun? Sanrım Palm House orası. Hayır, tabelanın olduğu yer değil, diğer taraf. Neden bunları buraya koymalarına izin veriyorlar ki?"

"Bilmem." Başı kaşındı. Kaşıyınca gözlerinin önünde siyah kepekler uçuştu. Parmaklarına bakınca dehşetle uçlarının simsiyah olduğunu gördü. Sanki az önce parmak izlerini almışlardı.

"Bill?" Parmaklarını sarı saçlarının arasından geçirdi. Bu kez dökülen siyah parçacıklar daha iriydi. Kepek değil, kâğıt parçalarıydı. Birinin üzerinde bir surat vardı.

"Bill?"


"Ne? N..." Sonra sesi tamamen değişti ve bu Carol'u arabanın yalpalayışından bile daha çok korkuttu. "Tanrım, hayatım, saçında ne var?"

Yanık kâğıt parçasının üzerindeki resim, Rahibe Teresa'nın resmiydi. Yoksa Our Lady of Angels'ı düşündüğü için ona mı öyle geliyordu? Bill'e göstermek için kucağındaki kâğıt parçasını aldı ama göstermesine fırsat kalmadan kâğıt parçalandı. Bill'e döndüğünde gözlüklerinin eriyerek yanaklarına doğru aktığını gördü. Gözlerinden biri yuvasından fırlamış ve kan dolu bir üzüm tanesi gibi yarılmıştı.

Ve ben bunu biliyordum, diye düşündü. Daha ona bakmadan önce biliyordum. Çünkü içimde o his vardı.

Ağaçların arasında bir kuş ötüyordu. Panodaki Meryem Ana ellerini havaya doğru açmıştı. Carol çığlık atmaya çalıştı. Çığlık atmaya çalıştı.

"Carol?"

Bill'in sesi binlerce kilometre öteden geliyormuş gibiydi. Sonra elini hissetti. Kasıklarında değil, omuzlarında. "İyi misin, bebeğim?"

Gözlerini açtı ve parlak gün ışığıyla karşılaştı. Learjet'in motorlarının düzenli uğultusu duyuluyordu. Kulaklarında basınç hissetti. Gözlerini Bill'in hafifçe endişeli görünen yüzünden kabindeki basınç göstergesine çevirdi ve yirmi sekiz bine düşmüş olduğunu gördü.

"İniyor muyuz?" diye sordu mahmur bir sesle. "Ne çabuk?"

"Çok hızlı, değil mi?" dedi Bill hoşnut bir sesle. Sanki jeti o uçurmuştu. "Pilot yirmi dakika sonra Fort Myers'a ineceğimizi söylüyor. Yerinden sıçradın, tatlım."

"Bir kâbus gördüm."

Güldü -Carol'un nefret ettiği aman- ne-salak-şeysin-sen gülüşüydü "İkinci balayımızda kâbus görmek yasak, bebeğim. Ne gördün?"

"Hatırlamıyorum," dedi ve bu doğruydu. Sadece kısa parçacıklar vardı. Bill'in gözlüklerinin eridiğini ve beşinci veya altıncı sınıftayken söyledikleri yasak tekerlemelerden birinin sözlerini hatırlıyordu. Hey Meryem, nedir hikâyen... ve bir şey -bir şey- bir şey. Gerisini hatırlayamıyordu. Haa... haa, babamın pipisini gördüm yaa. Bunu hatırlıyordu ama diğerini hatırlayamıyordu.

Meryem Ana Florida 'daki hastalara yardım ediyor, diye düşündü ama bu düşüncenin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Tam o sırada emniyet kemeri uyarısının ışığı bir sinyal eşliğinde yandı. İnişe geçiyorlardı. Çılgın şamata başlasın, diye düşündü ve kemerini taktı.

"Gerçekten hatırlamıyor musun?" diye sordu Bili kendi kemerini takarken. Küçük jet yamrı yumru, bembeyaz bir bulutun içinden geçti. Kokpitteki pilotlardan biri küçük bir ayarlama yaptı. "Çünkü genelde uyandığında ne gördüğünü hatırlarsın. Kötü olanları bile."

"Our Lady of Angels'dan Rahibe Annunciata'yı gördüğümü hatırlıyorum. Sınıftaydık."

"Evet, gerçekten de bir kâbus görmüşsün," dedi Bill.

On dakika sonra iniş takımları iniltilerle açıldı. Ondan beş dakika sonra alana inmişlerdi.

"Arabayı uçağa kadar getirmeleri gerekiyordu," dedi Bill mızıldanarak. Carol bundan hoşlanmıyordu ama aman ne-salak-şeysin-sen gülüşünden buyurgan bakışları kadar nefret ettiği söylenemezdi. "Umarım bir aksilik olmamıştır."

Olmadı, diye düşündü Carol ve bu güçlü his bir anda tüm benliğini sardı. Bir iki saniye sonra camdan bakıp arabanın orada olduğunu göreceğim. Florida tatilin için istediğin türde bir araba, lanet olası büyük, beyaz bir Cadillac ya da belki bir Lincoln...

Evet, görmüştü işte. Peki bu neyi kanıtlıyordu? Eh, galiba bazen dejâ vu'yu hissettiğinizde düşündükleriniz gerçekleşebiliyor. Ama araba bir Caddy veya Lincoln değil, bir Crown Victoria'ydı. Bir Martin Scorsese filminde gangsterlerin mutlaka Crown Vic diyecekleri bir Crown Victoria.

"Of," dedi kocası uçaktan inmesine yardım ederek elini tutarken. Havanın sıcaklığı ve parlak güneş başını döndürmüştü.

"Ne oldu?"

"Önemli bir şey değil. Dejâ vu. Sanırım rüyamdan arta kalanlar. Daha önce buraya gelmişiz gibi, öyle bir his."

"Hava değişikliğindendir," dedi kocası ve yanağını öptü. "Haydi, çılgın şamata başlasın."

Arabanın yanına gittiler. Bili, arabayı getiren genç kadına sürücü ehliyetini gösterdi. Kadının uzattığı kâğıdı imzalamadan önce eteği altından görünen bacaklarına kaçamak bir bakış atmıştı. Carol bunu gördü.

Kadın elindekini düşürecek, diye düşündü. İçindeki his öyle kuvvetliydi ki kendini bir lunapark trenine binmiş gibi hissediyordu. Eğlence Diyarı ve Mide Bulantısı Ülkesi arasında bir yerdeydi. Dosyayı düşürecek ve BM, "Aman?' diyerek yerden alıp ona geri verecek ama bu arada bacaklarına yakından bakmayı ihmal etmeyecek.

Ama Hertz'de çalışan kadın elindeki dosyayı düşürmedi. Beyaz bir minibüs onu terminale geri götürmek için geldi. Kadın Bill'e son bir kez gülümsedi -Carol'u tamamen yok saymıştı- ve minibüsün ön kapısını açtı. Basamağa adımını attığı an ayağı kaydı. "Aman!" dedi Bill ve dirseğinden tutarak dengesini bulmasına yardım etti. Kadın ona gülümsedi, Bill onun bacaklarına son bir kez baktı ve Carol uçaktan indirilmekte olan bagajlarının yanında durdu. Hey, Meryem...

"Bayan Shelton?" Yardımcı pilottu. Elinde son çantayı taşıyordu. İçinde Bill'in dizüstü bilgisayarı vardı. Genç pilot endişeli görünüyor "İyi misiniz? Yüzünüz çok solgun."


Yüklə 1,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin