" İiiiii! İİİİİİ!" diye çığlık attı şef garson ve kasap bıçağını havada savurdu. Bıçak havayı yararken ıslığa benzer bir ses çıktı. Sonra William Humboldt'un sağ yanağına gömüldü. Öfkeli küçük kan damlacıkları bir patlama halinde kesikten fışkırdı. Masanın üzerinde yelpaze şeklinde bir leke oluşturdular. Parlak kırmızı bir damlanın su bardağımın içine düşüp kuyruk gibi pembe bir iz bırakarak dibe çöküşünü net olarak hatırlıyorum (asla unutamam). Kanlı bir kurbağa yavrusu gibiydi.
Humboldt'un yanağı yarıldı, dişleri ortaya çıktı. Elini kaldırıp yanağına doğru götürürken füme rengi takım elbisesinin omzunda pembe beyaz bir şey olduğunu gördüm. Kulak memesi olduğunu her şey olup bittikten sonra akıl edebildim.
"Kulağını aç ve beni dinle!" diye öfkeyle haykırdı şef garson Diane'ın kan içindeki avukatına. Eli yanağında, olduğu yerde dikiliyordu. Parmaklarının arasından ve üzerinden akan kanlar haricinde tuhaf bir şekilde meşhur numaralarından birini yapan Jack Benny'yi andırıyordu. "Bunu sokaktaki iğrenç dostlarına anlatmayı unutma... seni zavallı... İiiiii!... KÖPEK-SEVER!"
Simdi başkaları da çığlık atmaya başlamıştı. Çoğunu tetikleyen, kanın görüntüsü olmuştu. Humboldt iriyarı bir adamdı ve etrafına kesilmiş domuz gibi kan saçıyordu. Kanın çatlak bir borudan akan su gibi yere düşüşünü duyabiliyordum. Gömleğinin önü şimdi kıpkırmızı olmuştu.
Kırmızı renkli kravatıysa artık siyahtı.
"Steve?" dedi Diane. "Steven?"
Biraz solunda, arkasındaki masada bir çift öğle yemeği yiyordu.
Adam -otuz yaşlarında, yakışıklı bir adamdı ve George Hamilton'ın gençliğine benziyordu- ayağa fırladı ve restoranın çıkışma doğru koştu. "Troy, beni bırakma!" diye haykırdı masada birlikte oturduğu kadın ama Troy arkasına bile bakmadı. Ödünç aldığı kitabı kütüphaneye iade etmeyi veya arabayı cilalamaya söz verdiğini unuttuğunu o an hatırlamış bir adama benziyordu.
Salonu saran şokun getirdiği donukluk -oldukça fazla şey görmüş olmama rağmen böyle bir donukluğun gerçekte var olup olmadığını bilmiyorum- bu olayla aniden sona erdi. Çığlıklar arttı ve insanlar ayağa fırladılar. Birkaç masa devrildi. Bardaklar ve tabaklar yere düşüp tuzla buz oldu. Yanındaki kadını belinden tutarak hızla şef garsonun arkasından geçen bir adam gördüm. Kadının eli, bir pençe gibi adamın omzuna geçmişti. Bir an için göz göze geldik ve kadının gözlerinin bir Yunan heykeli gibi bomboş baktığını gördüm. Korkudan yüzünde renk kalmamış, kâğıt gibi bembeyaz olmuştu.
Tüm bunlar on, belki yirmi saniye içinde olmuştu. Olanları bir fotoğraf dizisi veya film şeridi gibi hatırlıyorum ama zaman kavramı yok. Şef garson Alfalfa'nın sol elinde tuttuğu kasap bıçağını gördüğüm an zaman benim için durmuştu. Bu saniyeler boyunca smokin giymiş şef garson, eski kız arkadaşımın Züppece dediği şef garson dilinde karmaşık şeyler söylemeyi sürdürmüştü. Söylediklerinin bazıları gerçekten yabancı bir dildeydi, bazıları İngilizceydi ama hiçbir anlamları yoktu ve bazıları çarpıcı -neredeyse büyüleyiciydi. Dutch Schultz'un ölüm döşeğindeki uzun, karmaşık söylevini okumuş muydunuz? Onun gibiydi işte. Çoğunu hatırlamıyorum ama hatırladıklarımı asla unutmayacağımı biliyorum.
Humboldt geriye doğru sendeledi. Hâlâ yarılmış yanağını tutuyordu. Dizlerinin arkası sandalyesine çarptı ve sandalyenin üzerine külçe gibi yığıldı. Az önce mirastan mahrum edildiğini öğrenen birine benziyor, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Gözleri şokla irileşmişti. Diane ve bana dönmeye çalıştı. Gözlerinden yaşlar aktığını görebilecek fırsatım oldu, ardından şef garson kasap bıçağının sapını her iki eliyle birden kavradı ve bıçağı Humboldt'un kafasının ortasına gömdü. Bastonla bir havlu yığınına vuruluyormuş gibi bir ses çıktı.
"Ağğkk!" diye bağırdı Humboldt. Sonra yaşlı gözleri yuvalarında döndü, akları ortaya çıktı ve iri bedeni masanın üzerine kapaklandı. Savurduğu koluyla bardağını ve tabağını yere düşürdü. Bu sırada şef garson -artık sadece birkaç tel değil, arkadaki bütün saçları asi bir şekilde dikilmişti- uzun bıçağı avukatın başından çekip çıkardı. Humboldt'un başındaki yaradan yukarı doğru kan fışkırdı ve bir kısmı Diane'in elbisesine sıçradı. Diane bir kez daha ellerini omuzlarına doğru kaldırdı ama bu kez ifadesi bıkkınlık değil, dehşet yüklüydü. Bir çığlık attı ve kanlı ellerini yüzüne, gözlerine kapattı. Şef garson onunla ilgilenmedi. Dikkati bana yönelmişti.
"Köpeğin," dedi sohbet ediyormuş gibi konuşarak. Etrafında katıksız bir dehşetle çığlık atıp kapıya doğru koşuşan insanlara ya aldırmıyor ya da onları fark etmiyordu. Gözleri fazla iri, fazla koyuydu. Yine kahverengi gibi görünüyorlardı ama gözbebeklerinin çevresinde siyah halkalar vardı. "Köpeğin fazla gürültücü. Coney Island'daki bütün radyolar bir araya gelse onun kadar gürültü çıkaramaz, seni piç kurusu."
Şemsiye elimdeydi ve ne kadar çabalarsam çabalayayım anımsayamadığım bir şey varsa o da şemsiyeyi elime ne zaman almış olduğum -Muhtemelen Humboldt ağzının yirmi santim kadar genişlediğini sonunda anlayıp irileşen gözlerle bana baktığı sırada olmuştu ama emin değilim- George Hamilton'a benzeyen adamın kapıya doğru koşusunu ve kadının ardından seslenmesi sırasında öğrendiğim isminin Troy olduğunu hatırlıyorum ama mağazadan aldığım şemsiyeyi elime ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. Ama elimdeydi ve fiyat etiketi bileğim hizasından sallanıyordu.
Şef garson selam verir gibi eğilip bıçağı beni hedefleyerek savurdu -sanırım boğazımı kesmek istiyordu- şemsiyeyi kaldırıp öğretmenlerin yaramazlık yapan öğrencilerine bir zamanlar yaptığı gibi bileğinin üzerine vurdum.
"Of!" diye homurdandı şef garson hırsla boğazıma doğru savurduğu bıçak pembemsi, ıslak masa örtüsüne saplanınca. Ama dengesini kaybetmedi ve bıçağı geri çekti. Tekrar bıçağı tutan eline vurmayı denersem ıskalayacağımı biliyordum, bu yüzden yapmadım. Şemsiyeyi yüzüne doğru vurdum ve başının yan tarafına harika -bir şemsiyeyle ne kadar iyi olabilirse o kadar- bir darbe indirdim. Tam o sırada şemsiye çizgi filmlerden bir sahneymiş gibi açıldı.
Ama ben bu durumu pek eğlendirici bulmamıştım zira kaçık şef garsonu görmeme engel oluyordu. Geriye doğru sendelerken serbest elini vurduğum yere götürdüğünü görmüş, ondan sonra tamamen gözden kaybetmiştim ve bu hiç hoşuma gitmiyordu. Aslında ödümü patlatıyordu. Gerçi bu son gelişmeden önce de dehşet içindeydim.
Diane'in bileğini tuttum ve çekerek ayağa kaldırdım. Tek kelime etmeksizin ayağa kalktı, bana doğru bir adım attı sonra yüksek topukları üzerinde sendeledi ve kucağıma düştü. Göğsüme dayanan göğüslerini ve kana bulanmış elbisesinin ıslaklığını hissedebiliyordum.
" İiiiii! Seni aşağılık piç!" diye bağırdı şef garson. Bazı geceler yattığım yerde hâlâ sesini duyuyorum. "Seni köpeksever!"
Masanın çevresinden dolanıp bize yaklaşmaya başladı (arkasındaki alan artık tamamen boşalmıştı ve kovboy filmlerinde büyük bir kavganın ardından boşalan kasaba barını andırıyordu). Şemsiyem hâlâ açık bir halde masanın üzerinde duruyordu. Baş kısmı ilerideydi. Şef garson bir kalça darbesiyle şemsiyeyi masadan düşürdü. Şemsiye önüne düşmüştü, o önündeki bu küçük engeli tekmeleyerek bir kenara iterken Diane'i tekrar ayağa kaldırdım ve salonun diğer köşesine doğru çektim. Ön kapıya doğru gitmek iyi bir fikir değildi; zaten çok uzaktı ve oraya varsak bile önü hâlâ çığlık atan, birbirini ezen insanlarla tıkalıydı. Beni -veya bizi- istiyorsa yakalaması ve bir hindi gibi doğraması hiç zor olmayacaktı.
"Böcekler! Böceksiniz siz!... İiiiii!... Köpeğine ne oldu, gördün, değil mi?. Havlamasını böyle keserler işte!"
"Durdur onu!" diye haykırdı Diane. "Ulu Tanrım, ikimizi de öldürmeden durdur onu!"
"Sizi yok edeceğim, iğrenç yaratıklar!" Daha da yaklaşmıştı. Şemsiyenin onu uzun süre engelleyemediği açıktı. "Sizi ve fahişelerinizi yok edeceğim!"
Üç kapı görüyordum. İkisi karşılıklı duruyordu ve yanlarında bir paralı telefon vardı. Kadın ve erkek tuvaleti. Olmazdı. Kapılarında kilitleri olan tek kişilik bölmeleri bile olsa işe yaramazdı. Arkamızdaki gibi bir kaçık için bir tuvalet kapısını açmak hiç zor olmazdı ve biz de kaçacak hiçbir yerimiz olmadığından, avucunun içine düşerdik.
Diane'i üçüncü kapıya doğru çekiştirdim ve kapıyı açarak onu içeri ittim. İçeride temiz yeşil fayanslar, güçlü ışıklar, parlak gereçler ve yemek kokularından oluşan bir dünya vardı. Somon kokusu ağırlıktaydı. Humboldt spesiyaliteleri öğrenmeye fırsat bulamamıştı ama ben artık biliyordum.
Bir garson, tek eliyle dolu bir tepsiyi tutmuş, irileşmiş gözlerle, ağzı açık bir halde şaşkınca bize bakıyordu. Isaac Singer'ın hikâyesindeki Aptal Gimpel'a benziyordu. "Ne..." dedi onu kenara ittiğim sırada. Tepsi havada uçtu, içindeki tabak ve bardaklar duvara çarpıp kırıldı.
"Hey!" diye bağırdı bir adam. Başında bir bulutu andıran aşçı şapkasıyla iriyarı bir adamdı. Boynunda kırmızı bir bandana vardı ve bir elinde, üzerinden kahverengi bir tür sos damlayan bir kepçe tutuyordu. "Hey! Buraya öylece giremezsiniz!"
"Dışarı çıkmamız gerek," dedim. "Çıldırmış. O..."
O sırada aklıma bir fikir geldi. Açıklama yapmaya uğraşmadan açıklamak için elimi Diane'in elbisesinin kanla ıslanmış sol göğsü üzerine koydum. Bu ona böyle mahrem bir şekilde ilk dokunuşumdu ve kendimi iyi mi yoksa kötü mü hissettiğimi bilmiyorum. Sonra Humboldt'un kanına bulaşan elimi aşçıya doğru uzatıp gösterdim.
"Aman Tanrım," dedi. "Buradan. Arka taraftan."
O anda içeri girdiğimiz kapı aniden açıldı ve şef garson paldır küldür içeri daldı. Gözlerinde çılgınca bir bakış vardı ve bütün saçları yuvarlanıp top haline gelmiş bir kirpinin dikenleri gibi dimdik olmuştu. Etrafına bakındı. Garsonu gördü. Ona aldırmadı. Sonra beni gördü ve atıldı.
Diane'i çekerek hızla geriledim ve Diane, şaşkın bir halde bakan göbekli aşçıyla çarpıştı. Adamın beyaz önlüğünün üzerinde bir kan lekesi bırakmıştı. Aşçının bizimle gelmek yerine şef garsona doğru döndüğünü gördüm ve onu uyarmak, yapmaya niyetlendiği şeyin çok kötü bir fikir olduğunu, hayatına mal olabilecek bir hata yaptığını söylemek istedim ama bunun için yeterli zaman yoktu.
"Ay!" diye haykırdı aşçı. "Ay, Guy, ne oluyor?" Şef garsonun ismini Fransızların söylediği şekilde, 'Gi' olarak söylemişti ve ondan sonra artık pek bir şey söyleyecek hali kalmadı. Bana bıçağın Humboldt'un kafasına saplanırken çıkardığı sesi hatırlatan bir ses duydum ve aşçı bir çığlık attı. Gargara sesiyle karışık bir çığlıktı. Sonra hâlâ rüyalarıma giren, şapırtıyı andıran bir ses oldu. Ne olduğunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum.
Diane'i iki yanında bize sıcaklık fışkırtan kızgın ocakların olduğu dar koridora doğru çektim. Sonunda iki çelik sürgünün tuttuğu bir kapı vardı. Üstteki sürgüye uzanmıştım ki cehennemden çıkıp gelen şef garson Guy'ın sesini duydum. Bir şeyler geveleyerek peşimizden geliyordu.
Dikkatimi sürgüden ayırmak istemiyor, o bize yetişemeden kapıyı açıp çıkabileceğimizi umuyordum ama içimde bir parça -hayatta kalmaya kararlı olan bir parça- umduğumun gerçekleşmeyeceğini biliyordu. Diane'i kapıya doğru ittim, muhtemelen Buz Çağı'ndan beri var olan bir koruma güdüsüyle önüne geçtim ve kaçık şef garsonla yüzleştim.
Sol elinde tuttuğu bıçağı başının üzerine kaldırmış, dar koridorda bize doğru koşuyordu. Açık ağzından kirli, çarpık dişleri görünüyordu. Aptal Gimpel'dan herhangi bir yardım alma umudum da yok olmuştu. Restorana açılan kapının yanında, duvara yapışmış durumdaydı. Ağzına soktuğu parmaklan yüzünden öncekinden de sersem görünüyordu.
"Unutmamalıydın beni sen! " diye haykırdı Guy, kelimeleri Yıldız Savaşları filmindeki Yoda gibi kullanarak. "Seni iğrenç köpek!... O yüksek sesli müziğin öylesine uyumsuz!... İiiiii!... Nasıl..."
Soldaki ocağın üzerinde büyük bir tencere vardı. Atılıp üstüne ona doğru fırlattım. Bunu yaparken elimi ne kadar kötü yakmış olduğumu ancak bir saat sonra fark edebildim; avucumun her yeri su toplamış, ortadaki üç parmağımın durumu da bir o kadar kötüydü. Ateşin üzerindeki tencere havada baş aşağı döndü ve Guy'ın belden aşağısı mısır, pirinç ve yaklaşık üç litre kaynar sudan oluşan bir karışımla kaplandı.
Bir çığlık atıp sarsak hareketlerle geriledi ve bıçağı tutmayan elini ocağın üzerine koydu. Mantarların sote olmak üzere koyulduğu ama neredeyse kömüre dönüştükleri bir tavanın altındaki mavi-sarı ateşin tam içine sokmuştu. Kulaklarımı acıtacak tizlikte bir çığlık attı ve inanmakta zorlanıyormuşçasına elini göz hizasına kaldırıp baktı.
Sağıma baktım ve kapının yanında temizlik malzemeleri olduğunu gördüm, bir rafta Glass-X Clorox ve Janitor In A Drum dizilmişti, bir süpürge, tepesine şapka gibi geçirilmiş bir faraş ve bir de çelik kova içinde bir paspas vardı. Kovanın yan tarafında paspasın suyunu sıkmak için ayrı bir bölme olduğunu gördüm.
Guy kızarıp şişmeyen sol eliyle kasap bıçağını tutarak üzerime geldiği sırada paspasın sapını kavradım, ucunu kovadan çıkarmayıp altında küçük tekerlekleri olan kovayı önüme çektim ve paspası kaçık şef garsona doğru ittim. Guy vücudunun üst kısmını geri çekti ama olduğu yerden kıpırdamadı. Dudakları seğiriyordu. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Hırlamayı geçici bir süre için unutmuş bir köpeğe benziyordu. Bıçağı havaya kaldırdı ve yavaşça havada mistik bir sekiz çizdi. Mutfağın tavanındaki parlak ışıklar, bıçağın keskin yüzünden... kanla kaplı olmayan yerlerden yansıdı. Yanık elinde ve kaynar suyla haşlanmalarına rağmen bacaklarında en ufak bir acı duymuyor gibiydi. Pantolonunun önüne pirinç taneleri yapışmıştı.
"Aşağılık piç," dedi Guy bıçağıyla havayı yumuşak hareketlerle yararak. Savaşa hazırlanan bir Haçlı askeri gibiydi. Pirinçle kaplı bir smokin içinde bir Haçlı askeri hayal edilebilirse elbette. "Seni de havlayan adi köpeğini öldürdüğüm gibi öldüreceğim."
"Benim bir köpeğim yok," dedim. "Olamaz da zaten. Kira kontratınla belirtilmiş."
Sanırım tüm o karabasan boyunca onunla konuştuğum tek an buydu ve yüksek sesle söyleyip söylemediğimden hâlâ emin değilim. Sadece aklımdan geçen bir düşünce de olabilir. Onun arkasında aşçının ayağa kalkmaya çalıştığını görebiliyordum. Bir eliyle mutfaktaki büyük buzdolaplarından birinin koluna tutunuyor, diğerini mor bir sırıtışı andıran derin bir yarıkla açılmış kanla kaplı önlüğüne bastırıyordu. Bağırsaklarını içeride tutmak için elinden geleni yapıyordu ama mücadeleyi kaybettiği görülebiliyordu. Mor ve parlak bir bağırsak halkası dışarı çıkmıştı bile. Aşçının önünde korkunç bir köstekli saat zinciri gibi sallanıyordu.
Guy bıçağını bana doğru savurur gibi yaptı. Buna, kovayı ona doğru iterek karşılık verdim ve biraz geriledi. Kovayı tekrar önüme çektim ve gerektiğinde tekrar itmeye hazır bir halde paspasın tahta sapını iki elimle sıkıca kavradım. Elim zonkluyordu ve terin kızgın yağ gibi yüzümden aşağı süzüldüğünü hissedebiliyordum. Aşçı, ayağa kalkmayı başarmıştı. Ciddi bir ameliyattan yeni çıkmış bir hasta gibi yavaşça Aptal Gimpel'a doğru yürümeye başladı. İyileşmesini diledim.
"Sürgüleri çek," dedim Diane'e.
"Ne?"
"Kapının sürgüleri. Aç onları."
"Kıpırdayamıyorum," dedi. Öyle şiddetli ağlıyordu ki ne söylediği zar zor anlaşılıyordu. "Beni eziyorsun."
Ona hareket alanı sağlamak için biraz öne çıktım. Guy'ın yüzünde bütün dişlerini ortaya seren bir gülümseme belirdi. Bıçağını bana doğru savurduğu sırada gıcırdayan tekerlekleri üzerindeki kovayı tekrar ona doğru ittim.
"Pislik yuvası böcek," dedi. Mets'in gelecek sezon şansının ne olacağına dair fikir yürütüyor gibi konuşuyordu. "Haydi bakalım, şimdi de radyonun sesini o kadar aç da görelim, it herif. O kadar kolay olmayacak, değil mi, ha?"
Bıçakla bana doğru hamle yaptı. Kovayı ittim. Bu kez öncekilerde olduğu gibi gerilemedi ve kendisini öldürücü hamleye hazırladığını anladım. İşimi çok kısa bir süre sonra bitirmeye kararlıydı. Nefes almaya çalışan Diane'nin sırtıma dayanan göğüslerini hissedebiliyordum ona yer açmıştım ama dönüp sürgüleri çekmeye uğraşmamıştı. Orada öylece duruyordu.
"Kapıyı aç," dedim dudaklarımı kıpırdatmadan konuşmaya çalışarak "Lanet olası sürgüleri çek, Diane."
"Yapamıyorum," diye hıçkırdı. "Ellerimde güç yok. Durdur onu, Steven. Onunla konuşacağına ona engel ol."
Beni deli ediyordu. Gerçekten beni çıldırtıyordu. "Dönüp o sürgüleri açacaksın, Diane, yoksa önünden çekilir ve..."
Guy, " İiiiii! İiiiii!" diye bağırdı ve bıçağı savurarak öne atıldı.
Paspas kovasını bütün gücümle ona doğru ittim ve bacaklarını yerden kestim. Ulur gibi bir ses çıkararak bıçağı son bir çabayla savurdu. Biraz daha yaklaşmış olsaydı bu hamleyle burnumun ucunu kesebilirdi. Sonra dengesini kaybederek bacakları açık bir halde yere kapaklandı. Yüzü, kovanın yanındaki sıkma bölmesinin hemen üzerinde kalmıştı. Mükemmel! Paspasın ucuyla ensesine bastırdım. Uçları, siyah ceketinin omuzlarının kenarından bir cadı peruğu gibi sarkıyordu. Suratı sıkma bölmesinin içine sıkıştı. Eğilip serbest elimle sıkıcının kolunu tutup diğer tarafa çektim ve başını sıkıştırdım. Guy acıyla haykırdı ama sesi paspasın altında boğulmuştu.
"SÜRGÜLERİ ÇEK!" diye bağırdım Diane'e. "ÇEK ŞU SÜRGÜLERİ SENİ İŞE YARAMAZ SÜRTÜK! ÇEK..."
O anda sert ve sivri bir şey kalçamın sol tarafına gömüldü. Haykırarak öne doğru sendeledim, çok acımasına rağmen bağırışımın sebebi acıdan çok şaşkınlıktı. Tek dizim üzerine çöktüm ve sıkma bölmesinin kolunu bırakmak zorunda kaldım. Guy başını paspasın ve sıkma bölmesinin baskısından kurtardı. Nefes alıp verişleri öyle şiddetliydi ki sanki havlıyordu. Buna rağmen hareketleri yavaşlamamıştı; başını kovadan kurtarır kurtarmaz bıçağını bana doğru savurdu. Bıçağın yanağımın hemen önünden geçerken havayı yarışını hissederek tam zamanında çekildim.
Ne olduğunu, Diane'in ne yaptığını ancak doğrulduğumda anlayabilir Omzumun üzerinden ona kısa bir bakış fırlattım. Sırtı kapıya dayalı olduğu halde meydan okurcasına bana baktı. Aklıma çılgınca bir fikir geldi, ölmemi istiyordu. Hatta belki de her şeyi o planlamıştı. Aklını kaçırmış bir şef garson bulmuş ve...
Gözleri irileşti. "Dikkat et!"
Tam vaktinde dönmüştüm. Çılgın Guy üzerime atılmıştı. Yüzünün iki yanı, sıkma bölmesinin deliklerinin bıraktığı beyaz izler dışında kıpkırmızıydı. Boğazını hedefleyerek paspası ona doğru ittim ama ancak göğsüne isabet ettirebildim. Bu, onu durdurdu ve bir adım gerilemesine sebep oldu. Ondan sonra olanlar sadece şanstı. Devrilen kovadan dökülen suya basıp kayarak yere düştü ve başını zemine sertçe çarptı. Ne yaptığımı düşünmeyerek ve sürekli çığlık attığımın farkında olmadan mantarların olduğu tavayı alıp yukarı dönük yüzüne bütün gücümle indirdim. Boğuk bir gürültü ve ardından yanaklarının ve alnının derisinin haşlandığını anlatan korkunç (ama çok şükür kısa) bir cızırtı duyuldu. Dönüp Diane'i kenara ittim ve kapının sürgülerini açtım. Kapıyı açınca güneş ışığı yüzüme bir çekiç gibi çarptı. Ve havanın kokusu. Havanın kokusu daha önce hiç o kadar güzel gelmemişti. Çocukken tatilin ilk gününde olduğundan bile güzeldi.
Diane'i kolundan tuttum ve çöp kutularıyla dolu dar sokağa doğru çektim. Bu dar, taş aralığın ucunda cennet gibi bir görüntü vardı: trafiğin bitip tükenmezcesine iki yöne doğru aktığı Elli Üçüncü Sokak. Omzunun üzerinden geriye, aralık mutfak kapısından içeri baktım. Guy hâlâ yerde yatıyordu. Kömürleşmiş mantarlar korkunç bir taç gibi başını çevrelemişti. Tava bir kenara kaymış, kızarmış ve yanmış suratı ortaya çıkmıştı. Tek gözü açıktı ama görmeden tavandaki lambalara bakıyordu. Mutfakta ondan başka hiç kimse yoktu. Yerde bir kan gölü, buzdolabının üzerinde de kanlı parmak izleri vardı ama hem aşçı, hem de Aptal Gimmer gitmişti.
Kapıyı sertçe kapattım ve sokağın başını işaret ettim. "Haydi"
Kıpırdamadı. Öylece bana bakıyordu.
Sol omzunu hafifçe ittim. "Haydi, git!"
Bir trafik polisi gibi tek elini kaldırdı, başını iki yana salladı ve parmağını bana doğru salladı. "Sakın bana dokunma."
"Ne yaparsın? Avukatını üzerime mi salarsın? Maalesef adam öldü sevgilim."
"Benimle bu tarzda konuşma. Sakın yapma. Ve bana dokunayım deme, Steven, seni uyarıyorum."
Mutfak kapısı aniden açıldı. Hiç düşünmeden, sadece harekete geçerek kapıyı tekrar ittim. Tam kapanırken boğuk bir haykırış -acıyla mı-öfkeyle mi olduğunu anlamamıştım ve umurumda değildi- duydum. Ayaklarımı yere dayayarak tüm gücümle kapıya yaslandım. "Burada durup tartışmak mı istiyorsun?" diye sordum. "Sesine bakılırsa hâlâ hayatta." Kapıyı tekrar zorladı. Geri itip bir kez daha kapattım. Yeni bir hamle bekledim ama gelmedi.
Diane bana uzunca bir süre kararsızca baktı. Sonra başını öne eğerek caddeye doğru yürümeye başladı. Saçları omuzlarını örtüyordu. Caddeye kadar olan yolun dörtte üçünü alana dek onu bitkince izledim ve sırtımı kapıya yaslayarak bekledim. Hiç kimse çıkmaya çalışmadı ama bu kendimi rahat hissetmem için yeterli değildi. Çöp varillerinden birini kapının önüne çektim ve Diane'in ardından koşmaya başladım.
Sokağın çıkışına vardığımda orada değildi. Sağa, Madison'a doğru baktım ama onu göremedim. Sola baktığımda başı hâlâ öne eğik, saçları perde gibi omuzlarını örter halde yavaşça karşıdan karşıya geçmekte olduğunu gördüm. Kimse ona dikkat etmiyordu; Gotham Cafe'nin önündeki insanlar, New England Akvaryumu'ndaki köpekbalığı havuzuna bakan insanlar gibi ağızları açık bir halde ön taraftaki camdan içeri bakıyordu. Siren sesleri yaklaşıyordu. Seslerinden sayılarının çok olduğu anlaşılıyordu.
Caddenin karşısına geçtim, omzunu tutmak için uzandım ama vazgeçtim. Onun yerine ismini seslendim. Gözleri korku ve şokla donuklaşmış bir halde dönüp bana baktı. Elbisesinin önünde tüyler ürpertici mor bir önlük varmış gibi görünüyordu, ve adrenalin kokuyordu. "Beni rahat bırak," dedi. "Seni bir daha asla görmek istemiyorum, Steven."
"İçerideyken kıçımı tekmeledin," dedim. "Kıçımı tekmeledin ve neredeyse ölümüme sebep olacaktın. Her ikimizi de öldürebilirdin. Bu yaptığına inanamıyorum, Diane."
"Kıçını tekmelemeyi son on dört aydır istiyorum," dedi. "Rüyalarımızı gerçekleştirme fırsatı karşımıza çıktığında zamanını beğenmeme gibi bir lüksümüz olmuyor, değil mi..."
Yüzüne bir tokat indirdim. Hiç düşünmedim, sadece yaptım ve yetişkin hayatım boyunca yaptığım pek az şeyden bu kadar büyük bir haz aldım. Bundan utanıyorum ama bu hikâyede yalan söyleyemeyecek kadar ilerledim.
Başı geriye savruldu. Gözeri şok ve acıyla irileşti. Donuk, travmatik ifadesi yok olmuştu.
"Seni piç!" diye bağırdı yanağını tutarak. Gözleri yaşlarla dolmuştu. "Seni piç kurusu!"
"Hayatını kurtardım," dedim. "Bunun farkında değil misin? Kafan basmıyor mu? Kahrolası hayatını kurtardım."
"Seni orospu çocuğu," diye fısıldadı. "Seni kontrol hastası, peşin hükümlü, dar görüşlü, kendini beğenmiş, bencil orospu çocuğu. Senden nefret ediyorum."
"Söylediğimi duymadın mı? Bu dar görüşlü, bencil orospu çocuğu olmasaydı şimdi ölmüş olacaktın."
"Sen olmasaydın en başta orada olmayacaktım zaten," dedi ilk üç polis arabası sirenlerinin çığlıkları eşliğinde Elli Üçüncü Sokak'tan gelip Gotham Cafe'nin önünde durduğu sırada. Polisler arabalardan sirkteki palyaçolar gibi telaşla döküldüler. "Bana bir daha dokunacak ol gözlerini oyarım, Steve," dedi. "Benden uzak dur."
Ellerimi koltukaltlarıma sıkıştırmak zorunda kaldım. Boğazına sarılıp onu öldürmek istiyorlardı ve onlara ancak bu şekilde engel olabildim.
Yedi sekiz adım yürüdükten sonra dönüp bana baktı. Gülümsüyordu. Korkunç bir gülümsemeydi. İblis garson Guy'ın yüzünde gördüğüm bütün ifadelerden daha korkunçtu. "Başka erkeklerle yattım," dedi. Tüyler ürpertici gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. Yalan söylüyordu. Yalan söylediği yüzünden anlaşılıyordu ama bu acımı azaltmadı. Söylediklerinin doğru olmasını dilediği de yüzünden anlaşılıyordu. "Üçü son bir yıl içinde oldu. Sen o işte pek iyi değildin, bu yüzden iyi becerenleri buldum."
Dönüp tekrar yürümeye başladı. Yirmi yedi değil, altmış beş yaşında bir kadın gibiydi. Olduğum yerde durup uzaklaşmasını izledim. Köşeye varmasından hemen önce tekrar bağırdım. Adeta bir kılçık gibi boğazıma saplanmıştı, ağzımdan başka bir şey çıkmıyordu. "Hayatını kurtardım! Lanet olası hayatını kurtardım."
Köşede duraksayıp bana döndü. O korkunç gülümseme hâlâ yüzündeydi. "Hayır," dedi. "Kurtarmadın."
Sonra köşeyi dönüp gözden kayboldu. O zamandan beri onu görmedim ama sanırım göreceğim. Dedikleri gibi, mahkemede görüşeceğiz.
Dostları ilə paylaş: |