Bill bunu duydu ve bakışlarını beyaz minibüsten ona çevirdi, o da endişeli görünüyordu. Eğer Bill'e karşı bütün hissettikleri ona duyduğu en güçlü hislerden ibaret olsaydı, Clairol saç boyalarının "Sadece bir hayatım var," sloganını hatırlamayacak kadar genç olan o Clairol sarışınını öğrendiğinde onu terk ederdi. Ama ona karşı başka hisleri de vardı. Örneğin sevgi. Hâlâ vardı. Katolik okulu üniformaları içindeki kızların şüphe duymayacağı, köklü, yok olması güç türden bir sevgiydi.
Ayrıca insanları bir arada tutan sadece sevgi değildi. Sırlar ve bu sırları saklamak için ödenen bedeller vardı.
"Carol?" diye sordu Bill. "Bebeğim? İyi misin?"
Bir an için ona hayır demeyi, iyi olmadığını, kendini boğuluyor gibi hissettiğini söylemeyi düşündü ama sonra vazgeçip zorla gülümsedi ve, "Sıcak yüzünden, hepsi bu," dedi. "Kendimi biraz sersemlemiş hissediyorum. Arabaya binelim. Klimayı çalıştırınca düzelirim."
Bill onu dirseğinden tuttu (bahse girerim benim bacaklarıma bakmıyorsundur, diye düşündü Carol. Nasıl olsa neye benzediklerini biliyorsun, değil mi?) ve yaşlı bir bayana yardım eder gibi onu Crown Vic'e doğru yöneltti. Kapı kapanıp soğuk hava yüzüne çarpmaya başladığında kendisini gerçekten de daha iyi hissetmeye başladı.
O his tekrarlanacak olursa Bill'e söyleyeceğim, diye düşündü Carol. Söylemem gerekecek. Fazla kuvvetli. Bu normal değil.
Gerçi dejâ vu için normal bir olgu denemezdi, kısmen hayal, kısmen kimyasaldı (bunu bir yerde okuduğundan emindi, belki doktora gittiğinde bekleme odasındaki dergilerden birinde görmüştü) kısmen de yeni deneyimin eski bilgi olduğunu düşündürten beyindeki yanlış bir elektrik sinyalinin sonucuydu. Borularda geçici bir sızıntı oluyor, sıcak suyla soğuk su birbirine karışıyordu. Gözlerini kapatıp hissin yok olması için dua etti.
Oh, günahsızca dünyaya gelen Meryem Ana, sana dönecek olan bizler için dua et.
Lütfen (lüp-fenn) okul günlerine dönüş olmasın. Bunun güzel bir tatil olması gerekiyordu, böyle
Floyd, oradaki ne öyle? Oh, kahretsin! Oh, KAHRETSİN!
Floyd da kimdi? Bill'in tanıdığı tek Floyd, bir zamanlar birlikte bir kafeterya işlettikleri ve bir hafta sonu kasadaki parayı çalıp New York'ta kız arkadaşıyla yiyen çocuktu. Carol, Bill'in o çocuktan ne zaman bahsettiğini hatırlamıyordu ama bahsettiğini biliyordu.
Kes şunu, kızım. Bunun sonu yok. Düşünmeyi kes ve bu tuhaflıkları bir kenara bırak.
Ve işe yaradı. Son bir fısıltı oldu -nedir hikâyen- ve ondan sonra his onu terk etti. Başarılı bilgisayar program yazarı kocasıyla Captiva Adası'ndaki Palm House'a, kumsallara ve içkilere, hoparlörlerden "Margaritaville" tınılarının duyulduğu tatil beldesine giden Carol Shelton oldu.
Bir marketin önünden geçtiler. Yol kenarında meyve satan yaşlı bir zenci adamın önünden geçtiler, adam ona otuzlu yılların American Movie Channel'da gösterilen filmlerini anımsatmıştı; bol pantolonunun üzerine bir önlük takmış, başında hasır şapka olan bir adamdı. Bill havadan sudan konuşuyor, Carol da yer yer ona katılıyordu. On yaşından on altısına kadar boynundaki Meryem Ana madalyonunu çıkarmayan küçük kızın, Donna Karan tasarımı kıyafetler içindeki bu kadına dönüşmüş olması, Revere'deki izbe apartman dairesindeki o umutsuz çiftin palmiyeler altında, lüks bir araba içinde ilerleyen bu zengin insanlar olması onu biraz şaşırtıyordu ama bunlar gerçekti. Bir keresinde Bili, Revere'deki dairelerine sarhoş gelmiş, Carol ona vurmuş ve gözünün altını kanatmıştı. Bir keresinde de Carol bacakları açık halde bir doktorun muayenehanesinde ilaçların etkisiyle yarı bilinçsiz yatmış ve cehennem korkusu yaşantı. Lanetlendim, diye düşünmüştü. Sonsuza dek cehennemde kalacağım Ve bir milyon yıl, sonsuzluk saatinde sadece bir an.
Paralı yol gişesinde durduklarında Carol, gişedeki adamın alnının tarafında çilek şeklinde bir doğum izi var, diye düşündü. Kaşıyla birleşiyor.
Doğum izi yoktu, gişe memuru kırklarının sonunda veya ellilerin başında görünen kır saçlı, gözlüklü, sıradan biriydi ama o his geri dönmüştü ve Carol düşündüğü şeylerin aslında bildiği şeyler olduğunu anladı. Önce hepsini bilemiyordu ama 41. karayolunun sağ tarafındaki küçük markete yaklaştıkları sırada her şey azgın bir selin önünde sürüklenen yapraklar gibi beynine üşüştü.
Marketin ismi Corson's ve önünde küçük bir kız var, diye düşündü Carol. Parlak kırmızı bir önlüğü var. Kirli sarı saçları olan bir bebekle oynuyor sonra bebeği bırakacak ve bir arabanın arkasında duran köpeğe bakmaya gidecek.
Marketin ismi Corson's değil, Carson's çıktı ama diğer her şey tam düşündüğü gibiydi. Beyaz Crown Vic önünden geçerken küçük kız ciddi bir ifadeyle Carol'a baktı. Taşralı bir kızın yüzüydü. Carol bu kızın zenginlerin geldiği bir tatil yöresinde kirli saçlı bebeğiyle ne aradığını bilmiyordu.
Burada Bill'e daha ne kadar yolumuz kaldığını soruyorum ama bunu yapmayacağım. Çünkü bu döngüden kurtulmalıyım. Buna mecburum.
"Daha ne kadar yolumuz var?" diye sordu. Oraya giden tek bir yol olduğunu, kaybolamayacağımızı söyleyecek. Sorun çıkmadan Palm House'a varacağımıza söz verecek. Ve bu arada, Floyd kim?
Bill'in kaşı yükseldi. Ağzının kenarında bir gamze belirdi. "Caddeden Sanibel Adası'na döndükten sonra tek bir yol var," dedi. Carol onu zorlukla duymuştu. İki yıl önce bir hafta sonunu sekreteriyle yatakta geçirerek o güne dek birlikte yaptıkları her şeyi riske atan kocası yol hakkında konuşmaya devam ediyordu. İki yıl önce diğer yüzünü göstermiş, Carol'un annesinin onu uyardığı türde biri olmuştu. Ve daha sonra Bill ona kendine engel olamadığını söylediğinde Carol çığlık çığlığa bağırmak istemişti; bir keresinde senin için doğacak bebeğimizi öldürdüm! Bunun bedeli nedir sence? Karşılığında bana layık gördüğün bu mu? Elli yaşıma geliyorum ve kocamın sekreterinin yatağına atladığını öğreniyorum! Söyle ona! diye haykırdı içinden bir ses. Söyle ona arabayı kenara çeksin ve bu döngü kırılsın -bir şeyi değiştirebilirsen her şey değişecek! Bunu yapabilirsin, bacaklarını açıp bebeğini öldürebildiysen bunu da yaparsın!
Ama hiçbir şey yapamadı ve olayların akışı giderek hızlandı. İki tombul karga, asfalta yapışmış yemeklerinin üzerinden kalktı. Kocası neden öyle dimdik oturduğunu sordu. Bir kramp mı girmişti? Evet, evet, hafif bir kramp. Dejâ vu hakkında bir şeyler geveledi ve Crown Vic, Revere plajı'ndaki o sadist Dodgem arabalar gibi ilerlemeye devam etti. Sağ taraflarında Palmdale Motors belirdi. Ve solda? Yerel tiyatroyla ilgili bir Yaramaz Marietta prodüksiyonu.
Hayır, Marietta değil, Meryem. İsa'nın anası Meryem, Tanrı'nın anası Meryem, ellerini kaldırmış...
Carol tüm iradesini kocasına olanları anlatmak için zorladı. Direksiyonun başında oturan onun kocası Bill'di, onu duyabilirdi. Evlilikte sevginin anlamı karşıdakinin kişiyi duyması değil miydi zaten?
Hiçbir şey söyleyemedi. Beyninde büyükannesinin sesini duydu. "Zor günler yaklaşıyor," diyordu. Bir ses, Floyd'a orada ne olduğunu sordu. Sonra, "Oh, kahretsin," dedi. Sonra haykırdı. "Oh, kahretsin!"
Arabanın hız göstergesine baktı ama gösterge hızlarını değil, kaç metre yüksekte olduklarını gösteriyordu: beş bindeydiler ve alçalıyorlardı. Bill ona uçakta uyumasının iyi gelmemiş olabileceğini söylüyor, Carol da onaylıyordu.
Bir bungalovdan biraz daha büyük olan pembe bir eve yaklaşıyorlardı. Önünde İkinci Dünya Savaşı'nı konu alan filmleri hatırlatan palmiyeler vardı. Yaprakları arasından makineli tüfeklerini ateşleyerek yaklaşan Learjet'ler görülebili...
Kızgın. Çok sıcak. Elinde tuttuğu dergi bir anda bir meşaleye dönüşüyor. Kutsal Meryem Ana, İsa'nın anası, hey Meryem, nedir hikâyen...
Evin önünden geçtiler. Verandada, sallanan sandalyesinde otu adam geçişlerini izledi. Çerçevesiz gözlüklerinin camları güneşin altında parladı. Bill'in eli, Carol'un kalçasına uzandı. Üzerindekileri çıkardıktan sonra ince giysilerini giymeden önce bir mola vermekten bahsetti ve Carol, Palm House'a hiçbir zaman varamayacaklarını bilerek bunun harika bir fikir olduğunu söyledi. O yolda ilerleyecekler, ilerleyeceklerdi. Sonsuza kadar o Crown Vic içinde olacaklardı. Amin.
Bir sonraki tabelada Palm House'a üç kilometre kaldığı yazıyor olacaktı. Onun hemen arkasındakinde ise Merhametli Anamız Hayır Kurumu'nun Florida'daki hastalara yardım ettiği yazıyor olacaktı. Onlara yardım edilecek miydi?
Anlamaya başlamıştı ama artık çok geçti. Gerçeği, sol taraflarında suyun üzerinde batmakta olan tropik güneşin son ışıklarını gördüğü gibi görebiliyordu. Kendi kendine hayatında kaç hata yaptığını ya da bir diğer söyleyişle kaç günah işlediğini sordu. Anne babası ve büyükannesi her hataya günah gözüyle bakardı. Bu madalyon, oğlanların bakacağı yerlerinin arasında dursun. Yıllar sonra sıcak yaz gecelerinden birinde çiçeği burnunda kocasıyla paylaştıkları yatakta sessizce yatmış, vermek zorunda olduğu kararı düşünmüştü. Kararını kocasına yüksek sesle söylememişti çünkü bazı konularda sessiz kalmak gerekirdi.
Başı kaşındı. Elini uzatıp kaşıdı. Siyah kepekler gözlerinin önünde uçuştu. Crown Vic'in hız göstergesi dört bin metrede dondu ve patladı ama Bill bunu fark etmemiş görünüyordu.
Üzerine Grateful Dead çıkartması yapıştırılmış posta kutusunun önünden, yol kenarında önünü koklayarak telaşlı adımlarla yürüyen küçük siyah köpeğin yanından geçtiler. Başı çok kasmıyordu. Tekrar kaşıdığında küçük, yanık kâğıt parçacıkları gözlerinin önünde uçuştu. Birinin üzerinde Rahibe Teresa'nın resmi vardı.
MERHAMETLİ ANAMIZ HAYIR KURUMU FLORİDA'DAKİ AÇLARA YARDIM EDİYOR... SİZ DE YARDIM EDER MİSİNİZ?
Floyd. Oradaki ne öyle? Oh kahretsin.
Büyük bir şey görebildi ve DELTA yazısını okuyabildi.
"Bill? Bill?" Cevabını açıkça duyabiliyordu ama sesi bir başka evrenden geliyor gibiydi. "Tanrım, hayatım, saçında ne var?" Carol kucağına düşen, üzerinde Rahibe Teresa'nın resmi olan yanık kağıt parçasını ona, evlendiği adamın yaşlanmış haline, evlendiği sekreter beceren adama, yine de onu yeterince mum yakar, mavi ceketi giyer, ilahileri ezberlerse cennete gideceğini söyleyen insanlardan kurtarmış olan adama gösterdi. Sıcak bir yaz gecesi üst kattaki uyuşturucu satıcıları yine kavga ediyor, Iron Butterfly "In-A-Gadda-Da-Vida"yı dokuz milyonuncu kez söylerken ona sonrasında ne olacağını düşündüğünü sormuştu. Aşağıdan trafik gürültüleri yükselirken Bili onu kollarının arasına alıp sıkıca sarılmış ve...
Bill'in gözlükleri eriyerek yanaklarına doğru akmıştı. Tek gözü yuvasından fırlamıştı. Ağzı kanlı bir deliğe dönmüştü. Ağaçların arasında bir kuş ötüyordu, bir kuş çığlık atıyordu ve Carol da onunla birlikte haykırmaya başladı. Üzerinde Rahibe Teresa'nın olduğu kâğıt parçasını ona doğru tutarak çığlık atıyor, yanaklarının siyaha dönmesini, alnının erimesini, boynunun zehirli bir guatr gibi yarılmasını izliyor, çığlık atıyordu. Bir yerlerde Iron Butterfly "In-A-Gadda-Da-Vida"yı söylüyordu ve Carol çığlık atıyordu.
"Carol?"
Bill'in sesi binlerce kilometre öteden geliyor gibiydi. Carol'a dokunuyordu ama dokunuşunda şehvet değil, endişe vardı.
Gözlerini açtı, Lear 35'in güneş ışıklarıyla sıvanmış kabinine baktı ve bir an için her şeyi anladı, uykudan yeni uyanan birinin rüyasını tüm ayrıntılarıyla hatırlayabilmesi gibiydi. Ona sonrasında ne olacağını düşündüğünü sormuştu, o da muhtemelen ne olacağını düşünüyorlarsa onunla karşılaşacaklarını, Jerry Lee Lewis müzisyen olduğu için cehenneme gideceğini düşünüyorsa mutlaka oraya gideceğini söylemişti. Cennet veya Cehennem veya bir başka yer oluşu tamamen kişinin veya o kişiye neye inanacağını öğretenlerin seçimiydi. İnsan aklının son büyük numarası buydu, sonsuzluğu geçireceğiniz yerde sonsuzluğu algılayış şekliniz.
"Carol? İyi misin, bebeğim?" Diğer elinde, okuduğu, kapağında Rahibe Teresa'nın resmi olan Newsweek dergisi vardı. AZİZLİK Mİ? yazıyordu kapakta beyaz harflerle.
Çılgınca etrafına bakarken düşünüyordu: Dört bin metrede olacak Onlara söylemeliyim. Onları uyarmam gerek.
Ama hatırladıkları, bu tür durumlarda hep olduğu gibi büyük bir hızla yok oluyordu. Beyninizin erişemediğiniz, ama bir o kadar da yakın bir başka odasına geçiveriyorlardı.
"İniyor muyuz? Ne çabuk?" Kendisini tamamen uyanık hissediyordu ama sesi mahmurdu.
"Çok hızlı değil mi?" dedi kocası hoşnut bir sesle. Sanki jeti o uçurmuştu. "Floyd çok yakında ineceğimizi..."
"Kim?" diye sordu. Uçağın kabini sıcaktı ama Carol'un parmakları buz kesmişti. "Kim?"
"Floyd. Biliyorsun, pilot." Başparmağıyla kokpitin sol kısmını işaret etti. Bulutlara doğru alçalıyorlardı. Uçak sarsılmaya başladı. "Yirmi dakika sonra Fort Myers'a inmiş olacağımızı söylüyor. Yerinden sıçradın, hayatım. Onun öncesinde de inliyordun."
Carol o duyguyu, sadece Fransızca tarif edilebilecek, isminin içinde vu veya vous geçen o hissi yaşadığını söyleyecekti ama hafiflediğini hissedince tek söylediği, "Bir kâbus gördüm," oldu.
Pilot Floyd'un kemerleri takmaları için uyarı ışıklarını yaktığını belirten sinyal sesi duyuldu. Carol başını çevirdi. Aşağıda bir yerlerde onları bekleyen ve sonsuza dek bekleyecek olan beyaz bir araba vardı. Hertz' den kiralanmış bir gangster arabasıydı. Martin Scorsese filmlerindeki tiplerin muhtemelen Crown Vic diyeceği bir Crown Victoria'ydı. Derginin kapağına, Rahibe Teresa'nın yüzüne baktı ve o an Our Lady of Angels'ın ön bahçesinde yasak tekerlemeler söyleyerek ip atladığı günleri hatırladı. Ey Meryem, nedir hikâyen, kurtarsana kıçımı cehennemden.
Zor günler yaklaşıyor, demişti büyükannesi. Madalyonu Carol'un avucuna bastırıp zincirini parmaklarına dolamıştı. Zor günler yaklaşıyor.
Sanırım bu hikâye cehennemle ilgili. Cehennemin, aynı şeyleri defalarca üst üste yapmaya mahkûm olduğunuz bir başka versiyonu. Varoluşçuluk, bebeğim, ne kavram ama; Albert Camus'ye saygılar. Cehennemin diğer insanlar olduğuna dair bir kanı var. Bence cehennem, tekerrür.
1408
I
Bence her korku/gerilim yazarı, çok popüler olan diri diri gömülme konusunun yanı sıra Oteldeki Hayaletli Oda konusunda da en az bir eser yazmalı. Bu o türde bir hikâyenin bana ait bir versiyonu. Bu hikâyede alışılagelmedik bir şey varsa o da başlarken asla bitirmeye niyetlenmiş olmayışım. İlk üç dört sayfasını On Writing adlı kitabımın bir parçası olarak yazmış, okuyucuya bir hikâyenin nasıl başlayıp geliştiğini göstermek istemiştim. Ama en büyük amacım, kitapta zırvaladığım temellere elle tutulur örnekler göstermekti. Ama hoş bir şey oldu: hikâye beni baştan çıkardı ve kendimi sonuna kadar yazıyor buldum. İnsanlar çok farklı şeylerden korkabiliyorlar, korku kaynağı kişiden kişiye değişiyor (mesela bazılarını Peru Kocadişi'nden niye korktuğunu hiç anlamıyorum) ama bu hikâye, üzerinde çalışırken beni korkuttu. Kan ve Duman isminde bir sesli derlemenin içinde yer aldı ve dinlerken daha da korktum. Ödüm patladı. Ama bu tüyler ürpertici his, otel odalarının doğasında var, sizce de öyle değil mi? Demek istediğim, kimbilir sizde önce o yatakta kaç kişi yattı? Onlardan kaçı hastaydı? Kaçı aklını kaybetmek üzereydi? Kaçı çekmecedeki İncil'den son birkaç mısra okuduktan sonra televizyonun yanındaki gardıropta kendini asmayı planlıyordu? Brrr. Yine de odaya girelim, ne dersiniz? İşte anahtarınız... belki de oda numaranızı oluşturan bu dört masum rakamın toplamını gözden kaçırmışsınızdır. Odanız hemen koridorun sonunda.
Mike Enslin, Dolphin Oteli'nin lobisindeki fazla doldurulmuş koltuklardan birinde oturan müdürü Olin'i gördüğünde hâlâ döner kapıdaydı. Onu görünce Mike'ın yüreğine bir ağırlık çöktü. Belki avukatımla birlikte gelmem gerekirdi, diye düşündü. Eh, artık çok geçti. Ve Olin'in 1408 numaralı odayla arasına birkaç engel daha koymaya çalışması o kadar da kötü olmayacaktı; kullanabileceği bir şey çıkabilirdi.
Mike döner kapıdan çıkarken Olin şişman elini uzatmış, ona doğru yürüyordu. The Dolphin, Beşinci Sokak'ın köşesini döndükten sonra, Altmış Birinci Sokak üzerindeydi. Küçük ama şık bir oteldi. Küçük çantası diğer eline alıp Olin'in eline uzandığı sırada Mike'ın yanından şık giysilere bürünmüş bir çift geçti. Kadın sarışındı ve elbette siyah giymişti ve parfümünün hafif, çiçek kokusu New York'un bir özeti gibiydi. Asma kattaki barda biri, bu özeti belirginleştirmek istercesine "Night and Day"i çalıyordu.
"Bay Enslin. İyi akşamlar."
"Bay Olin. Bir sorun mu var?"
Olin acı çekiyormuş gibi görünüyordu. Bir an için yardım ararcasına küçük, şık döşenmiş lobiye baktı. Kapıcının durduğu bölümde bir adam karısıyla tiyatro biletleri hakkında tartışıyor, kapıcı da onları yüzünde küçük, sabırlı bir gülümsemeyle izliyordu. Resepsiyonda, üzeri sadece Business Class'ta uzun saatler uçtuğu için kırışmış olabilecek bir adam, üzerinde çok şık bir siyah giysi olan görevli kadınla yaptırdığı rezervasyonu tartışıyordu. Dolphin Oteli'nde işler her zamanki gibi devam ediyordu.
Yazarın pençeleri arasına düşmüş olan Olin haricinde herkese yardım edebilecek birileri bulunabilirdi.
"Bay Olin?" diye tekrarladı Mike.
"Bay Enslin... sizinle bir dakikalığına ofisimde görüşebilir miyim?"
Şey, neden olmasın? 1408 numaralı odayla ilgili bölüme bir katkısı olabilir, okuyucuların açlık duyduğu uğursuzluk duygusunu arttırabilirdi ve hepsi bu da değildi. Tüm ipuçlarına rağmen Mike Enslin o ana kadar bundan emin olamamıştı ama artık biliyordu. Olin, 1408 numaralı odadan ve orada o gece Mike'ın başına gelebileceklerden gerçekten korkuyordu.
"Elbette, Bay Olin."
İyi ev sahibi Olin, Mike'ın küçük çantasını almak için uzandı. "İzin verin."
"Sorun değil," dedi Mike. "İçinde yedek giysiler ve bir diş fırçasından başka bir şey yok."
"Emin misiniz?"
"Evet," dedi Mike. "Şans getiren Hawaii gömleğim de üzerimde." Gülümsedi. "Hayaletleri defedici gömleğim."
Olin gülümsemesine karşılık vermedi. Onun yerine hafifçe içini çekti. Koyu renk takım elbisesi, düzgün kravatıyla biraz topluca bir adamdı. "Çok iyi, Bay Enslin. Lütfen beni takip edin."
Otel müdürü lobide huzursuz, neredeyse yenilmiş görünüyordu. Duvarlarında otelin resimleri bulunan (Dolphin 1910'da açılmıştı -Mike gerekli araştırmayı yapmıştı) ofisine girdiğindeyse kendine güvenini tekrar kazanmış gibiydi. Yerde bir İran halısı vardı. İki abajurdan yumuşak bir aydınlık yayılıyordu. Çalışma masasının üzerinde baklava biçiminde yeşil bir gölgeliği olan bir masa lambası vardı. Puro kutusunun yanında duruyordu. Onun yanındaysa Mike Enslin'in son üç kitabı vardı. Elbette karton kapaklıydılar, ciltli olarak basılmamışlardı. Anlaşılan ev sahibim de boş durmayıp kendi çapında biraz, araştırma yapmış, diye düşündü Mike.
Çalışma masasının önündeki koltuklardan birine oturdu. Olin'in masanın gerisine geçeceğini sanıyordu ama otel müdürü onu şaşırttı ve yan tarafındaki koltuğa oturup bacak bacak üstüne atarak puro kutusuna uzandı.
"Puro alır mısınız, Bay Enslin?"
"Hayır, teşekkürler. Sigara içmem."
Olin'in bakışları, Mike'ın sağ kulağının arkasındaki sigaraya yöneldi, kulağının çıkıntısına, eski zaman gazetecilerinin şapkalarının bandına yerleştirdikleri gibi konmuştu. Sigara artık öylesine bir parçası olmuştu ki Mike bir an için Olin'in nereye baktığını gerçekten anlamadı. Sonra güldü, sigarayı alıp kendi de baktı ve tekrar Olin'e döndü.
"Dokuz yıldır bir tane bile içmedim," dedi. "Kardeşim akciğer kanserinden öldü. Onun ölümünün ardından sigarayı bıraktım. Kulağımın arkasındaki sigaraysa..." Omuz silkti. "Sanırım orada oluşunun sebebi biraz duygusal, biraz da batıl inanç. Hawaii gömleği gibi. Ya da insanların evlerinin veya ofislerinin duvarlarında bazen görebileceğiniz, üzerindeki camda ACİL DURUM HALİNDE CAMI KIRINIZ yazan ve içinde bir sigara olan küçük kutucuklar gibi. 1408'de sigara içilebiliyor mu, Bay Olin? Nükleer savaş çıkarsa falan diye soruyorum?"
"Aslında içilebiliyor."
"O halde," dedi Mike içtenlikle. "Bu gece endişelenecek konulardan biri eksildi demektir."
Bay Olin tekrar iç çekti ama bu seferki, lobideki gibi çok kederli değildi. Evet, ofis yüzünden olmalı, diye düşündü Mike. Olin'in ofisi, özel alanı. O gün öğleden sonra avukatı Robertson ile geldiklerinde de Olin ofisinde daha soğukkanlı görünmüştü. Ve neden olmasın? Kendini özel alanında güçlü hissetmeyecekti de nerede hissedecekti? Olin'in ofisinde güzel resimler, yerde güzel bir halı ve masasında güzel bir puro kutusu vardı. Şüphesiz 1910'dan beri burada pek çok müdür görev almıştı; kendine has bir yönden bu otel de en az omuzları açık siyah gece elbisesi giymiş çiçek kokulu parfümü olan o sarışın kadar New York'tu.
"Sizi bu işten vazgeçiremeyeceğim, değil mi?"
"Vazgeçirebileceğinizi hiç sanmıyorum," dedi Mike sigarayı tek kulağının arkasına koyarken. Saçına şapka takan eski zaman gazeteciler gibi Vitalis veya Wildroot ile yağlamazdı ama yine de iç çamaşırlarını olduğu gibi sigarayı da her gün değiştirir, yenisini koyardı. Kulakların arkası terler; gün sonunda içilmemiş sigarayı tuvalete atıp sifonu çekmede önce incelediğinde üzerinde açık sarı-turuncu ter lekeleri olduğunu görürdü. Bu, sigarayı yakma isteğini arttırmazdı. Yirmi yıl boyunca içmişti -günde bir buçuk, bazen iki paket- ama artık o günleri ardında bırakmıştı. Neden yaptığı daha iyi bir soruydu aslında.
Olin masanın üzerindeki kitapları aldı. "Tüm kalbimle fikrinizi değiştirmenizi umuyorum," dedi.
Mike, çantasının fermuvarlı yan gözünden küçük bir Sony kayıt cihazı çıkardı. "Konuşmamızı kaydetmemin bir sakıncası var mı, Bay Olin?"
Olin elini aldırmazca salladı. Mike KAYIT düğmesine bastı ve teybin kırmızı ışığı yandı. Makaralar dönmeye başladı.
Bu arada Olin yavaşça kitapların sayfalarını karıştırıyor, başlıkları okuyordu. Kitaplarından birini bir başkasının elinde gördüğü her seferde olduğu gibi Mike Enslin tuhaf bir duygu karışımı hissetti: gurur, huzursuzluk, şaşkınlık, meydan okuma ve utanç. Kitaplarından utanması için bir sebep yoktu, son beş yıldır geçimini sağlamasını sağlamışlardı ve kazancını bir ürün sunucuyla paylaşmak zorunda kalmamıştı ("kitap fahişeleri" diyordu menajeri onlar için, belki biraz da kıskançlıkla) çünkü bu fikri o yaratmıştı. Gerçi ilk kitap o kadar iyi sattıktan sonra fikri bir geri zekâlı bile görebilirdi. Frankenstein'dan sonra gelen Frankenstein'ın Gelini olmayacaktı da ne olacaktı?
Yine de Iowa'ya gitmiş, Jane Smiley ile birlikte çalışmıştı. Bir keresinde Stanley Elkin ile bir panele katılmıştı. Otel müdürü başlıkları yüksek sesle okumaya başladığında kaydı başlatmamış olmayı diledi. Daha sonra Olin'in ölçülü ses tonunu dinleyecek ve sesinde bir küçük görme tınısı duyduğunu hayal edecekti. Farkında olmadan kulağının arkasındaki sigaraya dokundu.
"Hayaletti On Evde On Gece," diye okudu Olin yüksek sesle. "Hayaletli On Mezarlıkta On Gece. Hayaletli On Şatoda On Gece." Mike'a yüzünde hafif bir gülümsemeyle baktı. "Bunun için İskoçya'ya gitmiştiniz. Ve tabii Vienna Woods'a. Ve hepsi de vergiden düşülüyordu, değil mi? Ne de olsa sizin işiniz hayaletli yerler."
"Bir şey mi anlatmaya çalışıyorsunuz?"
"Bu konularda hassassınız, değil mi?" diye sordu Olin.
"Hassas evet. Zayıf, hayır. Kitaplarımı eleştirerek beni otelinizden yaklaştırabileceğinizi sanıyorsanız..."
"Hayır, öyle bir şey söz konusu değil. Sadece merak ettim. İki gün önce bu taleple bize geldiğinizde Marcel'i -kapı görevlisi- gönderip kitaplarınızı aldırmıştım."
"Bay Robertson'ı duydunuz; New York Eyaleti yasaları -ve iki federal insan hakları yasası- ben belirli bir odayı istiyorsam ve o oda boşsa odayı bana tahsis etmenizi emrediyor. Ve 1408 boş. 1408 bugünlerde hep boş."
Ama Bay Olin'in dikkatini Mike'ın yazdığı son üç kitaptan -hepsi de New York Times'ın en çok satan kitaplar listesine girmişti- almak şimdilik mümkün olmayacak gibiydi. Üçüncü kez sayfalara göz gezdirdi. Masanın üzerindeki lambanın yumuşak ışığı, kitapların parlak kapaklarından yansıyordu. Kapaklarda mor renk ağırlıktaydı. Mike'a söylenene göre mor renk, korku kitaplarının satışını çok arttırıyordu.
"Bugün akşamüstüne dek kitaplarınıza göz atacak fırsatım olmadı," dedi Olin. "Oldukça meşguldüm. The Dolphin, New York standartlarına göre küçük olabilir ama yüzde doksan doluluk kapasitesiyle çalışıyoruz ve kapıdan giren hemen her müşteri bir sorunu çıkarıyor."
"Benim gibi."
Olin hafifçe gülümsedi. "Sizin sorununuzun biraz özel olduğunu belirtmeliyim, Bay Enslin. Bay Robertson, siz ve bütün o tehditleriniz."
Dostları ilə paylaş: |