Hizmetçi kızın arkasından giren "muhabbetçi" bey idi. Biraz ayağa kalktı. Yer gösterdi.
— Buyurun, oturunuz bakalım... dedi.
— Geç mi kaldım? diye sordu.
54
Şimeier
— Hayır, hayır...
— Fakat matbaada işimi bıraktım. Zarar ve ziyan olarak sizden bir makale almadan gitmem...
— Pekâlâ, şeye dair yazdığım yazıları sana veririm...
Büyük adam öyle kaldı. Neye dair yazdığını bulamıyordu. Pazularını gerdi, dişini sıktı ve attı.
.— Pestaloji'ye dair canım, birden bulamadım.
"Muhabbetçi" sevindi:
— Pestaloji... Evet gayet mühim bir fen... Sekiz on senedir ben bu fenle uğraşıyorum. Osmanlılarca bilinmeyen bu ilimden ilk benim risalemde bah-solunması büyük bir şeref... Şerefin en büyük kısmı da size ait olacak.
Bir saat kadar Pestaloji'ye dair konuştular. Bu . ilmin tarihinden, terakkisinden, tekâmülünden, bahsettiler. Hizmetçi kız bir beyin daha geldiğini haber verdi. Büyük adam "Muhabbetçi"ye:
— Sana bir sürpriz yapacağım dedi, mutlaka barışacaksın... ,
— Niçin?
— Husumetçi ile barışmak için...
55
Ömer Seyfettin
— Ne? Beni onun için mi çağırdınız?
— Evet.
— Mümkün değil.
— Niçin?
— Çünkü o barışmaz. Yoksa bana göre hiç...
Büyük adam, hizmetçi kıza, bu beyin getirilmesini yine Rumca emretti.
"Muhabbetçi"ye,
— Sen emin ol... dedi.
Ve beklediler... Biraz, sonra kapı açıldı. Hu-sumetçi büyük adama doğru yürüdü. Kendisine uzanan elleri sıktı. Yüzünü çevirip diğer misafiri görünce çehresi değişti. Bir an içinde kızardı, bozardı, yeşilleşti, morardı, karardı. Âdeta sathına bukalemun derisi kaplanmış bir husumet heykeline döndü. Gözlüğü titriyordu. Yumruklarını sıktı. "Muhabbetçi"ye o kadar korkunç ve ateşli bir gözle baktı ki... Büyük adam bile ürktü. Ayağa kalktı.
— Ne oluyorsun yahu? dedi. Oturacak a... Tuhaf bir tesadüf? Hiddetlenmeye lüzum yok.
Birden "Muhabbetçi"de korkmuştu. "Husu-metçi"nin elinden bir kaza çıkacağından çekini-yorlardı. Fakat yavaş yavaş "Muhabbetçi" cesaret
56
Şimeler
aldı. Arkadaş oldukları zaman onun ne kadar cesur olduğunu da öğrenmişti. Husumetçi.
— Düşmanımın bulunduğu yerde duramam, mazurum... dedi.
Ve tekrar kapıya doğru yürüdü.
Büyük adam fırladı. Onu belinden yakaladı:
— Burası tekkedir, gelmek sizin elinizde ama gitmek değil... diyordu.
itişiyorlar, "Husumetçi" kurtulmaya çabalıyordu. Ev sahibi bırakmıyordu. "Muhabbetçi" bedava sinematograf seyreden acemi bir polis hafiyesi kadar neşeliydi. Nihayet "Husumetçi"nin gözlüğü yere düştü ve büyük adam üzerine basınca tuzla buz oldu. Gözlüksüz kalan "Husumetçi",
— Teslim! Teslim! diye bağırdı.
Artık gitmeyecekti. Çünkü gözlüğü kırılmıştı. Artık hiç görmüyordu. Hatta şimdi kovsaiar yalnız gidemeyecekti. Zira duvarlara çarpar, hendeklere düşer, denize yuvarianırdı. Son nefesinde vasiyet veren bir hasta sesiyle,
— Beni bir yere oturtunuz.,, dedi.
Bir koltuğa oturttular, Elleriyle gözlerini oğuş-turuyordu. Gayet büyük adam, filozof, muharrir, âlim, şâir ve ilâhire... olduğu gibi aynı zamanda doktordu. wHusumetçi"ye gözlerinin miyop olmadığını sordu.
57
umer seyTerrın
— Ah, ne miyopu dedi, hep kabahat bende,.. O kadar çok kitap okunur mu? İşte gözlerimi kaybettim. Gözlük olursa ne âlâ... görebiliyorum. Yoksa körüm...
Büyük adam acıyor ve ameliyat lâzım geldiğini söylüyordu. Bu gözlüksüz kalan gencin hâli o kadar fecî idi ki, darılmazdan evvel onun birçok defalar gözlüksüz kitap okuduğunu hatırlamakla beraber "Muhabbetçi" bile acıdı. "Husumetçi" yumuşu-yordu.
— Görebiliyorum ama, pek az... hayal meyal... Benden size nasihat, okumayınız. Deha ve ilim okumakta değil, okumamaktadır.
"Muhabbetçi" sordu:
— Peki okumayalım, fakat yazmayalım mı?
—Filozof! Dargın olduğum bir düşmanın aczimden istifâde ederek bana söz söylemesine müsaade etme. Ben sana hitap ediyorum, evet dostum, okuma. Yazmaya gelince, bunun için on beş on altı yaşında bir çocuk bulur, onu kullanırsın. Sen söylersin, o yazar. Ve tenkitleri o kadar mükemmel yazar ki...
Büyük adam dolapların birisinden büyük bir kutu gözlük çıkardı. Hiç biri "Husumetçi"nin gözüne uymuyordu. Nihayet dört gözlüğü birbiri içine
58
taktılar. Bağladılar. Artık "Husumetçi" görüyordu.
Şimeler bir parça
Yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Yine bahis Pestaloji ilmine dayanmıştı. Bu ilim Darülfünun'a--kabul olunmazsa "Mermalik-i Osmanîye"nin ve belki bütün Osmanlıların mahvolacağını muhakkak addediyorlardı. "Husumetçi" yazdırdığı yeni eserinde Pestaloji ye dair de fasıl ilâve ettiğini söyledi.
— O kadar çok izahat verdim ki, herkes şaşacak. Bütün "Memalik-i Osmanîye" halkı birbirine girecek. Sokaklarda mümayişler olacak... diyordu.
Fakat "Pestoloji..."nin mânasını bilmiyordu. O zaten ilimlerin kendilerini bilir, lâkin isimlerini bilmezdi. Hatta "spiritizm" ile "spritualizm" arasındaki farkı bilmediğini yüzüne vurmuşlardı. Cebinde "Larus dö poş" çuğu duruyordu. Şimdi çıkarıp baksa Pestaloji'nin neden bahsettiğini birdenbire anlayacak, hattâ buracıkta bir konferans bile verebilecekti. Fakat... Ayağa kalktı.
— Biraz dışarı çıkacağım... dedi.
Yalının her tarafını tanırdı. Apteshaneye gitti. Kapıyı kapadı. Birbiri içine takılmış dört gözlüğü gözünden çıkardı. Ve cebinden Larus'unu çekti. Pestaloji kelimesine baktı. Hayret.., Bu, bin sekiz yüz
59
yirmi yedide ölen İsviçreli bir terbiye mütehassısın ismi idi. Evet, bu bir insan ismiydi. Lâkin filozofla "Muhabbetçi" ne kadar ciddiyetle bir ilim gibi ondan bahsediyorlardı. Gidip yalanlarını, cahilliklerini yüzlerine vurmayı düşündü. Halbuki kendisi Pastaloji'ye dair yeni eserine bir fasıl yazdığını söylemişti. O halde onların yalanına iştirak etmişti. Tekrar oraya gitti. Hâlâ Pestaloji'nin son nazariyeti konuşuluyordu, Sesini çıkarmadı.
Nihayet büyük adam dedi ki:
— Bakınız, âlimlerin dargın durması millet için ne büyük felâket... Ben sizi buraya barıştırmak için çağırdım. Vaktiniz ne kadar faydalı geçti. Pestaloji gibi Osmanlılarca meçhul bir ilim hakkındaki te-tebbualarımızı hatırladık. Birbirimizin malûmatından istifade ettik. Biz bir araya toplanmazsak cehalet karanlığını kim aydınlatacak? Hayır hayır... Artık siz dargın duramazsınız, Barışmalısınız, Zaten iddialarımızın esası bir.., İkinizin iddiacını kaynatıp bir meslek çıkarmak pek kolay.
Ve "Husumetçi"ye döndü:
— Meselâ siz "şime-i husumet" diyorsunuz. Maksadınız milliyetperverlerinki gibi âdi, kaba ve vahşiyâne değildir. Bundan eminim. Meselâ siz zavallı Osmanlıları Türk yapmak, onları mazi ve anane içinde ve bir cemaat halinde toplayıp garbe intikam için, şarka ittihat için saldırmak istemezsiniz.
60
— Tabiî... Hatta gayet büyük bir zâta bu Türkçülük ve milliyet cereyanının vatan ve millet için ne kadar muzır olduğunu söyledim. Katiyen milliyetperverlerin muhalifiyim.
— Pekâlâ.,. Zaten bunu biliyorum. Senin kadar Avrupa'yı ve Hıristiyaniarı ben bile sevemem. Senin maksadın Avrupalı dostlarımız senden korksun ..
3 — Evet, biliyorsunuz işte maksadım o...
— İşte o maksadınızın serbest adı "menfaaf'tir. Yani şahsî menfaatiniz. Husumetten ürken ecne-bilerce siz şahsiyet olacaksınız. Yoksa her türlü şahsî menfaat fikrinden âri budala bir mefkûreci gibi,
Vatan, ne Türkiye'dir, Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan...
demezsiniz.
— Tabii demem.
Büyük adam hâlâ koltuğunda rahat rahat gülümseyen "Muhabbetçi"ye döndü:
— Siz şîme-i muhabbet diyorsunuz. Avrupalı ve Hıristiyaniarı ben de severim, lâkin niçin? menfaatim için, Siz evvel zaman, kalbur saman dervişleri gibi,
61
Ömer Seyfettin
Vatan, ne Türkiye'dir bizlere, ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan...
diye yuvarladığımız tekerlemeye sahiden inanıyor musunuz? Mücerret bir irfandan ne çıkar? Para vermeyen, menfaat getirmeyen, mücerret ve mâsivaîbir" irfan" emin olunuz, Turan'dan daha münasebetsiz ve manasızdır. İrfan: Gemisini kurtarıp kaptan olmaktır. Yani cahillerin gözlerini kamaştırmak, para ve ihtiram kazanmak, rahat ve mesut yaşamak. Hasılı irfan demek şahsî menfaat demektir. Ben başka türlü anlamam...
— Ben de...
— O halde "husumetçi" dostumuzla sizin aranızda bir fark yok. Niçin dargın ve muarız durup da, birbirinizi çürütmeye çalışıyorsunuz. Kırılan şöhretleriniz, şahsî menfaatlerinize de dokunur.
Büyük adam susmuştu. İki muarız düşünüyorlardı. Söylediği lâflar çok doğru idi. Dışarda ötüşen martıların sesleri, geçen bir şirket vapurunun düdüğü işitiliyordu. Madem ki ikisinin de bir cemaate, bir mefkureye ait fikirleri yoktu, gösterdikleri husumet ve muhabbet hep şahısların, şahsî arzularının ve menfaatlerinin tatmini içindi. Ve madem ki esas birdi. Niçin tefarruata ayrılıp kuvvetlerini dağıtmalı, milliyetperverlere matbuat âleminde fırsat bırak
62
63
Ömer Seyfettin
malıydı?... "Husumetçi" birbiri içine takılmış dört gözlüğünün altından baktı. "Muhabbetçi"nin kalın dizlerini ve kıllı ellerini görüyordu. Bu gözlüğün üstünden baktı, Ah! işte samimî dostu gülüyoru. Onların ruhları, hisleri, fikirleri, idrâkleri o kadar birbirine yakındı ki, beş altı ay dargın durduklarına şaşıyordu. "Muhabbetçi" de eski arkadaşına bakıyor ve içinden " Acaba" bize büyü mü yaptılar? diyordu.
Uzun bir sükûn dakikası geçti. Gayet büyük adam ayağa fırladı. wMuhabbetçi"nin elinden tuttu. Ve getirip "Husumetçi" nin eliyle birleştirdi.
— Artık barıştınız dedi, işte benim en büyük emelim, iki zekâyı birleştiriyor; memlekete bir deha yetiştiriyorum.
İkisi de gülümsediler. Ve kuvvetle birbirlerinin ellerini sıktılar. Lâkırdı söylemiyorlar, yeni âşıklar gibi hayran hayran birbirinin yüzüne bakıyorlardı. Gayet büyük adam onlara yüz görümlüğü gibi gayet lâtif ve hayalî vakitler veriyor, "Husumetçi"ye,
— Sizin, Avrupa'da en mümtaz bir payitahta sefir olmanız muhakkak, diyordu. İsmini söyleyemeyeceğim büyük bir zat tebşir etti.
Sonra "Muhabbetçi"ye dönerek, —Sizin ilminize, fazlınıza da mükâfat hazırlandı. Yine o zat bana söyledi. Büyük ve millî bir pangaya
64
Şimeler
direktör olacaksınız. Vatanınız civarında çıkan bütün madenlerin imtiyazları size verilecek... dedi.
Büyük adam böyle söyledikçe kendini hakikaten sadrazam sanıyordu.
Büyük ve yaşlı profesör vaz'iyle "Osmanlılık"ın ne olduğunu anlatıyor, Türkleri, Türklük cemaat ve mefkuresinden ayırarak ve milliyetperverlerin mesâisini akîm bırakarak insaniyet fikrine, çalışmaktaki asaleti izah ediyordu. Bu medenî ve garbî hareketi ¦ bütün samimi dostlarımız, Avrupalılar takdir edeceklerdi. Her ikisinin darılmazdan evvel yazdıkları hakkında İngiliz ve Amerikan dostlarından aldığı bin kadar mektubu gösterdi. Bunlar adeta bir yığın teşkil ediyordu. Ve bu bin mektubun sahipleri olan bin tane İngiliz ve Amerikan dostlarına bu akşam barıştıklarını telgrafla bildireceklerini söylüyordu.
— İşte "sime- muhabbet" ile "şîme-i husumet" in birleşmesinden "şîme-i menfaat" çıkıyor diyordu. Bu terkibi ben buldum. Ve ikinizin de felsefesi bu terkibin içinde. İster misiniz, size, yani bize bir de şiar bulayım. Buldum, İşte:
Vatan, ne Türkiye'dir bizlere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Sâmân...
Dışarda dalgalanan denizin şakırtısı işitiliyor,
65
Ömer Seyfettin
ara sıra camları sarsan bir rüzgâr sanki uzak ve hayatî martı sesleri getiriyordu. Yemek vaktine kadar münhasıran Pestaloji ilminden bahsettiler.
Halbuki hepsinin zihni başka şeyle meşguldü. "Muhabbetçi" ile "Husumetçi" yeni buldukları şiarlarının son kelimesini düşünüyor, sarışın rüyalar içinde lâhuti ve madenîemel çiçekleri görüyorlardı. Büyük adam ise Pestaloji ilmine, kabul olunmadığı İstılah Encümeni'nden evvel, Osmanlıca bir mukabil bulmaya çalışıyor, "pesf'in veba olduğunu hatırlayarak arkadaşlarının yüzüne baka bakka, ve-bâiyât, "vebâiyât... "diye mırıldanıyordu.
66
PİÇ
Ah Mısır! Bazı Türkler oraya eğlenmeye, hava teddiline giderler! Bilmem o hayata, o manzaraya nasıl tahammül ederler? Ciğerlerine milyonlarca verem mikrobu saldırmış meyus ve halsiz yatan bir hastanın başucunda hiç eğlenilir, hiçbir yaralının akmış ve daha kurumamış kan selleri üzerinde badeler içilir, keyifler çatılır, naralar atılır mı? Ben, ben mümkün değil bir hafta oturamam. Geniş ve otomobil dolu caddeler, heykelli meydanlar, içine girilmez bir kuvvet ve bir para kalesi gibi yükselen büyük bankalar, büyük tiyatrolar, peri sarayını andıran süslü ve billûrlu gazinolar... Hep, hep bu yabancı müesseseler bende ağır bir kâbus husule getirir. Gözle görülen her şeyin yabancı olduğunu, yabancılara ait bulunduğunu düşünmek sinirlerime dokunur. Sokakları dolduran sayılmaz şapkaların zalim ve kurnaz, gaddar ve namussuz gölgelerinde sararmış solmuş gibi boyunları eğri, zayıf, mahzun dolaşan sarıklı yerlilere, bu zavallı arap kardeşlerime kalbimde derin bir sızı duymadan bakamam. Necîp Araplık, yükselmek isteyen Türklüğün o kuvvetli ve mukades kanadı, orada kendi vatanında esirden başka bir şey değildir. Türklerin çekilmesiyle beraber hain ve zehirli bir çekirge bulutu gibi oraya üşüşen Avrupalılar, bu zavallı İslâm memleketinin bütün
67
Ömer Seyfettin
hayat damarlarını ellerine geçirmişler, doymak bilmez kudurmuş bir açlıkla, azgın bir hırsla din kardeşlerimizin kanlarını emip dururlar.. Bütün servet, bütün kuvvet, bütün saadet onlarındır. Ben Mısır'da çok sıkılır, kendimi âdeta bir zindanda sanırım. Bu manevî zindandaki mahpus kardeşlerimin arasında serbest serbest gezmek hoşuma gitmez. Daima otele kapanırım. Hakikî bir zindan hayatı geçirir, yıllardan beri düşmanlarının eline düşmüş olan bu kıymetli vatanın sönmez matemlerini tutar, elemler içinde kıvranmaktan acı bir haz duyardım.
Bu sefer de yine kendimi böyle hapsetmiştim. Bingazi'deki muharebeye karışmamak için beraber yola çıktığım arkadaş Kahire'de hastalanmıştı. Doktor on gün istirahat lâzım geldiğini söyledi. Onu beklemeye mecburdum. Hem Türk düşmanlarının, yani Avrupalıların hâkim bulunduğu bir yerde zaten yakalanmak için aranan bir Türk'ü, bir kan kardeşimi yalnız bırakabilir miydim? •
Bu on gün bana on senelik bir kürek cezası gibi geldi. Yatakta duramazdım. Gündüz garsona gazeteleri aldırır, okur, bir koltuğa uzanarak saatlerce adı dünya yüzünden kaldırılmaya çalışılan Türklüğün talihini düşünür ve terlerdim. İşte Asya'daki Türk hükümetlerini bitiren Avrupalılar, onların din ve şan kardeşlerine, Araplara da saldırmaya başlamışlardı. Bütün Turan, bütün Hindistan esirdi.
68
1
KIÇ
İngiltere kralı yeniden, Hindistan'daki eski Türk İm-paratorluğu'nun tahtına oturmak için Mısır müstemlekesinden geçerken, şimdi cihan politikasında bir gölge halinde kalan büyük hakanın oğlunu ayağına getiriyordu. Türklerle beraber Araplar da eziliyor, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve nihayet Trablus ve Bingazi de alınıyordu.
Kalbim, bunları düşüne düşüne, beynimde ateşlenen kanımdan, yanmaya başlardı. Geceleri uykusuz kalır ve bu ıstırapla balkona çıkar, aşağıda idraksiz bir nehir gürültüsüyle akıp giden ahaliye dalardım, Çokluğu hep şapkacılar, ecnebiler teşkil ederdi. Ara sıra, sanki parlak ve medenî esirliklerinin dehşetini duymuş gibi neşesiz ve dalgın geçen tek tük sarıklı ve entarili yerlilere bakarak, Şarkın hakkını istemeyen, hakkı için vurmayan, hakkı için kırılmayan, hakkı için yakmayan, hakkı için öldürmeyen, hakkı için haksızlık yapmayan azimsiz, miskin ve alçak "tevekküfün granitten ağırlığını kendi omuzlarımda, kendi tembel başımda hisseder gibi olurdum. Ve birden dudaklarımda Türk şairinin:
Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter,
Ey Şark uyan, yeter ey Şark, uyan yeter...
enîni uçardı.
Evet, bu tevekkül zindanında yaşamak beni hasta ediyordu. Günler geçtikçe daha _zjyade
69
Ömer seyrerrın
asabîleşiyor, sararıyor yine başıma sanki görünmez oklar saplanıyordu.
... Yine bir akşam, başım böyle fena halde tutmuştu. Boğulacak gibi oluyordum. Gece yarısı yaklaşıyordu. Biraz hava alayım dedim. Paltomu giyerek sokağa çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Elektrik ziyalarıyle, gündüzden daha aydınlık olan sokaklardan geçiyordum. Kadınlar, erkekler, çocuklar, yerliler, yabancılar birbirine karışmış, gülerek oynaşarak ağır ve yavaş akıp gidiyorlardı. Ve üzerlerinde iğrenç, keskin bir fuhuş, bir sefahat korkusu dalgalanıyordu.
Ben düz ve parlak yaya kaldırımında yürüyor ve her tarafı görmemek için sağımdaki pastacıları, tuhafiyeci dükkânlarını, içlerindekileri seyrediyordum. Ötede temiz ve sade bir lokanta gördüm. Hemen hemen boş denecek kadar tenha idi. Caddenin kalabalığı beni çok sıkmıştı. Ansızın bir Türkiye lokantasına benzeyen bu tenha yere girmek arzusunu duydum. Açık kapısından girdim. "Bir çorba olsun içerim" diyordum. Oturur oturmaz garson geldi, İngilizce ve Fransızca yazılmış listeyi vererek istediğimi sordu. Okumadan: ,: .
— Çorba. T-^
Ve getirince içmeye başladım. İçeren etrafıma bakıyordum. Bütün duvdrlarayna idi. Aynaların üzerinde Kralının ve Kraliçesinin, Prince de Galles'in
70
Piç
büyük mikyasta yapılmış resimleri göze çarpıyordu. Yanlarında başka küçük resimler de vardı. Galiba Mısır'ın ehramları, Sfenksin yağlıboya manzaraları idi. Bunlara dalmıştım. Bu esnada kapıdan bir adam girdi. Başında büyük ve hasır bir şapka vardı. Gayet şık ve uzun boylu idi. Garsonun yardımıyle şapkasını ve paltosunu çıkardı. Tâ yanımdaki masaya oturdu. Karşısındaki aynada hayalini görüyorum. Dikkatle
* bakmaya başladım. Çünkü ben bu çehreyi tanı-
1 yordum. Fakat nereden!
O da aynadan bana bakıyordu. '¦
İstanbul'da ve Selanik'te kendileriyle münasebette bulunduğum ecnebileri ve Rumları aklımdan geçiriyordum. Bir türlü bunu hatırlıyamı-
l yordum. Çorbadan sonra iki tabak yemek daha yedim. O da bana bakıyordu. Mutlaka o da beni tanımak istiyordu. Artık rahatsız oluyor, hallolunamayan muammaların karşısında bizi üzen o tatsız
!| sıkıntıya benzer bir şey duyuyorum. Onun da benim :' gibi sıkıldığını görüyor, rahatsızlığının farkına varı-
,. yordum. Nihayet yemeğini bitirdi. Bir cigara yaktı. Kalktı. Paltosunu ve şapkasını giydikten sonra garsona para ve bahşiş verdi. Dışarı çıkıyordu. Birden benim masamın önünde durdu. Tavrında âdeta bir aktör vaziyeti vardı. Adımı söyledi:
— Siz,., değil misiniz?
7]
Ömer Seyfettin
— Evet, benim, diye kekeledim.
Kesik bıyıklarının altından parlak dişlerini göstererek gülüyordu.
— Beni tanımadınız mı?
— Affedersiniz, fakat hatırlayamıyorum.
— Ben Ahmet Nihat'ım.,.
Şapkanın altında yabancı ve şarklı duran gözlerini hemen tanıdım. Bu, benim mektep arkadaşımdı. Fakat hâli birdenbire bende fena bir tesir hâsıl etti. Kalkıp elini tutamadım, Zoraki gülümsedim, Mısır gibi, hiç olmazsa içimde Müslüman sayılan bir memlekette bir Türkün şapka giymesinde ne vardı? Hattâ burada bazı ecnebiler bile fes giymiyorlar mıydı?Bozulduğumu anladı, Ve aradaki soğuk ve sıkıcı sükûtu yırttı:
— Burada ne arıyorsunuz, gezraşye mi gel-
diniz?
Kısacak
— Hayır, geçiyordum, dedim. Tekrar sordu: ¦,. •
— Nereye?
— Bingazi'ye...
72
73
wı ı ıcı ocyıeı in ı
— Ooo, kahramanlık ha... Tebrik ederim. Fakat, boşuna çalışıyorsunuz. Artık orası yandı.
Birden böyle söylemesi canımı daha ziyade sıktı. İstemeyerek biraz kaba cevap verdim:
— Şapka giyen Türkler öyle sanırlar...
Daha ziyade gülümsedi. Tâ gözlerimin içine bakıyordu. Biraz yavaşça:
— Fakat azizim, ben Türk değilim dedi.
Ben şaşaladım: %
— Türk değilseniz, Osmanlısınız ya?..
— Hayır, Osmanlı da değilim.
• — Hiç olmazsa Müslümansınızya?..
— Hayır azizim, Müslüman da değilim.
Bütün bütün şaşaladım. Onun da gülümsemesi garipleşmişti. .
— O halde nesiniz? diye sordum.
Ve yüzüne baktım. Soğukkanlılıkla cevap verdi:
— Katoliğim ve Fransız'ım...
Böyle söylemesi sinirlerime dokundu. Biraz acı ve ekşi, alay etmek istedim. Gülmüyor, yalnız dişlerimi gösteriyordum: %
74
75
— Tanıdığım Ahmet Nihat katolik olabilir. Akidesini esvap gibi değiştirebilen, vicdanını âdi bir eşya gibi satan insanlar bu dünyada az değildir. Lâkin İstanbul'da doğan anası Türk, babası Türk olan, Türkçe konuşan bir aileden çıkan, damarlarında Türk kanı akan bir Ahmet Nihat milliyetini değiştiremez, Fransız olamaz, yalnız kendini aldatır...
— Hayır, kendimi aldatmıyorum. Hâlis bir Fransız'ım.
— Mümkün mü? Bu fenne, bu tabiata muhalif bir şey...
— Bilseniz, doğru söylediğimi anlayacaksınız. Ama burada olmaz. Biraz uzundur. Haydi kalkınız. Bir yerde oturalım. Tamamiyle bir Fransız olduğumu anlayınız da, şapka giydiğime kızmayınız, olur mu?
Sanki alay ediyordu,.. Söyleyeceği saçmalarını zaten biliyordum. Dinlerin, ananelerin, âdetlerin, ırk nazariyesinin hep efsane olduğunu, milliyetlerine itminan, terbiye ve menfaate göre değiştiğini, hangi milletin terbiyesi görülürse, o milletin ruhuna malik olunacağını ve nihayet medenîlik isteyen bir adamın mutkala Avrupalılaşması lâzım geleceğini iddia edecekti. Fakat bu boş ve çirkin iddiayı bir kere de onun ağzından işitmek istedim. Garsona parasını verdim, Ve hemen kalktım. O, yanımda gidiyordu.
76
Piç
Bu milliyetinden çıkmış herif, denizden çıkmış veya patlamış ölü bir köpek balığına benziyordu, Âdeta bir taaffün duyuyor, iğreniyor, iğreniyordum.
Çok yüreklilik. Geniş bir gazinoya girdik. Göz kamaşacak kadar aydınlıktı. Kenarda bir masaya oturduk... Yanımızda büyük bir saksı vardı, içinde tanımadığım bir nebat, büyük yapraklarını tavana kadar çıkarıyor, iri ve tuhaf gölgelerini üzerimize J düşürüyordu. Dirseklerimi mermere dayadım.
"Haydi bakalım, seni dinliyorum!" gibi bu Türk kaçağının, bu hissiz Sart'ın yüzüne baktım. Hiç heyecan falan göstermiyor, eski dininden, eski kavmiyetinden, eski memleketinden bir arkadaşla bulunmak onu hiç müteessir etmiyordu.
— Hikâyem, tıpkı hayalî, hissîbir roman kadar gariptir, diye başladı, ihtimal inanmayacaksınız. Fakat ben sizi sıkmamak için uzatmayarak anlatacağım. Dikkatle dinleyiniz. Vâkıâ mektepte sizinle çok sıkı görüşmezdik. Ruhlarımız, meyillerimiz ayrı idi. Aramızda biraz, biraz değil... çok uzaklık vardı. Fakat yine beni tanırsınız. Hatırlayınız. Siz, Türkler, bana Frenk Nihat derdiniz ve hakkınız da vardı. Ben son moda esvap giyer, tırnaklarımı uzatır, dinsizliğimi meydana vurur, Türklüğe dair ne varsa tahkik eder, Türkçe konuşmayacak kadar nefretimde taassup gösterirdim.
Hep Fransızca konuşur, tatil zamanlarımı Be-yoğlu'nda geçirirdim. Türk ve Türklüğe benzer her
77
Ömer Seyfettin
şeyden tiksinir, iğrenirdim. Mektepten ziyade evde azap çekerdim. Babam, iri vücudu, geniş omuzları, kuvvetli kolları, ablak çehresi, kalın dudaklarıyle tıpkı budala bir Türk pehlivanını andırırdı. Bütün hareketleri âdi, kaba ve bayağı idi. Gayet narin ve nazik bir Çerkez olan annem, Ondan dehşetle nefret ederdi. Ben bunu anlardım. Akrabalarımın da hiçbirisini sevmezdim, istanbul bana zindan gibi gelirdi. Levanten arkadaşlarım olmasaydı belki deli olurdum. Geceleri Avrupa ve Garp şehirleri rüyama girer, daima odama kapanır, bağırarak millî parçalar, operalar söyler, kalkar, bazı da yapayalnız oynardım. Nihayet hukuk tahsili için Paris'e gittim. Orada kimse bana Türk diyemezdi. Tamamıyle Fransızlaşmıştım. Tatil zamanında İstanbul'a dönmedim. Nafile yere annem, babam beni çağırıyordu. Ben mektebi bahane ediyordum. İstanbul'da iken rüyalarımı süsleyen garp hayatı o kadar, o kadar hoşuma gidiyor du ki, nrjemleketimi ve Türk olduğumu hatırlayınca mahzunlaşır ve titrerdim. Bir iştiyakım, bir hicranım vardı. Bu hicran dudaklarıma ezelî bir nakarat yapıştırmıştı. Bu nakaratı kalabalıkta içimden, yalnızken yüksek sesle tekrar eder ve dururdum:
— Ah, ben niçin Fransız doğmadım... ¦¦•" ;ı
Dostları ilə paylaş: |