Örneklerle


Ve Mustafakemalpaşa bilsin ki, ülkemizdeki yüzlerce ilçeden belki de yalnızca birkaçı böylesine bir şansa sahip.Bilsin ve sahip çıksın ilçesinde parlayan ve onu aydınlatmaya çalışan Kültür ve Sanat De



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə25/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   58

Ve Mustafakemalpaşa bilsin ki, ülkemizdeki yüzlerce ilçeden belki de yalnızca birkaçı böylesine bir şansa sahip.Bilsin ve sahip çıksın ilçesinde parlayan ve onu aydınlatmaya çalışan Kültür ve Sanat Derneği’ne.



Patiklara Dergisi…………………

MUSTAFAKEMALPAŞA

KÜLTÜR SANAT DERNEĞİ YAYINLARI

  1. Mustafakemalpaşa ve Mizahi Esintiler

Mustafakemal­paşa Kültür ve Sanat Demeği'nin bu yayını karikatürist İbrahim Ersaraç'm karikatür­lerini ve mizahi yazı­larım içeriyor.

Beş bölümden oluşan kitabın birin­ci bölümünde İbra­him Ersaraç'm karika­tür sanatıyla ilgili gö­rüşleri yer alıyor. İkin­ci bölümde "Mustafa- ke malpaşa'dan nostal­jik ve mizahi esintiler", üçüncü bölümde "Basından amlar ve mizahi gözlemler," dördüncü bölümde "Değinmeler", beşinci ve son bölümde de İbrahim Ersaraç'm karikatürlerinden oluşan bir şölen...



  1. Bir Öğretmenin Mustafakemalpaşa Anıları (S. Edip Balkır)

Süleyman Edip Balkır bu kitabında doğup büyüdü­ğü Mustafakemalpaşa'nın 19201i yıllarını anlatıyor. Ki­tabı okuduğumuzda Mustafakemalpaşa'nın Kurtuluş Sa­vaşı öncesindeki durumunu, Yunan işgalini, bu işgal sı­rasında yaşananları görür gibi oluyoruz. Kitabın önemli ve değerli özelliklerinden biri de yazıldığı dönemin eği­tim- öğretim sistemini gözler önüne sermesidir. Süleyman Edip Balkır o dönemler Mustafakemalpaşa'nın Demireli ve Koşu Boğa­zı köylerinde öğretmen olarak görev yapmış ve o köylerde yaşadıkları­nı da bu kitabına almış­tır. Köylere de çağdaş­lığın girebilmesi, köy­lerin de aydınlanması ve kalkınması için ön­celikle ve özellikle köy çocuklarının eğitilmesi, onların da insanca yaşa­ma hakkına sahip olma­sı gerektiği inancından yola çıkan ve Köy Ensti­tülerini kurarak onlara emek veren Süleyman Edip Balkır Mustafakemalpaşa'nın yetiştirdiği önemli, tarihi ve kül­türel kişiliklerden biridir...

Kitabı yeniden yayımlayan Mustafakemalpaşa Kültür- Sanat Demeği ve Patikalar dergisi yayım gerekçesini şöy­le açıklıyor: Süleyman Edip Balkırların ülkemize verdiği emeğin, öncelikle gençlerimiz tarafmdan daha iyi anlaşı­labilmesi ve kavranabilmesi için bu kitabı yayımladık.



  1. Yunan İşgalinde Kirmasti (Fahri Görgülü)

Patikalar Dergi­si Yayın Yönetmeni Kekil Şimşek, kita­bın önsözünde şöy­le yazıyor:

Amacım, bu ki­tabı yeniden giinyü- züne çıkarmak, ilçe­mizin, Bursa'mızm, ülkemizin insanma tanıtmaktır.

Kısacası kitap özellikle Mustafal- paşa için büyük önem taşımaktadır.

Bu nedenle içeriğine dokunmadan, yalnız dilinden sade yaparak yeniden yayınlıyoruz. Yayınlarker kültür ve tarih belleğine böylesi bir katkı; sunabilmenin sevincini ve gu­rurunu duyuyoruz.



  1. Mustafakemalpaşa Kılavuzu (Şem’i Basmacıoğlu)

Şem'i Basmacıoğlu'nun 1953 yılında yazdığı bu kita­bı yeniden gün yüzüne çıkarıp Mustafakemalpaşa hal­kına sunmaktaki amacımız; ilçemizin geçmişiyle bugü­nünün karşılaştırılmasına bir olanak sunmaktır. Böyle- ce ilçemizin geçen zaman içinde ne­ler kazandığım, ne gibi gelişmeler gös­terdiğini veya nele­rini yitirdiğini göre­bilir; bundan büyük dersler çıkarabiliriz.

Tamamen yitirilen­ler için yapılacak bir şey yoktur, ama za­rar görenleri, ihmal edilenleri yeniden kazanmak olanaklı­dır. Bu anlamda ilçe­mizin daha rahat ve huzur içinde yaşanı­labilir bir yer olması ve daha da güzelleşmesi için neler yapabiliriz? Yada ça­bası olanlara ne gibi katkılar yapabilir, nasıl destek olabi­liriz? Kitabı okurken bu sorulara da yanıt arıyor olaca­ğız. Şemi Hoca kısa süren yaşamı içinde bu eserini yaza­rak ölümsüz olmayı başarmış bir değerimizdir. Bu kitabı­nın ikinci baskısını yaparak bu değere saygımızı sunuyor, minnetle anıyoruz.

Elinizdeki bu kitabı Mustafakemalpaşa'nın kültür bel­leğine, edebiyat tarihine armağan ediyoruz...


  1. Patikalar Dergisi

Patikalar dergisi, 1997 yılında kuru­lan Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneği'nin aylık yayın organı olarak 15 Nisan 2007 tarihinde yayın yaşamına baş­ladı. Genel Yayın Yönetmenliğini Kekil Şimşek'in yaptığı Patikalar'm Yayın Ku­rulu şu isimlerden oluşmaktadır: Şener Aksu, Osman Şahin, Nalan Çelik, Şaban Akbaba, Eşref Yılmaz, H. Hüseyin Yalvaç.

Yazının ve sanatın çok çeşitli alanların­da uğraş veren demeğin sesinin daha iyi du­yurulması gereksiniminden doğan Patika­lar; âynı zamanda Mustafakemalpaşa'nın sesi olmuştur. İlçenin ve Bursa'nın üreti­mini, kültürünü, sanatsal birikimini; do­ğal, çevresel, toplumsal sorunlarını; yaşam biçemlerini, düğünlerini, sevinçlerini, coş­kularını okuruyla paylaşması nedeniyle ye­rel; ülkemizin çeşitli yerlerinde okunması ve yine ülkemizin değişik yerlerinde yaşa­yan yazın, sanat insanlarının ürün desteği­ni alması ve ülkemize dair değerlerle ilgi­lenmesi nedeniyle ulusal; yazın ve sanata, doğal olarak insana dair içeriğiyle de ev­rensel bir dergi niteliğe sahiptir.

Derginin her sayısının ön kapağı ulu­sal ya da yerel bir konuya ayrılmış, konuy­la ilgili fotoğrafa yer verilmiş. Özelikle gidi­lin köylerdeki çalışmalardan kapağa o ça­lışmayla ilgili resimler konmaktadır. Yu­nus Emre, Mevlâna, Muzaffer İzgü ve Ço­cuklar, Ayvaini Mağarası v.b gibi. Bu özel­liğiyle Patikalar, Mustafakemalpaşa kültür­lenmesinin geçmiş-bugün-gelecek bağını da yeniden kurmaya çalışmasıyla, kültü­rel kalıtların kuşaktan kuşağa aktarılması işlevini de örnek gösterilebilecek bir başa­rıyla gerçekleştiriyor.

2010 Ekim ayında 43. sayısı yayımlanan Patikalar dergisinin öne çıkan erdemsel bir özelliği de Değerbilirliğidir. "Bir Port­re" ana başlığı altında yayımlanan bu yazı­lar dergiye büyük bir saygınlık kazandırı­yor ve onun hem yerel hem ulusal hem de evrensel değerlerle buluşmasını sağlıyor.




  1. Anadolu’da Kültür-Sanat ve Edebiyat

Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneği'nin aynı adla gerçekleştirdiği (2009) sempozyum bildirilerinin toplan­dığı, alanında kaynak sayılabilecek nite­likteki bu kitapta yer alan yazarlar ve bil­diri konulan şunlardır: Prof Dr. Nejat Ga- car: "Anadolu'da Şiir", Haşan Hüseyin Yal­vaç: "Taşrada Edebiyat, Sanat ve Kültür", Eşref Yılmaz: "Kaynak ve Konusu Ken­disi Olan Anadolu Kültür ve Sanatı", Ke­mal Şentürk: "Mustafakemalpaşa'da Kül­tür Sanat ve Edebiyat Etkinlikleri", Os­man Bozkurt: "Anadolu'da Kültür, Sanat ve Edebiyat." Şaban Akbaba: "Bursa'da Yazm(Edebiyat) ve Patikalar Dergisi", Nâzım Gürak: "Bursa'da Halkoyunları ve Seyirlik Oyunlar", Nalan Çelik: "Tarih­sel Süreçte Anadolu'da Kültür ve Sanat", Ali Erdoğan: "Kitap Okuyun Sanata Ya­kın Durun", Nedim Buğral: "Yerel Ege­menler ve Tiyatro İlişkisi" ve Osman Şa­hin: "Anadolu'da Roman."

Bursa Araştırmaları Dergisi, 2010, sayı:30

BURSA YAZININDA ÖRGÜTLENME DÖNEMİ

(2000-2010) ve GÖRKEMLİ SONUÇLARI
-Yılmaz Akkılıç ağabeyimizin (Buırsa Ansiklopedisi için) isteği üzerine yazdığımdır. Anısına saygıyla…

-
Bu dönemi, Bursa yazınının örgütlenme dönemi olarak adlandırabiliriz. Çünkü döneme damgasını vuran eylemselliklerden biri Bursa yazıncılarının ilk kez kendi örgütünü kurması, ikincisi de yazınsal üretimin belirgin biçimde yoğunlaşması ve artmasıdır. Bu gelişmeye zemin oluşturan üç önemli olguya gelince; birincisi Tüyap Bursa Kitap Fuarı’nın açılması (2002), ikincisi Yücel Balku Öykü Atölyesi’nin yaşama geçmesi (2003), üçüncüsü de kısa adı BUYAZ olan Bursa Yazın ve Sanat Derneği’nin (2004) kurulmasıdır. Bütün bunlara Bursa özelinde var olan yazın-sanat altyapısı ve usta yazıncıların birikime katkısı da eklenebilir.

2012 yılının Mart ayında onuncusu gerçekleştirilen Tüyap Bursa Kitap Fuarı etkinlikleri yazın’ın hemen hemen her alanını kapsamaktadır. Fuar; yüzlerce yazıncının, yayıncının Bursa’ya gelmesine ve kamuoyuyla buluşmasına fırsat veren etkinlikleriyle, Bursa yazınının ulusal yazına eklemlenmesi yönünde önemli bir platform işlevi vermektedir.



Yücel Balku Öykü Atölyesi, Nilüfer Belediyesi Akkılıç Kütüphanesi’nin sahiplenmesiyle Dilbilimci yazar Hakan Akdoğan yönetiminde yürütülmekte olup Buırsa öykü atmosferine ciddi katkılar yapmaktadır.

Dönemin ne önemli olayıysa, kısa adı BUYAZ olan Bursa Yazın ve Sanat Derneği’nin kurulmasıdır. Şaban Akbaba, Halide Yıldırım, Melih Elal, Ramis Dara, Ceyhun Erim, Zeki Baştürk ve Onay Yekeler tarafından kurulan, kuruluşundan itibaren yedi yıl boyunca Yönetim Kurulu Başkanlığını Şaban Akbaba’nın yürüttüğü BUYAZ, Bursa’daki yazıncıların hemen hepsini çatısı altında toplamıştır. Bu yönüyle Dernek, Bursa’daki parçalı yazın dünyasının bütünleştirmiş ve bütünlük içinde devinmesine önderlik etmiştir.

Bursa’nın sekiz bin yıllık var oluş ve iki bin beş yüz yıllık kentleşme tarihinde yazın-sanat adına kurulan ilk örgüt olan BUYAZ, her yıl, yıl boyunca gerçekleştirdiği, onlarca yerli ve yabancı yazıncının yer aldığı programlı etkinlikleri, yürüttüğü kampanyaları, verdiği ödülleri sonucunda Bursa kent kültürüne, yazın ve sanat atmosferine canlılık getirmiş; Bursa’da yaşayan birçok yazın adayını cesaretlendirerek, özendirerek yazmalarının, hatta kitaplaşmalarının yolunu açmıştır.

Dönem içinde ilk kitabını yayımlayan Buyaz üyeleri şunlardır: Melih Elal(masal), Mehmet Kaplan(şiir), Betül Yazıcı(şiir), Şafak Pala(öykü), Gülsün Işıldar(şiir), Pelin Yılmaz(öykü), Cüneyt Özkurnaz(şiir), Halide Yıldırım(şiir), Meriç Utku(şiir), Hüsam Kurt(şiir), Güney Özkılınç(şiir), Aysel Karaca(öykü), Yusuf Yağdıran(şiir), Muharrem Sönmez(şiir), Süreyya Güven(şiir), Meral Demir(şiir), Ali İpek(öykü), İmre Erten(şiir), Gaye İlbaş(şiir)…

Bursa’da “öykü dönemi” olarak da adlandırılabilecek bu süreçte Yücel Balku Öykü Atölyesi’nden yetişenler ve Buyaz üyesi olmayanlar da dahil olmak üzere öykü kitabı yayımlayan isimler şunlardır: Nadir Gezer, Yücel Balku, Nursel Aras, Pelin Yılmaz, Şaban Akbaba, Kemal Selçuk, Erdem Katırcıoğlu, Serap Gökalp, Şenol Yazıcı, Ali İpek, Şükrü Bilgiç, Metin Önal Mengüşoğlu. Ayrıca Ahmet Emin Atasoy’un, Bursa’yla ilgili öykülerden oluşan “Bursa Esintileri” adlı Bulgarca kitabı da bu gelişmeye ciddi bir katkı yapmıştır.

Roman alanında da Bursa verimli bir dönem yaşadı. Bu dönemde ilk veya yeni romanı yayımlanan isimler şunlardır: Nadir Gezer, Hakan Akdoğan, Nursel Aras, Erdem Katırcıoğlu, Kemal Selçuk, Şenol Yazıcı, Şaban Akbaba, Pelin Yılmaz, Serap Yenilmez, Rahmi Dede.

Şiir alanında yeni kitabı yayımlanan diğer şairler de şu isimlerdir: İhsan Üren, Hilmi Haşal, Nuri Demirci, İhsan Deniz, Bahri Çokkardeş, Metin Güven, Mustafa Muharrem.



Yazın ve kültürün diğer alanlarında Yılmaz Akkılıç, Raif kaplanoğlu, Melih Elal, Süleyman Diyaroğlu, Nahit Kayabaşı, Hacı Tonak, Ramis Dara, Cevat Akkanat, Kekil Şimşek çalışmalarını sürdürmüşlerdir.

Bursa yazınının en kısır alanı çocuk yazınıdır. Bursa’da yaşayan ve bu alanda ödülleri de olan Şaban Akbaba’nın dönem içinde çocuklar ve gençler için şiir, öykü ve roman dalında yeni kitaplarının yayımlandığını görüyoruz.

Buyaz’ın Bursa ve Türkiye gündemine soktuğu en önemli çalışmalarından biri de “Bursa’da Nâzım’a yer açın!” kampanyasıdır. Ülkemizin ve Bursa’nın tarihinde ilk olmak özelliğiyle dikkat çeken, hatta TBMM Genel Kurul’undaki bir konuşmasında Akın Birdal tarafından da dile getirilen kampanyanın gerekçesi ve amacı kısaca şöyledir:

1 Haziran 1933- 5 Ağustos 1934; 5 Aralık 1940-8 Nisan 1950 tarihleri arasında, yaklaşık olarak 11 yılını geçirdiği ve en güzel şiirlerini yazdığı Bursa'da Nâzım Hikmet'i hatırlatacak, adı konmuş hiçbir mekân, müze, cadde v.b. bulunmamaktadır. Çağdaş uygarlığı ve demokrasi kültürünü yaşayan ülkelerde yöneticiler, bir şairin, bir sanatçının birkaç gün kaldığı oteli, zaman geçirdiği mekânı müzeye dönüştürerek, bir anlamda sanatçısına, aydınına sahip çıkarak uygar dünya içinde saygınlığını arttırırken; bütün dünyada şiirleri okunan Nâzım, Bursa'da unutturulmak, belleklerden silinmek istenmektedir. Oysa Bursa Nâzım'a sahip çıkarak dünya şiirinin ziyaretgâhı olabilir. Böyle bir sonuçtan, Bursa kadar ülkemiz onur ve gurur duyar.



*

BURSA CEZAEVİ'NİN KALIN DUVARLARI ONUN ŞİİRLERİNİN DUYULMASINI ENGELLEYEMEDİ

Nâzım, Türkiye halkının, dünya halklarının özlemlerini dile getiren ve dünyada Türkiye dendiğinde akla gelen ilk insanlardan biridir. Onun insan manzaralarını çizdiği Bursa'da yaşayan biz aydınlara, sendikacılara, sivil toplum örgütlerine, akademik odalara; geç kalmış bir çabayı tamamlama görevi düşmektedir. Cezaevinin kalın duvarlarının Nâzım'ın şiirlerinin duyulmasını, hatta bütün dünya dillerine çevrilmesini engelleyemediği Bursa’da “Nâzım’a Bursa’da Yer Açın” sloganıyla başlattığımız kampanyaya destek vermenizi istiyor, sizlerden aldığımız destekle Bursa’daki yerel yöneticilerin sesimizi duymasını, ülke ve “kent kültürü”ne katkı sorumluluğunun da bir gereği olarak Nâzım'a yakışır bir sahiplenme içine girmelerini ve isteğimizi gerçekleştirmelerini amaçlıyoruz.

2005 yılından başlayarak her yılın Dünya Öykü/Şiir Gününde, şiirimize/öykücülüğümüze emeği geçen ve halen yaşayan yazıncılarımıza değerbilirlik ve teşekkür amacıyla “Buyaz Şiir Onur Ödülü” ve “Buyaz Öykü Onur Ödülü” veren, “Buyaz daha güzel olacak!” savsözüyle Bursa yazınında umudun ve direncin sözcülüğünü de yapan BUYAZ, Bursa yazın ve sanat atmosferine sahip çıkmak ve katkıda bulunmak amacıyla sürdürdüğü özverili çalışmalar nedeniyle; Bursa Çağdaş Gazeteciler Derneği, 2007 Kültür-Sanat Ödülü’ne değer görülmüştür.

Derneğin Buyaz Öykü Onur Ödülü verdiği öykücülerimiz; 2005/ Nadir GEZER, 2006/ Oktay AKBAL, 2007/ Talip APAYDIN, 2008/ Tarık DURSUN K., 2009/ Özcan KARABULUT, 2010/ M.Sadık ASLANKARA, 2011/ Cemil KAVUKÇU, 2012/ İnci ARAL; Buyaz Şiir Onur Ödülü verdiği şairlerimiz de (2005) İhsan ÜREN, 2006/ Arif DAMAR, 2007/ Cevat ÇAPAN, 2008/ BAŞARAN, 2009/ Kemal ÖZER, 2010/ Metin GÜVEN, 2011/Sennur SEZER, 2012/ Nuri DEMİRCİ’dir.

Buyaz’la birlikte Bursa yazın dünyasında başlayan örgütlülük geleneği, Buyaz’dan ayrılan Ramis Dara ve Ceyhun Erim’in önderliğinde 2009 yılında kurulan ikinci yazın derneğiyle pekişmiş, Bursa yazın örgütlülüğü çeşitlenmiştir(!). Kurucuları arasında Nahit kayabaşı, Hüsam Kurt ve Beyza Ersoy’un da yer aldığı Bursa Edebiyat ve Kültür Derneği (BEK) de Bursa yazın dünyasına katkı yapmak (!)amacında olmuş, ancak varlık gösteremeden kapanmıştır.

Bu dönem içinde Bursa yazın dünyasına Buyaz ve Bek’ten başka katılan kurum ve Temsilcilikler de şunlardır: Alp Kültür Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası Bursa Temsilciliği, Türkiye Edebiyatçılar Derneği Bursa Temsilciliği, Pen Türkiye Merkezi Bursa Temsilciliği, As Kültür Merkezi ve 1997 yılında kurulmuş olmakla birlikte bu dönemde etkinliklerini Bursa yazın atmosferiyle bütünleştiren Mustafakemalpaşa Kültür-Sanat Derneği ve Bursa Kitap Fuarı.

Bursa’da devam eden ve gerçekleşen etkinliklere gelince… İlki 1996’da düzenlenen Bursa Edebiyat Günleri’nden önce Bursa’da bu düzeyde ve gelenekselleşmiş bir yazın etkinliğinin yapıldığına dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Bu alanda “ciddi” ama “cılız” diye nitelendirebileceğimiz, ancak geleneğini oluşturmuş ya da oluşturmak yolunda, diye düşündüğümüz şu etkinliklerin varlığından söz edebiliriz: Büyükşehir Belediyesi Bursa Edebiyat Günleri, Buyaz-Bursa (Dünya) Öykü Günleri, Buyaz-Bursa Uluslararası (Dünya) Şiir Günleri, Buyaz Etkinlikleri, Kitabevi Edebiyat Akşamları, Buyaz Harun Cici Öykü Okuma Günleri, Şiirlerarası Yolculuk(Olay TV.,Akif Oktay), Alp Kültür Merkezi Edebiyat Akşamları, Melih Elal Okuma Grubu (Nilüfer Bel. Yerel Günden21), Nilüfer Belediyesi Yücel Balku Öykü Atöyeleri Etkinlikleri, Mustafakemelpaşa Kütür Sanat Derneği Etkinlikleri, Türkiye Edebiyatçılar Derneği Bursa Temsilciliği Etkinlikleri, Türkiye Yazarlar Sendikası Bursa Temsilciliği Etkinlikleri, Türkiye Yazarlar Birliği Bursa Temsilciliği Etkinlikleri, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yerel Gündem 21 Etkinlikleri, Nilüfer Belediyesi Yerel Gündem 21 Etkinlikleri, Yılmaz Akkılıç Kütüphanesi Etkinlikleri, As Kültür Merkezi Etkinlikleri, Nilüfer Belediyesi Nâzım Hikmet Kültürevi Etkinlikleri, Nilüfer Belediyesi Şiir Müzesi Etkinlikleri ve Bursa Kitap Fuarı Etkinlikleri.

Dönem içinde Bursa’da yaşayan ancak adlarını belli bölümlerde anamadığımız diğer yazıncılar da şunlardır: Nevzat Çalıkuşu, Mehmet Ali İnan, Niyazi Özsan, Serdar Ünver, Alev Kutluözen, Muhsin Çolak, Hüsamettin Olgun, Yasin Doğru, Emre Gümüşdoğan, Kemal İmer, Turgut Çelik, Recep Nas, Güner Özoğuz, Yüksel Akyüz (Bursa’dan ayrıldı), Aysel Ekiz(Bursa’dan ayrıldı), Özlem T. Dertsiz (Bursa’dan ayrıldı)..

Bu dönemde, Bursa mekânlı, Bursa temalı ve tümüyle Bursa’ya dair yazın ve kültür yapıtları da üretilmiştir. Başlıcaları şunlardır:

Nadir Gezer: Yalnız Adamın Düşleri, Yitikler Arasında Zaman, Yürek Bağı, Küçük Şirin Evin Gizleri.

Cemil Kavukçu: Mimoza’da Elli Gram. Angelacoma'nın Duvarları,

Şaban Akbaba: Kolonya Kokulu Mendil (gençliğe roman), Bursa’da Yazın (inceleme).

Nurşen Günaydın-Raif Kaplanoğlu:Seyahatnamelerde Bursa.

Ramis Dara: Keşişin Gümüşleri, Saklı Zamanlar (Kent Yazıları), Düş Kazıları (Kent Yazıları), Bursa’nın Ufak Tefek Taşları (Kent Yazıları).

Osmangazi Belediyesi: Ahmet Hamdi Tanpınar Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri, Edebiyatın Penceresinden Bursa, Bursa’ya Ütopik Mektuplar, Bursa Denemeleri, v.b..

Raif Kaplanoğlu:Bursalı Şair Yazar ve Ünlüler Ansiklopedisi.

Yılmaz Akkılıç: Bursa Ansiklopedisi.

Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneği yayınları (6 kitap).

Dönem içinde yayımlanan Bursa yazın dergilerinden başlıcaları şunlardır: Bursa Defteri, Kimse/Siz, Yıldırımdan Yansımalar, Alp/Bursa Kültür-Sanat Bülteni, Mavi Ada, On Altı Kırk Beş, Bursa’da Yaşam, Bursa Araştırmaları, Ölmesiz Doğmasız, Akatalpa, Patikalar (Mustafakemalpaşa), Dem (Şiir Akademisi sitesinin dergisi), Eliz, Olay Gezetesi Bursa’da Yaşam Dergisi, Bursa Araştırmaları, Çinikitap.

2012 Şubat ayı itibariyle bu dergilerden yaşamını sürdürenler şunlardır: Bursa’da Yaşam, Bursa Araştırmaları, Patikalar, Eliz ve Çinikitap. Bu dergilerden en özgün olanı, Türkiye’de yazıncıların çıkardığı tek kitap dergisi olan ve ulusal düzeyde ilgi gören Çinikitap’tır. Patikalar ve Eliz de gerek yazı kadrosu, içeriği; gerek dağıtımı açısından ulusal düzeyde ilgi gören diğer iki dergidir.

Yazınla ilgilenen gazete ve televizyonlara gelince…

Bazı gazeteler zaman zaman da olsa yazın-sanatla ilgili ekler yayınlamışlardır. Hakimiyet Gazetesinin önce “Ekspres Sanat”, sonra da 2000 yılında bir süre çıkardığı “Sanat-Kültür” dergi ekleri, Olay Gazetesinin “Bursa’da Yaşam” bunların başlıcalarıdır.

Bursa televizyonlarının, Olay Televizyonu’nda haftada bir yayımlanan ve genel yapısı itibariyle “manzume”den öteye geçemeyen çalışmaların okunduğu “Şiirlerarası Yolculuk” dışında, Bursa yazınıyla doğrudan ve sürekli ilgilenmek gibi bir kaygıları-izlenceleri olmamıştır. Zaman zaman bazı yazıncılar çağrılarak yapılan izlenceler “hiç yoktan iyi” olmakla birlikte Bursa adına yakışır yeterlikte ve düzeyde değildir.

Dönem içinde, Bursa’da yazını önemsetmek, yazıncıları yüreklendirmek ve böylece yerel/ ulusal yazın birikimine katkı yapmak amacıyla Bursa’da gelenekselleşen/ gelenekselleşmek yolunda olan önemli ödüller de yaşama geçmiştir. Bursa Büyükşehir “Ahmet Tanpınar Edebiyat Ödülleri”, “Çağdaş Gazeteciler Derneği Kültür Ödülü”, Bursa Yazın ve Sanat Derneği “Buyaz Öykü Onur Ödülü” ve “Buyaz Şiir Onur Ödülü”, Gemlik Belediyesi “Orhan Veli Kanık Gemlik’e Doğru… Şiir Ödülü” gibi.

Dönem içinde Bursa’nın kapsamlı bir yayınevine kavuşması da başlı başına bir kazanım olmuştur. Çinikitap Dergisi’ni de çıkaran Alp Kültür Merkezi “Alp Yayınları” adlı bir yayınevi kurarak ulusal düzeyde kitap yayımına başladı. Editörlüğünü şair Nuri Demirci’nin yaptığı yayınevi özellikle “Zımba Kitap” dizisiyle dikkat çekti. Bu diziden kitabı çıkan şair ve yazarlar şunlardır: Muharrem Sönmez, Aysel Ekiz, Hilmi Haşal, Zehra Betül, Zafer Özgekağan, Hülya Deniz Ünal, İhsan Üren, İlkay Aşık, Mehmet Sarsmaz, Özlem Tezcan Dertsiz, Mehmet Sadık Kırımlı. Ayrıca Nadir Gezer, Ayten Gezer, Mustafa Özdemir gibi Bursalı yazarların da çeşitli türlerden kitaplarını yayımlamıştır.

Bu dönemde Bursa yazın dünyasında bazı olumsuzluklar da yaşanmıştır. Bunlardan en önemlisi Büyük Şehir Belediye Başkanlığının iktidar partisi AKP’ye geçmesi üzerine, Belediye ve Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı kadrolarının ve Bursa Edebiyat Günleri anlayışının değişmesidir. Bu değişimin sonucudur ki, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı 10. Bursa Edebiyat Günleri’ni, Bursa Edebiyat Günleri’nin ilk dokuzuna emeği geçen yazıncıları dışarıda bırakarak gerçekleştirmiştir. Daha sonraki yıllarda da Bursa’da yaşayan, Bursa yazın-sanat atmosferine katkı yapan, Bursa’da yapıt üreten, Bursa’yı yazan yazıncıları ve örgütleri görmezden gelme tutumunu sürdürmüştür.

Bir başka olumsuzluk da 2000 yılının Ocak ayında yayın yaşamına başlayan Akatalpa Dergisi kadrosunun bölünmesidir. Derginin Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Melih Elal’ın 2008 Mart’ında vefatından hemen sonraki aylarda Yayın Kurulu’ndaki bölünme sonunda derginin Yayın Yönetmenliğini ve Yayın Kurulunu Ramis Dara tek başına üstlendi. Yayın Kurulu dışında kalan/bırakılan Nuri Demirci’yle Hilmi Haşal ise Eliz Edebiyat Dergisini yayın yaşamına soktular. Böylece Bursa yazını yeni ve nitelikli bir dergiye daha kavuşmuş oldu.

Dönemin önemli olumsuzluklarından biri de, Buyaz’ın, daha önce sözü edilen bölünme sürecidir.

Bu olumsuzluklar Bursa yazın örgütlerinin, yayınevlerinin, dergilerinin kurumlaşmasını yavaşlatmış, görece küçük kent yazını olmasından beklenen bütünsel yazın devinimini duraklatmış, yazın ekollerin gelişimini, estetik birikiminin ve geleneğinin oluşumunu olumsuz etkilemiştir.

Ama en üzücü olan da, yaşamın kendini duyumsatma çabasının bir sonucu olarak Bursa yazın dünyasının Yılmaz Akkılıç, Ali Özçelebi, Melih Elal, Harun Cici, Bahri Çokkardeş, Metin Güven, Mehmet Kaplan ve Ali Aksoy gibi oldukça önemli, etkin ve yetkin değerlerini yitirmesidir.

Çinikitap,2012,sayı:14

BİLSEM FIRTINASI

-güncel Ankara fermanları ve sonuçları-

I.

Bir gün bir ferman geldi Ankara’dan: Bilsemlerin ilkokul kısmı kapatılsın! diye buyurdu. Bilsemlerin en işe yarar bölümü kapatıldı.



Bir gün bir ferman daha geldi Ankara’dan: Bilsem yönetim kadroları tırpanlandı.

Bir süre sonra bir ferman daha geldi Ankara’dan: Ülkemdeki eğitim yöneticilerinin hemen tamamıyla birlikte bir kez daha tırpanlandı Bilsem yöneticileri.

Bunun adı “fırtına” değil de nedir? Gönderilen buyrukların adı “ferman değil de nedir?

Bilsem mi? Uzun adı Bilim Sanat Eğitim Merkezi. An itibariyle sayısı yetmişe yaklaşmış olup ilkokul kısmında on binlerce üstün ve/ya yetenekli öğrenci ilgi ve yetenekleri doğrultusunda (bilim ve sanat alanlarında) eğitim almaktadır.

Başlangıcından beri ilkokul ikinci ya da üçüncü sınıftan öğrenci kabul ediyor, bu öğrencilere yedinci, sekizinci sınıf kaygılarına kadar, yani en az dört, beş yıl eğitim verebiliyordu. İlk fermandan sonra beşinci sınıftan öğrenci kabul etmeye başladı. Bu demektir ki Merkeze gecikmiş olarak gelen, kolay kolay uyum sağlayamayacak öğrenciler bu hayhuy içinde en fazla bir ya da iki yıl eğitim alabilecekler.

Bilim ve sanat tarihi göstermektedir ki üstün ve/ya yetenekli öğrencilerin eğitimi, olabilecek en küçük yaşlardan başlatılmaktadır. Üstelik geleneğimizde de var. Örneğin Selçuklu Medreselerinde ve Osmanlı Enderun okullarında da böyle olmuştur.

Çağdaş dünyada da öyle… İleride bilim ve sanat yapacak yetenekler üç dört yaşında piyanonun, paletin başına oturtuluyor; bilime dair hobilerini geliştirebilmeleri için laboratuarlara alınıyorlar. Özel yasalarla olanaklar ve fırsatlar sunuluyor, gerektiğinde sınıf atlamaları sağlanarak eğitimlerini en kısa zamanda tamamlamalarının yolu açılıyor. On iki yaşında keman virtüözü, yirmi yaşında profesör olmuş niceleri var.

Bu değerler, önemini kavrayabilmiş aileler, kurumlar, tolumlar için yüz akıdırlar. Bilsemdekiler de öyle; bu öğrenciler, yalnızca ailelerinin değil, uluslarının hatta insanlığın da umududurlar. Genel eğitim sistemi içinde ve kalabalık sınıf ortamlarında itilip kakılmaktan kurtularak bilimin etik, sanatın estetik değerleriyle tanışarak en erken yaşta kültürel dengeli beslenmesini tamamlayıp çok yönlü, çok katmanlı, erdemli, başarılı, üretken insan olabilmek yolunda ciddi eğitim alıyorlar.

Üstün ve/ya yetenekli çocukların gelecek tasarımı açısından yapabileceklerine birçok örnek vermek gerekirse:

Örneğin bir teki bile, tıpkı Mustafa Kemal gibi gerektiğinde bir ülkeyi yeniden kurabilecek önderliği gösterebilir; Nâzım Hikmet gibi bütün dünya dillerinde okunan şiirler yazabilir, Prens Bismark gibi ülkesinin gereksinmesine iki yüz yıl yanıt verebilecek bir sosyal güvenlik (sosialgesetz) yasası yazıp uygulamaya koyabilir, Spartaküs gibi köleci sistemi yerle bir edebilir, Nelson Mandela gibi, ülkesini utandıran “apartheid” politikasına son verebilir; Leonar Do Vinci gibi on bilimsel disiplinde mükemmel buluşlara, Fazıl Say gibi dünya entelijansiyasını ayakta selamlatacak müzik yapıtlarına imza atabilir… Lenin’den Allende’ye, Mozart’tan Fellini’ye, Şolohov’dan Orhan Pamuk’a, Dr. Behçet Uz’dan Picasso’ya… örnekler çoğaltılabilir.

Aslında bilimsel ve demokratik eğitim sistemlerinde gerek duyulmayan; ancak ülkemizdeki gibi bilimsel ve demokratik olmayan eğitim sistemlerinde ve ayrıca bu beyinleri mal ve para üreten makineler gibi gören sistemlerde (Amerika, Güney Kore v.d) uygulanan “yama” bir eğitim modeli.

Nitekim bir fermanlar fırtınası geldi, Bilsem ipliğinin ucundan tuttu ve yamayı söküp attı. Yamayla birlikte, insanlığın umudu olabilecek en değerli beyinler, en insani duygularla dolu yürekler yeniden telef olmaya başladı.

Toplum içinde yalnızca yüzde bir oranında bulunan bu değerlerin bir tekinin bile önünü kesmek ulusal ve evrensel anlamda büyük bir yanlış, hata, ayıp, kusur ve hatta suçtur. Oysa bu ilk fermanla değil bir tekinin; ülkesinin, insanlığın kaderini değiştirebilecek on binlerce üstün ve/ya yetenekli çocuğun önü kesilmiş, ülkemizin ve hatta insanlığın geleceğine açık ve bedeli çok büyük olabilecek bir darbe vurulmuştur.

Belli ki süregelen kaderin değişmesi istenmiyor; belli ki din sömürüsü eklentisiyle birlikte “statüko”nun(kurulu sömürü düzenin) sürüp gitmesi iştahla isteniyor.

Sanata tüküren, heykele “ucube” diyerek yerle bir ettiren bir anlayıştan, adındaki “bilim” ve “sanat” kavramlarıyla, bilim ve sanat karşıtı, karanlık düşünceleri ürküten, korkutan bu kurumlar için başka ne beklenebilirdi ki?

Kısacası fırtınanın yarattığı tahribat toplumsal ortak bilincin/bilinçsizliğin bil/eme/diğinden, sez/eme/diğinden çok daha büyüktür.


SIRA GELDİ YAŞAMAYA
1.

Yabancı bir rüyada gibiyim

parçalarımı toplamanın büyüsünde

bir atımlık barutum sanılıyordu

ya da toz bulutundan bir tozan gökyüzünde.

2

İhanetin de dili var

ve konuştu sonunda

söylediği ilk söz

zulmün hiç bir işe yaramadığı”na dairdi.



3

Derlenip toparlandım işte

yeni doğmuş bir tay gibi

dizlerimin üstüne kalktım önce

sonra da dikildim alabildiğine.
Şimdi dağların yüzü daha güleç

daha ışıklı suların kabarcıkları.

4.

Erguvan cümbüşüne boyanırken halaylar

alıp gitti korkularımı rüzgarlar.

S

ı

r

a

geldi
y a ş a m a y a !.....
(ş.a. Ülkemin Güzel Yüzleri(2007) adlı kitabından)

II.


Tıpkı Musa Artar’ın “Mavinaz” başlıklı öyküsündeki Mavinaz, Kerem, Çetin Bey ve diğerleri gibi her birimiz kendi öykülerimizi yaşıyoruz aynı zamanda. Bahar, doğumu, çocukluğu ve gençliğidir insanın. Yaz; olgunluğu, verimliliği… Sonbahar; kollarının kanatlarının hazana döndüğü… Kış ise yepyeni yaşamlara gıda olabilmek için toprakla buluştuğu.

Yaz olgunluğum sürüyor; yepyeni verimlerle varlığımı kanıtlıyorum yazın yaşamımda da, derken ansızın sonbahara yağmurları başlıyor; hava soğuyor, ağaçlar üşüyor, yapraklar o güzelim rengini yitirerek dökülüp saçılıyor ortalığa. Doğasal bir hüzün fırtınası alıyor yaz dinginliğinin yerini. Benim sonbaharım da doğasal döngüsünü tamamlamak üzereyken başka bir fırtınaya tutuluyor. Otuz kitapla anlamlandırdığım, süslediğim meslek yaşamım aldığı bir darbeyle sarsılıyor.


SITEM

1.

Nasıl ki yağmur susamış toprak için

nasıl ki yol yolcunun

benim şairliğim de senin için ey güzellik

senin için yüreğimde yüreğimden yaptığım

sevda renkli “taç mahal".
Beni ihanet, beni çiğ düşmüş gözleri çocukların

bir de dost meclislerinden uzak kalmak kahreder.

Buysa eğer yaşamın getirip soframa koyduğu

kendi defterimde ararım önce:

Hangi hoyrat rüzgârların eteğine tutundum

hangi türküleri yanlış söyledim.

2.

Derler ki

ne bulduğuma sevinirim

ne de yitirdiğime

ama ben/bulduğumda sevindiğimden

daha çok üzülürüm yitirdiğimde.
Değil mi ki yaşıyorum

şu yaşanılası dünyada

daha nice sevinip

nice nice üzüleceğimi de biliyorum.

(ş.a.YüreğimKoynundadır(1986) adlı kitabından)
Beş yıllık yurt dışı (Almanya) öğretmenlik deneyimimden sonra atandığım, kuruluşundan başlayarak on üç yılımı verdiğim Bilim ve Sanat Merkezi(Bilsem)’ne bir şeyler oluyor. Bir yazıyla önce ilkokul kısmı kapatılıyor. Sonra, norm kadrolarla oynanarak yönetim kadrosu dağıtılıyor, branş öğretmenleri azaltılıyor.

Bir özel eğitim kurumu olan Bursa Bilsem, yönetiminde Merkez Müdürü, Müdür Başyardımcısı ve dört Müdür yardımcısı olmak üzere altı kişi görev yapıyorduk. Müdür Başyardımcısı olarak ben ve diğer üç Müdür Yardımcısı arkadaşım ansızın gelen yarım sayfalık yazıyla norm dışı sayıldık. Şaşılacak bir durum! Sabah saatlerinden akşam yirmilere kadar günde altı vardiya eğitim yapan Bilsem için, bir Müdür ve bir Müdür Yardımcısının görev yapma önerisi akıl kârı değil. Her neyse…

Rüzgâr sert esmeye başladı ve sonunda Bilsem ağacımızın ilk hazanı düştü. Müdür Yardımcılarından Nihat Tekin sınava dayalı atamalarda tayin istemek zorunda kalarak başka bir okula atandı. Böylece Bilsem, aslında kendine çok yakışan, akıl küpü, çalışkan, dürüst ve kültürlü bir elemanını yitirmiş oldu. Bu ciddi bir kan kaybıdır. Sıra Esra Balın, İlhan Duman ve bende… Esra Balın genç, dinamik, öğrenmeye açık, mevzuatı hızla özümleyen, tutarlı, kişilikli ve çalışkan bir yönetici. Ne yazık ki Bursa Bilsem onu da yitirdi. İlhan Duman da öyle… Genç olmasına karşın geçmişte de yönetim deneyimi kazanmış, mevzuatı iyi bilen, pratik çözümler üretmekte başarılı, pırıl pırıl bir yönetici. İkinci fermana göre Müdür Yardımcısı Güven Gökçe yerinde kalacak, adlarıyla tek tek tanıdığı öğrencilerimizin programlara yerleştirilmesine, öğretrmenlerin etkinlik programlarını hazırlamaya devam edecekti. Ne ki 3. fermanla o da yerinden edilecek görünüyor. Dördü de, adında “bilim” ve “sanat” gibi iki önemli kavramı barındıran içeriği, işleyişi, amacı ve gelecek tasarımı bu yönde olması gereken Bilsem’e çok yakışıyordu.

Tren geçti. Sular ürperdi usuldan. Kuşlar ürktü.

Ülkemin en güzel yüzleri köpük toplamaya gitti.

Giden dönmedi.

(ş.a. Ülkemin Güzel Yüzleri(2007) adlı kitabından)

Belli ki Bilsem fırtınası sürecek; rüzgâr hızını, soğuk şiddetini arttıracak, Bilsem ağacı daha çok üşüyecek, yapraklarına besin ve su taşıyamayacak, güneş zaten uzak yörüngelerde olduğu için ısısını, ışınlarını göndermeyecek ve yapraklarının hepsini dökecek. Varsın olsun, her yaprak, yerini, gelecek baharda doğacak birçok yaprağa bırakacağının bilincindedir. Aslolan ağacın kendini koruma içgüdüsü ve doğa duyarlılığı taşıyan sorumlu insanların, o insanlardan oluşacak toplumların ona sahip çıkmasıdır.


SEVGİ
Ben”im kadar sevemez hiç kimse ülkesini

tapamaz taşına toprağına

yoksul ve bilge halkına.
O kadar çok sevdim ki

dikenlerine verdim parça parça tenimi

kuşlarına benek bildim kanımı.

(ş.a.Güneşin Konağı(2001) adlı kitabından)


Bu arkadaşların dördünü de üç yıl önce Müdür Vekili olduğum zaman, iş başında, zor zamanlarda tanıdım. Gitmek zorunda olacakları eğitim kurumlarında da aynı çabayı göstereceklerine, giderek daha çok deneyim, daha çok bilgi kazanacaklarına, daha verimli olacaklarına ve tıpkı benim güvendiğim gibi “güvenilir” yöneticiler olarak kalacaklarına ve o güzellikleriyle çalışacaklarına inancım tamdır. Hani krizantemler, korungalar gibi her yıl, hatta Udumbara gibi üç bin yıl sonra bile, açan çiçekler vardır ya öyle.
DÜNYA DURDUKÇA
Onu da vurdular

Yüreğimin mavi sularında

Bir su kabarcığı gibi

Rakseden telli turnayı

Ne çok esirgeyip durmuştum oysa.
Bir harita üzerinde yürüyordu

Elinde kocaman bir tas güneş suyu

Dizlerine kadar fırtınalara boyanırken çağlar

(ın) köküne incecik bir yol gibi

uzayıp gidiyordu gözleri.
O rüzgar yeniden esecek

Tırısa kalkmış al yeleli bir atın

Müjde yastığı taşıması gibi düğünlerde.
O yastık

Ne düğünler gördü

Nicesini de görecek dünya durdukça.

(ş.a. Yüreğim Koynundadır adlı kitabından)

BEŞ KÜLTÜR PENCERESİNDEN:

MUSTAFAKEMALPAŞA KÖYLERİ

Toplumsal uygulamalar, ritüeller, doğa ve evrenle ilgili bilgiler, el ve gösteri sanatları geleneği gibi yerel bilgi sistemleri insanın ve insanlığın bütünsel gelişimine katkı yapan değerli hazineler olarak düşünülmelidir. Bu düşünceden yola çıkarak gerçekleştirdiğim çalışmanın özgün kültürel mekânı Mustafakemalpaşa’nın köyleri, konusuysa beş başlık altında incelediğim, yaşayan kültürel miraslardır.



Düğün Geleneği:

Mustafakemalpaşa köylerinde düğünlerin köklü bir kültürü, belli başlı unsurları ve kendine özgü biçemi(üslubu) vardır. Bu kültür unsurlarından bazıları adını korumakla birlikte başka bir görünüme bürünmüş olarak, bazıları hiçbir bozulmaya uğramadan varlığını sürdürmektedir. Örneğin “görücü usulü kız isteme”, “başlık parası” v.b. uygulamaların ortadan kalkmasına karşın, “takı” geleneği geçmişte olduğundan da abartılı biçimde yaşamaktadır. Takının bir başka işlevi de kızın gönüllü ya da gönülsüz olarak verilmesiyle ilgilidir. Anlayışlı ve kızını gönüllü veren aileler takı konusunda zorluk çıkarmazken; gönülsüzlük durumunda takı isteği aşırı olmakta, bazen de işin bozulmasına yol açmaktadır. Günümüzde de varlığını koruyan düğün geleneklerine gelince…



Mendil verme, söz kesme: Kız ve oğlan tarafı her konuda anlaştıktan sonra, anlaşmanın bir kanıtı olarak kız tarafından oğlan tarafına ipek bir mendil verilir. Bu olaya “mendil verme“ veya “söz kesme“ denir. Sait Faik’in Bursa’da yazdığı İpek Mendil başlıklı öyküsüne de esin olan bu gelenek, dünürler arasındaki samimiyetin artmasına katkı yapmaktadır. Bu geleneğin tersine de “çevre alma” ya da “küçük nişan” denmektedir. Sözlenmeden bir süre sonra, oğlan tarafı akraba ve dostlarına haber göndererek kız evine çevre almaya gidileceğini bildirir. Belirlenen günün akşam namazından sonra hep birlikte kız evine gidilir. Bu törene erkeklerin yanında akraba ve dostlardan oluşan kadınlar ve kız tarafının akrabaları da katılır. Yapılan törende, geleneksel usullerle göre kız istenir. Sonuç oradaki bütün davetlilerin duyacağı şekilde yüksek sesle duyurulur. Kız tarafı ve oğlan tarafı karşılıklı bohça alıp verirler. Bir aile büyüğü nişan yüzüklerini takar, kurdelâlarını keser. Tatlı ağırlıklı ikram yapılır, tebrik gerçekleştirilir. Tebrik sırasında erkekler nişanlanan kızın avucuna hediye olarak para koyarlar. Nişan töreni böylece tamamlanır. Bir gece sonra, kız evinde veya kız evine yakın bir evde “çevre düğünü” yapılır.

Büyük nişan: Genellikle düğünden birkaç gün önce yapılır. Geline çeşitli takıların takıldığı, evin eşyalarla, elbiselik kumaşlar ve gömleklerle donatıldığı bu törene “donanma” adı verilir.

Heybe adeti: Düğün öncesindeki bayramlarda, “bayramlık” götürmek gelenektendir. Oğlan tarafı kız tarafına, kız tarafı da oğlan tarafına bir gün arayla heybe dolusu armağanlar götürür.

Honça adeti: Gelinin baba evinden oğlan evine götürüldüğü günün akşamında, kız evi, damatla gelinin yemesi için lokum ekmeği, kızarmış tavuk ve helvadan oluşan bir bohça gönderir.

Kapı açması: Çevre düğününden bir süre sonra oğlan tarafının kadınları, belirlenen bir gecede çeşitli armağanlarla birlikte kız tarafını ziyarete giderler. Yenilir, içilir, eğlenilir.

Çeyiz serme: Oğlan tarafının yapacağı çeyizin miktarı ve kalitesi konusunda da sıkı pazarlıklar yapılır. Kız tarafı istediği çeyizi aldırmak için diretir. Bu pazarlığın sonucu genellikle anlaşmayla biter. Oğlan tarafının hazırladığı çeyizler düğünden bir hafta önce kız evine götürülür, orada sergilenerek kız tarafının akrabalarına, komşularına ve dostlarına gösterilir. Bu çeyizler, düğün başlamadan bir iki gün öce de kız tarafının hazırladığı çeyizlerle birlikte damadın evine götürülür, duvarlara asılır, yerlere serilir.

Düğüne çağırma-davet veya okuma: Düğüne davet etme işine okuma, okuma işini yapan kadınlara okuyucu, davet için gönderilen kumaş, havlu, gömlek, bluz ve çember (yazma) gibi eşyalara da okuyuculuk denir.

Klâsik sazlı düğünlerin yapılışı: Bu düğünler cuma günün gecesi başlar, pazar günü akşam sona erer. Kadınların eğlencesine evli erkekler, erkeklerin eğlencesine de evli kadınlar katılmaz; kadınların eğlencesine bekar erkekler, erkeklerin eğlencesine de genç kızlar katılır, izler.

Düğünün başlaması-kına gecesi: Düğün cuma gününün gecesi kız evinde başlar. O gece sadece kadınlar eğlenirler, geç saatlerde çengilerin söylediği ağıtlarla gelinin ellerine ve ayaklarına kına yakılır. Bu ağıtlar söylenirken gelin ve yakınları; “ak bakırlarım susuz kaldı, han gibi evlerim ıssız kaldı, güzel anan kızsız kaldı” gibisinden kına türküleri yakılarak ağlatılır. Kadınların eğlentisinde çengiler genellikle dümbelek daire, keman ve klarnet gibi çalgılar çalarlar. Bu geceye, “kına gecesi” denir.

Sağdıçlık ve sağdıç kavuşması: Sağdıç, evlenen gencin en yakın, en güvenilir ve en samimi arkadaşıdır.Akrabalık değerindeki bu gelenek ömür boyu sürdüğü gibi kuşaklar boyunca da sürebilir. Sağdıç kavuşması, düğünün ikinci günü damadın evinin önünde gerçekleşir. Düğündeki çalgılar ikiye ayrılır. Damat evin önünde kalır. Sağdıç ikiye ayrılan çalgıların yarısını, gençlerden bazılarını ve düğün bayrağını alarak 150-200 metre ileri gider, oradan geri döner, oynaya oynaya damadın yanına gelir. Damada yaklaştığında koynunda sakladığı, içi elma, portakal, ayva veya kuru üzüm dolu mendili çıkarıp damada fırlatır. Damat da aynı şekilde cevap verir. Arkasından sağdıç ve damat birbirlerine sarılıp öpüşerek kavuşmayı gerçekleştirirler.

Dürü götürme: Cumartesi günü, öğleden sonra genellikle klâsik sazlardan oluşan çalgı topluluğu damadın evine gelir. Topluluk, düğün evinde bir iki fasıl çaldıktan sonra damadın sağdıcıyla birlikte yakın akrabaların evini ziyaret eder. Gidilen evlerde bir şarkı veya oyun havası çalar, ev sahibini düğüne davet eder, onlardan bahşiş alır. Bu davetler sırasında köyün çocukları da işe karışırlar. Ziyaret edilen evlerden verilen ekmek, baklava, büzme ve soda tatlılarının içinde olduğu tepsileri başlarının üzerinde taşıyarak damadın evine götürürler. Bu olaya dürü götürme denir. Dürü götüren her çocuğa damadın annesi bozuk para veya şeker vererek onları sevindirir.

Havet toplama: Pazar sabahı da bu işi köy delikanlıları yapar. Müzik eşliğinde damadın akraba ve sağdıçlarının evini ziyaret ederek bahşiş toplar. Onlara bahşiş olarak kızarmış tavuk, basma, para vb. verilir.

Düğün yemekleri: Düğünlerde başka yerlerden gelen misafirlere ve köy halkına oğlan evi tarafından çeşitli yemekler ve tatlılar ikram edilir. Bu mutfağın yüzyıllardan beri en baş yemeği de keşkektir.

Takı töreni (donanma): Düğünlerde takı işlemini gedikli çengi denen bir kadın yönetir. Kendisine verilen hediyenin kime ait olduğunu yüksek sesle duyurur, gelinin başının üzerinde üç defa çevirir ve “Gelin kızı hoş gördü.” deyip yerdeki bohçaya atar.

Gelin alıcı: Gelin alıcı öğleden sonra damat evinden çıkar. Bayrakların önde yürüdüğü gelin alayı, bayraktarın emri ile zaman zaman durur; gençler çalgı eşliğinde karşılama, dörtleme ve çiftetelli gibi oyunları oynarlar. Bu şekilde gelin evine varılır. O süreçte, “geliyoz ağalar geliyoz, dağı taşı deliyoz, bizler gelin almaya geliyoz” gibisinden maniler söylenir. Gelin, evinden dualarla alınır, arabaya bindirilir. O sırada da, “gidiyoz ağalar gidiyoz, dağı taşı didiyoz, bizler gelini aldık gidiyoz” biçiminde mani söylenir. Araba kapıdan çıkarken önü gelinin kardeşleri, akrabaları veya komşuları tarafından kesilir. Aynı şeyi çocuklar da yolda yaparlar. Her iki durumda da bahşiş alınmadan araba salıverilmez. Tıpkı gelişte olduğu gibi dönüşte de araba zaman zaman durdurulur, çalgılar çalınır, gençler oynarlar. Bu şekilde damadın evine varılır. Gelin arabası sokak kapısında içeriye girince gelin arabadan dualarla indirilerek damada teslim edilir. Gelini teslim almak üzere odasından çıkan damat düğündeki kalabalığın üzerine şeker ve bozuk para atar.

El öpme: Damat gelinle birlikte bir kenarda durarak düğün için gelen dost ve akraba büyüklerin ellerini öperler. El öptüren büyükler geline para verirler. El öpmenin ardından damat, gelini içeriye götürüp bıraktıktan sonra tekrar dışarıya çıkar, sağdıçlarla birlikte çalgılar eşliğinde oynar, çalgıcılara bahşiş verir. Böylece düğün de bitmiş olur.

Gezele ya da ardı sıra adeti : Düğünden sonra oğlan tarafı yakın akrabaları ve dostları ile birlikte kız evine giderler. Bu, gelinin baba evini ilk ziyaretidir. Baldızlar ve kayın biraderler eniştelerine hoş sürprizler ve şakalar yaparlar ve bahşiş alırlar. Bu şakalardan bazıları şunlardır.

Kedi nallatma: Baldız veya kayınbiraderler tarafından bir kedi getirilerek damada getirilir, damattan, onu nallaması istenir. Kedinin nallanamayacağını bilen damat bahşiş vererek bu işten kurtulur. Tuzlu kahve ikramı: Bu iş baldız tarafından yapılır. Tuzlu kahveyi içen damat gülünç durumlara düşer. Ayakkabı saklama: Damadın ayakkabılarının bir teki kayınbiraderler tarafından saklanır. Damat evine döneceği zaman ayakkabısının bir tekini koyduğu yerde bulamaz. Kayınbiraderlerine bahşiş vererek ayakkabısını getirtir ve böylece evine dönebilir.
Doğum Geleneği:

Düğün olup gençler muradına erdikten sonra ailenin o büyük ve kutsal beklentisi başlar. Evde bir gül, bir çiçek açmalı, bütün evi şenlendirmeli. Bir çocuktur beklentisidir o. Çocuğun gelmesi geciktiğinde gelin ve damada dolaylı baskılar bile yapılır. Sonunda o sevinç ve ona dair geleneksel davranışlar gelinin hamileliğiyle başlar.

Örneğin, çocuk çirkin doğar korkusuyla hamile kadının çirkin hayvanlara bakması engellenir. Çocuğunun ağzı balık ağzına benzer diye hamileliğin ilk günlerinde balık yedirilmez. Hamile kadına, çocuk gamzeli olsun diye ayva; doğunca kırmızı kırmızı olmasın diye gelincik köftesi yedirilir.

Çocuk dünyaya gelince göbek bağı kesilir, dini bütün olsun diye cami bahçesine gömülür. Ezanla birlikte adı verilir. Gelincik hastalığına yakalanması diye vücuduna bal sürülür, sıcakta terleyip kokmasın diye vücudu tuzlanır. Sarılığa yakalanmaması için üstü üç gün boyunca sarı örtüyle örtülür. Yanına kırk gün boyunca bir demir parçası konur, annenin göğsüne de bir demir parçası asılır. Böylece bebeğe ve annesine şeytanın zarar veremeyeceğine inanılır.



Yarı kırk uçurma: Çocuk doğup yirmi günlük olunca “yarı kırk uçurma“ya gidilir. Çocuk, evden “kırk uçurma”ya götürülürken evin sağ tarafında bulunan varlıklı bir ailenin evine uğratılır ki büyüdüğünde o da varlıklı olsun. Bu ziyaretlerde bebeğe, erkekse un, kız ise yumurta verilir.

Kırk çıkarma: Doğum yapan kadın kırk gün dışarı çıkmaz. Doğum yaptıran ebe kırk çıkacağı zaman bayırlardan nohut büyüklüğünde kırk taş toplar, tencerede kaynatır. Bu su ile bebek ve annesi yıkanır.

Kırk basma: Aynı günlerde doğum yapan kadınların evlerine kırk uçurmaya gidilmez. Gidilirse kırk bastı olur. Uğursuzluk sayılır. Kırklı kadın olan evden konu komşuya hiç bir şey verilmez.

Diş hediyesi: Bebeğin ilk dişini görene hediye verilir. Eskiden tavuk verilirdi. Bebek adım atmaya başlayınca adım lokması yapılır, dağıtılır. Dedeleri bebeğe hediye alır.

Ninni: Bebek çocukluğa varıncaya kadar ninnilerle uyutulur, ninnilerle emzirilir. Bu ninnilerden bazıları doğrudan onu ekonomik yaşama hazırlamak içindir. Örneğin: “Hu yavruma hu/ Uyusun da büyüsün hu hu/ Tarlalarda yürüsün hu/Neni yavrum neni/Hu hu hu hu” gibi.

Adım papası (turtası): Bebek yürümeye başlayınca bir eşiğin üzerine ip bağlanır. Bebek buraya getirilir. Burada: ”Kösteğini keseyim mi?” diye üç defa sorulur. Diğer kişi de “Kes!” der, ip kesilir. Bu, bebeğin yürürken düşmemesi içindir. Sonra konu komşuya ekmek, helva ya da tatlı gibi şeyler dağıtılır.

Annenin ve bebeğin çamaşırları yıkandığında ikindi vaktine kadar mutlaka içeriye alınır. Bebek kız ise “6. ay kınası”, erkekse “adım lokması” yapılır.


Ölüm Geleneği:

Doğum geleneği, bebeğin sağlıklı büyüyerek yaşama tutunması ve yararlı bir insan olması niyetine dönük bir dizi tören ve ritüellerle anlamlandırılırken onu tamamlayan bir gerçeklik olarak ölüm geleneği de bir dizi tören ve ritüellerle anlamlandırılmaktadır.

Yaşama çeşni katarak onu tamamladığına inanılan ölüm de tıpkı doğum gibi hazırlıklarla karşılanır. Örneğin herkes ölmeden önce bohçasını hazırlatır. Bohçanın içinde kefen, yıkanırken kullanılacak havlu, peşkir, el dokuması yakasız gömlek konur.

Ölüm döşeğindeki kişiye zemzem verilir. Öldükten sonra ayak başparmakları bağlanır ve kıbleye yatırılır. Cenaze o geceyi evde geçirecekse üstüne dik olarak bıçak ya da kayış konulur. Bu iş de ölünün yanına şeytan sokulmasın ve üstünden kedi atlamasın diye yapılır. Ölen kadınsa, kefenin içine çörek otu ve kına serpilir.

Yakın akrabalarından biri, ölen kişiye kırk gün Yasin okur. Yakasız gömlek, bu okuyucuya verilir. Bu bohçanın içinde bir ferace dikimi kadar kumaş da vardır. Kadının dış örtüsü olarak kabul edilen feracelik, kefen bağlandıktan sonra üstüne örtülür. Erkekte feracenin yerine havlu örtülür. Sonra o feracelik geri getirilip birine verilir. Hacca gidenlerin Kâbe’ye götürüp getirdikleri kefenliğin daha kutsal olduğuna inanılır. Ölü, evinden yattığı yerden kaldırılınca o yere un ve tuz konur. O tuz da bir fakire verilir.

Yedi gün cenaze evinde yemek yapılmaz; yemeği komşular getirir. Cenaze günü gelenlere peynir ekmek, şeker, un helvası ve kibrit dağıtılır. Cenaze evinde altı gece tebareke; yedinci, kırkıncı, elliikinci günlerindeyse mevlit okutulur. Komşulara çember(yazma), terlik veya havlu gibi şeyler dağıtılır.


Batıl İnançlar:

İnsanın, “batıl” diye adlandırılan din bağlantılı soyolojik, psikolojik inançlara gereksinmesi onun aile eğitimi ve yaşam koşullarıyla yakından ilgilidir. Aileden başlayan eğitim ve bilgi, sorunlara çözüm gereksinmesine yanıt vermediği ya da yaşamı daha da zorlaştırdığı zaman birey düşünsel-hayali gerçeklikler üretir ve ona sığınır. Çoğu zaman korku, cehalet ve yoksullukla beslenen bu gerçeklikler ona savaşım direnci, yaşam avuntusu ya da teslimiyeti getirir. Her üç halde de belli bir doyum sağlar. Halkın sosyolojisini ve hatta ekonomisini de ilgilendiren batıl inanışlar faslında rengârenk bir psikoloji harmanıyla yüzleşiyoruz. İlginç olan da şudur ki bu inançların pek çoğu yüzyıllardan beri varolageldiği gibi bugün de kendine yaşam alanı bulmaktadır.

Cuma günü dışarı kül dökülmez, küle su dökülmez, ütüne çiş edilmez. Yapanlar çarpılır. Çarpılanın kara büyüye tutulduğuna inanılır. Bu sorun büyü yapanın, büyüyü bozmasıyla çözülür. Örneğin o kişi leylek yuvasından çalı çırpı alır, onları yakarak su ısıtır ve bu su ile büyüyü bozar. Cuma günü iğne tutulmaz, iş yapılmaz, ev süpürülmez, çocuk ve çamaşır yıkanmaz, ekmek pişirilmez. O gün meleklerin ekmeğin başında beklediğine, fırına atılması durumunda kanatlarının yanacağına inanılır.

Akşam ezanından sonra komşuya ekmek mayası, yumurta, soğan ve süt verilmez. Eğer verilirse sütün içine kül atılır. Saçak altından geçilmez. Çarşamba ve Pazar günü çamaşır yıkanmaz. Gece çamaşır veya bulaşık suyu dışarı ya da gidere dökülmez. Gurk tavuk altına yumurta verilmez. İncir ağacının altına küçük su dökülmez. Cevizin altında uyunmaz. Eşiğe ve süpürge üzerine oturulmaz. Evin çevresinde sık sık baykuş öterse, Azrail’in baykuş kılığına girdiğine ve yakında o evden ölü çıkacağına inanılır.

Gece gübrelikten, dereden ve çaydan geçilmez, pınardan su alınmaz, kuyudan su çekilmez, bulaşık suyunun üzerinden atlanmaz, aynaya baktırılmaz, tırnak kesilmez, sofra bezi silkelenmez. Bunlar yapılırsa cinin, şeytanın çarpacağına ve inme ineceğine inanılır. Gece sakız çiğnemez, çiğneyenler "ölü eti çiğniyorsun" diye uyarılır.

Bahar aylarında kırklar denilen günde iş yapılmaz ve ev temizlenmez. Evi kırkayakların ve böceklerin basacağına inanılır. O gün bütün köy halkı topluca kırlara çıkar; piknik yapar, yer, içer, eğlenir.

Yeni doğmuş bebek odada yalnız bırakılmaz. Şeytanın gelerek bu bebeği alacağına, yerine çirkin yapılı ve beyin özürlü bir çocuk bırakacağına inanılır. Bu çocuğa “şeytan değiştirmesi” denir. Erkek bebeğin saçı ilk kesildiğinde terazinin bir kefesine saçı, diğer kefesine de altın ya da para konur. Saçın ağırlığına eşit gelen para veya altın yoksullara verilir.

Çeşmeden su taşıyan kızın testisi düşüp kırılırsa uğursuzluk sayılır.

Açık başla ve ayakta su içilmesi günah sayılır. Yaşlı erkekler şapkaları yoksa su içerken başlarını elleriyle kapatırlar.

Yürümeyi öğrenen küçük çocuğun emeklemesi uğursuzluk sayılır. Emeklemesine izin verilmez.

Tuvalet kapısının kıbleye bakması uğursuzluk sayılır. Ev kapısının kıbleye bakması istenir. Kapısı kıbleye bakmayan eve bet, bereket girmeyeceğine inanılır. Kapı arkası de uğursuz sayılır. Evde bir cam eşyanın kırılması, olası bir belanın savulması anlamına geldiği için iyiye işaret sayılır. Ezan saati köpek uluyunca “çeneni kes, başını ye!” derler. Kargalar bir evin üzerinde uçarsa o evden cenaze çıkacağına inanılır. Çocukların dişleri çıktığı zaman evin kiremitliğine atılır.

Ceviz ve incir fidanı dikenlerin öleceği söylenir.

Birinin evinde köpeği uluyunca başına kötü bir şey geleceğine; birinin öldüğü gece köpekler çok havlarsa, ölen kişinin günahının çok olduğuna inanılır.
Çocuk/Genç Oyunları:

Çocuğun oyun ve sevgiyle büyüdüğü, eğitildiği, toplumsallaştığı, kişiliğini oluşturduğu eğitimbilimsel bir gerçektir. Bu bilimsel gerçeğin ışığından baktığımızda çocuk oyunlarının köy çocukları için çok daha önemli olduğunu görüyoruz. Çünkü kentsel yaşam ve varoluş olanaklarından yoksun olan köy çocukları/gençleri bu oyunlar sayesinde kendilerini gerçekleştirebilmekte, ifade edebilmekte ve topluma kabul ettirebilmektedirler. Mustafakemalpaşa köylerinde çocukların bugün de severek oynadıkları, eğitsel, eğitimbilimsel ve sosyolojik değeri olan bir çok oyun vardır. Bunlardan bazılarına göz atmak gerekirse:



Yüzük oyunu:8-10 kişi ile oynanır. Oyuncular yuvarlak şekilde toplanır. Baştan şapka veya ayaktan çorap çıkarılır. Mısır tanesi veya bozuk para şapkanın altına saklanır. Ebeden, saklanan mısır tanesi veya bozuk parayı, en son iki kişi kalana dek bulması istenir. Bulamayan diğer oyuncular tarafından bir biçimde cezalandırılır. Bulan kişi saklama hakkı kazanır.

Güvercin taklası: Örneğin 10 kişiyle oynanıyorsa 4’ü masa şeklinde kafaları dışarı gelecek biçimde eğilir, diğerleri onların üzerinden atlar. Atlayamayan ebe olur.

Dokuz çelik oyunu: Sopayla oynanır. Ortaya bir tane taş konur. Üstüne uzun bir sopa onun ucuna da 9 tane sopa yerleştirilir. Bir kişi ebe olur. Ebe bir yandan oyuncuların taşa basmasını engellemeye, diğer yandan oyuncuları yakalamaya çalışır.

Mata oyunu: Taşla oynanır. Kaydırılabilecek bir taşla. Biz çizgi çekilir. Bir kayanın üstüne yuvarlak bir taş konur. Herkes o çizginin arkasına geçer. O taşı vurmaya çalışır. En az vuran oyuncu ebe olur.

Dombili oyunu: Kiremit parçaları üst üste dizilir. Zıplayan küçük toplarla kiremitler vurulur. Bu esnada dağılan kiremitleri ebe toplar ve tekrar dizmek zorunda kalır. Böylece oyun devam eder.

Çelik: 150 cm bir çubuk ve 25-30 cm. boyunda bir çelikle oynanır. Çelik çubuğun üstüne zıplatıldıktan sonra vurularak uzağa gitmesi sağlanır. En uzağa atan kazanır.

Citme çeliği: İnce yay şeklindeki elastiki sopalarla oynanır. Sopa yere vurulur. Sopa yaylanıp uzağa gider. Kiminki daha uzağa giderse o kazanır.

Simit oyunu: Bir tane yuvarlak çizilir. İçinde bir kişi ebe olur. Ebe, “simiiiiit!” diye bağırır, sesinin sonu gelmeden oyuncuları yakalamaya çalışır. Ebenin sesi bittiği anda diğer oyuncular ebeyi yuvarlağın içine girinceye kadar hırpalarlar.

Deve oyunu (alabaş): Genellikle kurban bayramında oynanır. İki kişiden deve yapılır. Boyun olacak öndeki kişiye çan takılır. Öndeki kişi devenin de başıdır. Deve başı, köylerdeki öküz iskeletinin kafatasından yapılır. Buna köyde “Alabaş” denir. Devenin idaresi öndeki kişinin elindedir. Köyün içi deve tarafından gezilir. Elindeki sopayla insanlara vurur. İnsanlar da “Aman vurma, yumurta vereyim.” der. İnsanları korkutur, kaçırır. Hane sahiplerinden para veya yiyecek toplanır.

Çetele: Oyuncular iki guruba ayrılır. Taşın ulaşabileceği kadar mesafeye belli aralıklarla üç taş dikilir. Bu taşların tam karşılarına da üç taş dikilir. Oyuncular ellerine aldıkları üçer büyük taşla, sırayla birbirlerinin taşlarına atış yaparlar. Hangi taraf üç taşı önce vurursa, oyunu o taraf kazanmış olur. Yenen taraf, yenilen tarafın sırtına binerek, atış yapılan taşların olduğu yere kadar kendini taşıtır.

Sıçan kapan oyunu: Oyuncunun elleri ve ayakları bağlanır. Ters olarak iki oyuncu birbirine geçer. Çapraz şekilde yürürler.

Domuz çelik, ciritme oyunu: Her oyuncunun ince uzun sopası olur. Belirlenen bir yere bir çubuk yatık olarak konur. Sıra ile eldeki çubuklar yere vurularak ileri atılır. Yatık çubuğa vuramayanlar ebe olur, atılan çubukları toplar.

Manya:Yalın ayaklı gençler koşarlar, en hızlı koşan belirlenir ve ödüllendirilir.

Menekşe oyunu: İki gurup karşılıklı dizilir, eller kenetlenir. Karşı guruba “Menekşe mendilin düşe, bizden size kim düşe? “ denir. Adı söylenen koşarak gelir, en zayıf yere kendini çarpar. Halka koparsa kopan oyuncu esir düşer ve diğer gruba geçer. Hangi grupta oyuncu biterse o grup oyunu kaybeder.

Mamuç: Taşla oynanır. Herkesin elinde bir taş olur. Bir tane de büyük taş, on metre öteye konur. Onun üstüne de yumruktan küçük bir taş konur. Bu taşa “muga” denir. Belli mesafeden elindeki taşla karşıdaki büyük taşın üstündeki küçük taş vurulmaya çalışılır. Oyuncu küçük taşı vuramazsa attığı taşı almak için gittiğinde orada bekleyene değmeden alması gerekir. Değerse kaybeder. Eğer taşı vurabilirse, ebe taşı yerine koyana kadar kendi taşını alması gerekir. Eğer ona değerse o ebe olur. Değmezse yeniden atma hakkı olur.

Gece çeliği: İki grupla oynanır. Karanlıkta çubuk şeklindeki çelik, havaya atılır. Kim bulup getirirse o kazanır. Başkalarına göstermeden bulması gerekir. Bulduğunu gizlice ebeye getirir. Çünkü diğer oyuncular onun çeliği bulduğunu anlarlarsa elinden almaya çalışır.

Çivi oyunu: İki kişilik bir oyundur. Çivilerle oynanır. Bir kişi elindeki çiviyi yere atar, eğer çivilerden dik saplanan olursa oyuna devam eder. Bir daire çizer. Olmazsa sıra öbür oyuncuya geçer.

Beştaş oyunu: İki kişi ile oynanır. İlk oyuncu, taşın birini havaya atıp oyunun ilk bölümünde yerden bir taş kapmaya çalışır. İkinci bölümde iki taş, üçüncü bölümde üç taş. Dördüncü bölümde dördünü birden kapar, attığını da tutmaya çalışır. Kapmayı başaramazsa oyunda yanar. Oyun başka evrelerle devam eder.

Ceviz oyunu: Yere çakılı çivi üzerine madeni para konur. Para sahibi, paranın yanında durur. Belirli mesafeden parayı düşürmek için sıra ile ceviz atılır. Para düşmezse ceviz, para sahibinin olur. Düşüren, paranın sahibinden bir ceviz kazanır.

Bu oyunlarda ebeyi seçmek v.b nedenlerle çeşitli tekerlemeler de söylenir. Böylece çocukların müzik kulağı, ritm duygusu ve estetik algısı gelişir.



KAYNAK:

*Mustafakemalpaşa Belde ve Köylerinde Yaşam, Kustafakemalpaşa Kültür- Sanat Derneği yayına hazır dosya.

*Patikalar Dergisi, Kustafakemalpaşa Kültür-Sanat Derneği yayını.

*Kaynak kişiler: Eyüp Öz(M.Kemalpaşa Bakırköy)

Emrullah Özkan (Adaköy)

Sabri Akça, Ayşe Akça (Ağaçlı)

Hüseyin Biricik (Akçapınar).

Ümmet Doğru (Alacaat)

İbrahim Gökçe (Demirdere).

FOTOĞRAFLAR (renkli):

Kekil Şimşek(Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneği Başk.)




Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin