Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə22/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   58

BURSA’YI YAŞAMAK


Bursa’yı yaşamak

hep düşe kalka

bir düşün ardından

koşmak gibidir

Bursa’yı yaşamak Bursa’dan öte

gülün oylumuna düşmek gibidir.


Işığın gözgüsünden süzülen tüller

kutsal ve eskil bir yasak gibidir

yalnızca minberde okunur faslı.
Geçmiş anıları saklayan hanlar

kimliği kaybolmuş kentler gibidir

tözünü çözecek rehberi bekler.
İpeksi öfkesi bedestende

antik notalardan örgü gibidir

Sarıkız’ın sesi dindirir onu.
Çağlar boyunca gencecik kalan

Üstüne çığ düşmüş nergis gibidir

suyun aynasında görünür cismi.
Dinmeyen bir türkü inler derinden

hüznünü dağlara şakır gibidir

Olympos manastırlarında tüten dumanın.
Durup uzaklarda umarsız yeşil

Bursa’yı düşlemek solmak gibidir

Bursa’yı özlemek Hamburg’dan öte

yağlı çıra gibi yanmak gibidir

anlıyorum artık uzak da olsa

Bursa’yı yaşamak Bursa’dan öte

gülün oylumunda kalmak gibidir.

Hamburg,1998


Öte yüzünde başka, bambaşka bir yüzünü daha yaşamışım Bursa’nın; 2006 yılında oğlumun baş kişi olarak kabul edildiği, yıllar süren “mantıksız, haksız, acıklı ve siyasi” bir öykü nedeniyle çok acılar çekmişim, çok ağrılar... Söyleyememişim. Çocuklara yakarıda bulunmuşum Sevgi Ana(2003)’daki “Size Şikayetim Var” adlı şiirimle:

“Size çocuklar size

kimseye değil, size

size şikayetim var.

/....../
Sevdalıydı artık oğlum

güzellere sevdalı

emeğe, bilime, bilgiye

denize, şiire, müziğe

bir de bir güzel kıza.

Konuşmak istedi bu yüzden

konuşmak yüksek sesle

‘konuşmak yasak!’ dendi.

Şiir okumak istedi bu yüzden

türkü söylemek

‘şiir de yasak!’ dendi, ’türkü de!...’

Şaşırdı bu işe oğlum

/......./
Özgür olmak istiyordu oysa

özgürce yaratmak her şeyi

özgürce yaşamak

özgürleşmiş ülkesinde

eğerinde oturmak bağımsızlık atının

değil uzak terkisinde.

bu yüzden konuştu oğlum

gün gelecek,gün olacak

gün doğacak!’dedi oğlum.

‘Vay sen misin bunu diyen,

hem söyleyip hem eyleyen!

/....../’


Etmeyin dedim günlerce

etmeyin eylemeyin

fidanımı yolmayın

O,daha bir çocuk dedim

onu bana geri verin

onu bana geri verin

yüreğimi alın, dedim...

Onu annesine verin

yüreğini alın, dedim...

Hiç değilse cam ardından

yüzünü gösterin, dedim.

Ne geri verdiler kuzumu

ne yüzünü gösterdiler

kalınlaştıkça kalınlaştı önümde

on beş gün boyunca duvarlar

/......./


Yetmedi günlerce çekilen acı

yetmedi yaşanan bu

büyük sancı

/....../


Ne oldu sonunda biliyor musunuz

yol ldu annesi iki kapılı

beyaz saçlı mahpus yolu

bir gün uzayıp oğluna gitti

bir gün döndü yuvasına kör pişman

yüreği iki parça

iki parça çiçeği

umudu iki parça

iki parça emeği...

İkiye böldüler onu

/......./
Ama unutmayın çocuklar

yine de umudum var

geçecek elbet bir gün

dilime düşen acı

dinecek zamanın bir kesitinde

türküme düşen ağıt.

/....../
Şiirime düşen gölge kalkacak

kalkacak şiirime düşen bu gölge

şiirime düşen gölge kalkacak !”
Söyleyemediklerimin birini de gelecek bir kitabım söyleyecek:
KARDELEN ZAMANI

Şimdi kardelen zamanı

Ah yüreğim deliniyor!

Gökyüzü olgun/ dağlar acemi

Şimdi kardelen zamanı.

Ben seni böyle bir zamanda tanıdım

Ömrümün kızıl krizantemi.
Sondan bir önceki söz yine oradan olsun:
BURSA’DA ÖZLEM

Salkım söğütler

bencileyin inliyor

Hacivat Dersi’nin

ıssız kuytularında.
Bir kuş yuvası yıkılıyor

dudağımın kıyısında

ardından yüreğim uçuyor.
Bursa’nın her yanı bu gün

sensizlik kokuyor gülüm

seni özlüyor
Son söz de Bursa Suresi’nden:

Bu kentin yazgısı benim de yazgım

ülkemin aynası, tenimde yangın!

artık, sular bile Bursa’ya dargın!



MUDANYA: DÂR-I HAL YA DA ANTİK KUŞ

Efsane bu ya; Bursa’nın yerini Süleyman Peygamberin cinleri keşfetmiş. Ben de o cinlerinden biri oldum, Mudanya’yı gökyüzünden izliyorum. Tıpkı bir kuşu andırıyor. İri kanatlarını açmış, İstanbul’a doğru uçan, yeşil, gri ve beyaz renkleriyle büyük bir masal kuşu. Anka gibi, Toygar gibi bir şey. Kanatlarından biri Karacabey’e, diğeri Gemlik’e doğru uzuyor. Uçmak için çırptığında ucu onlara dokunuyor. Kuyruğunda Bursa. Muhteşem bir güzellik. Karayel’in hırçınlaştırdığı Marmara suları, beyaz beyaz köpüklenerek, onu gerisin geri itmeye, uçup giderek o güzel mekânı terk etmesini engellemeye çalışıyor. Şair İhsan Üren’in “Mudanya Haikuları” adlı şiirlerinden birini anımsıyorum havada: “Gecenin karanlığında/Nabız gibi atıyor/ duvar saati… //Gün doğumunda/ bülbülün/ sabah duası.// Mudanya’da/ Poyraz hiç/ yorulmadı…”

İki bin yedi yüz yıl önce kurulan ve sırasıyla Myrlea, Apemia, Montania, Mudanya ve namı diğer Dâr-ı Hal (Sirke Yeri) adlarıyla tarihi yazılan bu antik kenti daha yakından görebilmek için yeryüzüne iniyorum. Bursa’dan yola çıkıyorum, yarım saatlik bir yolculuktan sonra oraya varıyorum. Deniz boyunca bir şerit gibi uzayan yürüyüş yolunda içimi iyot, balık ve huzur kokusuyla dolduruyorum. Çünkü Mudanya imgesi bana hep dinginliği çağrıştırıyor. Orada bulunduğum zaman kendimi daha mutlu duyumsuyorum. İçim açılıyor, duygularım duruluyor. Bu yüzden olacak Mudanya insanlarının sakin, rahat, saygılı ve sabırlı olduklarına inanıyorum, hep güler yüzlü görüyorum. Balıkçısına gidiyorum; bir merhaba, iki hal hatır sormaların peşinden tatlı bir sohbete aralanıyor kapılarım. Balıkçı Rıfkı Marmara’nın hazin öyküsünü ilginç bakış açısıyla anlatıyor: “Teknolji, sonunda kalan balıklarını da kuruttu denizimizin. Bir yandan kirletti, diğer yandan dibini dibeğini tarayarak, en kuytusundaki balıkları bile yavru mavru demeden alıp tavaya gönderdi.” Oldukça güzel ekmek pişiren fırınlarında da öyle. Dışarı açılan küçük penceresinden ılık ılık gülümseyen baylar ve bayanlar görüyorum. Çay bahçelerindeki yaşlıların çipil mavi gözlerinde ince bir merak ve derin bir şefkat buluyorum. “İnönü, işte bu Mütareke binasında yedi düveli dize getirdi. Kurtuluş Savaşımızın zaferini dünya âleme bu binada kabul ettirdi. Ama öyle kolay olmadı elbet. Yumruğunu indirerek masanın mermerini paramparça ettiğinde onun ne yaman bir kahraman olduğunu ve ne kadar kararlı durduğunu daha iyi anladılar,” diyerek Mudanyalılıkla, Mudanya tarihiyle övünen Tahir amcanın o heyecanını hiçbir zaman unutmayacağım.

Onun yarattığı heyecanla geziyorum Mütareke Binası’nı. Zafer, kurtuluş, bağımsızlık, özgürlük ve Cumhuriyet kokuyor. Bina, eski Mudanya evleriyle kol kola denizin kıyısında. Gece gündüz o şarkıyı dinliyorlar Marmara Denizinin fısıltılı sesinden: “Denizde urganım var/ Haydi de gümüşten yorganım var/ Kız ben seni alırsam/ Kara koç kurbanım var…” Deniz bu türküyü söylerken, Mudanya’nın güneyini saran dağlar tepeler de diğer bir türküyü söylüyor: “Denizin ortasında/ Mor mintan arkasında/ Hayriye hanım yar sevmiş/ Çeşmenin arkasında…” Denizin ve dağların türküleri eşliğinde Rum (Halit Paşa) Mahallesinin her biri diğerinden özgün evlerinin olduğu sokaklara dalıyorum. Ahşap oymanın verandalardaki, balkonlardaki, pencere kafeslerindeki görkemine hayran oluyorum. İtalyan Mühendis Piçiretu’nun, ahşap/ kerpiç uyumundan oluşturduğu mimari üslubu Mudanya kıyılarına çok yakışmış. Sayısı yüz yetmiş kadar olan bu evlerin yüzüne, gözlerine bakarken öykülerini merak ediyorum. Kim bilir neler yaşanmış her birinin içinde… Ne aşklar, ne düğünler, ne dedikodular, ne kavgalar!... Her kapı, her pencere, her balkon başka bir kişilikle, başka bir duyguyla bakıyor bana. “Benim hikâyemi yaz,” diye göz kırpıyor o evlerden biri. “Romanları, destanları kıskandıracak şeyler yaşadım. Hizmetçilerin kaçamaklarından, paşaların görkemli sevişmelerine, hanım ağaların intiharından, bey oğullarının şen kahkahalarına kadar, nelere tanık oldum nelere! Şarabın antik tadında dilim burulurken, rakı balık sofralarının cümbüşünde bülbül kesildim.” Restorasyon işlemiyle kendisine bir hayli yabancılaştırılan Tahir Paşa Konağı’ydı o.

“Gurbete çıktıktan sonra ilk Cuma namazını burada kıldığını” söyleyen Evliya Çelebi’ye göre “yedi rüzgârdan korunmuş” kuytu limanlar kentidir Mudanya. Kıyıları boyunca boncuk taneleri gibi dizilmiş sandalları, balıkçı tekneleri, onların üstünde büyük bir gürültü yaparak uçuşan martılarıyla Marmara Denizi, ağırbaşlı bir ev sahibi edasıyla geleni, geçeni selamlıyor. Kıyısındaki kahvelere oturup çay, kahve içenleri de Yıldız rüzgârı serinletiyor.

Ondan sonraki durağım eski Gar binası. 1890’lardan 1950’lere kadar bir şiir katarı gibi Bursa’dan Mudanya’ya, Mudanya’dan Bursa’ya gidip gelen Mudanya treni bir duygu seli gibi içime oturan yokluğuyla hüzünlendiriyor beni. Oysa zamanında nasıl da kolaylaştırmıştır Bursa’ya ulaşımı: “Mudanya’ya muvâsalat olunduğu zaman vapurdan çıkıp elli adım mesafede duran trene binmekten başka yapılacak iş yoktur…” diye yazıyor bu durumu Osman Şevki, “Bursa ve Uludağ” adlı yapıtında. “Tren yolcuları Mudanya’dan i’tibâren Yörükali İstasyonu’na kadar çok latif bağlar ve zeytin ağaçları arasında seyahat ederler. Manzara İsviçre manzaralarından farksız, hatta münevveriyyet i’tibâriyle daha câzibdir.” Yörükali istasyonundan sonra sırasıyla Koru, Hüdâvendigâr(Acemler), Muradiye ve Demirtaş (Brûsa) adlı istasyonlara tren gönderen bu bina hâlâ orada ama kimliği, kişiliği unutturulmuş. Mudanya evlerinin, tarihi mekanlarının, binalarının yazgısıydı sanki; kendine yabancılaş/tırıl/mak.

Bursa edebiyatçıları olarak içimizi acıttı bu durum. “Mudanya Şiir Treni” dedik Eliz Edebiyat Dergisi olarak. Bursa Yazın ve Sanat Derneği ve Mudanya Belediyesi’yle birlikte, hiç değilse Mudanya Treni imgesini canlı tutalım istedik. Şairler davet ettik Mudanya’ya. Martılara şiirler attık. Bu kentsel kültür devinimini sürdürmek istiyoruz. Mudanya’ya, edebiyat ve sanat bağlamında nitelik davet etmek de Mudanya’da yaşayanların işi olmalı. On/lar/a da bu yakışır.

Sonra, “ver elini antik kuşun kanatları!” diyerek önce Gemlik’e doğru yola koyuluyorum. Güzelyalı, derler adına; Mudanya’nın doğusundaki kıyı semti. Yeni bir kent. Birkaç yıldan beri İdo’su vardı. İstanbul Deniz Otobüsleri. Şimdi bir de Budo’su var. Bursa Deniz Otobüsleri işletmelerine ait binalar, park alanları ve limanlar Mudanya’ya modern bir görüntü kazandırmış, ekonomisini canlandırmış, Bursalının İstanbul’a ulaşımını oldukça kolaylaştırmış. Sıra yeniden tren ulaşımına gelmiş olmalı. “Mudanya Treni” yalnızca şiir dünyasında değil, aynı adla gerçek dünyada da yerini almalı artık. Mudanya o zaman çok daha içtenlikli gülümsyecek.

Budo’dan sonra doğa geliyor. Deniz, ağaç kaplı tepeler, yeşil koylar, sarp yamaçlar… Yol boyunca önce erik ağacının beyaz, badem ağacının pembe çiçeklerine dokunuyorum. Önce onların, onlardan bir iki ay sonra da sarıcaların kokusu dolduruyor içimi. Burnum, ciğerlerim kadar gözlerim de mutlu oluyor. Kimi zaman denizin kıyısına kadar inip, beyaz beyaz köpüklenen dalgalarına dokunuyorum, kimi zaman dağların tepelerine kadar tırmanıp lacivert ve yeşil görkemin büyüsünü yaşıyorum.

Marmara’nın karşı kıyısındaki Samanlı Dağlarının büyüleyici güzelliği bir yana, burada iki deniz arasında kaldığımı duyumsuyorum. Sağımda Marmara Denizi, solumda ağaç, gül, çiçek denizi. Antik Kuş’un sağ kanadı boyunca kıyılarına dizilmiş yerleşim yerlerindeyim artık. Ağırlıklı olarak zeytin ağaçlarının süslediği bu atmosfer içinde, önce, börtü böcekten gasp edilmiş, adına “yazlık” denen beton yığınlarıyla karşılaşıyorum. Başımı tepelere doğru çevirerek geçiyorum. Altıntaş köyüne ulaşıyorum. Hâlâ köy özelliğinden kalıntılar taşıyan bir yazlıklar yığını. Gemlik’e bağlı Kurşunlu, Kumsaz, İslamköy desen, yine aynı. Hemen arkasındaki doğa harikası sıra tepelerin inadına beton yığınları halinde. Denizin, deniz kıyısının, çakılın, martıların, balıkların keyfi kaçmış. Sonra Gemlik Körfezi; kuşun kanadını kirletecek kadar kirli. Suyunun rengi kara. Kanadın uç noktasında Orhan Veli’ye uğruyor yolum. “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma,” diyor orada.

Şimdi de Mudanya adlı antik kuşun sol kanadı boyunca sürdürüyorum gezimi. Kentten çıkar çıkmaz Yıldız Tepe’yle buluşuyorum. Namı diğer Aşk Tepesi. O tepenin hoşgörüsüne, orada kurulan dostluk, arkadaşlık ve aşk sofralarının sevgi yayan atmosferini sevgiyle ve sevinçle karşılıyorum. Sevdaya, dostluğa, biraya denizin meze olduğu bu tepeye elveda dedikten sonra yazlık siteler karşılıyor beni. Zeytin ağaçlarının, çamların, börtü böceğin, kekliğin, tavşanın elinden alınmış, hiçbir biçimde yerine yakışmayan bedbin, hoyrat, devasa, kaba beton yığınları içimi eziyor. Yine fazla kalamıyorum, gözlem yapamıyorum o sitelerin olduğu yerlerde. Ağaçtan, taştan, kuştan utanıyorum. Alıp başımı kaçıyorum. Kumyaka’ya ulaşıyorum. Doğası bozulmuş, zeytini küsmüş, zavallı bir köy artığı. Modern binalarla boğulmuş.

Mudanya Antik Kuşu’nun bu kanadında beni büyük bir heyecanla karşılayan ve heyecanlandıran yerleşim yeri Tirilye oluyor. Bir ara Zeytinbağı adıyla anılan bu kasaba neyse ki asıl adına (Tirilye) kavuşturularak, sevindirildi. “Üç Papaz” anlamına gelen Tirilye; annesi Maria’ya ve Peygamber olarak doğan İsa’ya armağanlar sunabilmek için, İsa’nın doğduğu yeri gösteren Bytlehem yıldızının ışığını izlerken, yolu şaşırıp buraya gelen üç papazın kurduğu, şirin bir kasaba. Geleneksel mimarisi, doğası, denizi korunmuş. Zeytini, zeytin yağı, eskiden ipekböcekçiliği, şarapçılığı ve özellikle de Mudanya’nın Dâr-ı Hal (Sirke Yeri) olarak anılmasına neden olan sirkesiyle ekonomisini canlı tutan Tirilye’de bugün bile konuklarını selamlayan önemli tarihi yapılar var. Bin iki yüz yaşındaki kalıntılarıyla Medikon Manastırı, onunla yaşıt Aya Yani manastırı, bin yüz yaşındaki Kapanca Limanı, şimdilerde cami olarak kullanılan dörtyüz elli yaşındaki Aya Tadori Kilisesi, üç yüz elli yaşındaki Kemerli Kilise, yüz yaşındaki Taş Mektep, Yavuz Sultan Selim’den miras Avlulu Hamam, Dündar Evi, Rum Mezarlığı, Eski Türk Mezarlığı bunlardan bazılarıdır.

Bu yolculuğum boyunca da sık sık denizle, dağla, koyla, koyakla buluşuyorum. Bu kez mevsim bahardan yaza doğru. Sarıcaların yamaçlardaki nöbetini erguvanlar almış. Erguvan cümbüşüne durmuş dağlar, tepeler. Yollar erguvanın açık ve koyu pembesiyle, mor ve leylak, açık kırmızı ve beyaz renkleriyle süslü. Şimdi dağların yüzü daha güleç/ daha ışıklı suların kabarcıkları/ Erguvan cümbüşüne boyanırken halaylar/alıp gitti korkularımı rüzgârlar/ Sıra geldi/ yaşamaya…”(ş.a) Belli ki Emir Sultan’ı “Erguvan Bayramı” adlı, altı yüz yıl yaşayan bir gelenek üretmeye sevk eden de erguvanın bu cümbüşüymüş.

Tirilye gezimin beni götürdüğü yerlerden biri de Öykü Tepesi oluyor. Bu tepeye bu adı veren öykü yazarımız Şükrü Bilgiç’in mekânıdır ora. Doğaya fazlaca zarar vermeden yerleşmiş zeytin ağaçlarının arasına. Ağaçlardan zeytin yağı, kendi yüreğinden de öykü sağan bir bilge… “Benim Sokaklarım” adlı öykü kitabında, Tirilye insanını da anlatıyor. Buralarda aşkların bile zeytin ve deniz kültürüyle biçimlendiğini imliyor. “Zeytin gözlü sevdalı”dan, sevdalardan söz ediyor. Sevdaya kapılanın annesinin dilince acı acı anlatıyor: “…zeytin toplamaya yardım etmiyor, keçi kılından telislerde yağ damıtmaya elini sürmüyor…” Buralardaki bayırların hep incir sütü ve zeytin koktuğunu söylüyor. Kısacası o tepede durup, tıpkı bir kartal gibi kara nadas içindeki kara karıncayı görüyor: Yöre insanını, yaşamını, bireyini, toplumunu, doğasını gözlemleyerek öykü sanatının potasında eritiyor.

Şükrü Bilgiç erdemliliğinden sonra, Bursa’nın plajı niteliğindeki Eşkel’e düşüyor yolum. Güzel ve eski bir köy ama derme çatma, kara sineği bol bir dinlence köyüne dönüşmüş. Burayı da duraksamadan geçiyorum. Eğerce plajından sonra da ben geliyorum kuşun kanadına. Kanadın en ucunda Arapçiftliği Gölü, ondan az önce de; “Ayazma Fısıltıları” adlı Çinikitap yazılarımı, “Deli Cin Diyor ki”(öykü), “Sihirli Pınar” (çocuk/fantastik) ve Hamburg- Tirilye mekânlı “Maria’nın Sevdası”(roman) adlı kitaplarımı yazdığım benim barakam var.

Küçük bahçesinde oturup demli çay eşliğinde denizle söyleşiyorum. İstanbul’dan yola çıkıp, adaların çiçek kokusunu getiren serin Marmara esintisinde dostlarımın da kokusunu arıyorum. Karabaş otlarının, mor sümbüllerin, uzun boylu sazların nazlı nazlı ırgalanışını izliyorum. Kimi zaman bu bitkilerin, bahardan yaz ortalarına kadar da büyük kurbağa korosunun müziğine açıyorum yüreğimi. Orada tamamlıyorum bu yazımı da.

Böylece Antik Kuş ya da Dâr-ı Hal’ın, yani Mudanya’nın bana verdiği huzurun, dinginliğin, mutluluğun yarattığı minnet borcumu ödemeye çalışıyorum.
Bursa’da YAŞAM Dergisi, Haziran 2013.

BURSA’NIN GEÇMİŞ ZAMAN YAZIN(EDEBİYAT)INDAN BİR/İNC/İ: VAHDİÎ

Bursa’nın yeryüzündeki varlığı Süleyman Peygamber efsanesiyle başlar. Ama kent özelliğini kazanabilmesi için Mys (M.Ö.7.ve 6.yy.) ve Bithynia (M.Ö.5.yy.) uygarlıklarını beklemiştir. Antikçağ gezgini, Amasyalı Strabon’un, Geographika’sında belirttiği gibi; “Phrygyalılar ve Mysialılarla sınır komşusu olarak, Mysia Olymposu (Uludağ) eteklerinde Prusias tarafından kurulmuş”; Roma, Bizans, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti gibi önemli uygarlıklara beşiklik etmiştir. Kısacası Bursa sekiz bin yıllık kültürel, ikibin beşyüz yıllık “kentsel” kalıta sahiptir. Bu birikimin kazanılma süreci kolay olmamıştır; tarihi boyunca savaşlarla, göçlerle, depremlerle büyük alt-üst oluşlar yaşamış, ama her şeye karşın güzel bir şey yaparak, yaşadıklarının neredeyse tümünü, ihmal etmeksizin yazmıştır.

Bakıyoruz; Bursa yazını da neredeyse kurulduğu gün kaleme alınan ve yazın değeri olan metinlerle başlamış. Bithynia Valilerinden Plinius’un İmparator Tranius’a yazdığı “Mektuplar” ve Bithynia Prokonsulü Caius Arbiter Petronius’un yazdığı “Satirikon” bu metinlerin en eskileridir.

Denize, dağa komşu, iklimi ılıman, toprakları verimli, yeraltı zenginlik kaynakları bol ve bütün tarihi boyunca “yeşil”… Renkli, hareketli ve değişik formlardaki doğal güzellikleriyle göz kamaştırıcı… Bütün bu özellikleri nedeniyle Bursa, yazınının ve yazıncısının gereksindiği her türden duygunun bereketli kaynağı olarak pek çok yazın ürününe esin vermiştir. Hangi şair, yazar Uudağ’ın dört mevsimlik nazını, pozunu, kılığını, kıyafetini, görkemini gözler de onunla ilgili bir şiir, bir yazı kaleme almaz… Öyle olmuş ve Uludağ bitip tükenmeyen güzellikleriyle şiirleri, öyküleri, romanları süslemiş, zenginleştirmiştir. Nitekim şehrengîzlerde, şuara tezkirelerinde, vefeyatnâmelerde, divanlarda, efsanelerde, destanlarda Bursa’nın doğal güzelliklerinden sıkça söz edilmektedir. Özellikle Lâmiî Çelebi’nin(16.yy.) “Şehrengîz-i Burûsa”sı bu bağlamda oldukça önemlidir. Karacaoğlan’ın dizelerinden bile yansımaktadır bu görkem: ”Şu benim mekânım şu benim yolum/ Aradım yuvayı Bursa’da buldum/ Güzeller çok imiş eğlendim kaldım/ Kokar menevşesi gülü Bursa’nın…” Daha sonra, Evliya Çelebi, Bursa’nın en karakteristik özelliğini, dillere destan cümlesiyle simgeleştirmiştir: “Bursa, sudan ibarettir vesselam!”

Ayrıca, dünya tarihinin en önemli yollarından birinin, “İpekyolu”nun üzerinde… Dönem içinde Şihabettin El Ömeri (13.yy.), İbni Batuta (14.yy), Bertrandon De La Broquıere (15.yy.), Hans Dernschwam (16.yy.) gibi yerli, yabancı Bursa gezginlerinin ve gezgin konuklarının yazınsal değeri olan gezi notlarını da eklediğimizde Bursa yazınının yalnızca ulusal değil, evrensel boyuttan da beslendiğini ve üretken bir atmosfere sahip olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Bir uygarlığın ilk başkenti olmak, o uygarlığın gözbebeği olmak anlamına gelir. Bursa, Osmanlı’nın ilk başkenti olduğu için büyük ilgi görmüş; yaşamına kattığı külliyeleri, medreseleri, bedestenleri, camileri, türbeleri, kütüphaneleri, vakfiyeleri, köprüleri, hanları, hamamlarıyla kendine has bir kültür yaratmış; hem kültürünü hem de unsurlarını yazın yapıtlarına mekân ve simge olarak verirken hiçbir kıskançlık göstermemiştir.

Yüz yıl boyunca Osmanlı ülkesini Bursa’dan yöneten Osman Bey, Hüdavendigâr Murad Bey, Yıldırım Beyâzid, Emir Süleyman Çelebi, Sultan Mehmed Çelebi, Sultan II. Murad gibi Padişahların şiir yazdığını görüyoruz. En büyük yöneticileri şair olan bir ülkenin, kentin en önemli kalıtlarından biri de sanatsal birikim, sanatsal gelenek ve sanat atmosferi olur elbet. Bursa bu şansı doyasıya yaşamış; yaşamakla kalmayıp üretime dönüştürmüş, değerli yapıtlarla onurlandırmıştır.

Araştırmacıların ortak kabulüne göre; aslında okuması yazması olmayan Osman Bey’in söylediği şiirlerle başlamış bu serüven. Bir şiirinden örnekle Osman Bey’in şairliğini apaçık görmek mümkündür: “Gönül kerestesiyle bir yeni şehr u pazar yap/ Zulm eyleme rençberlere her ne istersen var yap/ Eski yeni şehri bari İnegöl’e dek varı/ Kırıp geçirdin ağyarı/ Bursa’yı da yık tekrar yap…”

Osman Bey’in yukarıdaki şiirinden sonra Hüdavendigâr Murad’ın şiirlerine rastlıyoruz. Aşağıdaki şiiri, ölmeden önceki günlerinin birinde, yani bir Kosova Savaşı gecesinde yazdığı belirtiliyor. Sanat düzeyi yüksek ve etkileyici bir şiirdir: “Âb-ı rûy-ı Habib-i Ekrem içün, (Senin en sevgili kulunun yüzü suyu için)/ Kerbelâda revân olan dem içün,(Kerbelâ’da akan kan için)/ Şeb-i firkatde ağlayan göz için,(Ayrılık gecesinde ağlayan göz için)/ Reh-i aşkında sürünen yüz içün,(Senin aşkının yakınında sürünen yüz için)…”

Murad Hüdavendigâr’ın oğlu Yıldırım Beyâzid’in Timur’a gönderdiği mektupların her birinin ayrı bir yazın değeri taşıdığı da ortak kabul gören yazınsal bir gerçekliktir. Hem zaten o iyi bir şairdi aynı zamanda. Alkol kullanmayı bıraktıktan sonra yazdığı şu beyit onun şair yanının iyi bir örneğidir: “Sepide dem ki şodem mahrem-i Seray-ı sürûr, (Şafak vakti ki mutluluk sarayından mahrumdum)/ Şenidem âyet-i ‘tûbû ilâ’llâh’ ez leb-i hûr, (Tertemiz bir ağızdan “Allah’a tövbe edin” ayetini işittim)…”

Osmanlının beşinci büyük yöneticisi Yıldırım Beyzid’in oğlu Emir Süleyman’dır. Sekiz yıl Osmanlı’nın Edirne tahtında oturmasına karşın padişahlığı tartışmalı olan Emir Süleyman’ın şairliği de tartışmalıdır. Öyle de olsa aşağıdaki güçlü ve güzel şiirin Emir Süleyman’a ait olduğu üzerinde ortak görüş vardır: “Dirigâ nefs elinden nik-nâmı pâymâl itdim (Yazık! Nefsim yüzünden şanımı ayak altına aldım)/ Şarâb-ı âla benzetdim içüb kanım vebâl itdim (Al şaraba benzettim al kanımı içip günah kazandım / Nice zarılık itdim bâğ u râğ-ı mül u devletde (Nice acılar çektim devletin bağında bahçesinde)/ Ben ol zenbûra döndüm kim ne mum itdim ne bal itdim (Ne mum ne de bal yapamayan arıya benzedim)

Timur’un yoğun, yıkıcı saldırıları sonucunda dağılmak noktasına gelen Osmanlı’yı “ikinci kez kuran (Bâni-i Sâni Devlet) Padişah” Çelebi Mehmed iyi yetişmiş, kültürlü bir yönetici, yazının ve sanatın değerini özümsemiş, şiirin derinliğini kavramış iyi bir şairdi. Şiirinden kısa bir örnekte bile bunu görebiliriz: “Cihân hasmolsa Hakdan nusret iste (Bütün dünya düşman olsa Hakdan yardım iste)/ Erenlerden duâ himmet iste (Erenlerden dua ve destek iste)/ Çalub din aşkına a’dâya şemşir (Düşmanlara din aşkına kılıç çalıp)/ Anuben çâr-yâri hidmet iste (Dört halifeyi anarak hizmet iste)

Bursa’da ilk kez mahlasla (Muradî) şiir yazan II Murad dönemi, Bursa yazınının dönüm noktalarından biridir. Türkçeye özel önem vermesi, telif yapıtlar yazdırması, çeviriler yaptırması, şair ve yazarları korumasıyla bilinen Padişah aynı zamanda has şiirlerin şairi olarak tanınmaktadır. Kısa bir örnek: “Uyhuda dün gece cânım gibi cânân gördüm/ Ten-i efsürdede kalkıp yapıt-i cân gördüm/ Leblerin hasretiken, ağzıma aldım billah/ey tabîb-i dil-ü cân derdime derman gördüm/Edirne gerçi güzeller yeridir ey hemdem/ Bursa’da dahi nice dilber-i fettân gördüm…”

Bu padişahların hemen hemen hepsi “edep”lerinin de sonucu ve gereği olarak yalnızca şiirle değil, genel olarak yazın(edebiyat)la da ilgilenmiş, halk ozanlarına ve saz şairlerine de özel ilgi göstermişlerdir.

Neredeyse bütün tarihi boyunca, gözden düşenlerin sığındığı bir mekân, itilip kakılanların şefkat bulduğu bir yuva… Toplumun her kesiminden, her cinsinden, her görüşünden sürgünlere kol-kanat germiş. Paşa da sürgün edilmiş Bursa’ya, tarikat ehli de, toplumcu düşünürler de, bilim ve sanat üreticileri de. Hatta çiftçiler, fahişeler, hırsızlar, kaptan-ı deryalar, patrikler, Kırım hanları, Mekke şerifleri, tasavvufçular da… Orhan Bey zamanında Ermenilerin ve Yahudilerin, Fatih Sultan Mehmet zamanında Rumların, İkinci Beyazıt zamanında yine İspanyol Yahudilerinin (Sefaradlar) yerleştirildiği Bursa, Osmanlı’nın kendi danışmanlarını (yalnızca Orhaneli ilçesinde adında “danışman” olan beş köy vardır), hatta din alimlerini de sürgün ettiği bir yer olmuştur.

Gelen her topluluk beraberinde kendi kültürünü getirerek, bireylerin birçoğu da değerli yapıtlar vererek Bursa kültürüne, bazen de doğrudan yazınına önemli katkılar yapmışlardır. Örneğin döneminin en önemli düşünür ve bürokratlarından, “Varidat”, “Myapıtretü’l Kulûb”, “Letâ’ifü’l-İşârât”, Câmi’ül “Gusûleyn” gibi yapıtlerin yazarı Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin ünlü Bursa (İznik) sürgünlerindendir. Kendisi de bir şair olan Kanuni döneminin şair Baki’si de Bursa sürgünleri arasındadır. Yazıncılardan başka birçok bilginin, örneğin Niyazî Mısrî gibi tasavvufçuların ve devlet adamlarının da Bursa’ya sürgün edildiğini biliyoruz. Fatih’in oğlu, ünlü sürgün Cem Sultan’ın ölüsü, Fatih’in muhasiplerinden şair Ahmet Paşa, Vezirlerinden Sinan Paşa da yine Bursa sürgünlerindendir.

Dönem itibariyle onlarca tarikatın topluma tutunarak yaşama olanağı bulduğu, tekke ve zaviyelerin altın çağını yaşadığı, İslam dininin ahlak ve gönül boyutunu işleyen tasavvuf kültürünün hızla geliştiği dini-mistik Bursa ortamı, Bursa yazınını besleyen gür bir kaynak olarak bugün de etkisini sürdürmektedir. Özellikle 15. yüzyıl, tasavvufçuların yüzyılı olmuştur. Yüzyılın önemli isimleri içinde Eşrefoğlu Rûmî, Ümmi Sinan, Abdurrahîm Tırsî, Emir Sultan (“Akar gözlerimden yaş yerine kan/ Zerrece görünmez gözüme cihan/ Deryalar nûş edip kanmaz iken can /Âşıklar kandıran ummânı buldum) gibi tekke şairlerinin de bulunduğu Hacı Bayram Veli, Süleyman Çelebi, Dede Ömer Sikkînî, Abdullatif Kutsî, Ahmed-i İlahi, Ahmed Paşa gibi tasavvufçulardır. 16. yüzyıla damgasını vuran tasavvufçular ise Lâmiî Çelebi ve Mehmed Muhiddin Üftâde’dir: “Hakka âşık olanlar/ Zikrullahtan kaçar mı?/Ârif olan cevherin/ Boş yerlere saçar mı?/Gerçek bu söz yarenler/ Gördüm demez görenler/ Keramete erenler/ Gizli srrın açar mı?...”

Yazınını besleyen çok önemli sözlü kaynakları da olmuştur Bursa’nın. Orhan Bey ile Nilüfer Hatun’un düğünlerinin yapıldığı söylenen Keles Kocayayla Şenlikleri en eski olanlarından biridir. O gün bu gündür süren şenliklerde ozanların, âşıkların çalıp söyledikleri, aktardıkları Bursa’da sözlü ve yazılı halk yazınının gelişmesine önemli katkı yapmıştır. Bursa geleneksel yazınının en önemli unsurlarından biri de “Hacivat- Karagöz” adlı gölge oyunudur. Karagöz’le ve Hacivat Bursa’da yaşamış, Orhan Camii (1339) inşaatında çalışmış duvar ustalarıdır. Tiyatral yetenekleri ve komik diyaloglarıyla diğer duvar ustalarını güldürerek çalışmalarına engel oldukları için ölümle cezalandırıldıkları söylenmektedir. Bu gölge oyununun yaratıcısı ve ilk metin yazarı da yine Orhan Bey zamanında yaşamış Bursalı Şeyh Küşteri’dir. Ayrıca Arap-Bizans etkileşimi sürecinde Bursalı yazına dair adı anılması gereken üç sözlü kültür veriminden ikisi Alperenler ve Adülvahap Sancaktari Destanları, diğeri de Abdalan-ı Rum adı verilen gezici dervişlerin söylenceleridir.

Büyük mitolojik öykülerin, büyüleyici efsanelerin yazına katkısı öteden beri bilinir. Bu yönüyle de Bursa oldukça zengin bir gizilgüce sahiptir. Mitolojik öykülerden en yaygın ve önemlisi Olympos’la ilgili olandır. Birçok kaynağa ve inanışa göre tanrılar tanrısı Zeus’un tanrılarla önemli toplantılar yaptığı, önemli kararlar aldığı, uyguladığı Olympos, Bursa sınırları içinde bulunan Mysius bölgesindedir. Efsanelere gelince… Somuncu Baba Efsanesi, Geyikli Baba, Okçu Baba, Sarıkız, Karagöz ve Hacivat, Üç Kuzular, Dere Kızık, İnkaya Çınarı, Kara Demirtaş Hamamı, Kara Mustafa Kaplıcası, Oylat Kaplıcaları, Şehre Küstü, Eskici Mehmed Dede, Ğozetici Baba, Şengül Hamamı Efsanesi bunlardan yalnızca bazılarıdır.

Beslendiği ve esinlendiği kaynakların çeşitliliği, etkileyiciliği Bursa yazınının önemli ve kalıcı yapıtlar vermesine yaramıştır. Örneğin, şairlerin “divan” adı verilen, sayısının dört yüze ulaştığı tahmin edilen, el yazması ve oldukça kapsamlı şiir seçkileri bunlardandır. Bu döneme ait, adları en çok bilinen divanlardan bazıları: 14.yüzyılda Ahmed Dâî’nin “Çengnâme”, “Vasiyet-i Nuşirevân (mesneviler)”, “Fasça Divan”, “Türkçe Divan”, Ünlü “Harnâme” şiirinin şairinin “Şeyhi Divanı”. Sözün yeri gelmişken Süleyman Çelebi’nin halk arasında “Mevlit, doğum” olarak bilinen ve 1409 yılında Bursa’da yazdığı Vesiletü’n Necât adlı divanını da anmak ve örneklemek yerinde olur. Bu yapıt güzel Türkçesi ve estetik niteliğiyle de tanınan bir manzumeler bütünüdür. “Doğum” bölümünden örnek: “Ol gece kim toğdı ol hayrül-beşer/ Anesi anda neler gördü neler/ Her ne kim güründi ise gözüne/ Hem dahi vâkti olanı özüne…” 15.yüzyılda: Hümami, Muradî (Sultan II. Murad), Cem Sultan, Cemâli, Nakkaş Sâfi, Gammi, Atai (İvazpaşazade Ahi Çelebi), Ahmed Paşa Divanları, Deli Birader’in Dafi’ü-l Gumûm ve Rafi’ül Humûm’u… Ahmed Paşa’dan bir örnek vermek gerekirse… Buhara’da doğup Bursa’da yaşayan Emir Buhari için yazdığı şiirden onun ne kadar güçlü bir şair olduğunu anlıyoruz: “Ne akdı Ruma bir ulu daryâ senin gibi/ Ne âleme getirdi Buhârâ senin gibi/Cân mülkini muhabbetin ârâyiş eyledi/ Kimdir cihânda memleket-ârâ senin…” 16. yüzyılda Lâmiî Çelebi, Bursalı Ulvi, İshak Mustafa Çelebi (Cinânî), Rahmi (Pir Mehmed) Divanları, Üftâde Divanı.

Bursa’da 14. yüzyıldan itibaren başlayan düzyazı çalışmaları da önemli yapıtlarla taçlanmıştır. Dönem içinde ve tarih sırasına göre en çok bilinen yapıtlar ve yazarlarına gelince… 14.-15.yüzyılda; Misbah’ul-Üns (Molla Şemsettin Fenari), Tehafüt (Muslihittin bin Yusuf), Tarih-i Abü’l Feth (Tursun Bey), Hadi’l Kulûb (Abdullatif-i Kutsi), Tazarrunâme (Sinan Paşa), Fütüvvetnâme (Eşref bin Ahmed) … 16.yüzyılda; Cihannüma (Mehmet Neşri), Letaif (Gazali/Deli Birader), Tezkire-eş Şuara (Âşık Mehmet Çelebi), Tezkire-eş Şuara (Kınalızade Hasan Çelebi)…

Bursa kültür tarihindeki yeri ve yazın birikimine katkısı nedeniyle üzerinde önemle durulması gereken çok değerli bir yapıt grubu da, Türkçeye “Ölmüşler Biyografisi” olarak çevrilebilecek vefeyatnâmelerdir. 13. yüzyıl içinde üretilmeye başlanan bu eselerde Bursa’da yaşamış, Bursa’da ölmüş devlet yöneticilerinin, din, tarikat büyüklerinin, tasavvufçuların, şairlerin, yazarların, hattatların, müzik insanlarının ve hekimlerin yaşamı, yapıtları ele alınıp incelenmiştir. Türün ilk ve önemli örneği Molla Câmi’nin yazdığı Fütuhu’l Mücâhidîn li-Tervîhi Kulubi’l Müşâhidîn’dir. Yirmiyi aşan Bursa vefeyetnâmelerinden günümüze kalanların içinde önemli sayılanları şunlardır: Ravza-i Evliya (Baldırzade Selisî Şeyh Mehmed), Ravzatü’l Muflihun (Gazzizade Abdullatif,13.yy.), Hulâsatü’l Vefayat (Gazizade Abdullatif), Zübdetü’l Vekayi Der Belde-i Celîle-i Burûsa (Bakırcı Raşit Mehmet,13.yy.), Gülzar-ı İrfan (Mehmet Fahreddin,13.yy.), Yadigâr-ı Şemsi (Mehmed Şemseddin Efendi,14.yy.)...

“Şehrengizler” faslıysa çok daha özgün ve önemli. Şehrengizler 16. yüzyıldan itibaren yazınımıza kazandırılmış manzum kent övgüleridir. İlk örneklerini Piriştineli Mesihi ve Balıkesirli Zâti vermiştir. Şehrengizler mesnevilere benzese bile daha çok şehrin tarihi, toplumsal, coğrafi yapısı ve doğası üzerine yazılmış nesnel, gerçekçi yapıtlardır. Mistik özellikler taşımazlar. İstanbul, Edirne, Yenikent, Gelibolu ve diğer birkaç kent üzerine yazılmış toplam 48 şehrengiz bilinmektedir. Bunların yedi tanesi Bursa Şehrengizi’dir: Şehrengîz-i Burûsa (Üsküplü Kılıççızade İshak Çelebi,16.yy), Şehrengîz-i Burûsa (Kadı Çalıkzade Mehmed Mâni,16.yy), Şehrengîz-i Burûsa (Lâmiî Çelebi, 15.yy.) ise en bilinenleridir. Özellikle Lamii’nin şehrengizinde Bursa üzerine yazılmış son derece güzel şiirler vardır. İki örnek: “Bakacak gibi dün gün çerh-i devvâr/ ona olmuş havâdar u kafadar/…./ Meğer gökten iner ol Nilüfer-Câm/ onun için ona olmuş Gökdere nâm/ iki şakk eyleyip ol nehr şehri/ edipdir behresi sîr-âb dehri/ O cûy-ı Dicle’dir san Bursa Bağdâd/ konulsa n’ola burc-ı evliyâ ad/…”

Osmanlı-Bursa kültür yaşamının önemli kalıtları arasında yer alan başka bir yapıt grubu da, şiire dair olan “şuara tezkireleri”dir. Şiir antolojisi olarak adlandırılabilecek tezkireleri şiir eleştirmeni sayılabilecek yazıncılar kaleme almıştır. Tezkirelere alınan şiirlerin yazın değerinin ve estetik düzeyinin yüksek olmasına dikkat edilmiştir. Ağırlıklı olarak Bursalı şairlerin yer aldığı şuara tezkirelerinden önemlileri şunlardır: Şakaik-i Numaniye (Atai eki,13.yy.). 20’si Bursalı 73 şairi kapsamaktadır. Latifi Tezkiresi (Latifi, 15.-16.yy.) Osmanlı yazınının en önemli tezkiresi olarak kabul edilmektedir. Kitapta yer alan 310 şairden 47’si Bursalıdır. Tezkire-i Rıza. Rıza tarafından hazırlanmıştır. (16.-17.yy.) 12’si Bursalı olmak üzere 170 şairi kapsamaktadır. Tezkire-i Rıza eki (Safi.,17.18.yy). 41’i Bursalı 475 şairi kapsamaktadır.

Bütün bunlar, Bursa’nın çok değerli, zengin ve etkileyici kültür-yazın birikimine sahip olduğunu gösteriyor. Nitekim bu birikim yazın bağlamında çok özel ve özgün sonuçlar doğurmuştur. Vahdiî’nin “Hikayet-i Anabacı, Anabacı Hikayesi” bunlardan biridir. Bir/inci/si…

Çalışmamı, Bursa kent tarihinin başlangıcıyla 16. yüzyılın sonu arasındaki dönemle sınırlamamın nedeni bu olgudur. Çünkü Bursa yazın birikimi ve geleneği, bütün tarihi boyunca yepyeni bir yazın tür olan öyküye dair ilk özgün ürününü 16. yüzyılda vermiş oldu. Üstelik bu öykü yalnızca Bursa yazınının değil Türkiye yazınının da ilk özgün öykü örneğidir.

“Hikaye-i Dendaniyye” ya da “Hikayet-i Hâce Abdurraûf” adlarıyla da bilinen öykünün kahramanı da yine Bursalıdır. Bursalı Tüccar Hâce Abdurraûf. Öykünün geçtiği yerler, oluştuğu mekânlar ve kahramanları gerçek yaşama oldukça uygun görünmektedir. Modern yaşamda sıkça karşılaşılan vefasızlık ve keyif düşkünlüğü o günlerde de insani kusurlar olarak işlenmiştir. Öykünün baş kişisi Bursalı Tüccar Hâce Abdurraûf, ipek ticareti için gittiği Şiraz'da kendini eğlenceye kaptırır. Anabacı adındaki kadın, onu Bânû-yı Cihan ile tanıştırır. Bânû’yu çok seven Hâce Abdurraûf Şiraz’daki kazancının tümünü onunla birlikte harcar ve parasız kalır. Mal almak üzere Bursa'ya dönerken ağzındaki altın dişlerden birini çıkarıp anı olarak ona verir. Bursa’da yeniden ipekli kumaş biriktirerek Şiraz'ın yolunu tutar, ancak Bânû onu tanımaz. Hâce Abdurraûf kendisini tanıtmak için armağan ettiği dişi hatırlatınca, Bânû cebinden birkaç diş çıkararak, "seninki hangisi?" diye sorar. Hâce Abdurraûf bir aşk(!) oyununa geldiğini anlar ve hayal kırıklığı içinde Bursa’ya döner.

16. yüzyılda yazılmış başka öyküler de var elbet. Bursalı Cinânî’nin savaşlar, dedikodular, cadılar ve cinlerle ilgili 76 öykü ve eklerinden oluşan Bedâyi‘ü’l-âsâr (Letâif-i Cinânî) bunlardan biridir. Diğer üç önemli öykü yapıtı da Lâmiî Çelebi’nin içinde 26 öykü bulunan İbretnümâ’sı, Bursalı Hâşimî’nin, Rumeli hükümdarının oğlu Vefâ ile bir mağarada karşılaştığı Mihr arasındaki aşk macerasını anlatan   Hikâyet-i Mihr ü Vefâ’sı ve Derviş Hasan Medhî’nin, İbn-i Sînâ’nın efsanevî kişiliği çevresinde gelişen olayları anlatan Öykü-i Ebû Ali Sînâ ve Ebu’l-Hâris’idir. Ancak biçim, teknik, biçem ve kıvam özelliklerini bir bütün olarak barındıran ilk özgün öykü “Anabacı Hikayesi”, ilk öykücü de Vahdiî’dir.

Kısacası yalnızca Bursa’nın değil, ülkemiz yazınının da mihenk taşlarından biri ve öykü türünün bir/incisi olan Vahdiî, Bursa’nın geçmiş zaman yazınının da en önemlilerindendir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

*Türk Edebiyatı tarihi: Fuad Köprülü

*Anadolu’da Türk Dili ve Edebiyatı’nın Tekamülüne Bir Bakış: Fuad Köprülü

*Bursa Ansiklopedisi:Yılmaz Akkılıç.

*Bir Masaldı Bursa:Engin Yenal.

*Seyahatnamelerde Bursa:Nurşen Günaydın-Raif kaplanoğlu.

*Yazının Penceresinden Bursa: Osmangazi Belediyesi.

*Ahmet Hamdi Tanpınar Şiiri ve 2002 Bursa Şiirleri: Osmangazi Belediyesi.

*Çınarlı Kentin Dili:Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı.

*Cumhuriyetten Yarına Bursa Şiirleri:Nahit Kayabaşı.

*Akatalpa Dergisi Öykü eki: Nahit Kayabaşı.

*Bursalı Şair Yazar ve Ünlüler Ansiklopedisi: Raif Kaplanoğlu.

*Bursa’da Yaşam Dergisi: Olay Gazetesi Armağanı.

*Mizandaki Bursa:Özkan Eroğlu.

*Bursa Tarihi Kılavuzu: Mülazım Abdülkadir.
Çinikitap,Kasım-Aralık 2012,sayı:15


Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin