FEHMİ ENGİNALP’tan Bir Tatlı Yapıt:
KEK: KİTAP, EĞİTİM VE KÜLTÜR
Fehmi Enginalp Bursa’da yaşayan, Bursa’yı yaşayan ö(ü)zgün bir KEK sevdalısı.
Onunla dostluğum çeyrek asırdır sürüyor; hep kitaplar içinde.
12 Eylül kıyılmışlarından biri olarak, bir zaman kıyılarında kaldı Bursa’nın; arananlar listesinde, köş bucak işlerde ve hep demokrasi savaşımının içinde.
Sonra yavaş yavaş damarlarına, kalbine ve nihayet beynine sızdı Bursa’nın; kitap, kültür ve sanat dünyasının göbeğinde.
Hep iyi işler yaptı. İşyerinin içindeki bürosu, Bursa kitap, kültür, eğitim, bilim ve sanat dünyasının insanlarıyla, yayınlarıyla şenlendi, renklendi, değer ve anlam kazandı. Giderek Bursa yazını(edebiyatı)nın nabzı orada atmaya başladı. Buyaz onun bürosunda kuruldu ve o, Buyaz’ın ilk üyesi oldu, bir numarası.
Kitap dağıtım şirketi, dört bir yanına kitap, dergi pompalarken Bursa’nın; kurduğu yayınevi yepyeni kitaplarla sesine ses kattı. Bütün bunların toplamına ad olan Alp Kültür Merkezi’yse, gerçekleştirdiği eğitim ve sanat etkinlikleriyle Bursa kent kimliğine, kültür belleğine nitelikli katkılar yaptı.
Bu bütünlüğün kitapla anlatımıdır
KEK
Fehmi Enginalp’in kitap, kültür, eğitim ve sanat konularıyla ilgili yazılarının bir toplamı olarak; uzun soluklu okumalarının, uzun yıllara dayanan deneyimlerinin bir yansıması, yazın ve Bursa serüveninin de bir göstergesidir.
Onu tanıyorum; o,her şeyden önce bağımsızlık ve özgürlük tutkunudur. Halkçı, devrimci, sosyalist düşün ve felsefeden, sanatın önemini kavramışlıktan geliyor; bu düşüncesini yaşama geçirebilmek yolunda gayretleriyle de özlemini çektiği, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın kurulduğu gelecekte duruyor.
Şimdi de KEK’e bakıyorum; ilk yazısının başlığı “özgürlük”tür. Diğer bir yazısının başlığı da demokratik ve bilimsel olmasını istediği “eğitim…” Öteki yazılarının başlıkları ve içeriğiyse “kitap”tır, “kültür”dür, “sanat”tır, “sevgi”dir. “Her Ay Bir Kitap” diye çığlık atıyor yazısının biri, “Bir Meşale de Sen Yak” diye ona ses katıyor diğeri.
Sürüp gidiyor Fehmi Enginalp’in, KEK için “imdat!” ve “eylem” çağrısı.
Yadsınamaz bir güzelliktir; değerbilir bir kültür insanı ve sanat(çı) dostu olarak, biz Bursa yazıncılarını çok seviyor, değerimizi bildiğini imleyen davranışlar sergiliyor; zaman ayırıyor her birimize, her buluştuğumuzda, demine hoş sohbetinin demini katarak sunuyor çayını, simidini. Kesintiye uğratmıyor dostluk ilişkilerini, kimseyi asla çar çur etmiyor. Birçok yazıncı arkadaşımızın, gençlerin dosyalarını öyle fazlaca kâr amacı gütmeden kitaplaştırıyor, kitaplaştırmakla kalmıyor, Çinikitap’ta ve diğer dergilerde tanıtım yazıları yayımlıyor. “Elinden tutmak” mı deniyordu bu hasletin adına?
KEK’de de görüyoruz onun değerbilirliğinin izlerini. Kimler yok ki o yazılarında? Nadir Gezer’den Rahmi Dede’ye, Hilmi Haşal’dan Melih Elal’a, Harun Cici’den Lemanser Sükan’a, Hasan Öztürk’ten Mustafa Özdemir’e kadar pek çok yazıncıya dil uzatmış. Tatlı dil.
Diğerlerinden değil ama belki yalnızca dağıtımcılıktan biraz para kazanmış olmalı; ama bildiğim şu ki Buyaz olarak her ne zaman elimizi açtıysak Fehmi Enginalp’e, asla boş çevirmedi. Maddi, manevi, çok kez de makâni olarak hep verdi verebildiği kadar. Yalnızca Buyaz’dan değil, Bursa’daki pek çok ilerici, demoktarik, devrimci etkinliklerden de desteğini esirgemedi.
Ayrıca yirmi sayı yayımlanan Bursa Kültür Bülteni’nin, şimdi de yine yirminci sayıya ulaşan Çinikitap’ın tüm masraflarını hep o karşıladı, karşılamaya devam etmektedir.
Onun bu özelliği, bütün yayıncılara, yazıncılara, eleştirmenlere, aslında yalnızca büyük bir kasaba olan Bursa’nın burjuva olamayan ağavari zenginlerine ilginç ve soylu bir örnek, sosyokültürel değeri olan bir derstir.
Ve KEK önemlidir!
Çinikitap,Kasım-Aralık 2013, sayı:21
HALİME YILDIZ’DAN İKİ İNCİ
BİR’İNCİ: ”Kadın Suretleri.” Şairin ikinci şiir kitabı. Aşka, yaşama ve bireysel sorunlara kadın gözüyle, kadınsı duyarlıklarla yaklaşan kadın şairin şiirsel çığlığı.
Kadınların sustu-ruldu-ğu feodal-ataerkil yapılanmalara, o yapıların biçimlendirdiği davranışlara karşı içinde oluşturduğu cepheye, yakarı niteliğinde de olsa dizelerini süren Halime Yıldız insanı canevinden vuran söylemiyle dikkat çekiyor. Hemen hemen bütün şiirlerinde böylesi yakıcı, acıtıcı bir içtenlik var. “taş sessizce doğruldu/ teneke trampetlerle uyandırdı ruhları/ kör imge kadınlar/ günün teri, baldıran zehri gece/ /sûzinak evlerde çürütüldü/ yaz masalı tülbentler/ güz ağıdına berdel, akasya ölüsü ten// o kadınlar yayan şimdi perihel pınarlarında/ aşk sesinde uçan kuş, ılık mavi düş/ antik kaseye doldurup gözlerini/ kumsalda sabahladılar/ şarap içirdiler içlerini kemiren kurtlara// sunaklarından su içenden/ arta kaldı kadınlar/ aynadan düştü suretleri/ saçları ıssızlığın küf rengi.”(s.26)
Şiirlerinin başlıklarına bakıyorum; gitmeler, susamışlıklar, ortada ve kör kalmalar, hırsızlıklar, lâdesler… Bitişlerine bakıyorum; umarsızlık yansıtan sorular, yıkımlar, karamsarlıklar, kırılan aynalar, unutmalar, yangınlar, kaoslar ve yine lâdesler… Aslında bütün bu karamsarlıklar tam da yaşadığımız koşulların dışavurumları, ama Emerson’un dediği gibi “insanlara umut da gerekli.”
Zaman zaman düzyazının olanaklarından ve öyküleme tekniğinden riskli biçimde yararlanan, birkaç dizesinde de zamirle ona ait iyelik ekini birlikte kullanmaktan çekinmeyen Halime Yıldız, aşk eksenine oturttuğu şiirlerine; bireyin kendi içine kaçışlarını, iç çekişlerini, kendisiyle ve (bireysel düzlemde) toplumla hesaplaşmasını kenar süsü yapmış.
Dergilerde eleştiri alarak, yoğrularak, eğitilerek imza olabilme sürecini yaşamadan şiir kitabı yayımlamanın en önemli sakıncası yayımlanan kitabın hak ettiği yere ulaşmasındaki güçlüktür. Yazın dünyamızın bu ismi tanımamasının, şiirleri, denemeleri, kitapları üzerine yazı yazmamasının temel nedenlerinden biri budur bence. Değilse şiirleri kendinden söz ettirmiş olurdu.
Sonuç olarak, şiirlerindeki kusur “kadı kızı” örneğindeki kadar olan Halime Yıldız şiir dili, şiir tekniği, kendine ait buluş niteliğindeki dizeleri, estetik ilkeleri ve mitolojiye, doğu kültürüne, mistisizme ait s/imgeleri kullanmadaki titizliği, lirik söylemiyle oldukça ilginç ve lezzetli şiirlerinin yer aldığı bu kitabıyla üzerinde durulmaya değer bir şair. “uyandır ruhunu/ ateşten, sudan, topraktan ele/ kırk kilit vur kırkına/ kopuz turkuaz..” (s.35 “eteklerini bozkıra ban/ şamaaaaan!/ gökyüzünden yeryüzünü çıkarsam/ kaç kalır”(s.36)
”YORGUN ATLAR TEKKESİ.”
Şiir yüklü ve şiir tadında denemeler kitabı. Her şeyden önce kitabın adını çok beğendiğimi söylemeliyim. Özge, yaşamsal ve hüzün verici…
“Rumeli, yorgun atlar tekkesi,” diyerek söze girdiği bu kitabında da Halime Yıldız kadınlara ve onların çığlıklarına yer vermiş. En temel izlek de “göç ve göçmenlik.” Balkan Savaşlarından günümüze uzayıp gelen gel-gitlerin, ikilemlerin, kaç-göçlerin canhıraş haykırışının tarihinden imler sunuyor. Daha küçücük, gencecik bir kızken bohçasını alıp yollara düşen kendi yaşamından kesitleri pay ediyor okuruna. Ülkeden ülkeye, aşktan aşka, kentten kente, gönülden gönüle, dilden dile bir uzun yürüyüşün destanını yazıyor adeta. Okuyunca sizin içinizde de bir yolculuk başlıyor, siz de yollara düşüyorsunuz yazarla birlikte. Yol giderek kendinize ve kendinizden ötelere uzayıp gidiyor.
Babasının doğup büyüdüğü Şumnu’dan mezarını ziyeret ettiği Bursa Hamitler’e, Edincik’teki yedi yüz yıllık çınardan Batık Şehir Kekova’ya; Vardar’dan Harran’a uzayan gezi-deneme türü yazılar okunduğunda, bir yerlere, birilerine “ait olma”nın, aidiyet duygusunun ne yaman bir gereksinme olduğu, yokluğunda da ne büyük bir acı yaşandığı bir kez daha duyumsanıyor.
Kitapta, düşündüklerimle neredeyse birebir özdeşleşen yazıya gelince… “Kayıp Kuşak Atlantis” başlıklı bu deneme, toplumumuza dair büyük bir itirafı içeriyor. Bu itiraf çok önemli! 12 Eylül sonrası ülkemizin kültür ve sanat anlayışına egemen olan postmodernizmin neden, nasıl kökleşebildiğini, kimlerin omzunda yükseldiğini açıklıyor. “1980 yılı milattan önce ve milattan sonraya böldüğünde bahçemizi, en büyüğümüz on beş yaşındaydı. Yaşımız gereği siyasi damgalar yemedik ama ruhsal damgalar yedik./…/ Mutluluğumuza Necefli maşrapa konan bir kuşağız biz. Maşrapa cini, leblebi tozumuzu üfledi ve televizyon kutusuna geri girdi./…/Bir akşam Adile teyze’nin “Uykudan Önce” masalıyla uyuyakaldık./ Bu yüzden uyurgezer bir kuşaktır bizim Atlantis.” (s.92)
Bu itirafla birlikte sözün yeri geldi. Sanata dair kültürlenme süreciyle yakın ilişkisi nedeniyle günümüz egemen sanat yaratımının ortak ve temel sorununa değinmek istiyorum. Sanat poetikası-tarihi, ekonomi-politik, sosyoloji, estetik, felsefe ve özellikle eytişimle ilgili birikimin yetersizliği yaşamı algılama, sanatsal bireşim yapabilme yeteneğini sınırlamakta ve ortaya zayıf ürünlerin çıkmasına neden olmaktadır. Öyle olunca, sanatçı ve onun sanatı hep kendi içine dönmekte, kendini yineleyen bir kısırdöngü içine düşmekte; yaşamın dışından beslenmeye, oralardan bireysel, tinsel, kültürel payandalar bulmaya çalışmakta ya da nihilizmin derin bataklığında boğulup gitmektedir.
Günümüz sanatçımsılarının büyük çoğunluğu bu itiraf kuşağındandır işte. Halime Yıldız’ın sözcükleriyle betimlemek gerekirse; Kayıp Atlantis; suskun, alaca, uyurgezer.
Yorgun Atlar Tekkesi, kusursuz denebilecek anlatım ve tümce yapısı, lirik dokusu ve sanat diliyle bir solukta okunabilen, konularıyla varsıl, duygusal anılarla süslü güzel bir yapıt.
Eliz Edebiyat Dergisi,A/7 Defterimden:4
NURSEL ARAS’IN “AZİZE”Sİ: ÇILGIN TRAJEDİ.
“Azize,” Nursel Aras’ın, "Kara Üzüm Salkımı Hüzünler" adlı öykü kitabından sonra ürettiği ikinci kitabı ve ilk roman çalışması.
Önce çevremdeki iyi okurlar dürtükledi, güdüledi beni; sonra da romanın çılgın trajik içeriği. Kim okumuşsa çarpılmış. “Müthiş!” diye tanımlıyorlar. Bu insanların hemen hepsi de yalnızca okur düzeyinde ilgilidirler yazınla. Ama iyi okur… İyi okur önemliyse, bu görüşler bir yere oturuyor, oturacak demektir. Hem zaten şimdilerde eleştirmen yok, okur var.
“Yalnızlık da Yorar” adlı yayımlanmamış öyküsünde, “geceler ölü bir kuş gibi düşüyor odama” diyordu Nursel Aras. Sanki onun bu kapsamlı romanı, o öykünün o satırından çıkmış. Öylesi yakıcı bir yalnızlığın anlatıcısı.
Temel izleği "kadın" ve "baba" olan bir roman. Kadın ve baba'nın altında, üstünde, yanında, yöresinde başka bir sürü ikili yapılar da var. Bir bütün olarak romanın içeriği ve izleklerdeki ayrıntılar tıpkı bir DNA sarmalı gibi birbirini tamamlıyor, biçim ve anlam derinliğini yaratıyor. Bu yapısı, sonuçta, ulaşılan, sergilenen olayların gen haritasını ve romanın temel karakterini ele veriyor. Öyle olunca, insanlık adına da bir işe yarıyor: İnsanı yeniden, karmaşık yapısı, çok boyutluluğu, toplumsal ve bireysel varlığıyla agılamayı sağlıyor.
Romandaki olayların ve olguların varoluş sürecini etkileyen yaşamsal ve sanatsal unsurlar, klasik roman tekniğiyle sunulurken şimdilerde benzerine az rastladığımız bir gerçekçilikle insana ve onun giderek gözardı edilen yaşamına saygı gösteriliyor. Bu çok önemli! Çünkü günümüz sanatının (özellikle de romanının) en temel sorunlarından biri saklı burada, belki de en önemlisi: Akıl, korku ve kurgu kurbanı içtenliğin yakıcı sonu, yani içtenliksizliği. Televizyonun, teknolojinin, özellikle bilgisayarın, internetin, teknosanatın sanal ve ticari sanat örgütlenmelerinin insanlığa kötü bir armağanı bu. Günümüz sanatını sanat olmaktan çıkararak insana, doğaya ve topluma yabancılaştıran, yozlaştıran, içini boşaltarak işe yaramaz kılan verili koşulların ürünü. Bütün medya desteğine, holding reklâmlarına karşın toplumsal dokuya ulaşamayan, kısa bir süre sonra da yazarını yapayalnız bırakan romanlar (şiirler, öyküler) geçidi.
Sanatın Öyküsü'nün yazarı E.H. Gombrich bu konuda olağanüstü bir şey söylüyor. Albert Dürer'in "Anne Portres"ni değerlendirirken: "Olağanüstü içtenliğiyle görkemli bir yapıt!" diyor. İşte bu! Yani “sanatta içtenlik!” "Azize" içtenliğin romanı. Yaşamın, yaşantıların, insanın, insan kişiliğindeki ve tinsel yapısındaki derinliğin, acıların, sorunların, çelişkilerin, çıkmazların, umarsızlıkların, insanı insanlık dışı alanlara çekerek kullanan, aşağılayan koşulların sakınmasız anlatımı, hatta eleştirisi.
Baba özlemi ve ona duyulan gereksinme Azize romanının kahramanlarının hemen hemen hepsinin burnunun ucunu sızlatan bir insanlık hali. Ama bir türlü baba olamayan babaların da boy gösterdiği babalık halleriyle dolu. Onüç yaşındaki kızı (Azize'yi) zar zor girdiği yatılı okuldan alıp otuz yaşında işsiz güçsüz, ipsiz sapsız biriyle (Kemal'le) evlendirmek için yollara düşüp elçi gidenler, buna göz yuman, hatta kızını uyuşturucu kuryesi olarak kullanan öz baba, küçük kıza sarkıntılık eden doktor... Olumsuz, erksiz, başarısız babalar zinciri.
Ve kadınlar... "Bizim kadınlarımız..." diyor ya Nâzım, “Azize” de kadınları anlatıyor, kadınlarımızı… Azize'yi Ayten'i, Nurten'i, Şermin', Yüksel'i…
Kısacası; romanının birçok ayrıntısından biri diye günümüz toplumunun resmini yapmış Nursel Aras; ne baba babalığının ayrımında, ne de anne anneliğinin. Çağdışılık kol geziyor: Karabilmez cesaret, okumuş yobazlık, tutucu gelenek, üç maymunu oynayan devlet, dinsel uyuşukluk…
“"Bir dergide okumuştu Azize. Francis de Croissel. "Ailede Çocuk" başlıklı bir çalışmasında, tüm babalara seslenerek; "Babalık öyle bir unvandır ki bu unvan size, layık olup olmadığınız araştırılmadan verilir. Onun içindir ki dünyada çocuk sahibi pek çok baba mevcut olduğu halde, baba sahibi çocuk pek azdır." diyordu."”
Romanın dilinde, kurgusunda bazı kusurlar, estetik boyutunda da bazı sorunlar yok değil, var. Ama ilginç olan şu ki, bu roman için bu türden kusurların çok da önemi yok. Hatta belki kurgu sorunu da yok. Okuduğunuzda kurgu şöyle miydi, böyle mi, diye düşünmüyorsunuz çünkü. Kurgunun da, dilin de özgürleştirilmesi gibi bir ilke var sanki ortada ve bu ilke okuru da özgürleştiriyor. Bu özelliği nedeniyle “Azize,” çoktandır yaşam ve insan karşısında yapay duran romanlar (sanatlar) yüzünden tadı unutulan lirizmin insan-sanat buluşmasına kattığı etkiyi sergileyebilme yeteneğini gösteriyor: Birey; birey olduğu kadar da toplumsal bir varlıktır. Bu hâlâ böyledir.
Okurundan ilgi gören, hatta birinci baskısı tükendiği için, (biraz daha üzerinde çalışılmış olarak) ikinci baskısına hazırlanan “Azize”, çarpıcı yaşanmışlıklarla örülü ilginç bir roman. Sosyolojimizi, psikolojimizi, giderek insani yanımızı sızlatan sürprizlerle dolu bir aile, toplum dramı!
Eliz Edebiyat
“HER KADIN BAŞKA TÜRLÜ (mü) ÖLÜYOR” GERÇEKTEN?
Pelin Yılmaz Bursa’da yaşayan, Bursa’da çalışan (avukat) bir yazar. Yücel Balku Öykü Atölyesinin ilk öğrencilerinden. Yücel Balku ve Hakan Akdoğan’ın öğrencisi olmak boşuna değilmiş.
Onun öykücülük serüvenindeki en önemli durak, doğduğu gündür. Orhan Kemal’in öldüğü gün… O gün doğmuş. Bu olay çok önemli. Çünkü ruhlarının karşılaşması ve Pelin Yılmaz’ın ruhuna öykücülüğün bulaşması böylesi bir rastlantının sonucudur. Yoksa öykü yazarı değil de örneğin “aryacı” olabilirdi.
“Öykücü”lüğün neresinde Pelin Yılmaz? “Her Kadın Başka Türlü Ölüyor” adlı ilk kitabına bakacağız bu soruyu yanıtlayabilmek için. İlk kitabı, evet ama ilk öyküsü değil. Bakabiliriz.
Çağdaş okurun gereksindiği, kırk “kısa” öyküye yer vermiş kitabında. Onun öyküsel yolculuğunun karakteristik bir özelliği burada saklı. O “kısa” öykü yazarı. Bir sayfalık, yarım sayfalık, hatta bir paragraflık öyküler yazıyor. Çünkü ivedisi var yaşamın ve insanların. Zaman hızın ardında sürünmek istemiyor. İnsan zamanın öykü insanın, Pelin Yılmaz öykünün… Önüne geçmeyi deniyor hep.
Kısa öyküdeki döngüyü tamamlamak, hem de okur üzerinde etkili olmak ilk kitap öykülerinin harcı olmamak gerekir diye düşünülebilir. Pelin Yılmaz ilk kitabındaymış gibi görünmüyor. Öykü kitabından geliyor sesi; kimince gür ve coşkulu, kimince çekimser…
İster Çehov’un, ister Maupassant’ın, ister erkeklerin, ister kadınların, ister feodalizmin, ister kapitalizmin yanından bakalım; iki koldan akan derecikler gibi; dupduru ve göz alıcı. Hayli özge. Öykülerinin ikinci karakteristik özelliği.
Kadınlara dairlik, öykülerinin üçüncü karakteristiği. Örneğin “Taşların Sessizliği”, aslında taş yerine sayılanların, yani kadınların dilsizleştirildiğine, giderek hiçleştirildiğine dairdir. Sanatta özneye dair olanın yüklemi çağrıştıracağı ilkesiyle örtüşmüş olmak, onun öykü sanatındaki ilkesi yerine geçmiştir bence. Trajik olan öykülerde değil, öykülerin ötesinde, altında, üstünde, yedi kat gerisinde, tüller, sisler içindedir.
Nuri Demirci’nin sanata dair betimlemesi Pelin Yılmaz öykücülüğünün dördüncü karakteristiğinin de betimidir: “Fotoğraf çekmeyecek, resim yapacaksın!” Bireyin, toplumsal olay ve olguların, kadının, caninin, aymazın, örneğin 171 ya da 8 rakamının, H harfinin, (öykünün estetik kaygılarına resme dair estetik kaygılarını da katarak) resmini yapıyor.
“Tam ortasında örgünün kalakaldı adam. Öykü bitmedi.” Böyle sonlanıyor “Sihirli Sözcükler” başlıklı öyküsü. Neredeyse iki tümcede bir öykü… Söze dair olanın altın değerinde olduğu… Çok ince işçilik ve yoğun emekle damıtılandan artakalanlar estetiğin de değerini ortaya koyuyor. Çünkü güzel azdır ne yazık! Daha doğrusu kıttır.
“Ayağın yere sağlam basması” boşuna söylenmemiştir. Yoksa havada kalmak ve rüzgârlarla savrulup istenmeyen yerlere atılmak da var. O zaman boşluk doğar, boşluğu başka şeyler doldurur, kimliksiz kalır boşluktaki, anlamsal değerin onurundan yoksun kalır. Ayak insandır bencileyin, hatta sanattır. Ayak yaşamdır kısaca. “Silindir şapka bilmiyor, o aslında sadece bir tiyatro oyunu için dikildi. Kimi önemli kişilerin çıkarlarına dokunan oyunun sahneye konması engellendiği için böyle boşlukta, kimliksiz, anlamsız yok olmaya terk edildi.”(Silindir Şapka”)
Pelin Yılmaz öykülerinde sosyolojiye ve psikolojiye dair gereklilikler, vurgular çok önemli. Gerçekle kurgunun, modernitenin yabancılaştırıcı davranış biçimleriyle, hümanitenin idealize ederek mumla aradığı beklentilerin dil ve anlatım düzeyinde buluşması, içeriğin içini aydınlatan çözümlemelerle somutlaşması okuru ters yüz ederek metafora(eğretileme), diğer bir deyişle tersinden algı ve sezgi alanına sokuyor. Bakınız:“171 yüzyetmişbir” Öyküler bu yüzden dinamik, gizemli, örtülü ve çekici.
Kırk öykünün kırkının da simgesel temsilcileri sözünü ettiklerim. Kırkının da saklı karakteristiği… Övgünün içinde sövgü.
Pelin Yılmaz öykücü… Çünkü her öyküsünde başka türlü ölmeyi başarıyor.
Eliz Edebiyat
SERAP GÖKALP’İN “KULAK MİSAFİRİ”
Öykü Teknesi’nde, Kulak Misafiri adlı kitabına adını veren bir öyküsünü okumuştum Serap Gökalp’in. Daha sonra kitabın kendisini okumuş, A/7 Defterime notlar düşmüştüm. Şimdi o notlardan yola çıkarak kitapta yer alan öykülere “misafir” olalım.
Sanatsal içtenlik ve eleştiri diye başlayalım:
Kulak Misafiri öyküleri doğa-toplum-insan-hayvan iletişim ve etkileşimini doğal akışı, yeteneği, kapasitesi içinde veriyor. Sanatın “içtenlik” ilkesi. Diğer bir deyişle, günümüz egemen sanat anlayışının en önemli sorunu. Onu sanat olmaktan çıkaranı… Buradan yazarın sanat-sanatçı algısına ulaşabiliyoruz çünkü. Algının yazıya, öyküye, estetik değere ulaşması ayrıntıların derinliğine, genişliğine koşut… (Öyküde başarılı olan bu biçem romanda daha büyük başarılar getirebilir diye düşünüyorum.) Yap-boz algılamasında yaşamı sorunsallaştıran öyküler; yaşamak kadar bozmanın, bozmak kadar yapmanın, hatta unutulan parçaların, yerine yerleştirilemeyen ince ayrıntıların, yitik kırıntıların vurgusunda… Her şey, her kezinde eksikleriyle bir bütün. Soyutlayarak idealize etmenin, gerçeği sanalmış gibi göstermeye çalışmanın ince eleştirisinde.
Öyküde yabancılaştırma efekti:
Şaşırtmacanın da yaşamsal ve öyküsel değeriyle buluşuyoruz Kulak Misafiri’nde. Yaşantı parçalarının yansımaları eğreti, metaforik, çarpık, mucizevi… Beklenmeyen kurgu ve anlatımlarla karşımıza geliyor. Hem de çoğu zaman ansızın. Yabancılaştırma efekti gibi düşünebiliriz bu yapıları. Öykü kahramanıyla özdeşleşerek yaşamdaki çarpıklıkları, eksikleri, acıları, ağıtları, haksızlıkları kanıksamamızı önlüyor; düşlere, düşüncelere, savrulmamızı sağlıyor. Fadime Hanımın Işığı (s.9) adlı öykü bu anlamda iyi bir örnek.
Biçimin biçeme katkısı:
Onun öykülerinde biçim, biçeme biraz daha kestirme yoldan ulaşabilmenin sağlıklı ve etkili bir aracı olmuş. Daralan, genişleyen metinler, büyüyen, küçülen, özgeleşen harfler, değişik harf karakterleri… Ansızın araya sokulan çağrışımı güçlü şiirsel satırlar, metincikler… Bütün bunlar öz-biçim, içerik-estetik dengesi adına ciddi arayışların, görsel şölenlerin göstergeleri. Annemin Çalılıklarında (s.37), Kanunla Çalınan (s.86) 16/24 Vardiyası(s.100), Boş Oda Dolu Bavul(s.153).
Dil, anlatım, kurgu çabası:
Yazarın bu yapıtıyla ciddi bir çıkış yaptığına inanıyorum. Dili doğru ve sanatsal düzeyde kullanabilmek, anlatımda ve kurguda ustalığı yakalayabilmek; sonuçta hem “öykü” yazabilmek hem de bunu çeşitli biçimlerde sunabilmek için yoğun bir çaba içinde olduğu gözden kaçmıyor.
İçselleştirme, iç ses, özdeki derinlik ve katmanlı yapı:
Psikolojik çözümlemelerle örüyor öykülerin özünü. İçsel, özsel, öte dünyalarla, olaylarla, olgularla, anlamlarla, insanın öte yüzündeki çelişkilerle, çatışkılarla, yabanıl duygularla buluşturuyor okurunu.(Denizkestaneleri,s.78, Kanunla Çalınan,s.86, Kirpi,s.135) Kahramanları, hemen hemen hepsi de emeğin en yoğun, acımasız ve hatta sağlığı bile tüketebilecek kertede acımasız sömürüldüğü iş alanlarının emekçileridir. İçlerine/işlerine saklanıyor onların, onları onlarmış gibi yaşayarak yazıyor. İçini dışına çeviriyor kahramanların ve olayların.
Bir de sesi var iç ve öte olanların. İç ses ve ona eşlik eden iç düş. Bazı kahramanlar zaman zaman kendilerini arıyorlar çevrelerini kuşatan yabancılaşmanın içinde. Soruyorlar, sorguluyorlar, okura eşlik ediyorlar; bu kez onlar okurun içine saklanıp okuru yönlendirmeye çalışıyorlar. Müthiş bir karmaşa!…
Kadının iç sesi:bastırılmış çığlık:
Tam da bu noktada kadının sesini duyuyoruz. Acıyı, ağrıyı, feryadı algılayabilmemizi kolaylaştıran Brechtvari (güzel ve güçlü) bir tuzakta buluyoruz kendimizi. Kadının, geleneklerin ve iktidarların duymak istemediği, duyamadığı iç sesini, yaşama dair çığlığını… Asla kaba değil; etik ve estetik. Bu iki değeri bir arada barındıramayan yapıtların konforuna diyeceğimiz yok, ama biliyoruz ki vicdanı azapta ve “sanat” kavramı dolaylarında ne idüğü belirsiz. Temel izleklerden biri, hatta en güçlüsü bu: Emeğin kadın yanı. “… adlarını kocalarına sorduk, bilemediler,” diyordu ya bir Halide Yıldırım şiiri?... “kaburganızdan doğdum/eğriyim/ içinizde yerimden artan o meşhur boşluk,” diye şiirselleştiriyordu ya Betül Yazıcı. Şimdi siz kalkıp hâlâ ahkâm mı keseceksiniz? Kapitalist dizge içinde ne kadar okunuyor esaminiz? İçinizde o boşluk yok mu? Has edebiyat mavalını “kendiniz”den başka kime yutturabilirsiniz ki? Has kaçamak ve has kaçak mı yoksa tanılamanın doğrusu?
“Kadı Kızı’nın kusurları:
Öz- biçim dengesini gözeten, bu dengeyi tutturmaya çalışan bir öykücü Serap Gökalp. Bu onun sanat anlayışının en temel ilkesi. Ne ki bir sanatçı için en güç olandır bu bireşimi, yani biçemi(üslubu) yakalayabilmek.. Bu bağlamda “kadı kızınınki” örneği kusurları da var elbet. Birkaç yerde mişli geçmişle başlayan tümce zamanı di’li geçmişle bitiyor. “…erkek,…ortadan kaybolmuş, sonra geri dönmüş, ve… ilişkisine devam ediyordu.”(s.137). “… kızla rekabete girmiş ve onu aşağılamaya çalışıyordu.”(s.146). Bu örnekte de görüldüğü gibi “ve” bağlacı da zaman zaman hatalı (fazla) kullanılıyor. Bazı anlatım bozuklukları ve kural hataları da göze çarpıyor. “Belediye çukurlarında insanların öleceğini ve hırsızların bayram edip köşe bucağa saçılmışken yollarını yitirip karakollara sığınacağını.”(s.113) “Ve yanlarında getirdikleri portakalları, ekmeklerini yediler.”(s.93) “İnsanın tüm soğukkanlılıklarını(s.56), “…Kavalalı’larla…(s.93)”
Bir elinde kalem diğerinde pankart taşıyan ökücü:
Biraz da ödülleriyle ilgilenelim Serap Gökalp’ın. Bir yazar neden hep teması “emek” olan yarışmalara katılır? Neden genellikle emeğin insanlarını yazar? Neden hep kadının yaşam içindeki, emek dünyasındaki yerini irdeler, sorgular, sorunsallaştırır? İnsanların belediyenin açtığı çukura düşerek öldüğü (s.113), emek pazarından “işe” diye alınıp götürülen kadının tacize uğradığı (s.100), kot taşlarken yuttuğu toz yüzünden kısa sürede sağlığını, daha sonra da yaşamını yitirdiği(s.164), milyonlarca insanın-hatta çocuğun sosyal güvencesiz-eğitimsiz çalıştırıldığı bir ülkede gerçek yazarın ne yazması beklenir ki? Yalnızca hep bireysel bunalımlarını mı?... Sanatla, yazınla uğraşan insanların deve kuşulaşmasını, dedikodu yapmasını, ahlaki olmayan davranışlar sergilemesini, egosunu ehlileştirememesini hiç mi hiç anlayamamışımdadır zaten. Anlayamadığım bir şey de, kendisi sürekli bir eylemlilik hali olan yazmanın erbapları nasıl olur da yazdıklarına katılmazlar? Yani yaşama, onun içindekilere ve bizatihi yazma eyleminin kendi iç dinamiğinin gerektirdiklerine…
Bu bağlamada Serap Gökalp’ı ayrıca kutluyorum. Çünkü o, bir elinde kalem, diğerinde pankart taşıyan bir yazardır.
Yarım yaza(r)(n)lara gereksinmesi yok ülkemizin ve dünyamızın!
Çinikitap
YİTİRDİĞİMİZ MEHMET KAPLAN’I
“DİL İZİ”NDE BULDUK
“Sen annemsin,” dedi bana bir gün. Birkaç haftalık yaz tatili nedeniyle görüşememiş, buluştuğumuz bir Eylül günü böyle dedi. Şaşırdım, güldüm, ne diyeceğimi şaşırdım.
“Hayrola Mehmet abi,” dedim ona. “Nasıl yani?”
“Okula gitmediğim yıllardı,” diyerek bu sözü neden söylediğini açıklamaya durdu. “Annem, anneler toplantısına beni de götürürdü. Orada bana iyi bakarlardı. Pasta, börek, yiyecek, içecek verir, gönlümü hoş tutarlardı. Bir gün okuldan çıktıktan sonra yine annemlerin toplandığını sandığım eve gittim. Toplantı yoktu. Annem tarlaya gitmişmiş. Çok üzüldüm, boynum büküldü. Bu olayı hiç unutmamışım demek ki… Senin olmadığın toplantılarda o günü anımsıyor, o duruma düşüyorum işte.”
Çok etkilenmiştim.
O yaşarken ben şanslıydım. Çünkü ben onun hem annesi hem de son dönem şiirlerini ilk gösterdiği kişiydim. Alçakgönüllülük yapmadan söylemeliyim ki, “şiir yazmamın sebebi sensin,” derdi. Beni her gördüğünde elini ceketinin iç cebine atar, silah çeker gibi küçük şiir defterini çıkarır, “dinlemek ister misin?” diye sorar, yanıtımı beklemeden de okumaya başlardı.
Onu zaten çok seviyor, şiirlerinin ironik içeriğine çok büyük zevk alarak gülüyordum. O yaşta kısa, sözcük ve hatta harf oyunlarıyla bezediği, anlam derinliği kattığı, bir yanıyla mutlaka eleştiren, öte yanıyla da mutlaka gülümseten güzel şiirler yazdı. İlk kitabının şiirlerini, benim seçmemi istedi, seçtim. Kitaplaştıramadı. Bir, iki yıl sonra yeniden seçmemi istedi, seçtim, yine kitaplaştıramadı. O arada Hilmi ve Nuri’lerle iletişini geliştirdi, Eliz’de şiirlerini gördük ve sanıyorum bir iki kez de Nuri’ye seçme işini yaptırdıktan sonra “Dil İzi”nde bulduk onu. İzini sürüyoruz.
Çinikitap
MERAL DEMİR’DEN
YASAKLI SARMAŞIK
Meral Demir’in şiir çizgisi eksiden artıya doğru… Kendince yalnız ve yoğun bir şiir işçiliği sergiliyor. Sosyal paylaşım sitelerinden birinde paylaştığı şiirlerinin süreç içinde şiirleşmeye doğru evirildiğini gözlüyoruz.
Yasaklı Sarmaşık, şairin kendince yasaklarını, ki bu yasakların çoğu yasaldır, şiir dizeleriyle ifşa etmeye çalıştığı ikinci kitabı. “Şimdi sessizliğinde/ sana hapsedilmiş hecelerle eskiyorum…”(s.8) diyerek iç gerilimini sosyal gerilimiyle eşleştirmeye çalışıyor. Güncel olanın şiiri tehlikeli. Öyle de olsa günceli de şiirleştirme çabasında. Bir bakıyorsunuz yoğunlaştığı izleğin derdinde ve beş dizede iyi bir şiirsel sese ulaşıyor: “Nadasa bırakılmış/kahve telvelerine ekilir/bir türlü yeşeremeyen/ serseri,/ başına buyruk tohumlar.”(s.38) Şiir bütünlüğü bağlamında değilse bile dize bağlamında yoğun imgesel ya da yalın söylemlerle okurun damağını tatlandırıyor: “Yeni uyanmış gülücükleri topladım senin için”(s.42), “kanıma yerleşen çakıl taşları gibi”(s.44), “Bir ortanca çiçeği partizanca sokulur yüreğime”(s.56), “nakışsız yaşamlardaki/ıslak etlere/ mahsustan bakarken/ kar yağar sevinç nöbetlerine”(s.81), “Kim bilir/ kaç sona sayfa/ ayrılık yazar;/ve kapak/ çaresiğzce üstünü örter.”(s.115) gibi. Yüz yirmi sayfa dolusu manzume, şiir karışımı yerine, sıkı bir seçmeyle çok daha iyi bir yapıt ortaya konabilirdi. Ne ki yüzü şiire dönük olanın yolu güzele, güzelin güzeline ulaşır inancındayım.
Ayazma Fısıltıları VI, Çinikitap,sayı:12
MERİÇ UTKU
“İSİMSİZ”
Meriç Utku aslında öykü yazmak isterken kendisini şiirin içinde bulmuş.
Onun ilk şiirlerini Alp KÜLTÜR Dergisinde yayımlamakla iyi ettiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü o artık şiirin çileli ama saygın yolculuğuna iyiden iyiye yelken açanlardan.
Meriç Utku’nun şiirleri kendisi gibi. Afacan, cıvıl cıvıl, sevgi dolu, yepelek, kırılgan. Doğal söylemi şiire öylesine yakıştırmış ki… Belki de şiirler böyle yazılmalı; doğal, duru, okurunu seven, onu önemseyen…
Bülbüle kurşun sıktılar!
Bülbül kurşunu bilmezdi!
Bilse de zaten sevmezdi!
Bülbüle kurşun sıktılar!
Küçücük bedeni titredi,
Ve son nefesinde; gülü sevdiğini söyledi!...
Bireysel duyarlıklar kadar toplumsal duyarlıkları da şiirine konu ve izlek olarak seçerken şiirden kopmamaya çaba harcıyor:
“Dilim kanıyor anne bu akşam,
Yukarı Mezapotamya’yı nasıl da unutmuşum?
Sözlerim sağır, sevdam kör!
Bak! Sadece Türkçe okuyup, yazabiliyor muşum?
Sokak çocukları aç, açıkta ve çıplak uyurken anne?
Cinselliğin kitabı yazılmıyor, yazamadım!
Ve bu çıplaklığımla ben anne, kimselerin koynunda uyuyamadım!
Özür dilerim anne; ev ödevimi yapamadım!”
Şiirini kurarken halk şiiri geleneğiyle bağını koparmıyor. Bu özelliği onun şiirine özge bir saflık katıyor.
Okuyalar, yazalar,
Ağlayalar, güleler,
Hüküm Dağı’na geleler!
Son dem dualar okuna,
Başa kılıç vurula,
Var bir hüküm giyile!
Meriç Utku şiir üzerine düşündükçe, şiire âşıkmış gibi an’larının tümünde şiirsiz olamayacağı inancıyla yaşamını şiire adadıkça, şiir yazdıkça nice güzel şiirler üretecek.
MUSTAFA ÖZDEMİR’DEN İNCİLER
“eğitimin ince dokusunda yolculuk”, uzun yıllar eğitimin ince yolunda yürüyen bir eğitimcinin, Mustafa Özdemir’in kitabının adıdır. Kitap, Bursa’da son zamanlarda pepeşe nitelikli kitaplar yayımlayan Alp Yayınları’ndan çıkmış.
Önce öğretmen, sonra eğitim müfettişi bir yazar Mustafa Özdemir. Mesleğinin farkında; gittiği, gördüğü, yaşadığı pek çok şeyi, deneyime katkısı olur kaygısıyla daha sonraki kuşaklara aktarmayı hedeflemiş. Birikimini kendine saklayanların ömrü kısa, paylaşanların ölümsüz olduğunun bilincinde.
Üç ana bölüme ayırmış kitabını. Özgeçmiş ve eğitimcilik yıllarına dair anılarını paylaştıktan sonra, iyi bir eğitimcinin yapması gerekenleri yaparak “eğitim-öğretim” konusuyla ilgili bilimsel bilgilerini da aktarıyor. Üçüncü bölümdeyse “hem gülelim hem düşünelim” demiş. İyi de etmiş. Çünkü böylece kitap daha kolay okunuyor, daha kolay algılanıyor. Örneğin bir Karslı olarak Kars fıkrasına çok güldüm.
Aziz Nesin geleneğinden ironi, fıkra ve şakalarla, komik diye nitelenebilecek yaşantı parçalarıyla örmüş kapsamlı kitabını. Okuyan insan kimi zaman hüzünleniyor, kimi zaman kızıyor, kimi zaman coşuyor, bazen gülümsüyor, bazen kahkahalarla gülüyor. Her haliyle yaşamdan esinlerle, esintilerle dolu.
Acurlular neden vatandaş sayılmadılar acaba ya da “Einstein’in Şoförü” nasıl bir insandı? “Atatürk İngiliz Bayanı Niçin Ağlattı?” ya da “Müfettiş Boz Rakıyı İçerse Nasıl görür?” “Müfettişin Çantasındaki Tavuk” faslını okurken kahkahalarla güldüm “Hemşerim Aziz Nesin’in Bursa’daki Sürgün Günleri” ni okurken için için hüzünlendim. Benzeri bölümlerden pek çok örnek var kitapta, okuyunca daha iyi tadılacak.
Vefakâr bir kitap “eğitimin ince dokusunda yolculuk”. Yazar “Şanssız Arkadaşım Kemal Elçin”, “En Zeki Arkadaşım Hayrettin Kabadere”, Celal Kıtay’ın Anısı” v.b bölümlerde arkadaşlarına da yer vermiş. Beni en çok etkileyen bölümlerden biri de yazarın Müfettiş arkadaşı İsmail Gündüz’ü anlattığı “Emekli Müfettiş İsmail Gündüz’den Bir Anı” başlıklı bölüm oldu. İsmail Gündüz benim de hem müfettişim hem de edebiyat çalışmalarımı Orhaneli’nin kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde bile destekleyen, köyde, kentte, okulda teftişte ya da Milli Eğitimdeki her karşılaşmamızda “başka ne yazdın?” diye sorarak, yazdıklarımı bana anlattırarak, çaktırmadan özgüven kazandıran, yüreklendiren bir dostum oldu. Kulakları çınlasın!
Kitabın eğitim-öğretime dair bölümünde “Dâhi Nasıl Yetişir?” başlıklı bölümünü tüm anne- babaların okumasını acilen öneriyorum. Yine “Okuyanlar Liderdir” başlıklı bir bölüm var. Bu bölümde, okuyan bireylerin lider olabildiğinin birçok örneği verilmiş. Bu bölümün ana iletisini şöyle de algılamak gerekiyor: Okuyan ülkeler de dünya ülkeleri arasında lider olmak durumundadırlar. Nitekim de öyledir.
Özellikle yeni nesil, benim deyimimle “küçük çantalı” öğretmen ve müfettişlerin okuması gereken bir kitap. Çünkü bu kitabı boşuna yazmadı Mustafa Özdemir. En güç kazanılan deneyimlerini paylaşarak, ders çıkarılmasını; sorunları dile getirerek çözüm üretilmesini, komik yaşam kesitlerini ve unsurlarını paylaşarak kitap okumaktan zevk alınmasını, edindiği bilimsel ve sanatsal bilgileri öğrenci, öğretmen ve evlilere paylaşarak çoğaltılmasını, arkadaşlarını anarak değerbilirliğin bir değer olarak yaşatılmasını istemektedir. İdeal olanın yolundan, ideal olana gidişin engeliyse bir çakıl taşını çekmek ne büyük bir güzelliktir; yapan ve yaşayan bilir.
İnsanların teknoloji tembeli haline geldiği, binbir çeşit yaşam katmanları arasında kaybolduğu, ilgi alanlarının çığ gibi büyüdüğü hız çağında bunca kapsamlı bir kitabın okunması biraz güç. Ancak okuyanların zevk alacağı, hatta bilgi ve deneyim dağarcıklarını varsıllaştırabileceği de bir gerçek.
Çinikitap, Temmuz-Ağustos 2012, sayı:13
BURSALI DENEMELER, MAKALELER
BUYAZ’IN ÇAĞRISI: “NÂZIM'A BURSA'DA YER AÇIN!”
Nazım'a ve Bursa'ya dair vasiyetimdir:
Nâzım’ın “Bursa Kal’ası”nın yapımında kullanılan “Bursa’nın Ufak Tefek Taşları”nı bulun, getirin, yerine kurun ve Nâzım Müzesi olarak Bursa yaşamına katın. Bursa bu utançtan kurtulsun, evrensel bütünlüğe kavuşsun, benim de rufum şâdolsun.
1994-1999 yılları arasında Hamburg'da yaşadım. O süre içinde dünyanın çeşitli ülkelerinden ve uygarlıklarından on üç ülkenin insanına Türkiye'yi biliyor musunuz, diye sordum. Dokuz ülkenin insanından aldığım yanıtın ilk tümcesinde Nâzım (diğer dördünde de Atatürk) ismi vardı. Meğer ülkemizin en büyük (kurucusu değil ama) elçisi, adı Türkiye adıyla özdeşleşmiş ŞairNâzım Hikmet'miş.
Ülkemizin dünyada erdemsel bir değerle, şiirle tanınmasını sağlayan ilk (ve hâlâ en) büyük isim. Onur ve gurur duydum.
Aynı süreç içinde bir gün Alman öğretmenlerden biri sınıfımın kapısını çaldı, girdi, elindeki Die Welt Gazetesini açarak “Bu doğru mudur?” diye sordu. Gazetede iri puntolarla manşetten ve boydan boya bir tümce vardı. “Türk Dışişleri Bakanı Bayan Y. uyuşturucunun vaftiz analığını yapıyor.” Bir Alman mahkemesi, dünyadaki ve Almanya'daki uyuşturucu trafiğiyle ilgili olarak bir Türk Ailesini suçlu bulmuş, Türkiye'den bilgi istemiş, ancak alamamıştı. Ne diyebilirdim? Hamasi nutukların ardına mı sığınmalıydım, yalan mı söylemeliydim? “Alman mahkemesinin saptamasına göre, doğrudur,” dedim.
Utanç duydum, onurumun kırıldığını duyumsadım.
Ülkeme, Bursa'ya döndüm. Ara verdiğim yazın çalışmalarıma başladım, orada ürettiğim ve biriktirdiğim dosyalarımın kitaplaşması için çırpınmaya durdum. Bursa yazın yaşamının içine girdiğimde Bursa'da yazının örgütlenemediğini gördüm. Bir kent için, kentin kişiliğinin gelişmesi, kimliğinin tamamlanması, yazın emeğinin çağdaş emek örgütleri yanında yer alması, emekçilerinin kendileri ve ülkelerinin demokrasisi için de bir şeyler yapması, katkı sağlaması bağlamında önemli bir toplumsal eksiklikti. Bilimden, sanattan, iyilikten, güzellikten, estetikten dem vuran insanların, ülkelerinin demokrasiyle iletişimi ve kültürüyle gerektiği gibi ilgilenmemelerini, bireylerin ve toplumun duygu eğitimine önem vermemelerini usum almamıştı. Hemen devinime geçilmeliydi.
Bu amaçla ve yeni seçildiğim Edebiyatçılar Demeği Genel Yönetim Kumlu üyesi ve Bursa Temsilcisi sıfatımla Bursa'da yaşayan yazıncıları bir telefon iletisiyle toplantıya davet ettim, geldiler. Süreç işledi ve 2004 yılının Ağustos ayında, kısa adı Buyaz olan Bursa Yazın ve Sanat Derneği kuruldu.
Yazın, öykü, şiir derken süreç içinde yolumuz Bursa- Nâzım özdeşliğine çıktı. Ülkemizi dünyaya şiirleriyle tanıtan Nâzım, hemen hemen bütün dünya dillerine çevrilen şiirlerinin Bursa'da, Bursa Cezaevi'nde yazmıştı. Dahası yaşamının dörtte birini, yani on üç yılını cezaevlerinde, onun da yaklaşık on bir yılını Bursa Cezaevi'nde geçirmişti.
Nâzım yaman bir Türkiyeli olduğu kadar yaman bir Bursalıydı. Ama bu kentte Nâzım adını anımsatacak, yaşatacak, çoğaltacak hiçbir mekân, yapıt, anıt yoktu.
(“Beş Şehir”i yazarken Nâzım’ın Bursa'da ve oranın zindantarında olduğunu umursamayan, "zaman"ın kendisi için “su şakırtıları" arasında rengarenk ve özgürce anlamlanmasına karşın, Nazım'a sülük gibi yapış(tırıl)masını duyumsamayan, atgılamayan ya da bilerek üç maymunu oynayan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adı Bursayı ve “Bursa'da Zaman”ı kaplamış, ondan öte fer şey ve herkes unut(tur)ulmuştu. İşe bakın ki yalnızca Bursa'da değil, bu ülkede de (ve hâlâ) Nâzım'a dair, onun adına yakışır nitelikte bir anmalık olmadığı gibi yazınını da emperyalist sanat ideolojisi postmodemizm kuşatmış(tı) İlginç bir örtüşme!)
En kötüsü, Nâzım'm yıllarını içinde geçirdiği Cezaevi de yıkılmış, yok edilmiş, hatta yerine yine cezaevine benzeyen bir bina yapılmıştı: Adalet sarayı.
Sahi, o cezaevinin taşlan nereye atılmıştır, nerededir?
Kimdir bu yıkımın ve o taşların yok edilmesinin sorumlusu, kimlerdir?
Kim biliyorsa o taşların yerini, zaman yitirmeden açıklamalıdır.
Bir tarihi, o tarihle birlikte bir kültürü, yazın açısmdan son derece de önemli bir ulusal kalıtı yok edebilmek kimin haddine?
Bütün bu nedenlerle, yanıtı saklanmış sorular yüzünden bu kez de ülkemde, Bursa'da utanmaktaydım.
Oysa örneğin Salzburg'da gördüklerim vardı: “Mozart Bu Evde Doğdu”, Mozart Bu Evde Öldü” vb. levhaları olan evlerin duvarları gibi. Ya da küçücük bir kasabada bile rastladığım, o kasabada doğmuş veya bir süre o kasabada yaşamış şair, yazar, heykeltıraş ve ressamlara ait heykeller, anıtlar gibi...
Yeri gelmişken önce Nâzım adına Bursa'da yaşama geçirilmiş (ulaşabildiğim) çabalardan ve o çabaların önderlerinden söz etmeliyim.
Bu çabaların ilki ve en önemlisi Vatan Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman ve onun çabalarıdır. Ahmet Emin Yalman 1949 yılı ortalarında “Nâzım suçsuz yere yatıyor” savıyla bir dizi yazı yazar ve aynı yılın Haziran ayında Bursa'ya gelerek onu ziyaret eder, çalışmaları hakkında bilgi verir, görüşlerini alır. Bu bağlamda ikinci isim Vatan Gazetesi'nin avukatı Mehmet Ali Sebük'tür.
Bu ikilinin çabasıyla Birleşmiş Milletler'in danışma organı olan Uluslararası Hukukçular Birliği” devinime geçer ve “Nâzım'm serbest bırakılması” için TBMM'ne dilekçe gönderir. Çaba istendik bir sonuç vermez ama yasal ve barışçı yolların tükendiği gerçeğini ortaya koyar. Bunun üzerine Nâzım “açlık grevi”ne başlar. Onun açlık grevine başlamasıyla birlikte dünya Bursa adını duyar, beller, gözlerini de Bursa'ya çevirir. Bursa'nın Nâzım'ına dünya şair ve yazarlarından, Fransa'dan, Almanya'dan, Amerika'dan, Çin'den destek mektupları yağar.
Nâzım-Bursa kültürünün ikinci sırasında “Nazım’m “çınar” vasiyeti”ni yerine getirmek için değişik zamanlarda, değişik insanlar tarafından Müşküle Köyünde iki kez gerçekleştirilen çınar dikme çabaları yer alır. Kısacası İsmail Başaran'la Fevzi Kavuk'un köyü “Müşküle'de Nâzım Çınarı” sevdası en az iki kez yaşama geçirilmiştir. Bunlardan birincisi Nâzım'm öldüğü günlerde Rıfat Talan'ın bahçesine Rıfat Talan, Fevzi Kavuk, İsmail Başaran ve Kemal Tosun tarafından dikilen, ancak 12 Eylül faşizmince kesilen çınardır. İkincisi de 1991 'in Mart ayında Sadun Aren, Sıdıka Su, Ünal Eşiyok, Fehmi Enginalp, Şerife Enginalp, Ömür Torun, Ensar Torun, Hüseyin Kıvanç, Ahmet Yılmaz ve son yıllarda Bursa'da demokrasi savaşımının her alanında ve hep önünde gördüğümüz Çetin Erdolu'yla arkadaşlarının diktiği, bir hayli de büyümüş olan (fotoğraftaki) çınardır.
Bir başka önemli adım; Bursa Cezaevi'nin yıkılmaması için verilen savaşım ve o süreçte çekilen belgeseldir. Bu sürece öncülük eden isimleri de teşekkürle anmak gerekir: Yahya Şimşek, Kıymet Coşkun, Atilla Coşkun, Müzehher Vâ-Nü, Şahap Bakırsan, Samiye Yaltırım, Fevzi kavuk...
Nâzım'ın doğumunun yüzüncü yılında Bursa Barosu'nun Avukat Ramazan Hoça başkanlığında Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne (o zamanki Başkan Erdoğan Bilenser'e) sunduğu iki maddelik öneri de başka bir adımdır. Bu öneriye göre şimdiki Uluyol Caddesi'nin adının “Nâzım Hikmet Caddesi” olarak değiştirilmesi ve o zamanki Santral Garaj meydanma “Nâzım heykelinin dikilmesi”dir.
O yıl, Nâzım'la ilgili Bursa'da düzenlenen etkinliklerden diğerleri de şunlardır: 16 Şubat/Atatürkçü Düşünce Demeği'nin “Nazım'i Anma Etkinliği”, 20 Şubat/Nilüfer Belediyesi'nin Beşevler'de 4000 mertrekarelik “Nâzım Çınarlığı” açılışı, 12 Mart/Sosyal Araştırma Vakfı'nın “Nâzım Hikmet Şenliği” ve “Mavi Gözlü Dev” paneli, 15 Nisan/Bursa Gazeteciler Cemiyeti-Uludağ Üniversitesi işbirliğiyle Server Tanilli'nin “Nâzım Hikmet'in Şiir Dünyası” dinletisi, 27 Nisan/Nâzım Hikmet Vakfı “Nâzım Hikmet’i Anma” etkinliği, 14 Mayıs/ 3.Bursa Şenliği (senaryosunu Nâzım Hikmet'in yazdığı, iki ayrı yönetmen tarafından çekilen “Bir Mahallede İki Delikanlı” adlı filmlerin sunulduğu) “Nâzım Hikmet Filmleri” gösterimi ve “Nâzım Hikmet Sineması” konulu panel, Kestel/Emep “Nâzım Hikmet'ten Denizlere Emek Şenliği.”
Aynı yılın etkinliklerinden biri de Türkiye PEN'in öncülüğünde Üstün Akmen, Cengiz Bektaş, Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner ve Bursa Eğitim-Sen Şubesinin Tayyare Kültür Merkezi'nde ortaklaşa düzenledikleri yoğun katılım ve coşku eşliğinde yaşama geçen “Nâzım'm doğumunu kutlama” etkinliğidir.
Süreç içinde şu ya da bu biçimde Nâzım'a dair Bursa kökenli etkinlikler içinde yer alan, yazı yazan, katkı koyan ama şu ana kadar anamadığım diğer isimler de şunlardır: Balaban, Yılmaz Akkıhç, Ali Aksoy, Raif Kaplanoğlu, Nahit Kayabaşı, Hilmi Haşal, Harun Cici.
Bütün bu çabalar elbette Bursa-Nâzım kültürüne önemli katkılar yapmış, bugünlere gelen yolun patikasını oluşturmuştur, ancak ve ne yazık ki “çınarlar ve çınarlıklar” dışında kalıcı sonuçlar doğuramamış, bu bağlamda süregelen kültürel-sanatsal bir gelenek oluşturamamıştır. Öyleyse sürdürülebilir, amaçlı tasarılara ve onların yaşama geçebilmesi, geleneğini oluşturabilmesi için yeni ve örgütlü çabalara gereksinim vardı.
Bu bağlamda sıra Buyaz'a gelmişti.
Bursa Yazın ve Sanat Demeği (Buyaz), Edebiyatçılar Derneği'nin de desteğiyle “Yedi Dilde Nâzım Şiirleri” (2006 Nisan) diyerek işe koyuldu. Hazırlanışnı ve sunuşunu Buyaz Yönetim Kumlu Üyesi ve Başkan Yardımcısı Melih Elal'm üstlendiği etkinlik öylesine ilgi gördü ki Almanca, Rusça, Fransızca, Azerice, Bulgarca, İspanyolca, İngilizce, Arapça, Kürtçe, Danca, Türkçe olmak üzere onbir dilde Nâzım şiirleri olarak tamamlandı. Ondan sonraki her yıl benzeri etkinlikler yaparak Bursa'da Nâzım'm adının sürekli olarak anılması, gündemde tutulması ve şiirlerinin okunması geleneğinin oluşması yolunda çabasını sürdürdü. 2007'nin aralık ayında “Bursa, Nâzım, İpek ve Şiir”, 2008/6. Bursa Kitap Fuarı'nda “Nâzım'ın Bursa'sı Bursa'nın Nâzım'ı” 2009'un Mayıs ayında “Bursa'dan Moskova'ya İki Kentin Onur Konuğu: Nâzım” başlıklı etkinlikler gerçekleştirdi. Bu son etkinliğin bir konuğu Nâzım'ın yaşayan tek dostu, arkadaşı, Moskova günlerinin tanığı Orhan Karaveli, diğeri de Nazım'a dair Bursa'da günyüzüne çıkmamışları, bilinmeyenleri ortaya çıkaran, fotoğraflayan ve bu fotoğraflardan “Bursa'nın Nâzım'ı Fotoğraf Sergisi” oluşturan Güney Özkıhnç'tı. Daha sonraki yıllarda Nâzım başlıklı veya içerikli etkinlikler Bursa Kitap Fuarlarına da taşmdı ve oldukça ilgi gördü.
Derken Buyaz'm 2008 yılının Kasım ayındaki 3. Genel Kumlu nedeniyle yaptığım konuşmada, Nâzım için Bursa'da çok daha kayda değer şeyler yapmak gerektiğini söyledim. Sonuç olarak Nâzım'ın onbir yılını verdiği Cezaevinin taşlarının her neredeyse bulunup getirilmesi, aslına uygun olarak yeniden yapılması ve müze olarak düzenlenmesi adına çaba gösterilmesini, seçilecek Yönetim Kurulu'na görev olarak önerdim. Bunun için gerekirse Cezaevi'nin yerine yapılmış olan Adalet Sarayı'nm önünde mitingler yapmalı; “Nâzım’a Bursa’da Yer Açın!... Nâzım'ın Kalesi yerli yerine yeniden kurulsun ve Nâzım Müzesi olarak düzenlensin!... Nâzım Kültür-Sanat Merkezi kurulsun! En çok alışveriş ettiği çarşıya Nâzım Çarşısı, önemli caddelerine Nâzım Caddesi adı verilsin, Nâzım Parkı, Nâzım Şiir Evi yapılsın!... Çelik Palas'ta Nâzım Odası oluşturulsun!, Servinaz Otel de müzeye dönüştürülsün. Kentin önemli meydanlarına Nâzım şiirleri yazılsın! Nâzım Tiyatrosu kurulsun!” gibi pankartlar açmalıydık. Genel Kurul'un bizi yeniden Yönetim Kumlu'na seçmesi üzerine bu görevleri kendimize vermiş olduk ve kısa süre sonra da devinime geçtik.
Bu bağlamda, Evrensel Kültür Dergisi'nin 2010/Mayıs sayısında şöyle yazmıştım: İki katlı, küçük otel hâlâ ayakta ve arazisiyle birlikte Bursalı bir işadamı tarafından satın alınmış durumda. Umulur ki bu işadamı şanına yakışır bir yüreklilik göstererek Servinaz Oteli bir biçimde Nâzım adıyla özdeşleştirerek Bursa kent kültürüne kazandırır. Alnına da şöyle yazdırabilir örneğin: “ Ailesi Nâzım Hikmet Müzesi.” vb.
Şimdi daha açık-seçik yazıyorum: Servinaz Otel'i, yanıbaşmdaki Hüsn-ü Güzel Çay Bahçesiyle birlikte otel yapmak üzere satın alan kişi Bursa'nın önemli İşadamlarından Celal Sönmez'dir. Yeni aldığım bir duyuma göre oteli inşa edecek kişi de Bursa'nın gözde mimarlarından Mithat Kırayoğlu' dur.
Bursa'nın bu iki gözde insanının kulaklarını çınlatmak, bu sese kulak vermelerini anımsatmak ve ancak bir konuya da dikkatlerini çekmek isterim: Bazı önerilerde belirtildiği gibi yaptırılacak bir otelin içinde Nâzım'a bir oda v.b. yaklaşım, Nâzım adını pazarlamaktan öte bir anlama gelmez. Kısacası, onca önemli ve ulusal değeri olan bir kültürel-sanatsal kalıt ne ortadan kaldırılabilir, ne de “otel içinde bir oda” göz boyamacılığına dönüştürülebilir. Servinaz Otel olsa olsa artık yalnızca bir “Nâzım Müzesi” olabilir. O zaman orayı tümüyle bağışlayan ve müzeyi yaptıranm adı da Nâzım adının yanma yazılabilir. Kaldı ki böyle bir sonuç o aile için büyük bir gurur-onur kaynağı olduğu kadar da uluslararası prestij sağlar. Tersi durumdaysa tıpkı Bursa Cezaevi konusunda olduğu gibi büyük bir tarihi sorumluluk ve kültürel vebal altına girilir.
Buyaz 3. Genel Kurulu'ndan sonra fitili, bu Genel Kurul'da Yönetim Kuruluna giren yeni Sekreteri Güney Özkılınç ateşledi. Konuyla ilgili bir kampanya açalım, dedi. Öneri Buyaz Yönetim Kurulu'nda kabul görünce adını da koyarak bir metin hazırladı. O metin şöyleydi:
“NÂZIM'A BURSA'DA YER AÇIN!
1 Haziran 1933- 5 Ağustos 1934; 5 Aralık 1940-8 Nisan 1950 tarihleri arasında, yaklaşık olarak 11 yılını cezaevinde geçirdiği ve en güzel şiirlerini yazdığı Bursa'da Nâzım Hikmet'i hatırlatacak, adı konmuş hiçbir mekân, müze, cadde v.b. bulunmamaktadır. Çağdaş uygarlığı ve demokrasi kültürünü yaşayan ülkelerde toplum ve yönetimler bir şairin, bir sanatçının birkaç gün kaldığı oteli, zaman geçirdiği mekânı müzeye dönüştürerek, yani sanatçısına, aydınına sahip çıkarak uygar dünya içinde saygınlığını arttırırken; bütün dünyada şiirleri okunan Nâzım, Bursa'da unutturulmak, belleklerden silinmek istenmektedir. Oysa Bursa Nâzım'a sahip çıkarak dünya şiirinin ziyaretgâhı olabilir. Böyle bir sonuçtan, Bursa kadar ülkemiz de onur ve gurur duyar.
Bursa Cezaevi'nin Kalın Duvarları Onun Şiirlerinin Duyulmasını Engelleyemedi!
Nâzım, Türkiye halkının, dünya halklarının özlemlerini dile getiren ve dünyada Türkiye dendiğinde akla ilk gelen insanlardan biridir. Onun insan manzaralarını çizdiği Bursa'da yaşayan biz aydınlara, sendikacılara, sivil toplum örgütlerine, akademik odalara; geç kalmış bir çabayı tamamlama görevi düşmektedir. Cezaevinin kaim duvarlarının Nâzım'ın şiirlerinin duyulmasını, hatta bütün dünya dillerine çevrilmesini engelleyemediği Bursa'da “Nâzım’a Bursa’da Yer Açın!” sloganıyla başlattığımız kampanyaya destek vermenizi istiyor, sizlerden aldığımız destekle Bursa'daki yerel yönetimlerin sesimizi duymalarını, ülke ve “kent kültürü”ne katkı sorumluluğunun da bir gereği olarak Nâzım'a yakışır bir sahiplenme içine girmelerini amaçlıyoruz.”
Kampanyayı daha ilk duyurusunda çok sayıda sivil- demokratik toplum örgütü destekledi, imzaladı. Baro Lokalinde yapılan basın açıklamasına temsilcilerini de gönderen ilk imzacı kurumlar şunlardı:
Bursa Yazın Sanat Derneği, Nilüfer Yerel Gündem 21, Mustafa Bozbey, Çağdaş Hukukçular Derneği, Disk Emekli Sen, Eğitim Sen, Ses, Bes, Haber Sen, Tümbel Sen, Tarım Orkamsen , Kültür Sen, Esm, Yapı Yol Sen,Doğader...
Kampanyanın ulusal ve hatta uluslararası basında yer alması, BDP Milletvekillerinden Akın Birdal'ın TBMM Genel Kurulunda dillendirmesi 2009 yılının en önemli iki gelişmesiydi.
2009 yılının Mayıs ayında 68'liler Vakfı'nın Bursa Temsilciliği tarafmdan yaşama geçirilen Bursa'da Nâzım'a dair önemli bir başka çaba da “Nâzım Hikmet Çınarı Pikniği”dir.
2010 yılı Bursa'da neredeyse Nâzım Yılı gibi başladı ve Öyle sürüyor. Buyaz, 2009-2010 Etkinlik Takvimi'ne “Bursa I.Nâzım Günleri” ana başlığıyla bir dizi etkinlik aldı. Mustafakemalpaşa'da 1 Ekim 2009 tarihinde gerçekleştirilen ““Bursa'nın Nâzım'ı Fotoğraf Sergisi” bunlardan biriydi. İkincisi 2010 Bursa Kitap Fuarı'ndaki “Nâzım'a Bursa’da Yer Açın!” başlıklı etkinlik, üçüncüsü de yine 2010, “3 Haziran Nâzım'ı Anma” etkinliğiydi.
Buyaz'la Edebiyatçılar Derneği'nin Bursa Kitap Fuarı'nda ortaklaşa gerçekleştirdiği “Nâzım’a Bursa'da Yer Açın!” başlıklı paneli Şaban Akbaba yönetti. Hacı Tonak, Raif Kaplanoğlu ve Güney Özkılınç'ın konuşmacı olarak katıldığı panelde yine Nâzım konuşuldu. Kampanya amacına ulaşıyordu. Çünkü izleyiciler salonu doldurmuştu. Aynı fuarda Nâzım'a dair bir etkinlik de Evrensel Basın-Yayın gerçekleştirdi.
Fuar süreci bitmeden kampanyaya doğrudan katkısı olan bir gerçeklik daha yaşam oldu: Güney Özkılınç'ın “Nâzım’m Bursa Yılları” adlı kitabı yayımlandı. Bursa'da Nâzım'a dair birçok bilinmeyeni, bulunmayanı gün yüzüne çıkaran bu kitap Nâzım-Bursa ilişkisi bağlamında önemli bir kazanım olarak Bursa kültür yaşamında yerini aldı. Kitabın önemi Fuar süresince de kendini belli etti. O kadar ki haftanm her günü Nâzım adıyla özdeşleşerek geçti. Çünkü Güney Özkılınç fuar süresince kitabını imzaladı, soruları yanıtladı, Nâzım-Bursa özdeşliğine vurgu yaptı.
Her şey bu kadar değildi elbet. Bu kez devreye M.Sadık Aslankara girdi. Güney Özkılınç'ın Nâzım'a dair bulgularını belgesel yapmak için kolları sıvadı ve çalışmalara başladı. Şu an itibariyle belgeselin kış ve ilkbahar bölümleri tamamlanmış durumdadır. Yaz ve sonbahar bölümleri de önümüzdeki aylarda tamamlanacak ve böylece “Bursa Nâzım Günleri” daha bir anlam kazanarak sürecek.
Ve 3 Haziran 2010... ’’bıraktım acının alkışlarına 3 Haziran 63'ü"... başlığıyla sunulan etkinlikte Nâzım Bursa'da çok önemli muştularla anıldı:
Birinci Muştu: Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey'den: Çınarları büyüyen “Nâzım Çmarlığı”ndan başka “Nâzım Kültür Evi”.
İkinci Muştu: TMMOB MMO Bursa Şubesi'nden: Bir yıl içinde bitirilmesi planlanan “Nâzım Cezaevi Proj esi” ya da “Nâzım Anı Evi”.
Üçüncü Muştu: Buyaz'dan “Nâzım’a Bursa'da Yer Açın!” Kampanyası.
Nilüfer Belediyesi, Nilüfer Belediyesi Kent Konseyi, TMMOB MMO Bursa Şubesi ve Bursa Yazın-Sanat Derneği (BUYAZ)'nin ortaklaşa gerçekleştirdiği ’’bıraktım acının alkışlarına 3 Haziran 63'ü" adlı etkinlik Bursa'nın Nâzım'a daha etkin ve kalıcı sonuçlar doğuracak biçimde sahip çıktığına, Bursa'da Nazım'a yer açılacağına dair tarihi değeri olan bir etkinlik olarak Bursa kültür belleğinde yerini adlı.
Buyaz'm “Nâzım'a Bursa'da Yer Açın!” başlıklı kampanyasına ciddi katkısı olacak etkinlik Güney Ökılınç'm “Bursa'nm Nâzım'ı Fotoğraf Sergisi”yle başladı. Nilüfer Belediye Başkam Mustafa Bozbey, TMMOB MMO Bursa Şubesi Başkanı İbrahim Mart ve Bursa Yazm-Sanat Demeği Başkanı Şaban Akbaba açış konuşmalannda Nâzım'm bir şair, yazar, düşünce insanı ve aydm olarak evrensel kültürdeki yerine, Bursa bağlanımda da önemine vurgu yaparak Bursa'da Nâzım adına yakışır önemde mekânların oluşturulması gereğini dile getirdiler.
Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey “Üç Fidan” anıtıyla Türkiye devrim geleneğine, "bıraktım acının alkışlarına 3 Haziran 63’ü" etkinliğiyle Nâzım kalıtına sahip çıktıklarını belirterek Türkiye'nin aydınlanma devinimine, sanat kültürünün ve Nâzım bilincinin gelişmesine katkı vermeyi sürdüreceklerini belirtti. Bozbey, “Nilüfer Belediyesi'nin ortaya koyduklarının dışında Bursa'da Nâzım'a dair herhangi bir eserin olmadığını, ancak Nilüfer Belediyesi'nin kurduğu “Nâzım ÇmarlığT,lmn çınarlarının hızla büyüdüğünü, 100.Yıl Mahallesi'nde bir “Nâzım Kültürevi” ve Gümüşpmar Köyü'nde de bir “Nâzım Evi” yapacaklarını söyledi.
TMMOB MMO Bursa Şube Başkam İbrahim Mart konuşmasında Nâzım-Bursa, Makine Mühendisliği- edebiyat ilişkisine dair açıklamalar yaptıktan sonra, Bursa'da bir ilki gerçekleştirme yolunda olduklarını belirterek “Bursa Cezaevi Projesi”nin başlatılma muştusunu verdi. Bu, tarihi önemi ve değeri olan bir muştuydu. Daha sonra söz alan Şube Sekreteri Ercüment Şahin Cervatoğlu da; “Nilüfer Belediyesi'nin ayırdığı iki dönüm arazi üzerinde tasarladıkları “Nâzım Anı Evi”nin gerçekleştirilebilmesi için Bursalılan imeceye davet etti.
Bursa Yazm ve Sanat Derneği Başkanı Şaban Akbaba da, “Buyaz'ın açtığı “Bursa’da Nâzım'a yer açın!” başlıklı kampanyanın bu türden etkinlik, oluşum ve gerçekleştirimlerle daha bir anlam kazandığını, Bursa'nın dünya şiirinin ziyaretgâhı olma yolunda önemli mesafe kaydettiğini belirterek, bundan büyük bir mutluluk duyduklarını” vurgulayarak “Kampanyanın nihai amacının; Nâzım'ın, bir şiirinde “Bursa Kalesi” olarak tanımladığı, Bursa Cezaevi'nin taşlarının bulunup getirilmesi, aslına uygun olarak, yerine, yeniden inşa edilmesi, “Nâzım Müzesi” olarak kentimize, ülkemize ve hatta dünyaya kazandırılmasıdır,” dedi.
Aysel Karaca'nun sunduğu etkinlikte Nursel Aras, Halime Yıldız ve Cevdet İrketi Nâzım şiirlerini seslendirdiler. Güney Özkılınç'la Aslan Kavlak'm konuşmacı olarak katıldıkları etkinlik, salonu dolduran Bursalılar tarafından ilgi, sevinç ve coşkuluyla izlendi, alkışlarla desteklendi.
Ve bu yazının kaleme alındığı şu an itibariyle Nâzım- Bursa zincirine bir halka daha eklenmiş ve böylece dördüncü muştu da Çinikitap tarafından verilmiş oluyor. Dergi bu (3.) sayısını Nâzım Hikmet ağırlıklı olarak yayımlıyor. Böylece “Nâzım'a Bursa'da Yer Açın!” kampanyasının sesine (bağlamında Bursa'da ilk olarak) yeni bir ses, yepyeni bir destek daha katılmış oluyor.
Ses sese ekleniyor, gelişip güçlenerek yükseliyor, yayılıyor, sese duruyor Bursa, Türkiye ve Dünya:
“Nâzım'a Bursa'da Yer Açın!”
Çinikitap, Mayıs-Haziran 2010, sayı:3
BENİM BURSAM
ÖTE YÜZÜDÜR BURSA’NIN
Hem payitahttır, hem payitahta isyankâr. Cem Sultan’a mezarına gömülme hakkını da o vermiştir, Duğulu Baba’ya barışı temsil eden tahta kılıcını taşıma erdemini de. Celali Ayaklanması’nda da darbe yemiştir, Cumhuriyet’ten bir adım öncesinde de. Belki de bütün bu nedenlerle, tıpkı benim gibi hep kendini yenilemek derdindedir. Her silkinişinde alt üst olur, ama her altüst oluşundan sonra en güzel güneşlere uyanır.
İlk adımımı böylesi güneşli bir zamanında, erguvanların ışık çağlayanı gibi çiçeğe durduğu, kutsal ve “billur” bir anında atmıştım Bursa’ya. Ilık gökyüzünün ılık yağmurlarıyla ıslanmıştım. Islandıkça sevmiş, sevdikçe ıslanmıştım. Sırılsıklam olmuştum. Çünkü ta Evliya Çelebi’den beri “Su Ayeti”yle başlayan Bursa Suresi” (Ek:E) okunuyordu mistik atmosferinde.
Böceğini gördüğümde çok şaşırmıştım ipeğin. Ama sonra tohumdan çıkan binlerce minik yavrunun gül yaprağının üstündeki ilk buluşmalarına katıldım. Dolunay saydamlığında böceğe; hardal dallarına tırmanarak küçük kar topaklarına benzer biçimde kozaya dönüşüm süreçlerine tanıklık ettim. Yanıbaşlarında oturdum, yay gibi açılıp kapanarak yürümelerini izledim, bir tür senfonik müzik tadında dut yaprağı yemelerini dinledim. Anlıyordum ki İpeğin İpek Başkenti”ndeydim.
Dostları ilə paylaş: |