HÜSAM KURT
“GARDA KALAN SON ÖPÜCÜK”
Her şeyden önce hüzünlü bir önsözle çıkıyor "Garda Kalan Son Öpücük" yolculuğuna. Hüzünlü ve düşündürücü. Bir şiir kitabı böyle başlayabilir ve şöylecede sürdürülebilir evet:
“Sen gidince hüzün oluyor kafiyesiz kalıyor bakışlarım dudaklarım kömür ya bulutlardan
ya da baş ucumdaki savaşlardan unutulduğum yer
yakılmış bir köy gibi kalıyor.”(s:10)
Böyle başladığı içindir ki korkmaz yaşam ve onun can alıcı gerçeklerinden. Aşk mı, ayrılık mı; "netekjm" yerini alır usulca şiire özgülüğün yumuşak karnmdâ. Hileye hurdaya kaçmaz, imge bataklığında boğmaz, ya da yalnızca dil cambazlığı yapmaz:
“Gelişin
yaseminlerden gecelere devrilen nasıl kokulu bir ihtilalse karaltında yüreğim kırkı çıkarken burçlarını dövüyor nefes nefese. ”(s.8)
Hüsam Kurt'u ilk şiir kitabı “Her Kar Kırmızı Düşer Ömrüme”den sonra şiir yolculuğunu, beğenilerini daha da incelterek sürdürmüş ve bunu ikinci kitabıyla somutlaştırmış. Bu kitabındaki şiirleri biçim yönünden değilse bile içerik ve sanat yönünden daha bir damıtık, daha bir şiir ve daha özge. Doğrusu çok da yalın. Şiirini üretirken kendini, sunarken de okuyucusunu özellikle nasıl dolandırırım diye düşünmüyor. “Aysel” adlı şiirinin aşağıdaki bölümünde aşkı anlatırken Hüsam Kurt şiirinin yalınlığını ve hatta anlam gücünü görüyoruz. İyi ki anlamsızlıktan yana değil, öyle olsaydı, anlamı önemsemeyenlerin bir türlü beceremediklerini o da beceremez ve aşkın nemenem bir dert olduğunu bu kadar iyi anlatamazdı:
“aşk için
iç çekip derdi annem bu dünya mahşer yeri böyle acıyı kederi kaldıramaz hiçbir cehennem.fs. 10)
Hüsam Kurt, şiirde lirizmin tadını yeniden sunuyor dilimize. Böylece çok da iddialı olarak yazılıp dergilere, kitaplara, piyasaya sürülen, kimi odaklarca da pohpohlanan şiir adlı “muamma”ların yitirdiği, şiiri şiir yapan en önemli bir unsura yeniden yaşama şansı veriyor. Şiir dediğinin “muamma” yanı da olmalı elbet; ama aynı zamanda sızabilmeli okurunun kılcal damarlarına; sızabilmeli yaşamın ve toplumun ince koyaklarına; diline, damağına sinmeli, beyninde iz bırakmalı, savaşımına katkı yapabilmeli, hatta sesi olmalı, hem kendinin, hem de okurunun. Bu da bir şey mi? Adamın biri, kalkıp “şiirin sesi olmaz” diyor ve böylece şiirin ve sanatın boğazını sıkıp sesini kesmek isteyenlerle aynı yerde duruyor. Kadının biri de, iki arada bir derede, “bizi sersemlettiler” diyor. Bu kadar mı ucuzdu yaşamın, bu kadar mı sığdı kişiliğin, bu yüzden mi şiirindeki yama sözcükler? diye sorası geliyor insanın İyi ki şiirin sersem sepelek değil, üstelik sesi de var Hüsam Kurt, okundukça duyulabiliyor, duyumsanabiliyor.
“Azelya dostlarım
kış ve yalnız kalan mezra şimdi pimini çekiyorum dudaklarının konuştuğum ağızlar dekor çarmıhlar çoğaltıyorlar bu günlerde aşağı tükürüyorum USA yukarı tükürüyorum USA me sesler soğuk ve cılız geç yazlanıyoruz Ah! Erken bitiyor üstelik yeşermeden aşklarımız Yalnız büyüyen çocuklar iç çekişleri oluyor sokakların... ”(s.27)
Düşün dünyasının şiirde yansıtılması şairlerin korkusu olmuştur hep. Düz anlatıma, savsöze, yavanlığa, ya da imge bataklığına, düşün açıklığına, siyasi kaygıya, şiirsellikten öteye düşme tehlikesi var çünkü, iyi de, yaşamın bunlardan soyut olduğunu da savlayamaz kimse. Şairlerin yalvaçlığa özenmesi boşuna değildir elbet, ama yalvaçlığın boşunalığı unutulur hep. Yaşamdan sızdırılmamış, yaşama sızamayan şiirin hiçbir zaman
kalıcı olduğunu görmedik. Gören var mı?... Sanatın ve şiirin anlamsız, boş, bulmaca, bilmece, söz oyunları, dil kurnazlıkları, sözümona ağır felsefe yapma yanına asılanlara sorduğunuzda da verecekleri yanıt büyük oranda yaşama asılanların, yaşamı şiire de sindirebilenlerin isimleri olacaktır. Eluard, Nazım, Ritsos aşılmalıydı evet, ama yanlış, ya da olmayan bir basamak seçilerek değil, o basamağa basılarak, o basamaktakiler özümlenerek gerçekleştirilebilir bu ancak. Ulusal kültürünü özümseyemeyenlerin onu aşmasının ve evrensel kültürle buluşmasının, evrensel değerde ürünler vermesinin söz konusu olamayacağı gibi bir şeydir bu da.... Neyse ki tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer bellidir. Yaşam ve insan, anlam ve sanat yeniden buluşuyor...
Ve bir şiir ancak bu kadar içten, burkucu, yakıcı, oyucu olabilir:
“Ekmek için geldim
gül için gidiyorum
şehri yeni baştan kazarken işçiler
çukurunu büyütüyor içimizin
görüyorsun sevgilim
kavuşmamız da imkansız artık
hafızası siliniyor çünkü
buluşmaması için tüm sokakların. ”(s. 78)
Hüsam Kurt, yalnızca Anadolunun zağ zağ titreyen yüreği, efil efil esen acılarının türkücüsü olarak kalmıyor dünyaya açılıyor şiirinin lirik sesiyle:
“Oyunlar üstüne söz söyledim ses verdi çocukluğum öğünler
gecelerin yakılan yarasıydı Koreü VietnamlI Bu iki dudakta Hiroşimalı Çocukların. ”(s. 73)
Dingin, derin akan bir nehir gibidir Hüsam Kurt'un şiirleri. Yatağı geniş, engebeli, kıyıları danteller gibi işlemeli ve elbette ki hırçın, öfkeli ve haklı. Bütün bunların bir toplamı olarak da içtenlikli. Şiirini yazıp anlaşılmayı bekleyen şairler zamanın eriten, aşındıran, yok eden gücünü unutmuş görünüyorlar. Kimse kendini boşuna avutmasın, kanmıyoruz çünkü sessizliğin gizemli ve içi boş karanlığına.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi),Ocak-Şubat 2008, sayı:16
GÜLSÜM IŞILDAR
OTO/YAN
Gülsüm Işıldar’ın “Ota/yan” adlı şiir kitabını okurken ilginç bir duyguyla buluştu yüreğim. Hep gülümseyen yüzlü şairin asık suratlı şiirleri öyle çok şey anlattı ki bana; durup düşündüm: “ne gül, ne külüm/ ne küfür, ne dua/ inanırsınız su olduğuma/ ateşe dokununca…”(s.8) diye şiirleşen şair “ateşim” diyor “gülümseyen yüzümdeki kırmızlık da onun dışavurumu.” Hep öyle yapmış; insanların, onun ışıklı yüzünden, pırıltılı gözlerinden alamadığını şiirlerinde alsın istemiş. “Saçlarımı/ kuşlara kiraladım/ ruhu pembe bir kadının/ yumuşak ağzıydım/ bir avaz cıvıltı.”(s.9) Kuş imgesi sıklığıyla dikkatimi çekti; şiirlerinin özü var, özgürlüğe tutkulu. Özgürlük insanın var oluş nedeni: “kendi suyunda bgoğulan/ bir bebek ağlar içimde/ koşar vapurların ardı sıra/ yüzmekle uçmak arasında…”(s.45) Yaşamı yorumlarken umarsız kadınların dilinden babaerkil ideolojinin damarına basıyor: “kes beni baba/ fışkıracağım budandıkça/renksiz bir gülüm/bastırmak için hayatın kanayan şah damarına.”(s.67) Duyarlılığı anne şefkatine sarılı; acılı, acıklı, kutsal ve kıyamcı: “Öksüz anneler/ Toplatıyorlar/ Okul önlerini/ Cumartesi günleri.(s.75)
Çinikitap, Ayazma Fısıltıları VI, Çinikitap, sayı:16
DAMLA FİDAN
ASLADA YAŞAMAK
On dört yaşında bir ilköğretim öğrencisi. On dört yaşında bir “şair” diyecektim ama acele etmemeliyim. İyi bir şair adayı, demem daha doğru olur. Çünkü Damla Fidan’ın şiirleri gerçekten de yaşının üstünde olgun. Gerçi sanatçının en temel, ayırt edici özelliğidir bu; tanrısal bir gücü vardır; yeteneği. Bu yüzden zaten her sanatçı adayı ya da sanatçı yaşının üstünde, çağının ilerisinde ürünler vermek durumundadır. Sanatın uzak öngörüsünü ve kalıcılığını sağlayan niteliği, kalitesi sanatçının bu yanının sonucudur. Bunu başaramadığı zaman, sanat üretememiş, sanatçı olmayı hak etmemiş demektir.
Damla Fidan’ın “asla’da yaşamak” adlı şiir kitabındaki şiirlerine buradan bakmak istiyorum. Özgün bir kitap adıyla başlamış işe. Sanatın, şiirin en temel sorunsallarından soyut-somut ilişkisini, anlam bütünlüğünü, çağrışım gücünü ve estetik güzelliğini kitabının adında başarmış. Bu çok güzel bir muştu. Kitabın adı diyor ki, “içimdeki şiirler de böyle güzeldir, buyurun, bakın.”
Edebiyat sanatlarından metafora örnek bir şiir: “şansımın tahtını sarmış yosun/ umudun bedeli boşluk kadar ağır/ batık/ mühürlü/ sonsuzluğum”(s.10) Gençlik dürüstlüğü biraz katı biçimde, daha önce benzerleri söylenmiş betimlemelerle girmiş şiire: “çevremdeki her şey/ yanlışa boyanmış/ aynadan yansıyan siyah/ karartıyor gözlerimi/ her şey beyaz/ ben mi siyahım/ âhım mı siyah” (s.15) İmgeler şiirine derinlik ve tat katmış. Zamanı bir şiirinde ilginç imgelerle ve bu imgelerin derinleştirdiği bir söylemle sorgulamak cesaretini gösteriyor: “bulutlar bağladığınız/ uçurtmalar/ ve gülün içindeki/ uçurumlar/ iki arada/ bir derede/ limanıma saplanan/ uçurtmalar/ mor saçlarını/ örmüş yine zaman” (s.35) Bireysel tutkuların, yaşanmışlıkların, duygu derinliğinin, nesnelerin kişiselleştirilerek sürecin şiirleştirilmesinin güzel çabaları. Şiir okuma ve sürekli işçiliğinde bulunma eylemleriyle çabalarını dilediği biçimde sonuçlandırabilir. Bazı şiirlerinde sözcük oyunu ya da ikili anlam çalışması başarılı olmuşken bazı şiirlerinde bu başarıyı yakalayamamış. Kitabın ilk şiirindeki “…yıldızların/ yükseklik/ kork/ usu” dizelerindeki “kork” sözcüğü, “ilanlar/ arı/ yor/ gençliği”(s.36) dizelerindeki “yor” sözcüğü, “…biz/ siz/ lik/ kokusu”(s.44) dizelerindeki “lik” sözcüğü anlamsız ve bağlantısız kalmış.
Bir bütün olarak şiir estetiğini yakalamışken ilk iki dizenin gereksizliği yüzünden yaralanan şiirleri de var:“Yüreğimin Göçebesi” benzer birkaç örnekten biridir: “sesin/ kulağımda tatlı bir esinti/ sen yüreğimin göçebesi/ sesin kulağımın/ gözlerin gözlerinin göçebesi/ yüreğin/ sürgün/ yüreğimden”(s.50). İlk iki dizeyi atarak bakıldığında bu çok daha açık olarak görülecektir. Demek ki, Damla Fidan şiirinin bazıları da fazla sözcük yükü taşıyor. Yani şiirin “sözcük ekonomisi” kuralına dikkat etmesi gerekiyor. Çünkü bir şairimizin dediği gibi, “şiire atarak varılır.” Belki tam da bu yüzden Damla Fidan “Doğaçlama”(s.8),“Sokak Lambası”(s.23), “Gurbet”(s.25), “Tek Başına”(s.32), “Parmak İzi”(s.34), “Yalan” (s.58), “Ses/Sizlik” (s.64) gibi kısa şiirlerinde daha başarılı. Bir örnek vermek gerekirse: “dünya/ bir kaplumbağa/ ölüm/ tasmasız dolaşır/ sokakta/ titrer sessizlik/ insanın/ dolu tarafıdır/ insanlık”(s64)
Sonuç olarak Damla Fidan, bir bütün olarak şiirlerin değilse bile; “kanatlarımı bırakıp uçuyorum geriye”(s.55), “ıslak gecenin boynunda şal”(s.57), “çekirdeği boğazımda kalan/ yalan”(s.57) “mevsimlerden iki kürek bir kayık” (s.66) “geceyi yutar çöp kutuları” (s.15), “balta girmemiş huysuzluğum” (s.20) vb. gibi “mısra-i bercesteler”in şairi. Bu dizelerin çoğalacağı ve şiirlerin her birinin “Uçurumlar ve Uçurtmalar” başlıklı (ikinci “uçurtmalar” sözcüğü fazlasıyla da olsa) şiirinde olduğu gibi, böylesi dizelerden oluşacağı ve bir bütün olarak şiirleşeceği kanaatimde yanılmayacağımı düşünüyorum.
Çinikitap,2012, sayı:13
NÂZIM’IN BURSA YILLARI
GÜNEY ÖZKILINÇ
“Nâzım’a Bursa’da Yer Açın!” Böyle bitiriyor kitabını Güney Özkılınç. Sanki koca bir kitabı salt bunu diyebilmek için yazmış. İyi de etmiş. Yaşamının beşte birini bir kentin hapishanesine vermiş, bütün dünya dillerine çevrilen şiirlerini, “Memleketimden İnsan Manzaraları” gibi dünya bilincinde bile değerli kitaplarını orada yazmış Nâzım gibi bir insana, o kentte yer açmak, kentlilik sorumluluğunun gereği olduğu kadar insan olmanın; sanata, şiire inanmanın da gereğidir. Örneğin Prag için Kafka neyse ve Prag Kafka için neler yapmışsa ya da Salzburg için Mozart neyse ve Salzburg Mozart için neler yapmışsa Bursa da Nâzım için öyle yapmalıdır.
Ataol Behramoğlu’nun bilgece sözlerle, önermelerle donattığı önsözüyle başlıyor kitabına. “Nâzım’ın Bursa Yılları” diyor adına. “Anılar, Tanıklar, Fotoğraflar, Bilinmeyenler” altbaşlığıyla sunuyor okuruna. “Yeşil Bursa’da konuk bir garip kuş/ Otur demiş oracıkta oturmuş…” dediği için Cahit Sıtkı’ya kızan, ona yanıt olarak yazdığı şiirinde, kendisine “garip” demesini, otur dendiğinde buyruğa uyarak, itirazsız oturmuş algısı yaratan dizesini öfkeyle reddeden Nâzım, “sevdalınız komünisttir/…/yatar Bursa kalesinde” diyerek çıkışır. Gerçekten de Nâzım Bursa Kalesi’nde yalnızca bir “mapus” değil; dizeleriyle birlikte adı duvarları, Bursa’yı, Türkiye’yi bile aşarak dünya ülkelerinin alanlarına, dünya insanlığının yüreğine akan bir şair, yazar, ressam, entelektüel, atölye şefi, sevdalı bir yiğittir. Daha da öte bütün bu nitelikleri özünde toplayabilmiş, en büyük başarıyla topluma sunabilmiş, erki özünde devrim sanatçısıdır. Onun için insan en büyük değerdir, bu yüzden her şey insan içindir.
Güney Özkılınç’ın bu kitabı aynı zamanda başından sonuna acıklı, yakıcı, düşündürücü; dikbaşlı, onurlu, sevdalı bir öyküdür, başlıklarını kaldırıp baktığımızda da Nâzım şiirleriyle süslü bir destandır. Edebiyat öğretmenliğini anlatımında, dilinde, kurgusunda, sunumunda yansıtabildiği bir başarı örneğidir.
Nâzım Bursa’ya ilk kez 31 Mayıs 1933’te getirilir ve Piraye’ye ilk Bursa mektubunu 1 Haziran’da yazar. Başlamak o başlamak yazar da yazar… O kadar ki bir mektubunda, “Karıcığım,” der. “Bu, sensiz geçen yirmi ikinci bayram….”(s.159) Nasıl bir ayrılık, nasıl bir özlem, nasıl bir zulümdür bu? Zulümdür, çünkü Nâzım, on yıldan fazlası Bursa’da olmak üzere, on üç yıla varan hapisliğinin tümünü haksız yere yatmıştır. Üstelik o gün bile biline bir doğrudur bu. Bu yüzden, Güney Özkılınç’ın bu kitabının önermelerinden biri de Nâzım’ın yeniden yargılanması gerektiğine dairdir. İşte de Nâzım’ı yargılayan Hâkim’in somut, düşündürücü, Enternasyonal Bildirisini bir insanmış gibi düşünebilecek denli trajikomik cehaletinin eseri bir tümce:”…müteakip celseye enternasyonalin celbine…”(s.16). Trajikomik fıkralara bile konu olan benzeri hukuk komedilerinin bugün de sıklıkla yaşandığını düşündüğümüzde, Nâzım’ın yeniden yargılanmasıyla toplumumuzun bu anlamda da önünün açılabileceğini; Sabahattin Ali’nin, Aziz Nesin’in ve diğer birçok devrimcinin, komünistin, vatanseverin yeniden yargılanmasının gündeme geleceğini düşünebiliriz.
“Senaryosunu Nâzım Hikmet’in, yazdığı Aysel Bataklı Damın Kızı” adlı ilk köy filmi, 1935 yılında Bursa’nın Çalı köyünde çekilir”(s.25). Nâzım’ın Bursa’ya ilk gelişi de, filmin çekiminden bir yıl sonra gerçekleşir. 1936’da… Akşam Gazetesi’nin muhabiridir ve Cemal Nadir’in açtığı sergiyi izleyecektir. “Nâzım’ın Bursa Yılları”ndan öğreniyoruz ki, o yalnızca bu kez Bursa’ya kelepçesiz gelebilmiştir.
1940 yılında Çankırı Cezaevinden Bursa Cezaevine, romatizması nedeniyle kaplıca tedavisini öneren raporuyla (naklen) gelen Nâzım, bu cezaevinde tamı tamına 9 yıl 4 ay yatar. (s.31) Cezaevini resim atölyesine, halı-kilim fabrikasına çeviren Nâzım, bütün bu çabaları nedeniyle cezaevindekiler tarafından çok sevilir ve kendisine “baba” lakabı takılır. Babalık öylesine yer eder ki Nâzım o süreyi tamamlayıp cezaevinde ayrıldığında hükümlü ve tutuklular hüngür hüngür ağlarlar. Onun cezaevindeki varlığı “mahkûm Balaban’dan Ressam Balaban’ı (s.35), Bursa’da ilk yemeğini onun elinden yediği ve o sıralar şiir yazmaya çalışan Orhan Kemal’den öykü, roman yazarı Orhan Kemal’i(s.42), iki köylüden Nâzım’ın vasiyetini yerine getirmek amacıyla, onun adına çınar ağacı dikme cesaretini gösterebilecek iki sosyalist insanı, yani Fevzi Kavuk ve İsmail Başaran’ı(s.54) yaratmıştır. Bir insanın insan ve vatan sevgisinin en büyük kanıtı bu ve benzeri başarılardır.
Öğretmenlik mesleğinin yüzakı, çağdaş abidesi sayılabilecek Şevki Bey, Nebahat Sütunç ve Fakihe Odman adlı öğretmenlerin ne büyük bilinç sahibi olduklarını okurken heyecandan içi titriyor insanın. 1944 yılında komünistlikle suçlanarak içeri atılan Nâzım’ı on kişilik bir grupla ziyaret edebilmek yürek işidir gerçekten ve onlar bunu gerçekleştiriyorlar(s.61-66).
7 Mayıs 1945: Nâzım, Hitler’in yenildiğini radyodan duyduğu an “Yaşasın! Dünya kurtuldu!”(s.67) diye çığlık atarak faşizmin insanlık için, kurtulunması gereken, nemenem bir bela olduğunun altını çizmiştir.
Güney Özkılınç “Nâzım’ın Bursa Yılları”nı yazmak için yollara düştüğünde (ki sanıyorum ilk tanığı, ilk yüreklendirenlerinden biri de benim) Bursa’da Nâzım’a dair ne gibi bilinmeyenlerle, bulunmayanlarla, unutulmuş, unutturulmuş insanlarla, anılarla karşılaşacağını bilemezdi elbet. Yürüdükçe yolu genişledi, uzadı, dönemeçlerde burgaçlaştı… Ama bu serüven ona birbirinden değerli sürprizler, ipuçları getirdi. Nâzım’ın akrabası Ali Fuat Cebesoy’un yaveri ve Nâzım yıllarının ünlü cezaevi Müdürü Hasan Tahsin Akıncı’nın aynı adlı torununu, cezaevi başgardiyan Yardımcısı Hasan Basri Acar’ın oğlu Necmettin Acar’ı, cezaevine mal götüren Ömer Faruk Aydınlar’ı, Galip Uzunca’yı, Özhan Oral’ı, Fevzi Kavuk’u, Bursalı Gazeteci Necati Akgün ağabeyimizi, Nâzım’ın da yıllarca onun yaptığı yemeklerden yediği cezaevi aşçısı Yakup Yıldırım’ın oğlu Semiha Çakmak’ı ve daha birçok Nâzım tanığı insanların oğullarını, kızlarını, torunlarını tanıdı. Bursa’da Nazım’ın ellerinin, ayaklarının, bedeninin değdiği, ondan izler barındıran Çelik Palas ve Servinaz adlı otellerine, Kozahan, Tuzpazarı, Kapalıçarşı gibi mekânlara dair anılarını öğrendi. Örneğin aralarından Necati Akgün’ün de olduğu Nâzım ve Orhan Kemal’li fotoğrafları, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda adı geçen Sarı Seyfettin’in, Yakup Yıldırım’ın Nâzım imzalı portrelerini keşfetti.(s.81-124). Bütün bu insanları, Nâzım kalıtlarını, bulgularını M.Sadık Aslankara’yla buluşturdu; filme alınmasını, belgelenmesini sağladı.
Bu mekânların içinde Servinaz Kaplıca Oteli’nin çok özel bir yerinin, öneminin olduğunu saptadı. Çünkü Nâzım kaplıca tedavisi için sıklıkla bu otele geliyor, eşi Piraye ve oğlu Memet Fuat’la bu otelde buluşuyordu. Bu gerçeğin canlı tanığı da, halen Bursa’da yaşayan Galip Uzunca. O günlerden birini “şöyle anlatıyor:…dayımın işlettiği otelde her zamanki işlerimi yapıyordum. Dışarıda bir fayton sesi işittim. Yanında üç çocuğuyla bir hanım faytondan indi ve bana otelde boş oda bulunup bulunmadığını sordu…. Meğer bu hanım meşhur Nâzım Hikmet’in eşi Piraye imiş. Bavullar odaya taşınır taşınmaz kapıda bir taksi durdu…kıvırcık saçlı, mavi gözlü, oldukça yakışıklı, kırk yaşlarında bir zat…’Ben Nâzım Hikmet’ dedi“…hüviyetlerini kaydettikten sonra otelin 4 No’lu odasına girdiler”(s.83). İki katlı, küçük otel hâlâ ayakta ve arazisiyle birlikte Bursalı bir işadamı tarafından satın alınmış durumda. Umulur ki bu işadamı şanına yakışır bir yüreklilik göstererek Servinaz Otelini bir biçimde Nâzım adıyla özdeşleştirerek Bursa kent kültürüne kazandırır. Alnına da şöyle yazdırabilir örneğin: “…… Ailesi Nâzım Hikmet Müzesi.”
“Bursa’dan yazılan mektuplar”(s.129) diyerek bir dizi mektuba yer veriyor Güney Özkılınç ve sürdürüyor: “Piraye’ye Mektuplar”(s.130-141), “Kemal Tahir’e Yazılan Mektuplar”(s.141-145), “Vâ-Nû’lara Mektuplar”(s.145-155)… “Celile Hanımın Bursa’da oturduğu kiralık evini(156), zamanın Bursa Valisi Haşim İşcan’ın işgüzarlık yaparak Nâzım’ın kooperatif üyeliğini engellemeye çalıştığını (s.160), Nâzım için dünya sanat kamuoyunun istediği affın öyküsünü (s.161); Nâzım’ın Bursa’daki son günlerini, son tanıklarını ve açlık grevini, ona bu grevinde dünyanın, Garip şairlerinin, Yaşar Kemal’in nasıl destek verdiğini, ama örneğin o günlerin Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da nasıl köstek olmaya çalıştığını anlatıyor. İbret olsun diye buraya da alıyorum: “Dönemin Cumhurbaşkanı İnönü, Ali Fuat Cebesoy’la yaptığı görüşmelerde Nâzım Hikmet için çıkarılacak bir affın Mareşal’i incitebileceğini söyler, bu konuyu ertelerdi… Fevzi Çakmak da basına şu demeci verecekti: “Nâzım Hikmet’i askeri mahkemelerde verdiğim emirlerle otuz yıla mahkûm ettirdim”(s.170)
Özellikle bu konuyla ilgili olarak dünyanın gözü, kulağı Bursa’ya çevrilmişti. Bursa için büyük bir şanstı, ama bu ilgi (bugüne varıncaya) en az altmış yıl ertelendi. Bu süre içinde Nâzım karşıtlığı, gerici, tutucu ideoloji boş durmadı; oluşan Bursa-Nâzım kültürünü ve bilincini unutturabilmek için elinden geleni yaptı. Yetinmedi, üstüne üstlük; Nâzım’ın yaşamının beşte birini içinde geçirdiği cezaevini yerle bir etti. Dahası da var. 2002 yılında Bursa Barosu’nun aldığı iki maddelik (bir caddeye adının verilmesi ve bir alana heykelinin dikilmesi), alçakgönüllü kararlarını da, Ankara’dan açtırdığı bir geceyarısı telefonuyla uygulatmadı.(s.177) Daha sonra Türkiye PEN’inin “Nâzım Şiirleri Etkinliği” ve Bursa Yazın ve Sanat Derneği (BUYAZ)’nin “Yedi Dilde Nâzım Etkinliği” gerçekleştirildi. (s.179)
Güney Özkılınç’ın isim babalığını yaptığı, bu yapıtında da başlık olarak vererek aslında çok önemli bir katkı sunduğu(s.179), ama içerik olarak unuttuğu önemli bir Bursa kampanyasını da yeri gelmişken eklemeliyim: Bursa Yazın ve Sanat Derneği’nin, 2008 Kasım Genel Kurulu’nda aldığı bir kararla başlattığı ve otuz kadar demokratik kitle örgütünün desteklediği “Nâzım’a Bursa’da Yer Açın!” başlıklı kampanyadır bu. Kampanya yeni etkinliklerle, oluşumlarla sürümektedir. Son olarak Nilüfer Belediyesi’nin kampanyaya “Nâzım Ormanı”, “Nâzım Odası” ve “Nâzım Şiirleri Etkinliği”yle daha anlamlı katkı vereceği muştusunu aldık. Ayrıca, Bursa 8. Kitap Fuar’ında, Edebiyatçılar Derneği’yle Bursa Yazın ve Sanat Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği “Nâzım’a Bursa’da Yer Açın!” başlıklı etkinlik var ve bu şimdilik kampanyanın son halkası olarak tarihteki yerini alıyor. Bu adımların her biri çok önemli. Çünkü kampanya gerekçesinde belirtildiği gibi; Bursa’nın, “Dünya Şiirinin Ziyaretgâhı” haline gelmesi Bursa için olduğu kadar ülkemiz ve insanlık için de onur kaynağı olacaktır.
Dünya’nın altmış yıl önce Nâzım’a çevirdiği o saygın bakış yeniden Bursa’ya çevrilebilir. Nasıl mı? Bursa’nın altmış yıldır yaşayageldiği iki karayazgısını tersine döndürerek… Bu iki karayazgıdan biri Nâzım’ın yıllarını verdiği Bursa Cezaevi, diğeri de yargılandığı Bursa Adliyesiyle ilgilidir. Şöyle ki: Şimdilerde cezaevinin yerini, yine cezaevine benzeyen mimarisiyle Bursa Adliye Sarayı, yargılandığı adliyenin yerini de Bursa Kent Müzesi almıştır. Güney Özkılınç’ın kitabının ikinci ve hatta üçüncü önermeleri de bu iki unsur içinde saklı. Şu söylenebilir: Bir, adliye sarayı yıkılmalı (ki zaten Belediyece yıkılmak istendiği duyuluyor), yerine Nazım’ın yattığı cezaevinin aslı (taşları herneredeyse bulunup getirilerek) yeniden inşa edilmeli; iki, Bursa Kent Müzesi’nde Nâzım’a önemli bir bölüm ayrılmalı, o bölüme adı verilmeli, giriş kapısına da “Nâzım Hikmet ziyaretçin vaaar!”(s.175) diye yazılmalıdır.
Güney Özkılınç’ın “Nâzım’ın Bursa Yılları” adlı yapıtı çok daha büyük bir kampanyanın, “Yalnızca Bursa,’da değil, Türkiye’de, hatta dünyada Nâzım’a yer açın!” kampanyasının başlangıcı olsun diliyorum.
Evrensel Kültür Dergisi
GÜNEY ÖZKILINÇ VE AĞUSTOS BALADI4
Güney Özkılınç, “Bursa’nın Nâzım’ı” adlı fotoğraf sergisi ve yakında çıkacak kitap çalışmasıyla da dikkat çeken genç bir yazıncı. Çocukluğum'>Ağustos Baladı onu ilk kitabı, ilk göz ağrısı… Tam da bu nedenlerle ilk olmanın ağır yükü sırtında. Genel olarak kısa, kırküç ilk şiir taşıyor çünkü heybesinde. Kırküç estetik çaba, Rus Ruletinin kırküç dilimli hedef tahtası. Zaman bu kavramların her birini ölçüt diye şiir(in)de sınayarak değerlendirecek elbet.
Yaşamla kültürel bağları güçlü, coğrafyası geniş, lirik ve direncin sesi olarak da epik sayılabilecek şiirlerin kitabı Ağustos Baladı.
Çocukluğum adlı şiiri, okuyan herkesi, insana dair, evrensel değerler olması nedeniyle babalık ve çocukluk imgesine, ait olduğu yere(kültüre), ve emeğe biraz daha yaklaştıracak kadar güçlü duygusallıklarla yüklü. Uzun olduğu için bir bölümünü alıyorum buraya: “…fabrika önleri/ panayır yeri/ metale karışan/ insan yüzleri/ servis camlarında/ işçi kederi/ yanı başımda/ babamın eli/ çocukluğum…”(s.14)
Öksüz başlıklı kısacık bir şiiri var ki tüm şiirlerine bedel: “her iç çekişimde bir kuş düşecek/ gökyüzü öksüz kalacak.”(s.15)
Adındaki balad’a, acıya, ağıta bakmayın; ancak sevgi ve emekle yaşama sindirilebilecek a(â)ş(ı)kın ve devrim(ci)in yan yana, iç içe örgütlendiği şiirlere de iyi örnekler var Özkılınç’ın kitabında. “bugün senin doğum günün/ meydanlarda yapmalı töreni/ hiç kimseden izin almadan, yasadışı/ bir kürsü kurup herkese duyurmalı” (s.20) “seni ne zaman düşünsem/ sular altında kalacak kentlerin/ hüznü kaplıyor içimi/ imza toplamaya kalmadan/ anarşist bir eylemle/ dağıtasım geliyor kederlerimi” (s.29)
Tıpkı Çocukluğum adlı şiir gibi, o teknikle, boncuk şiir olarak yazılmış güzel bir örnek de Hazirandı başlıklı şiiridir: “yağmurdu/ fırtınaydı/ ankara’ydı/ dur// hazirandı/ geceydi/ yıldızlardı/ bak// sevdaydı/ özlemdi/ kavuşmaktı/ gör// saçlardı/ gözlerdi/ dudaklardı/ öp//hazirandı/ yanımdaydı/ tut// hazirandı/ geceydi/ sev// yollardı/ dönmekti/ bırakmaktı/öl…”(s.37)
İlk kitap; biraz ivecenliğe gelmiş; tümünde değil elbet, yalnızca bazı şiirlerde, bazı dizelerde doku daha sıkı örülebilir, anlatım daha estetize edilebilirdi. Öyle de olsa Ağustos Baladı iyi bir şairi muştuluyor. GÜZEL OLURDU başlıklı şiiri örneğin, diğer pek çok şiiri gibi belleklerde iz, damaklarda tat bırakacaklardandır: “sana bir girit evinde/ kahvaltı hazırlamak/ kendi ellerimle/ beyaz bir sabahlık olurdu teninde/ denizden topladığım şiirleri fısıldarken/ dudaklarında akşamdan kalan/ şarap izleriyle dokunurdun bana/ en büyük iskender olurdum sonra “(s.59)
Eliz Edebiyat
Dostları ilə paylaş: |