Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə21/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   58

İPEĞİN İPEK BAŞKENTİ

I.

İpeğin gümüş kervanı



derin,dingin,duru akan

kıskanç bir nehir gibi

antik gizler taşıyor hurcunda.
II.

Sürgün bir şehzade kadar umsuk

otursam Climboz kıyılarına

uzatsam Zeus’a elimi

göçebe güvercinler konar parmaklarıma.

Susuz bir evliya gibi sabırla

kursam şadırvanımı Hisar burcuna

dokunsam bekaretine toprağın

zemzem rengi gelir yanaklarıma...
Uzak bir düşü gibidir Anadolu’nun

Marmara’nın bumerangı

konuk biriktiriyor binlerce yıldır

renklerin harmanında

Misi şarabı tadında...
Bir konuğu da benim bu kentin

bu kent biraz da benim

sevdası yasaklı sevdalım

söylesem vururlar kırsal yanımdan

çağların üstüne dökülür

masmavi akan kanım

Antik Mavi’siyle buluşur

İznik toprağında demlenen çinilerin

ağrım biter,sızım diner

ipeğin ipek başkentine

kervanın büyüsü siner.
III.

Aç bir masal bebeği gibi

emsem ışığını (d)olgun memelerinden

alaca türküler doldurur sokaklarını

Tutsam elini, dinlesem kendimi vererek

kanayan sözcükler dökülür dilinden


Kanatları zümrüt işlemeli

gümüş bir kumru gibi

konmuş yüreğimin bam teline

sussam dilim ürker

konuşsam canım...

yekinsem yerimden dünden yarına

pas damlar dudaklarıma

yol tükenir,ömür geçer

yıllar yüzyılları iter

ipeğin ipek başkentinde

kervanın dumanı tüter…
IV.

Nilüfer uykusunda şimdi

derin,beyaz ve suskun

bu yüzden

bir gün

Mühr-ü Süleyman dilinden



son buyruğumu vereceğim cinlerime

bulacağım varoşlarda kaybolan

“pay-ı taht”ını gönlümün...
Ama öte yüzünde... Her mevsim, hatta her ay farklı bir giysiyle, farklı bir bezekle cilve satan, başı kardan duvaklı, sırtı yaralı, omzu bereli, tanrılar otağı Olympos-Keşiş(Ulu)- Dağı’nın arkasındaki Beyce’ye, yani bir kez daha Arpaçaylı çocukluğumun susuz, bereketsiz kırlarına düşmüştü yolum. Samsun’dan, hepsi birkaç parça olan eşyalarımı eski Bedford kamyona yüklediğim gibi tozlu topraklı, uzun, dolambaçlı bir yolculuktan sonra soluğu Aşağı Demirler köyünde almıştım. Buradan bakıldığında, okulun bulunduğu Yukarı Demirler köyü kayaların başındaki bir kartal yuvası gibi görünüyordu. “Kamyon oraya çıkamaz,” demişlerdi de kulaklarıma inanamamıştım. “Eşyaları traktörle çıkaracağız.” Gerçekten de öyle yapmıştık. Ondan ötesiyse yine çocuklardı. Gözleri ve elleri yoksulluk yorgunu öğrencilerim... Güzel günler geçirmiş, güzel işlere imza atmıştık. Umudu işlemiştik birlikte, özgürlüğü... Akşamları da çipil gözlü ocakbaşı söyleşileriyle renklendirmiştim yalnızlığımı. Bu küçücük ve yoksul köyün küçük kavunlarının o akşamlardan arta kalan tadı hala damağımdadır.

Demirler’deki kısa konukluğumdan sonra bir başka Beyce köyüne düşmüştü yolum. “Atranos’un Kültür Başkenti” diye tanımladığım Deliballar’a... Minareci Mustafa‘nın sürdürümcüsü olduğu Cumhuriyet Gazetesi’ni okuyabildiğim, onun adam ettiği bu küçük ve güzel köyde, gencecik bir öğretmen olarak sevinçle, umutla çalışmaya başlamıştım. Ama ne yazık ki, demeye kalmamış, 12 Eylül fırtınasına yakalanmıştım. Fırtına, kendilerini Beyce’nin gardiyanları olarak gören küçük ruhlu kasaba politikacıları ve onların küçük ruhlu bürokratlarıyla işbirliği yaparak, beni, koğuştan koğuşa yerimin değiştirilmesi gibi, Deliballar’dan Eskidanişment’e savurmuştu. Bir de öyküsü vardı bu sürgünün. Komik bir “tuvalet öyküsü”... Kısacası Beyce benim için sekiz yıl sürecek tutukluluğumun “açık cezaevi”ydi. Ama ben o cezaevini çok sevmiş, çok benimsemiştim. O kadar ki, orayı yaşamaktan hiç mi hiç pişman olmamıştım. Şimdi de değilim.

Bu furyanın bürokratik başı, 12 Eylül’ün Bursa Milli Eğitim Müdürü’ydü. İKİ parmağını gözlerime uzatarak, “ya gidip görevine başlayacaksın yeni köyünde, ya da on gün sonra İKİ satır yazımı alacak ve ömür boyu bu kuruma adım atamayacaksın!” demişti. (Kulakları çınlasın ve yüzü kızarsın ilerlemiş yaşında!) Ama asıl kahraman çok daha arkalarda saklanmıştı. O günün bir partisinin ilçe başkanıydı ve daha sonra bu ülkeyi yönetmek üzere milletvekili, hatta Bakan oldu.

Deliballar Köyü benim için çok önemli olmuştu. Birçok ilkime orada imza atmış ve orayı güzel yaşamıştım. Örneğin Gençlik Kulübü’nün düzenlediği “Kaymakamlık Kupası” maçlarında futbol oynamış, düğünlerinde bütün gece gençlerle kafa çekerek halaya durmuş, ince saz eşliğinde “Beyce Pazarı” oynamıştım. Daha önemlisi, “Eğitim Mücadelesi Dergisi”nde yayınlanan ilk şiirimi ve “Edebiyat’81” de yayımlanan ikinci şiirimi burada yazmıştım.

Köyün muhtarı Süreyya Yılmaz da benim için devredeydi. (Onun da kulakları çınlasın ve alnı her zaman olduğu gibi ak olsun.) O günün Bursa Valisi’ne gitmiş, beni geri istemişti. “Olmaz!”demişti Vali. “O gidecek!” Sanki kan davası vardı aramızda. “Para vereyim sana, köyüne bir şeyler yap.” “Hayır,”demişti Muhtar. “Ben öğretmenimi istiyorum.”

Beni geri vermedi Vali Bey, para gönderdi Muhtara. Benim yerime genel tuvalet yapıldı köye. Şimdi adım da verilsin istiyorum. “Öğretmen Şaban Akbaba’nın anısına... “ densin.

Üzüntümü dile getiren şiirimi, o köyden yetişen tek mühendis olan o günkü öğrencim Oğuz Yılmaz’a ithaf etmiş, Öğretmen Dünyası Dergisi’nde yayımlatmış ve tasımı tarağımı, çoluğumu çocuğumu toplayarak kışın ortasında Eskidanişment’e taşınmıştım.

Olsundu, nasılsa her kışın sonunda güzel bir bahar, her sonun sonunda yeni bir başlangıç vardı. Ve “su ayeti”yle başlıyordu “Bursa Suresi.”

Çünkü Bursa uygarlığı (Bizans Kraliçesi Thedora’nın da kösnü uygarlığının ateşini söndüren) büyüleyici bir su uygarlığıydı. Bursa su kokuyordu, sular da Bursa... Ama kralları, kraliçeleri, sultanları ve patronları ağırlayan bu uygarlığın Keşiş’in güneyindeki yanı susuzdu, bit uygarlığı dönemini yaşıyordu. Susuz ve bitli, kavruk ve kirli, sıska ve cahil.... Öğrencilerim de bitler gibi umarsız ve bakımsızdılar. İçime dokunuyordu. Saklasam ölürdüm, yazsam gerekti. Şiirlere döktüm içimi, öykülere yerleştirdim tanıklıklarımı. Bit uygarlığın’nın sırtından ödüller aldım. Sonra ilk şiir kitabım geldi bu dağ başına: Güneşin Konağı. Bit uygarlığının başkenti Eskidanişment’teki tavuk kümesine benzeyen evimde(okul lojmanı) bir akşam oturduk, ıslattık onu. Dağ başında bile şiire destek veren dostlarımı sevgiyle anıyorum. Kimler miydi onlar? Fotoğrafa bakıyorum da, kimler yokmuş ki... Tapucu Seyhan Akkuş, üniversite öğrencisi Kamil(soyadını anımsamıyorum), köyün muhtarı Hasan Akdeniz, öğretmen arkadaşlarım Kekil Şimşek, Halim Demirci, Nevzat Karaoğlan, Seyfi Avcı, Beyce hakimi Ercan Kaya, savcısı Hüsnü Gür, doktorları Seyhan ve Handan Civan çifti, şair-öğretmen arkadaşım Eşref Yılmaz, inşaatçı Hikmet Yenigün, PTT’ci (kendi yazımıyla) “Boğazlıyanlı Asgerin oğlu” Kadir Aslan, halıcı Halil(soyadını yazmamış), politikacı Şeref Derse, oto tamircisi Recep Gültekin. Islanan Güneşin Konağı’ndaki el yazılarıyla birlikteyim hep. “Gözlerimden oku!” başlıklı, kitabımdaki son şiirin bildirisini o günlerin bir gerçeği ve bizi buluşturan ortak duyarlık olarak algılamışlardı. İnsanca olan her şey yasaktı çünkü:

GÖZLERİMDEN OKU

o kadar çok şeyim var ki anlatacak

ama çocuğum

dinlemek sana

anlatmak bana

yasak.

O köyden bir öğrencim Bursa Vakıflar Yurdu sınavını kazanmıştı. İstedim ki su uygarlığının en iyi okulunda okusun. Kalkıp bu kez de ben geldim o Vali’nin ayağına. Muhtarlara karşı ciddi zaafı olan biriydi ve beni çoktan unutmuştu. “Köyün Muhtarının oğludur” dedim. “Erkek lisesinde okusun istiyorum.” Lisenin Müdürü’ne telefon açtı. Oysa ben az önce onun yanındaydım. “Taksimat var,” demişti. “Biz o yurdun öğrencilerini almıyoruz. Onun gideceği okul başkadır. Hem köy çocukları başarısızlıklarıyla okulumuzun başarısını da düşürürler.” Sanki okul babasının malıydı. Telefonda Vali’ye de aynı şeyleri anlattı, ama Vali “gönderiyorum yazıver!” diyerek bizi bir kez daha oraya gönderdi. Okul Müdürü istemeye istemeye çocuğu okuluna kaydetti. Çocuk başarılı oldu, okul müdürü de... O kadar ki, o okul müdürü daha sonra Bursa İl Milli Eğitim Müdürü oldu ve sonra da gencecik yaşına karşın öldü.



Beyce, insan sıcaklığıyla yaşayan bir umarsız, bir unutulmuş... İnsanı metropol Bursa’ya, kromu Amerika’ya sürgün... Sekiz yıl boyunca gidip geldiğim çam güzelleriyle süslü dağlarının kokusu, her kezinde midemi ağzıma getiren dolambaçlı yollarının yeşil gizemi, yeşilin koynuna yavaş yavaş biriken Doğancı Barajı’nın atlas mavisisi yüreğimde. Her şeyiyle sevdalımdır...

Eskidanişment’ten gittim askere, eşimi çocuklarımı onlara emanet ettim. Çay parası bile bulmakta güçlük çeken köylüler sevgiyle kucakladıkları yetmiyormuş gibi, avucuma harçlık tutuşturdular, almadığımda üzüldüler, cebime tıkıştırdılar. Her anımsadığımda gözlerimi nemlendiren, boğazımı tıkayan, dünyalar güzeli duygularımdır o anılarımdan bana kalan.

Her köyün bir muhtarı, ama benim yaşamımın iki muhtarı var. Biri Deliballar’ın Muhtarı Süreyya Yılmaz, diğeri de bu köyün muhtarı Hasan Akdeniz. O soylu utangaçlığı ve efendiliğiyle yüreğimin sevgili konuğudur, dostumdur, ağabeyimdir. Bütün bir beş yılın her Salı sabahı kapımı çalarak Beyce’ye pazara gideceğini, isteğimin olup olmadığını sordu. Olduğunda, çoğu kez de anayoldan sırtlayarak, kan-ter içinde getirdi isteklerimi. Bir kez olsun “of!” demedi.

Beyce’deki sekiz yılımdan sonra Marmara Denizi’nin, Gemlik Narlı kıyılarının tuzlu, serin esintisi, Muratoba zeytininin tadı düştü damağıma. Öğretmen olarak Almanya’nın Hamburg kentine giderken, güvenlik soruşturması için Narlılı’lara sordular beni. Narlılılar hakkımı teslim ettiler. Özellikle Tüpçü Hüsamettin Özdemir, “ bizi dünyanın her yerinde en iyi biçimde temsil edebilir,” diyerek büyük bir dürüstlük örneği gösterdi. Bunu böyle söylememin önemli nedenleri var elbet. Bunlardan biri de her anımsadığımda yüreğimi yakan acıklı bir anımla ilgilidir:

İlerici bir eğitim sendikasının Gemlik Kurucularındandım. Devrimci bir genç olan Bülent Ülkü’nün çıkardığı Gemlik Körfeze Bakış Gazetesi’ne destek veriyor, sanat sayfasını hazırlıyordum. Bülent çok hızlıydı, bense deneyimli. “Hızlı koşuyorsun Bülent!” dedim ona. “Çok hızlı koşuyorsun! Düşürürler seni!” Eleştirim sert olduğu için yollarımız ayrıldı. İki yıl sonra Bülent Ülkü Keşiş yolunda gözünden kurşunlanmış, ayakları, kolları kırılmış olarak bulundu. O öldürülünce karanlık kaynaklardan gönderilen ve bir ucu da bana uzanan kasıtlı, abartılı söylentiler iyice çoğaldı.

Hüsamettin Özdemir o ünlü ve tarihi sözünü böylesi bir zamanda söylemişti işte! Bu yüzden çok önemli ve anlamlıydı.

Hem zaten ben öncelikle köylülerin değilse bile geri kafalı eğitim yöneticilerinin gözüne batıyordum. Şiirler, öyküler, Cumhuriyet Gazetesi’nden ödül bile alabilen röportajlar; Yüreğim Koynundadır, Kafessiz Bir Dünya, Güneşi De Getir Bize gibi ödüllü kitaplar yazdığım Narlı’yı bana çok görmeye başlamışlardı. Kendilerince haklıydılar da. Çünkü Narlı’nın görüş alanına giren Gemlik Körfezi ve kıyıları, örneğin gezip gördüğüm yedi Avrupa ülkesinde bile göremediğim kadar ilginç, güzel ve iç açıcıydı. Dahası, küçük, kürekli bir teknem vardı. Balık tutuyor, ızgara yapıyor, şarabın kırmızı gölgesinde sereserpe güneşleniyordum. Mayıs ayından Ekim ayının sonlarına kadar denize giriyor, toplumsal çelişkilerimizin çetelesini tutuyordum. Böylesine “sakıncalı”(!) biri olduğum için tutamaklar uydurarak müfettişler gönderiyorlardı. Beş yıldır beş sınıfı bir arada okutmak gibisinden çağdışı ve o oranda da ağır çalışma koşulları içinde oluşum yetmiyormuş gibi, bir de kusur arıyorlardı. Bir kez daha sürgün etmek istiyorlardı çünkü. Oysa o sıralarda benim “12 Eylül” kökenli iki ciddi derdim vardı. Biri, demokrasi için örgütlenmekti. Diğeri de “tahditlidir” denerek nitelikli çocuk kitaplarının okullardan kovulması üzerine oluşan “Kemalettin Tuğcu’lu boşluğu” doldurmaya katkı sağlayacak çocuk kitapları yazmaktı. Ne ki değişen bir şey olmadı, Olay Gazetesi’nin o günkü köşe yazarı Yılmaz Akkılıç’ın dışında kimse çığlığımı duymadı ve sürgün edilmekten kurtulamadım. Çığlığımdan artakalan dizelerim Yüreğim Koynundadır adlı şiir kitabımın ilk sayfasına ve oradan da Yılmaz Akkılıç’ın köşesine şöyle düştü:

Akıp geçen sulardan köpük toplamaktır işim

neyim ben?... Bildiniz mi?...

Öğretmen!

Sabırlık çiçeğince bakışlarım uzayıp kısalırken yaşım

köprüler kurarım zamandan zamana.

Bu kez de Narlı’dan Mustafakemalpaşa’nın Karaköyü’ne, oradan da Gemlik’in Muratoba’sına köprüler kuracaktım.

Muratoba köyünde görev yaparken yüzlerindeki boz lekeleri yüreğime yara olarak nakşettiğim sevgili öğrencilerimi gözyaşları içinde bırakarak yurtdışına çıkmış ve çoluk çocuğumu bu kez de Muratobalı’lara emanet etmek zorunda kalmıştım. Sahip çıktılar, incitmediler, sonra da tertemiz geri teslim ettiler. Bütün bunlara sevindim, ama bir şeye de gerçekten çok üzüldüm: Beni dağdan dağa sürgün ettiren Gemlik İlçe Milli Eğitim Müdürü de yaşamdan sürgün olmuştu.

Beş yıl sonra döndüğümde öte yüzünün doğusunda ev kurdum Bursa’nın, batısında çalışmaya başladım. Keşiş’in alnını kuşatan otellerin, Çekirge’yi süsleyen villaların tepeden baktığı; Beyceli’lerle, Kelesli’lerin eğri büğrü, çakır çukur, çıkar çıkmaz sokakların umarsızlığıyla, dabakhanelerin ağır leş kokusunu yazgı gibi yaşamlarına sindirmek zorunda kalarak köyleriyle Bursa arasında, kekik ve para kokusunu özleyerek yaşadıkları Soğanlı’da. Birçok Bursa mahallesi gibi Soğanlı da gecekondulaşarak kentleşmesi sürecinde talana ihanete, uğramış olan Bursa Ovası’nın kalbinin tam ortasındaydı. Önce şeftalileri kokusunu yitirmişti, sonra elmaları, armutları ve en son olarak da gülleri. Yeni okulunun (Sabiha Köstem İlköğr. Ok.) müdürlüğünü yaptığım bu mahalleye Gülsüz adını vermiştim bu yüzden. Öğrencilerimin büyük çoğunluğu yıllar önce köylerinde öğretmeni olduğum Beyceli gençlerin çocuklarıydı. Yarım kalan işimi tamamlamaya çalışıyordum sanki.

Her şeye karşın bir gerçeğim daha var: Onlar benim kan kardeşlerim!. Çünkü mide kanamasıyla küçük hastanesine yattığımda sekiz insanının kanı, ve elleri kirli, yüzleri boz benekli öğrencilerimin gözyaşları karıştı kanıma. Hiç unutmam, unutamam; aşırı kan kaybı nedeniyle komaya giriyor, çıkıyor, ölüm-kalım arasında bir yerlerde uyuyordum. Kendime geldiğim anların birinde, Oral Eczanesi’nin sahibi dostlarım Özden ablayla Özcan ağabeyi başucumda buldum. “Kuyruğu dik tut Hocam!”dedi Özcan Sevimli. “Biz buradayız. Doktorlar burada. Üstesinden gelemeyecekleri bir durum olursa seni helikopterle İstanbullara götürürüm. Sonra hastabakıcılara dönerek, “pencereye kaldırın Hocamı, dışarıyı görsün,” dedi. Kaldırdılar. Hastanenin bahçesi ana baba günü gibiydi. Belediye hoparlöründen adım da verilerek kan gereksinmemin olduğu duyurusu yapılmıştı. “Bunlar seni sevenlerdir. Sana kan vermeye gelmişler,” diye tamamladı sözlerini. Gözlerim en güzel yaşlarını salıverdiler bu insan sıcağının üstüne.

Bursalı olabilmenin ince sancıları sürerken Edebiyat 81’in yayın yönetmeni Tanju Cılızoğlu’yla, Öğretmen Dünyası, Yaba, Abece, İmece(Sivas), Cumhuriyet v.b birçok dergiyle yazışıyor, eleştiri alıyor, ürünlerimi yayınlatıyordum. Tam o sıralardı, adlarını ve çalışmalarını dergilede okuduğum Bursalı yazar Nadir Gezer ve şair Metin Güven’le tanıştım. (Bütün koşuşturmalarıma, hatta onun Narlı’da beni aramasına karşın Hilmi Haşal’la bir türlü buluşamadım; ben gittiğimde o göreve çıkmıştı, o geldiğinde de ben Gemlik’e inmiştim.) Onların ilgileri, sevgileri ve yazın emekleri karıştı yazın emeğime. Özellikle Nadir Gezer’ (dostluğu ömrümce sürecek olan ağabeyim ve yol göstericim oldu)in... Köyler aşırı koşar gelir, nasibimi alır, döner gider o buluşmaların damağımda kalan tadıyla avunurdum aylarca. O buluşmalardan aldığım güçle yeni şiirler, öyküler yazmaya çalışırdım.

Ayrıca ve özellikle Nâzım’lı bir öyküsü vardı Bursan’nın; iki yüzünü de ilgilendiriyordu. Bir de “Bursalı ben”i...

Çünkü dünyanın hiçbir yerinde, göz göre göre böylesine hazin bir öykü yaşanamazdı! Dünyanın hiçbir ülkesinde bir Nâzım daha yoktu çünkü. Ondan bir tek bizde vardı. Ve o şair (koşut tarihlerde Bursa üzerine yazılar yazan Tanpınar gibileri görmezden gelse de) Bursa hapishanesinde geçirmişti onbir yılını. Bu nedenle o hapishaneden de dünyanın hiçbir ülkesinde yoktu. Ondan da bir tek bizde, Bursa’da vardı. Nâzım’ın ve Türkiye’nin kara yazgısını, ama Bursa’nın şansını anlatıyordu. Çünkü o ülkemizi dünyada yüz akıyla temsil eden, etmeye devam eden en önemli değerlerimizden biridir. Daha sonraları Avrupa’yı dolaşırken Eyfel’in altındaki yeşillikte sevişen Şilili gençlere, Mozambikli müzisyen Dudi’ye, Bolivyalı Hemşire Gladys’e, Alman öğretmen Hanna’ya v.b on altı ülke vatandaşına “Türkiye?” diye sorduğumda ilk, ya da ikinci isimdi söyledikleri: “Nâzım!” Gelin görün ki, o hapishane şimdi, “müze” değil! Hatta yok. Nemesisler öcünü almış, yıkmışlardı Nâzım’ın Yeri’ni. Bu böyle olunca içimden şorlayan kan deresini Yüreğim Koynundadır’a akıttım: “Binalardan Bir Bina” dedim adına.

“... Kalın taş duvarlı binalardan bir bina

orada alnında kuşlar

gözü çok dili yok

kenti bir mil uzaktan hüzünleyen bir zaman

beni bir adım

şimdi kurtlar bayramında

kementte incecik boynu

/... .../

Utandın mı ey yanlışı koşullayan takvim yüzü kara zaman

dünya seni suçlu bulacak tarihleri yanlış düşüyorsun

yanlışa ayarlıyorsun çitlenbiğin çirtmesini

yanlış yerlerde ve yanlış zamanlarda tüketiyosrun yanlışlarını

yanlışsız kalacaksın

/....../

Gücün büyüsün ey çağrışım gizemli gücü şiirin

yolla bildirini karıncalar kadar çok olanlara

de ki yakın bir yüzü tarihin Bursa’da

geçmişini arıyor

/....../


Selam olsun adı kutsal direnmelerine her şeyin!”

Suyun hükmü sonsuz ve adildir: Bursa Ayeti’yle başlayan Bursa Suresi’ni okuduktan sonra sık sık su uygarlıklarıyla buluşacaktım. Bu kez de Hamburg’da suyu bulmuştum. Ama kanımda hep Bursa vardı. Öylesine çok Bursa’lıymışım ki, Darmstadt’a gittiğimde “kardeş kent Bursa”yı anımsamış, derin derin duygulanmış, hüzünlenmiştim. Öylesine Bursalı’ymışım ki, Hamburg’daki beş yıllık özlemişliğimin başkenti Bursa olmuş; şiirlerim, yazılarım, dokuz kitabımdan yedisi4 Bursa duyarlıklarıyla örülmüş. Bu duyarlıklar ne yalnızca A. Hamdi Tanpınar’ın toplumsal sorunlara sırtını dönerek huzuru yaşadığı “uhrevi ahenk” yanıyla ilgilidir Bursa’nın, ne de Ahmet Haşim’in “abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair tetkikatta bulunmak” amacıyla” geldiği, “Guraba-hane-i Laklakan”ı yazdığı; insansız yanıyla. Çünkü Bursa’da yaşam o kadar yalın değildi ve hiç bir zaman da öyle olmadı. Bursa, Yeşil’in yeşilliğinin yanında, Vatan’ının, Millet’inin çoraklığıyla da bir bütündür. Bir yanında Mimar Sinan’ın Ulu Camisi, öte yanında Çorumlu Hasan’ın gecekondusu var. Bir yanında Zafer “Plaza”(?), As Merkez; diğer yanında veresiye defteri kabarık Hüsam Bakkal... Bir yanında Keşiş’in kış manzaraları, öte yanında soba zehirlenmeleri tablosu... Bir köşesinde “yeşil Mevleviler döner”(A.Haşim),“Yıldırım, Yeşil ve Muradiye yapıldıkları günün imanile görünür”(A.Hamdi Tanpınar)ken; öte yanında “Çingene Mahallesi”nin sürekli itilip kakılan, esmer ve yetenekli insanları, güneydoğuyu kucaklayan Yavuzselim’in aşsız, işsiz göçmenleri yaşama tutunmanın savaşımını veriyorlar.

Benim Bursa’m öte yüzüdür Bursa’nın; budur, böyledir. Ama beri yüzünü de biliyor, duyumsuyor, seviyorum.. Adı gibi AYDIN bir insan olan Hacı Baba’mı karış karış gezdirdiğim eski sokaklarını, her birinde iki rekat namaz kıldığımız tarihi camilerini, ziyaret ederek saygımızı sunduğumuz, yoksul umutların sömürüldüğü, karabilmezliğin sülük gibi toprağına tutunduğu Ğözetici Baba, Hatuniyye, Şimşirli Dede, Abdürrezzak v.b sayısız türbelerini; balık yiyerek rakı içip dans ettiğim Arap Şükrü’sünü, kiliseyi binaların arasına gömerek görünmez kılmaya çalıştığımız Setbaşı’nı, hanlarını, hamamlarını; her şeyini, her yanını... Ben Bursa’yı, hem de tamamını yalnızca sevmekle, duyumsamakla kalmıyor, şiirleştiresiye yaşıyorum.“Bursayı Yaşamak” diyorum bu yüzden,”gülün oylumuna düşmek gibidir.”


Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin