Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə57/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58

ŞABAN AKBABA’YLA

YAZINA(EDEBİYAT)A DAİR…

Bilim ve teknolojideki gelişmeler, edebiyat eserlerini nasıl etkileyecek?

Bilimin gelişmesi, bilinmeyenlerin bilinenlerden çok daha fazla olduğu bilincini doğurmuştur. Bu gelişme, yazında (edebiyatta), bilinmeyenlere, oradan yola çıkarak mistisizme, metafiziğe, genel olarak da hayali olanlara yolculuğu arttırmak eğilimindedir. İdeolojiler ve teknolojiyse bu yolculuğu daha çok kendine doğru çekmeye, içerik ve sanat bağlamından kopararak yozlaştırmaya çalışmaktadır. Sosyal iletişim ağlarında ürün yayımlayan şairlere, yazarlara acıyorum. Anlık etki ve duygulanımlarla, ivedi ulaşma ve çözüm yolları üretme derdiyle iyi bir şairin kötü şiirler, iyi bir öykücünün kısa ve kötü öyküler yazdığına sıkça tanık oluyoruz. İnternet şiirleri, öyküleri, yazıları yazıncının ağzının, üslubunun bozulduğuna dair kanıtlarla doludur. Bu olgular, teknolojinin sanata ve sanatçıya attığı kazıktır.

Ama en kötüsü bu ağların okurlar, özellikle de çocuk ve genç okurlar üzerindeki etkisidir. Örneğin herhangi bir konuda, özel ilgisi ya da ödevi nedeniyle şiirlere, öykülere ulaşan bu kesim karşısına çıkan binlerce şiirimsiyi şiir, öykümsüyü öykü sanarak yanlış örneklerle yanlışa yönelmekte, yanlışı benimsemektedir.

Kısacası bilimin gelişmesi sanat ve yazın bağlamında da elbette çok önemlidir. Ancak özellikle, geri kalmış ülkelerde teknolojinin hızlı baskı, hızlı iletişim, ulaşım v.b. olanaklar sunması, hızına ve nicel varlığına oranla daha nitelikli ürünlerin ortaya çıkması sonucunu getirmiyor.



Bilim kurguya olan eğilim artacak mı?

Bilim, sürekli olarak insanın bir şey bilmediğini yüzüne vurmaktadır. “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir,” diyen düşünür; bilim havuzuna her gün yüzlerce, binlerce bilginin aktığının bilincinde olandır. Bilim geliştikçe, bilinmeyenin bilineceği kanısı ve duygusu gelişir. Ancak hâlâ bilinmeyen çok şey vardır. O bilinmeyenlere ulaşmak da hayalin ve duygunun işidir. Bu yüzden bilgiyle hayal sürekli olarak işbirliği içinde olacaktır. Fantastiği, bilim kurguyu üreten kaynak buradır. Bilimin gelişmesine, bilginin çığ gibi büyümesine ve bilinmeyenlerin bilinmesi gerektiği bilincinin oluşmasına koşut olarak bilim kurguya gereksinme ve eğilim artmaktadır. İnsan beyninin sürekli olarak gelişmeye koşulu ve zorunlu olduğunu, bu nedenle hayal yeteneğinin sürekli olarak genişlediğini; psiyonik, nanoteknoloji ve distopya gibi tekniklerin ve disiplinlerin ortaya çıkmasını da bu etkenler arasına katmalıyız. Yazında fantastik ve bilimkurgu ürünlerinin, sinemada bilimkurgu filmlerinin, sanal dünyada bilgisayar oyunlarının çığ gibi büyümesi, olgunun somut kanıtlarıdır.



Bazı örnekler verebilir miyiz?

Elbette… Örneğin; çocuk yazınındaki “masalöykü” ya da “öykümasal” diyebileceğimiz, daha çok büyü ve mitolojiden beslenen fantastik romanlar, öyküler…Rowling’in Harry Potter’ı, Roger Stern’in Süperman’ı, Stan Lee’nin Örümcek Adam’ı… Belki gerçekleşebilir ögeler taşıyan bilimkurgunun ilk örneği Jules Verne’nin Denizler Altında Bin Fersah’ı, daha sonra Isaac Asimov’un Nightfall’ı, Mary Shelley’in Frankenstein’i…Tiyatyroda bizden bir örnek, Uğur Uludağ’ın Üçüncü Türden Yakın İlişkiler adlı oyunu… Sinemada Georges Melies’in Aya Seyahat(1902) adlı fotoğraflardan oluşan ilk filmi, Stanley Kubrick’in 2001 Bir Uzay Destanı(1968) ve daha sonraları Yıldız savaşları, E:T.,v.b… Bilgisayar oyunlarıysa, çocuklarımız ve gençlerimiz aracılığıyla yaşamımıza en çok sokulabilmiş yapıtlardır. Bu yapıtlar, Charly Adams’ın Zıplayan Top’la (1949) başlayıp William Higinbotam’ın İki Kişilik Tenis’iyle (1958), Spacewar(1961), Space Travel(1969)v.b oyunlar ve atari(1971), konsol(1972) gibi elektronik araç oyunlarıyla sürüp gitmektedir. Kapitalist-emperyalist kültür saldırısının yoğun olduğu bilgisayar oyunları “internetkafe”, “playstation” v.b denen mekânlar aracılığıyla, toplumsal belleğimize, kültürlenme sürecimize ve günlük yaşamımıza kolayca sızmaktadır. Bu olgunun bilimsel araştırmalarla değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.



Edebiyat-felsefe etkileşiminin geleceği üzerine neler söylenebilir?

İyi bir yazıncı, aynı zamanda iyi bir felsefe okuru olmak zorundadır. “Önce hayal vardır,” diyen Picasso; sanatın temel ilkelerinden birini dillendirmektedir. Hayalin sınır tanımadığını, dogma tanımadığını, hatta kural tanımadığını bildiğimize göre; hayalleri sınırlayan dogmaların belirlediği alanlar içinde devinerek yol almaya çalışan yazıncı, felsefesi olmayan yazıncıdır.Yaşama çok yönlü bakamayan, nitelikli bir bakış açısı geliştiremeyen edebiyatçının günübirlik heveslere, geçici duygulara seslenen yapıtlar üretebileceğini ama asla kalıcı olamayacağını, yapıtının klasikleşme şansının olamayacağını bilmek gerekiyor.

Felsefenin, sorguladığı ve yeni bakış açıları önerdiği için aforoz edildiği, sürekli olarak ötelendiği, eğitim kurumlarından kovulduğu, süreçleri yaşıyoruz. Bu devinim başarılı olduğu sürece yazın, hatta sanat başarısız olacaktır. Gidiş de o yöndedir.

Edebiyatta anlatım, üretim ve tüketim hızı artacaksa; kısa öyküler, aforizmalar vb. daha çok yazılacak ve okunacak mıdır? Böyle bir beklenti varsa, okurun geçmişe göre daha çok romana yönelmesini (ki öyle söylenmekte) nasıl açıklamak gerekir?

Çoğu zaman insanın kişilik biçimlenmesi, algı kapasitesi, uyum yeteneği ve verili koşulların fazlasıyla etkili olduğu istekleri üretim ve tüketim ilişkilerine koşut gelişmemektedir. Ayrıca yazın alanındaki üretim ve tüketim hemen hemen her zaman görecedir. Hızı artsa bile, oranı fazlaca değişmemektedir. Hız ideolojisine önem verenler yazın ve sanatın özgün yapılanmasını, üretim ve tüketim biçimlerini, insanın karmaşık yapısını göz ardı etmektedirler. Üstelik bütün bunları belirleyen; teknoloji, ekonomi, sosyoloji ve hatta psikoloji gibi çok daha güçlü kurumlar vardır. İnsanı bir bilgisayar gibi düşünemeyiz. O, bilgisayar mantığıyla programlayamıyor kendini. Programladıklarının arasına bin bir çeşit etken girerek programını sıklıkla aksatabiliyor. Öykünün yapısı ve yanıt olduğu gereksinmelerle, romanın yapısıyla yanıt olduğu gereksinmeler her zaman aynı değildir, benzemeyebilir, örtüşmeyebilir. Kaldı ki insan iştahı, dürtüleri ve psikolojisi sürekli doyurulmayı gereksinir. Sürekliliği gereksinir. Mal mülk konusunda da bu böyledir, cinsel dürtülerin tatmininde de. Roman bir anlamda sürekliliği imlediği, doyum sağladığı için, insanın, yazın türleri içinde kendine en yakın bulduğudur.

Edebiyatta, kolay okunan eserlere doğru (popüler) bir yönelim mi olacaktır? Kolay okunan eserler tercih edilecekse, edebiyatta bir yüzeyselleşme mi söz konusu olacaktır?

Almanya öğretmenliğim süresince yaptığım gözlemlerimden birini hiç unutmam. Aslında bilinendir o; Avrupalı insan okur. Gerçekten de Avrupalılar okuyorlar. Her yerde; trende, otobüste, tatilde, evde, parkta, bahçede, ayakta ya da oturarak… Ellerinde mutlaka gazete, dergi, kitap görülür. En çok da kitap okuyorlar. Hepsi de kalın kalın… Ama kesin bir şey daha var; o kitapların çok büyük çoğunluğu çok nitelikli kitaplar değildir. Pek çoğunun, toplumsal kaygısı olmadığı gibi sanatsal kaygısı da yoktur. İnsanların günü birlik duygularına, macera heveslerine, daha çok da cinsel duygularına ve gereksinmelerine teorik yanıt verirler, geçici doyum ve boşalma sağlarlar. Olgunun diğer boyutuysa romanın metalaştırılmasıyla ilgilidir. Yazar ve yayıncı için rant kapısı olan “tırı vırı” romanların yayımlanması artarak sürecektir. Kapitalizmin istediğidir bu ve bu isteğini başarıyla yaşama geçirmektedir.



Şaşırtıcılığın, çarpıcılığın popülerleşmesine paralel olarak gündelik hayatın dışına çıkan, çarpıcı, uç konular ve uç kahramanlar içeren, fantastik öğelere daha çok yer veren, şiddet unsurlarının yoğun olduğu edebiyat eserlerine bir yönelme mi söz konusu olacaktır?

Aslında “halkın motiflerinden yararlanan” anlamındaki “pop” sözcüğüyle, “halkın beğenisine uygun” anlamına gelen “popüler” sözcüğünün, “insanoğlunun yarattığı her şey” anlamındaki “kültür” (Türkçesi “ekin”) sözcüğüyle birleşmesinden oluşan bir kavramdır “popüler kültür.” Klasik anlamda halka dair olanları anlatır.

Ancak ileri emperyalizm çağını yaşayan kapitalizm, daha başından itibaren “yabancılaştırma programı”nın ilk maddesine kültürü almış, ürettiği “tüketim toplumu modeli”ne uyumlu hale getirebilmek amacıyla içini boşaltmış, klasik anlamını sulandırmış, toplumların gerici birikimlerinin de desteğiyle, halka (halkın kendi gücüne inancını ve güvenini kırmak amacıyla) günübirlik tüketilen bir tür uyuşturucu gibi sunmuştur.

Bu olgunun kültürel adı “küresel kültür”, ideolojik adı da “modernite”dir.

Ülkemiz modernitesinin karakteri öz itibariyle klasik anlamına uygun biçimde yürümekle birlikte içerik “dinci”leştirilmeye çalışıldığı için ortaya tam olarak bir “kültürel-politik ucube” biçemi çıkmaktadır. Bu ucubenin erki, “ne candan ne de yardan” vazgeçmek istemeyen yapısı/biçemi gereği ve çağdaş yaşamın gereksinmelerine yanıt veremediği için yöntem olarak (ona nasip olan) “tarihsel zor”u(!) kullanmak eğilimindedir.

Bu ideolojinin yazındaki sonuçları önce dayatmalarla kendini gösteriyor. Örneğin bir çeviri yapıtında tanrı, Allah oluyor. Erkek sürekli dışarıdaki işleri yapan baskıcı ve buyurgandır; kızlar ve kadınlar da ev işleriyle ve çocuk doğurmakla görevli buyruk alan, boyun eğenlerdir. Sonra tanrısal buyruklar ve yerine getirmeyenlere ”kabir azabı”, “cahennem” ve “ateş” sunuluyor. Günlük yaşamda buyrukları yerine getirmeyenler ya da din dışı yaşamı tercih edenler de Sivas’ta, Suriye’de, Sudan’da, Afganistan’da ve hatta dünyanın hemen hemen her ülkesinde yakılıyorlar. Modernite din diyalektiği yazın ürünlerinin de yönlendiricisidir artık; diğer birçok sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik nedenlerin de yangına benzinle koşması nedeniyle şiddetin boyutları yazının, sanatın hoşgörüsünü hızla tüketmektedir. Harry Potter’ler, polisiyeler v.b ürünler bu gidişin somut sonuçlarıdır.



Tüketim toplumunun en çok yararlandığı kitle olan çocuklara hitap eden “Çocuk Edebiyatı”, gelecekte daha mı çok yükselişe geçecektir ve ana ekseni ne yönde olacaktır?

“Okur” diye tanımlanabilecek çocukların oranı %5. Bu çocuklar için yayımlanan kitaplar içinde çevirinin oranı da %70. Üstüne üstlük bir de çocuk kitaplarını yasaklama ya da karalama kampanyaları var. Bu ülke bizim ülkemiz ve görüldüğü gibi tablo karamsar.

“Üstün ve özel yetenekli” (oldukları belli süreçlerle tanımlanmış) 75 öğrenciyle yaptığım öznel bir çalışmanın bazı sonuçlarını alt alta yazarak baktığımda “vahim” bir tabloyla karşılaştım: Bu öğrencilerin yalnızca %5 kadarı iyi kitap okurudur.

Kitap okuyanların % 99’u şiir kitabı okumuyor. Bunun önemli bir nedeni de, yayımlanan “çocuk kitapları”nın içinde “şiir kitapları” oranının çok düşük olmasıdır. 1910’lu yıllarda Darülmuallimin Mektebi (Öğretmen Okulu) Müdürü olanSatı Bey’inin çağrısı hala geçerlidir. Şair ve yazarları toplayarak, onlara; “çocuk şiirleri yazın,” ricasında bulunmuştu. O çağrıya katılıyor ve ben de ekliyorum:”Küçüklüğü olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz!”Büyükler için yazan şair ve yazarlar bir yandan da çocuklar için şiirler üretmeli, yayımlamalıdırlar.

Bu çocuklarımızın % 36’sı Harry Potter okuyor, % 97’si yazmayı sevmiyor, % 44’i bilgisayarla oynamaktan hoşlanıyor. %71’i kitap okumaktan, %81’i resim yapmaktan, %93’ü de tiyatroya gitmekten hoşlanmıyor. % 48’i Harry Potter filmleri izliyor.

Bir o kadar daha önemli ve vahim olan da, çocuklarımızın % 97’sinin, yazmaktan kendi sözcükleriyle “nefret” etmesidir.

İlköğretim ikinci sınıftan başlayarak, lise bitiminden öteye uzanan, “sınavlara hazırlanma süreci”; çocuklarımızı ve gençlerimizi kitap okumaktan uzak tutmak için tasarlanmış, çocuklarımızı sürekli olarak test kitapları okumaya ve soru çözmeye koşullayan, böylece kitap okumalarını önleyen, o arada çocukluğunu ve hatta gençliğini tüketen, geleceğini çürüten akıllı bir projedir.

Bunda temel olarak ülkemizin, kapitalizm- emperyalizm patentlisosyo-politik-kültürel projelerinin birincil rolü yadsınamaz, ama bu dizgenin ürettiği, ileride kendi hizmetine koşturacağı çocukları ve gençleri insan yerine koymayan eğitim dizgemizin rolü çok daha büyüktür. Ezberci, testçi, ödevci eğitim dizgesi sahibinin sesi olmayı öylesine başarmış ki, çocuklar ve gençler şiir okumaktan, yazı yazmaktan nefret eden içi boş kuklalar olarak yetişmektedirler.

Tuzaklardan biride çocuk yazını alanında bile kurumlaşmış “bestseller” furyasıdır.

“Çok satan” kavramının iki önemli çağrışımı var elbet. Bir, emperyalist kültür politikası; iki, sanat ve yazındadüzeysizlik, niteliksizlik. Etik ve estetik kaygısı olmayan,sermaye ve medya destekli,bugünkü anlamıyla “popüler” yapıtlardır bunlar.

Ülkemize de yansıyan en yakın ve somut örneği Harry Potter fırtınasıdır. Konuyla ilgili yaptığım bazı inceleme ve gözlemlerimden de bir hayli farklı, dikkat çekici, düşündürücü sonuçlar elde ettim.

Harry Potter okumanın, çocukların ve gençlerin okuma alışkanlığına, giderek “okuma kültürü”ne bir katkısı yok mu? Elbette var, ama hangi koşullarla?

Her Harry Potter okuru kendisini iyi bir okur sanıyor. Hatta dışarıdan bakanlar da öyle olduğunu düşünüyor. Bu sanı ve düşünce tamamen yersiz de değil hani. Öyle ya, her Harry Potter kitabı yüzlerce sayfadır. Hatta son kitabın bin sayfa olduğunu da belirtmeliyim. Bu durumda dizinin bütün kitaplarını okuyan, binlerce sayfa okumuş olacağından, iyi bir okur gibi gözükmek durumundadır. Ülkemizde hızla yaygınlaşan kalın çocuk kitapları olgusu da buralardan kaynaklanıyor olsa gerek. Kitap fuarlarında, 1 lira ile gelerek kalın kitap almak istediğini söyleyen onlarca çocuk gördüm.

Gerçek durum nedir, nasıldır? Binlerce sayfa da olsa yalnızca Harry Potter okumanın “okuma kültürü” davranışı olarak tanımlanması doğru olabilir mi? Ya da Harry Potter okurları gerçekten yalnızca Harry Potter mı okurlar?

Bunun için siz okurlarımı önce Gölcük’e götüreceğim. Belediye Kongre Salonu’na... Karşımda üç yüz kadar ilköğretim ve lise öğrencisi var. Bir yanımda 16 kitabın yazarı Nadir Gezer, öte yanımda da yine bir o kadar kitabın yazarı, gazeteci, şair Ruşen Hakkı.

Salonu dolduran dinleyicilerime Harry Potter okurlarını sordum, yarısından fazlası elini kaldırdı. Aynı okurlara Nadir Gezer’i sordum ikisi elini kaldırdı. Ruşen Hakkı’yı sorduğumda biri elini kaldırdı. NâzımHikmet?diye sordum; Can Yücel, Necip Fazıl, hatta Yaşar Kemal? diye sordum. Toplamına gelen yanıt on biri geçmedi. Çünkü kitaplarıyla reklâmlarıyla, filmleriyle, tişörtleri, çıkartmaları, dosyaları, şapkaları, çay-kahve fincanları ve diğerleriyle; okur (hedef) kitlesinin duygularını ve hayallerini sömüren güçlü, tekelci, uyuşturucu, özdeşleştirici, kendine yabancılaştırıcı bir “Harry Potter Kültürü” oluşturulmuştur. Her şey soyut, metafizik, mistik öğelerle idealize edilmiş yaşamın parçaları olarak sunuluyor. Gerçeklik kavramı ve algı biçimi yıpratılıyor. Çocuk yazınındaki “çocuğa görelik” ilkesi sömürülerek metalaştırılıyor.

On üç Harry Potter okuru ve hatta hayranıyla şöyle bir çalışma yaptım. Harry Potter kitaplarının içine serpiştirilmiş ürkütücü, korkutucu, heyecan yaratıcı, masalsı tümcelerdan oluşturduğum yarım sayfalık bir metni onlara okudum ve duygularını tek sözcükle söylemelerini istedim. Dokuzu korktuğunu, üçü hem korktuğunu hem olumlu bir heyecan duyduğunu, üçü önemli bir duygulanım içine girmediğini söyledi. Biri çekimser kaldı. Ama birinin (ki, o tam anlamıyla Harry Potter tutkunuydu) söylediği hepsinin tuzu biberi oldu: “Kafam karıştı,” dedi. Harry Potter dizisinin birinci kitabındaki bir tümcenin tıpkısıydı. Belki de salt bu işlevini en iyi biçimde verebilsin diye, yazarı İngiliz Rowling, kitabının filmini yapan Hollywood firmasına oyuncularından teknik ekibine kadar herkesin İngiliz olması koşulunu koymuş ve kabul ettirmişti.

Bu kitap diğer bazı nedenlerle de önemli bir kitaptır. Girişi, tıpkı konforlu bir oda gibi albenili, rahat ve gizemlidir. Girer, dilediğiniz biçimde oturur, dinlenir, gevşer, rahatlar, hatta konfora alışırsınız. Otuzlu sayfalardan sonra ve ansızın etkili saldırılar başlar. Öylesine etkili, yapışkan, tutucu ve hızlıdır ki üstünüze gelenler; yerinizden doğruluncaya kadar elinizi, kolunuzu bağlar, beyninizi tutsak düşürür, bedeninizi felç eder. Bir daha da içine düştüğünüz durumdan kurtulamaz, tıpkı o kurbağa gibi sessizce, tepkisizce haşlanırsınız. Hangi kurbağa mı?

Haşlanması istenen, zıplama rekortmeni olduğu için ele avuca sığmayan, sağlıklı ve çevik olduğu için bir türlü dize getirilemeyen o kurbağa. Ama her hedefe giden bir yol vardır elbet. Tıpkı bu romanda olduğu gibi; Kurbağayı tutup tenceredeki soğuk suyun içine koyar, altından yavaş yavaş ısıtırsınız. Başlangıçta her şey doğal olduğu için kurbağanın herhangi bir derdi, tasası yoktur. Su yavaş yavaş ısındığı için sinir sistemi herhangi ani bir tepki vermeye gerek duymaksızın suya alışır. Hatta önce ılıklık, sonra biraz sıcaklık hoşuna gider; mayışır, yayılır, dinlenir, gevşer, dağılır. Sinir sistemi laçkalaşır. Bir süre sonra tehlikeyi duyumsamaya durur, ama tam olarak emin olmadığı için herhangi bir devinim göstermez; biraz daha zaman geçince tehlikeyi duyumsar, devinmek, kalkmak, zıplayıp kaçmak ister ama çok geç kalmıştır, istenci sinir sistemine söz geçiremez. Umarsız, haşlanır.

Sonuç olarak, çocuk yazını, çocukların algı, duygu ve hayal düzeyleriyle ilgili olmak durumundadır. Ayrıca çocuğun ilgileri yaşamın çeşitli uyaranları ve sorunları tarafından fazlaca dağıtılmamıştır. Yani çocuklar, büyüklere göre daha çok kitap okumaktadırlar. Onun bu iki temel özelliği metalaştırılmak istendiğinden çocuk edebiyatının yükselişi nicelik olarak sürmekle birlikte nitelik olarak düşme eğilimindedir.


Lacivert Dergisi………………..

MEHMED KEMAL

DİLLER SÖYLEMEZ OLUR

Bir atasözü1 nuz, 'Söz gümüşse, susma altındır' der. Bura­da susma konuşmamak değii, dinlemektir. Aslında atasözü* nün, ‘Söz gümüşse, dinleme altındır’ demesi gerekir. Ama r.e yapacaksınız ki atalarımız böyle söylemiş, böyle gitmiştir. Son günlerde konuşan toplum, susan toplum tartışmaları aldı yü­rüdü. Bize güre bu tartışmada da bir tutarsızlık vardır. Susan toplum dernek isteyen, 'dinleyen toplum' demek istemiştir, Bu­nu kavrayamayanlar da yanlış yorumlamışlardır.

Konuşma sanatı oiduğu gibi, dinleme sanatı da vardır. Hat­ta dinleme sanatı konuşma sanatından daha değerlidir. Her kişi konuşmayı bilir de, dinlemeyi bilemez. Konuşan insanın söyleyecek şok şeyi yoktur, ama dinleyen insanın öğrenecek çok şayi olur, Dinlemesini iyi biliyorsa çok şeyler öğrenir. Bun­dan ötürüdür kİ, "Bir şöyie, iki dinle’ dememişler midir?

Öyle toplumlar vardır ki ulu orta herkesin konuşmasına izin vermezler. Resmi görüşten yana olanlar konuşur, olmayan­lar susar. Böyle toplumiara suskun toplum derler, öğretmen Dünyası dergisinde küçük bir şiire rastladım. Yazarı Ş. Akba­ba dîye imza atmış. Ş. Akbaba adiı şairin adına şimdiye değin gözüm ilişmedi, kimbilir belki de takma addır, şöyle diyor: "O kadar çok ç.eyim var ki anlatacak / ama çocuğum / dinlemek sana /anlatmak bana/yasak." Gorüyor musunuz^sadece ko­nuşma yalağı yok, dinleme yasagyda.var. Birinin söylemesi yasakiamrken, ötekinin dinlemesi de yasaklanabiliyor.

Politikacılar tuhaf kişiler oîuydr. Kendileri sereserpe konu­şurken her şey iyi de, susturuldular mı dünyayı zindan sanı­yorlar. Başlıyorlar, “Dilsiz toplum olur mu?" diye bağırmaya... Evet, dilsiz toplum olmaz, ama herkes için olmaz. Kendileri susturulduğu zaman toplumu .-dilsiz sananlar çok yanılırlar.

Korpiç’in iyice körlendiği tiör,emce sanatçılar, yazarlar, ga- ¿ök^iîer" ühiyo’de demiryolunun yanındaki Pınar Oteli’hin barına çıkmaya başiapşlardu 3ir gır. şair Feûii 'O.ra/, L!r dos­tunun armağan ettiği bir köpekle bara geldi. Köpeğin boyun­da bir 10, Fethi’nin yanı başında uslu uslu duruyordu. Sadet­tin öktenay anlattı. Köpeğin bu halini gören Avukat Şefik Gön­der, “Fethi ağabey bu ne?” diye sorar.

“Ne olacak köpek.”

“Böyle tasmasız, ona buna havlamayan hayvana köpek de- nir mi?"

“Peki ne denir?” ■ - ;

“Bana sorarsan köpek denmez, ya it denir, ya kelpi”

Madem itten açıldı, bir de Nasrettin Hoca’nın öyküsü var. Hoca’nın soğuk, ayaz, bir kış günü, yolu bir köye düşer. Ka­ranlıkta ışık yanan bir barınacak yer ararken köpeklerin saldı­rısına uğrar. Yerden bir taş alıp atmak ister, ama o taşa elini atar donmuş, bu taşa elini atar donmuş... Kendi kendine söy­lenir:

“Bu ı e biçim köy? Taşları bağlamışlar, itleri salmışlar. ”

Vaktiyle Kudüs’ün kapılarına yazarlarmış, “Susandan kor- kunuzl...” Susandan korkmamak için suskunu konuşturacak­sınız!


Cumhuriyet Gazetesi, Politika ve Ötesi, 12 EYLÜL 1985

Bu Darbeler Kimin İçin(Politika ve Ötesi Yazıları), Cem Yayınevi,1986


METİN TURAN



ŞABAN AKBABA ŞİİRİ

Yeni Adana Gazetesi’nin 17 Ağustos sayısın­dan Şaban Akbaba’nın «Acının Öğrencisi» adlı şiirini okuyorum; tekrar tekrar.

Akbaba’nın,genel olarak şiirleri, belli bir sase erişmiş durumda. Duyarlığı geniş bir ozan Akbaba. Şiirlerinde Ahmet Arif sesi duyulmasına karşın, Akbaba’ya öykünmeci biri diyemeyiz. Ahmet Arif de aynı kül­türün üzerine inşaa etmiştir şiirini, Ak­baba da. Önemli olan bunun ayrımına va­rabilmek.

Bir ozanın bir başka ozandan etkilenmesi kadar doğal bir şey olmamalı. Sonra Neruda’dan da etkileniyor Akbaba Bunlar kaçınılmazdır. Bir ozan ancak ken­disine ustalar seçerek, aşar onları. Bu önemli bir edimdir. Kaldı ki Akbaba kendinden olan sesi çıkarabilen güçte. Daha ileriye gideceği kaçınılmaz gerçektir. «Acı­nın öğrencisinde, kitleseli, kitleden ola­na yükleyerek, tekil özne seçimiyle, ürünü , aktarım işlevine sürükleyerek şöyle niteliyor:

Sen ey usta bir güzelin dokuduğu ha­lıda

yerli yerine oturmuş ilmek

öfkelisin, karındaşlarfına biliyorum

karınca soyundan olmak isterdin

istemezdin beynine engizisyon yargıcı

istemezdin ay çürümüş yanına doğsun



güneş yıllanmış kokuna...
Söyleyeceklerini rahat, evirip-çevirmeden söylüyor Akbaba. Duyarlığının katığı yetiyor şiirinin süsüne.

Yeni Adana Gazetesi, Ağustos 1985


M.SADIK ASLANKARA

NAĞIL NENE’DEN HENFE ANA’YA

ÖYKÜNÜN GİZİ KARS’IN ONURU

Şaban Akbaba’nın da Henfe Ana’yı, bir nağıl nenesi gibi aldığı görülebiliyor… ANLATININ DÜŞLEMCİ, YAZININ KURMACACI KIŞKIRTISI... Şaban Akbaba, çocuk, genç, erişkin okur kesimleri için verimlediği şiirden öyküye, romana, sayıları yirmiyi bulan bir dizi kitabın yazarı… Bu haftaki “Kitaplar Adası”nda onun dört kitabını aldım masama… İkisi öykü: Che’nin Sevgilisi (Siyah Beyaz, ikinci basım, 2009), Deli Cin Diyor ki… (Kurgu Kültür Merkezi, 2011); biri roman: Deri’n (Sone, 2009), bir diğeri de çocuk şiirlerinden oluşan Sevgi Ana (Ceylan, 2003)… Henfe Ana ise Şaban Akbaba’nın öz annesi. Akbaba, onu anarken “dilinin baldan tatlı sözleri” için vurgu yapıyor. (Deli Cin Diyor ki…, 73) Demek Akbaba, çocukluk yıllarında, bir masal dağı halindeki Henfe Ana’nın eteklerine yapışıp öyle büyümüş… Gerçekten de onun bütün kitaplarına serpilmiş halde, bir anda Kars yöresinden çıkagelmiş havasında menevişlenen böylesi etkilerle karşılaşılabiliyor. Akbaba metinlerinin, bu yanıyla aynı zamanda bir laboratuvar metnine dönüştüğü de öne sürülebilir bizim için. Nitekim yazarın öykülerine ya da romanına taşıdığı, şiirinde örüntülediği olgusal kimi gerçeklikleri, nağıl nenelerinin uzak yakın etkileriyle soyutlayıp dönüştürdüğü söylenebilir bana göre. Sonuçta Akbaba, herhangi yaşamsal öğeyi yerinden kaldırıp onu bir büyüyle kaplıyor, ardından görünmez, ancak duyumsanan bir kızağa oturtarak bu cilalı dönüştürüm kesitini kaydırıp istediği yöne doğru hareketlendiriyor. Bu açıdan andığım yazar grubunun metinleriyle Latin Amerika edebiyatının kimi metinleri arasında çağrışımsal koşutluklar kurulabilir bana göre. Örneğin Faruk Duman anlatılarında tren, istasyon, at, yayla vb. öğeler özelinde bunun izleri sürülebilir pekâlâ. Hasan Özkılıç metinleri de sisler içinden çıkagelmiş gibisine bir hava yansıtırken bu etkinin prizmadan geçmiş çarpıcı etkisini ele verir aslında. Bunun gibi Şaban Akbaba metinlerinin de böylesi etkiler taşıdığı apaçık görülebiliyor. Yaşamsal gerçekliği, kendi bağlamından kopararak büyüyle sarmalayışı, sonrasında bunu kaydırıp kendi anlatı evreni içinde değiştirip dönüştürerek kaydırışı bunu somut biçimde ortaya koyuyor. O halde gelin, metinlere kuş bakışı göz atalım birlikte… ŞABAN AKBABA’NIN ÖYKÜ, ROMAN EVRENLERİ... Akbaba, Deri’n’de, “yurtdışı öğretmenliği sınavını kazan”arak (29) Almanya’ya görevli giden bir öğretmenin yaşantısal gereçlerine dayanarak iki toplumun kendi iç değerleri yönünde yaşamlarını sürdürenlerle iki toplum arasında sıkışmışlara yönelik bir “iç roman” yaratıyor. Roman evrenine yayılan düzlem, öğretmenin iç dünyasıyla birlikte gerçek coğrafyaya, neredeyse yaşamdan alınmış kişilere yaslanırken değişen bunları harmanlama biçemi belki yazarın. Şaban Akbaba errin Avcı Çölgeçen, çektiği son belgeseli Nağıl Neneleri’nde (Plan Prodüksiyon, 2010, 50’) Kars yöresine uzanarak tükenmekte olan “nağıl neneliği” olgusunu ele alıyor. “Nağıl”, Farsçadaki “nakl” sözcüğünden bozulmuş olarak anlatmak, anlatıcılık yapmak anlamına geliyor. Buna göre “nağıl nene” masalcıanlatıcı kadına karşılık geliyor denebilir. Belgeselinde Kars çevresindeki beş köye yoğunlaşan Berrin Avcı Çölgeçen, örtük de olsa görece varlığını sürdüren nağıl neneleriyle bizi tanıştırıyor. Leyla Yalgar, Urgiye Alkoç, Suna Alkoç, Lütfiye Ersarı bu anlatıcılardan geriye kalan son temsilciler olma özelliğini taşıyor. B Berrin Avcı Çölgeçen Anılan nağıl neneleri, kendilerinden önceki nağıl nenelerinden öğrendiklerini, nağıllık yetenekleri doğrultusunda çevrelerine yansıtıyor. Özellikle, ağır kış koşulları altında boş geçen gecelerde köy toplumunun yaşam havını tazeliyor bir ölçüde. Birçok öyküyü, bu arada geleneksel yolla kendilerine dek gelen Perişan Sultan, Gelinlik, Salman’ın Hikâyesi, Köroğlu, Leyla ve Mecnun, Kafdağı, Kirman Şah vb. anlatıları naklediyorlar çevrelerine topladıkları her yaştan insana… Nağıl nenesi Leyla Yalgar, anlatısının kesinlikle “düzme”, “bezeme” olmadığını belirterek bunları kendinden öncekilerden dinlediği biçimde naklettiğini söylüyor. Belgesele konuşan, kendisi de bir Karslı olarak çocukluğunu nağıl nenelerinden dinlediği öyküler, masallarla renklendirip geçiren Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Yard.Doç.Dr. Ahmet Ali Arslan, bu masallarla anlatıların yaklaşık dört yüzyıldır hiç değişmeden gelmiş olabileceğini vurguluyor. Dört beş nine öncesine geri gidildiğinde böyle bir hesap yapabilmek kolay zaten. Bunlar “Türk halk masallarının yürüyen kütüphaneleri” Arslan’a göre. Herhangi masal nağıl neneleri aracılığıyla nağledilip hemen hiç bozulmadan, ama belki bir ölçüde cilalanmış olarak bugünlere ulaşıyor. Nağıl neneleri herkesin görebileceği, yüksekçe bir yere oturtuluyor. Tıpkı bir meddah, sahnede tek başına icrayı sanat eyleyen bir tiyatro sanatçısı gibi hem anlatıyorlar hem maniler söylüyorlar, ama aynı zamanda oynuyorlar da… Nitekim seyirci ya da dinleyicinin yansıttığı heyecanla şevke gelerek beş on masalı birden arka arkaya nakleden oluyor içlerinde. Tandır başında nağıl nenelerini dinleyen insanlar, üzerlerinde yıllar yılı izini taşıyacakları etkiler alıyorlar böylece onlardan. Hele çocuklar bu masallarla sanki kendi filmlerini üretiyorlar. Demek, herkesin nağıl dinlediği bir masal ülkesi olarak alınabilir Kafkasya’ya komşu Kars diyarı… MASAL DİYARININ SÖZ BÜYÜSÜNDEN YAZINSAL GİZE... Karşılaştırmalı İngilizTürk Folkloru Uzmanı halkbilimci Ahmet Ali Arslan, televizyonun bir “afet” halinde toplumun üzerine çöreklenmesinden önceki süreçte Kars yöresinde köy köy gezerek iki yüz elli kadar masalı kayda geçirip kurtarabildiğini anlatıyor yana yakıla. Ona göre bu masalların Türk Şamanizmiyle de köklü, derin ilişkileri var. Bu nedenle tümü de elekten geçmiş, yunmuş, arınmış birer anlatı halinde çıkıyor karşımıza. Bütün bu nedenlerle söz konusu masallardan birer senaryoyla çocuk filmleri yapılması, çizgi film gibi yaratıcı yaklaşımlarla bunların desteklenmesi gerekiyor. Günümüzün gelişmiş bir ülkesi olarak İngiltere’de de böyle bir şaşkınlık süreci yaşandıktan sonra devlet, geç de olsa uyanıyor, ciddi biçimde bu işe eğilip dilinin masallarına sahip çıkma konusunda bilinçli bir tutum içine giriyor… Bu çerçevede Arslan, ilginç açılımlar getiriyor konuşmasında… Bunlar arasında çocukluğunda nağıl nenelerinden dinlediği “Gökçek Fatma’nın Nağılı” ile Batı’daki “Sinderella”, Kızılderililerdeki “Kaz Çobanı Güzel Kızın Masalı”nı karşılaştırıyor Arslan. Ayrıca Çingenelerden dinlediği masalları da ekleyerek bunlar arasında şaşırtıcı benzerlikler saptayıp ortaya koyuyor, bu konuya dikkatimizi çekiyor. Nitekim Kars yöresindeki bu masallarla İskoçya, İrlanda masalları, aynı bölgeye dağılmış Çingenelerin masalları, aynı şekilde Kızılderili masalları arasında neredeyse birebir bağlar kurabilmek olası… Bunlar bize anlatısal yolla geçen kimi veriler yalnızca. Bir de çocukluklarında bu etkilerle, bunların izdüşümleriyle yaşayıp sonradan yazarlığa soyunmuş olanlar var. Bu doğrultuda söz konusu nağıllık kültürüyle dirsek teması olan, bunlardan etkiler taşıdığı ya da taşıyacağı kestirilebilecek Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Hasan Özkılıç, Şaban Akbaba, Faruk Duman, Alper Akçam vb. yazarları getirelim gözümüzün önüne… Çiçek selinin altında ya da kar baskınında kalmış da sis içinde uçsuz bucaksız bir duruş sergiliyormuşçasına görüntü veren o Kars yaylalarının, suların kabarıp taşarak kapladığı ayna gibi parıldayan çayırların hiç mi etkisi olmamıştır andığım bu yazarların verimlerinde? Nağıl nenelerinden dinledikleri ya da onların uzak yakın etkileriyle kulaklarına dolan, belleklerine süzülen, film şeridi gibi gözlerine yerleşen seslerin, imgelerin, görüntülerin söz konusu yazarlarımızda yol açtığı depremi, yarattığı koyakları, yeni çığırları hesaplayabilsek keşke… Son olarak Şaban Akbaba’nın verimlerine topluca göz attığımda, bu etkinin bir biçimde onun metinlerinde de su yüzüne çıktığını görünce bir kez daha böylesi bir ilişki kurulabileceği kanısına vardım diyebilirim kendi payıma… Ne yapıyor peki Akbaba? Bir belgesel romanla kurmaca romanı, birbirinin sınırları içinde yoğurmak, ardından halkın anlatı kalıbını genişleterek buna çavlan niteliği kazandırmak belki, o kadar. Sonra da yoğun anlamlandırmalarla örülü ustalıklı geçişler ekleyip bütünlemek romanı: “Herkes kendi düşünü görür./Bir ucu Anadolu’da, ama diğer ucu belirsiz bir ejderha uzanıp yatıyor Türkiye’nin gölgesinde.” (32) Romanda karşımıza çıkan gerçekle düşü sarmalayan, bunu halk anlatısı kalıbıyla yapılandırma yaklaşımı öykülerinde de gözleniyor yazarın. Nitekim iki öykü kitabına kabaca göz atıldığında, bu kanıya varılabiliyor kolayca. Yöreye özgü olduğu kestirilebilecek sözlü anlatı geleneğinin tellerine konduruluvermiş birer serçe ardılı bir yazınsallıkla yüzleşmişçesine izlenime varıyorsunuz hemence. Yazınsal açıdan büyük anlatı birikimine sahip olduğu görülebiliyor yazarın. Bu, özellikle okurdan anlamlandırma yetisini kullanmasını beklediği öykülerinde çok açık biçimde ortaya çıkıyor. Sözgelimi “Çocuk Oyunu” başlıklı öyküsünde (Che’nin Sevgilisi) çocukla annesi arasında oyunlarla sürdürülen tutukluluk öyküsü, yazardan yansıyan anlatı geleneğinin kökenlerine inebilmek konusunda önemli bir örnek. Şaban Akbaba’nın söylemden söylene yükselen, halkbilimsel değerlerle kol kola bir büyük coşkuyu yansıtan, bağırmayan ama vuruş gücü etkili bir dille yapılandırdığı anlatıları, belli ki Kars yöresi nağıl nenelerinin kimbilir kaç yüzyıllık uzak etkilerinden de esinler taşıyor… Yazar, masal, söylen dilinde bütün biriktirdiklerini yöre göreneğinin üzerine, sestartım bankasından süzdüklerini de ekleyip bunları birleştirerek bizi öyküleme bağlamında şölene çağırıyor adeta. Ne var ki burada bırakıyor Akbaba işi, ötesine geçmiyor sanki. Oysa onun yazın dili, bugüne dek verimlediklerinden çok daha sıkı, yoğun örüntülü öyküler, romanlar alınabileceğini gösteriyor, hem de kaleminin akıyla hak ediyor bunu yazar. Şunu da eklemeliyim… Akbaba, öykü kitaplarında farklı estetik kaygılar gütmüyor, farklı yaklaşım çabaları sergilemiyor, biçemsel arayışlar peşinde olduğunu göstermiyor değil. Ne var ki bu yöndeki çabaların tümü birden tek bir kitaba sığdırılmaya kalkıldığında zaman zaman insanda, ne yazık ki bir yamalı bohçayla karşı karşıya kalmışçasına izlenim de bırakmıyor değil bir çalım… Bu nedenle gerek öykülerindeki gerekse romanlarındaki farklı açılımlarını hem izlemek gerekiyor onun hem de bu yeni yazınsal serüvenlerini esenlemek… Kendisi de bir nağıl nenesi olarak alınabilecek Henfe Ana’nın yazar oğulcuğu Şaban Akbaba, son yıllarda Bursa’daki yüzlerce yıllık çınarların altında Kars’tan taşıdığı öykünün sarıçamıyla bu yanarcayı tutuşturmak için de çabalıyor. Ta oraların nağıl nenelerinden Bursa Öykü Günleri’ne kim bilir kaç enerji santralı taşıyor… Berrin Avcı Çölgeçen’den Şaban Akbaba’ya nice öykücümüze kadar, öykü sanatına emek verenlerin katkılarıyla bu uzun öykü katarı yol alıyor böylece… 14 Şubat Dünya Öykü Gününüzü bir kez daha kutluyorum efendim…


Cumhuriyet Kitap, Kitap Adası, 17.2.2011,

Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin