EKONOMİK BİR SÖYLEŞİ
O tonton, yaşlı dedeyi kitaplarının başında görünce yüreğim nasıl pırpırlandı anlatamam.Çünkü ekonomi ve ekonomi politik adına, bir ekonomist falan olmadığım halde, anlayarak okuduğum, beğendiğim ve bir o kadar da etkilendiğim birçok kitabın yazarıydı Aslan Başer Kafaoğlu.
Fırsat bu fırsat deyip sevincimden, gururumdan gelen coşkumu da yanıma alarak hemen söyleşmeliydim kendisiyle, sonra da gurur duyarak yazmalı, anlatmalıydım öylesi bir değerimizle yüzyüze olmaklığımı. Aynı zamanda, yanımızda, yakınımızda, Irak’ta süren, “savaş” bile denemeyecek kadar aşağılık emperyalist işgal ve soykırım nedeniyle “savaşa hayır” kampanyasına imza topluyorlardı yanındaki arkadaşlarıyla. O büyük heyecanımla, sesim titreyerek, kendimi tanıttım ve,
-Bursa’ya hoş geldiniz ve elbette ki savaşa hayır!dedim.
-Hoş bulduk, teşekkürler diye yanıtladı.
“Savaşa hayır!” kampanyasını imzaladıktan sonra söyleşimizi sürdürdük:
Ş.AKBABA:Sayın Aslan Başer Kafaoğlu sizi birazcık da olsa tanımak ve yazmak istiyorum izniniz var mı?
-A.BAŞER KAFAOĞLU:Elbette, memnuniyetle, dedi ve iki elini bastonunun üstüne, bastonuna abanır biçimde koyarak; tonton, tatlı, sinekkaydı tıraşlı, aydınlık yüzünü yüzüme, ışıklı bakışlarımı gözlerime doğrultarak konuşmaya hazırlandı. Gözlüklerinin üstünden bakarak sorularımı yanıtlamaya durdu.
-Ş.AKBABA:Öğrencilik yıllarımdan beri yapıtlarınızı okuyorum. Türkiye’nin ekonomik yapısını gerçekten çok iyi bilen düşünürlerimizden birisiniz. Sizi okuyarak ekonomi ve politika kavramlarını, ülkemizin ekonomio-politiğini öğrendim. Bir anlamda siz benim uzaklardaki öğretmenim oldunuz. Birçoğunu okuduğum kitaplarınızın sayısı öğrenebilir miyim?
-A.BAŞER KAFAOĞLU:On sekiz kitabım, ama sayısı belki de otuzu aşan sayıda çeşitli gazete ve dergilerde üç binden fazla yayınlanmış yazım var. Kitaplarımın üçü çeviridir. Çok sayıda televizyon ve radyo konuşmalarım var. Bütün bu çabalarımla ülkemizin halkına ülkemizin ekonomik gerçeklerini anlatmaya, onları cilalanmış bilgilerden kurtarmaya çalışıyorum. Fakat ne yazık ki başarı sağlayamadım. Şu, şu şu felakete doğru gidiyoruz diye neler söylemişsem hepsi birer birer gerçek oldu. Kırk senedir yazdıklarımdan hiç biri yalanlanamadı. Keşke yalanlansaydı. Çünkü ekonomide yazarlar, yorumcular taraf tutarlar. Paranın tarafını tutarlar. Vurguncunun demesem de, kolay karcının yanını tutarlar. Onlardan memuriyet alır, ödül alır, yazdığı için para alırlar. Ben yazdıklarımdan aslında hiç para almadım. Hatta cebimden harcadığım da oldu. Benim başka bir mesleğim var. Yeminli Mali Müşavirlik yaparak hayatımı kazandım.Kamuya bir şeyler öğretme çabalarımda para kazanmayı denemedim... “Ekonomi kimden yana?” diye sorar bir yazar. Ekonominin daima özel sektörden, tüccardan, sanayiciden yana olduğunu söyler. Ben işte onlardan olmadım, olmamaya çalıştım. İnşallah bundan sonra da olmam. Onun için söylediklerimin hepsi çıktı. Beni dinleyenlere, okuyanlara önerim: İktisatta her lafa inanmasınlar, işin aslını araştırsınlar.
Ş.AKBABA: Sayın Öğretmenim, son yıllarda bir IMF olayı var. Bütün dünyayı, daha doğrusu gelişmemiş, ya da az gelişmiş ülkeleri kasıp kavuruyor. Önsöz yapmadan sormak istiyorum, bu konuyla ilgili neler düşünüyorsunuz, neler söylemek istersiniz?
-A.BAŞER KAFAOĞLU: IMF’nin görevi aslında dış ticarette hiçbir takıntı olmaması ve dış ticaretin para kıtlıkları dolayısıyla kesilmemesi amacına dönük çalışmaktır.Ancak IMF bu görevini suiistimal etti, kötüye kullandı. Az gelişmiş ülkelere, çok gelişmiş ülkeleri sömürmesi için reçeteler yazma ve onları kandırma yoluna gitti. IMF böyle bir olgu. Aslında IMF 1970’e kadar, büyük İngiliz ekonomisti Keynes’e gönül vermiş iktisatçılar tarafından yönetilirdi. Fakat 1970’lerin başında Amerikan dolarının zayıflamaya başlamasıyla Amerika’ya iltimas yapmaya, ve az gelişmiş ülkeleri Amerikan ekonomisinin tuzaklarına düşürmeye yöneldi. Böyle bir yola saptı. Özellikle 1980 ‘den sonra sanki Amerikan Hazine Bakanlığı’ymış gibi milliyetçi devletlere kazık atmaya başladı. Bu bakımdan birçok milliyetçi yönetici “biz artık IMF’yi dinlemeyeceğiz” diyorlar. Bunların başında Malezya Cumhurbaşkanı Hatir Muhammed gelir. O kişi ülkesini IMF’ye isyan ettirerek kurtarmıştır. Arjantin Başkanı yine öyle yapmaya çalışıyor.Milliyet gazetesinde Ece Temelkuran’dan belki okumuşsunuzdur:Bu kurtuluş yolu da galiba bir ekonomik devrim yoluyla yoluna girmeye başladı.
Ş.AKBABA:Bizde böylesi bir olasılık var mı Sayın Öğretmenim?
A.BAŞER KAFAOĞLU:Hayır. Bizde IMF ne diyorsa, bunu doğru sanıyorlar ve öyle yapıyorlar. İMF’nin her dediği doğru değildir. Hatta bizim gibi ülkeler için her dediği yanlıştır. Ben bunu yeni söylemiyorum, otuz beş senedir söylüyorum. Orada benim dostlarım da olmuştur. Yardımcılarımdan IMF’de çalışanlar hala var. IMF’nin iyi düşünürleri, iyi okuyanları beni tanır.
Ş.AKBABA:Sayın Hocam ütopik bir soru sormak istiyorum. Aslında umuyorum ki bu ütopyam bir gün gerçek olur. Hani kafamız esse, yani böyle bir hükümetimiz olsa; ya da böylesi bir toplumsal devinimimiz olsa,” borçlarımızı ödeyemiyoruz, kardeşim!” desek, ne olur?
A.BAŞER KAFAOĞLU: Hiçbir şey olmaz. Diyebiliriz. Dediler işte. Hem ille borçlanılacaksa başka yerlerden de borç gelir. Dünyada borç vermek isteyen çok. Hatta daha elverişli koşullarla borçlanabilmemiz bile olanaklı. IMF’den korkmak boşuna. Türkiye’nin oraya girmesine gerek bile yoktu. Bu konuda Korkut Boratav’ı okumak gerekir. Türkiye’nin asıl derdi dış borçları da değil, iç borçlardır.
Ş:AKBABA:Gelelim Irak Savaşı’na... Bu savaşın IMF’yle bir ilgisi var mı?
A.BAŞER KAFAOĞLU: Hayır. Bu savaşın ABD’yle ilgisi var. Dünya’daki bu düzeninin büyük kısmını aslında Amerika yarattı. Fakat bu düzenle Amerikan ekonomisi zorluğa düştü. Artık kendini kurtaramayacağını anlıyor ve başka bir düzen kurmak istiyor. Kendine daha bağlı dünya düzeni kurmak istiyor, onun sonucudur Irak savaşı.
Ş.AKBABA: Öyleyse diyorum, söylediklerinizden anladığım kadarıyla, Amerika’yı başka bir şey bekliyor?...
A.BAŞER KAFAOĞLU: Evet, başına daha kötü şeyler gelecek Amerika’nın.
Ş.AKBABA: İnşallah öyle olur.
A.BAŞER KAFAOĞLU: İnşallaha gerek yok. Ben Amerikan kapitalizmine 2010’dan fazla ömür biçmiyorum.
Ş.AKBABA.Bunu siz diyorsanız, başka...
A.BAŞER KAFAOĞLU:Ben bunu üç, dört senedir diyorum. O zaman inanmamışlardı. Ama artık Avrupa’da da inanmaya başladılar.
Ş.AKBABA: Gerçekten bunlar Irak savaşıyla ne yapmak istiyorlar Hocam?
A.BAŞER KAFAOĞLU:Her şeyi biz düzenleyelim, kontrol edelim istiyorlar. Herkes bizim mallarımızda hudutlarını açsın, ama biz beğenmediğimiz mallara hudutlarımızı kapatalım.Örneğin çelikte, kapadı. Herkese, her malı engelsiz gönderiyor, ama dünyayı da Amerika’dan, Japonya’dan, Çin’den gelen çeliğe kapatıyor. Ne yapıyorsun diye sorduğunuzda da, ben böyle istiyor, böyle yapıyorum, diyor. Neden göstermiyor. Yani her şeyi en katı biçimde kendinden yana çekmek istiyor. Bu, bunun savaşıdır. Petrol savaşı bile değildir. Onun da ötesinde bir savaştır. Dünyayı kendisine köle etme savaşıdır.
Ş.AKBABA:Öğretmenler öğretmeni öğretmenimiz Sayın Aslan Başer Kafaoğlu, kırmadığınız, bizi bir kez daha aydınlattığınız için size saygılarımı sunuyor, teşekkür ediyor, ömrünüze bereket diliyorum.
A.BAŞER KAFAOĞLU: Ben de teşekkür ediyorum.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)
Bursa Tüyap Söyleşileri 4.
YILMAZ YEŞİLDAĞ’LA
YİRMİ YILLIK GİZLİ VE GİZEMLİ...
ŞABAN AKBABA:Sevgili Yılmaz Yeşildağ Bursa’ya hoş geldin. Biz aynı dergilerde yayınlanan yazılarımız, şiirlerimiz, öykülerimiz nedeniyle yirmi yıllık dostuz, değil mi?
YILMAZ YEŞİLDAĞ: Daha fazla...
ŞABAN AKBABA: Ama ilk kez kucaklaşabiliyoruz. İlk kez, ama kucaklaşmamız bir başka oluyor, dillere düşecek kadar.... Lirik şiirlerini sevdiğim bir şairimizsin.Buradan başlayarak söyleşimizi sürdürelim istiyorum. Özgeçmişinle ilgili bilgi verir misin?
YILMAZ YEŞİLDAĞ:1952 doğumluyum. Bir yanıyla şanslı bir çocukluğum oldu. Öğretmen çocuğuyum, Fakir Baykurt’ların elinde büyüdüm. İsmet özel Türkçe öğretmenliğimi yaptı. Halkın Dostları adlı dergiyi çıkardığı yıllardı. Solcu olduğu yıllar... Sonradan Müslüman oldu. Yatılı olarak askeri liseyi okudum.Astsubaylıktan atıldıktan sonra Eğitim Enstitüsüne devam ettim Bursa’da. 1980’e kadar Türkçe öğretmenliği yaptım. 12 Eylül 1980’de kaçak oldum,sonra yakalandım ve altı buçuk yıl hapis yattım. Sonra beni yanlışlıkla yeniden öğretmenliğe başlattılar. 1999’da emekli olduktan iki ay sonra durumu fark ettiler. “Sehven” göreve başlattıklarını belirten bir yazı gönderdiler. Ama ben emekli olmuştum. Yani treni kaçırmışlardı.
ŞABAN AKBABA:Hangi dergilerde yazdınız?
YILMAZ YEŞİLDAĞ: Türkiye Yazıları, Oluşum, Eylül, Karşı Edebiyat, Damar,Yamaç, Körfez, Temmuz, Yaba, Aykırı Sanat, Varlık, Evrensel Kültür, daha sonra benim 11 sayı çıkardığım Edebiyat Gündemi gibi bir sürü...
-ŞABAN AKBABA: Daha çok şiir yazıyorsun değil mi?
YILMAZ YEŞİLDAĞ: Evet. 1989’da Petrol İş Sendikası’dan, Sabri Akay şiir ödülü, EĞİTİM-Sen şiir ödülü... gibi şiir ödüllerim de var.
ŞABAN AKBABA: Başka ne gibi üretimleriniz var?
YILMAZ YEŞİLDAĞ:Şiir kitaplarının dışında, çocuk yazını alanında da çalışmalarım var. Kendi çocuğuma okuma- yazma öğretmek için yazdığım küçük notlar sonradan kitaplaştı, beş kitaplık bir set oldu. Onun arkasından yine çocuk romanları geldi. Gazete yazılarımı bir kitapta topladım: FOTOĞRAFLARIN DİLİ. Bu aralar Hacı Bektaş Veli ve Mevlana konulu inceleme çalışmalarım sürüyor. Son dönemlerde, bizim kuşağın hatası olarak, “biz yanlış yaptık” sözüne karşın, hala doğru şeyler yaptığımız inancıyla bir roman ürettim.YANLIŞLARIMI GERİ İSTİYORUM.
ŞABAN AKBABA: Titiz şiir çalışmalarından biraz söz eder misin? Şiirlerinin yalınlığı, dilinin duruluğu beni en çok çeken yanlarıdır.
YILMAZ YEŞİLDAĞ:Benim için zor bir yazın türü. Sözcük işçiliğine önem veriyorum, imgeye ağırlık veriyorum. Öyle olunca özgün imge üretmek gibi güç bir işle uğraşmak zorunda kalıyorum.
ŞABAN AKBABA:Tezgahta başka çalışmalar var mı?
YILMAZ YEŞİLDAĞ: Var. Bir gençlik romanı var örneğin. Psikolojik bir çalışma. Çünkü gençlerin yanlış kitaplarla yanlış yerlere yönlendirildiklerini düşünüyorum. Kemalettin Tuğcu’nun farklı versiyonları türemiş. Hep mutlu sonlarla biten romanlara, öyküler karşın, gerçek yaşamda bir türlü mutluluğu yakalayamayan okur gerçekliğimiz var.İnsanlar, gençler gerçek yaşamda acı çekiyorlar. Ben kendi kızımdan yola çıkarak böyle bir roman çalışması içindeyim.
ŞABAN AKBABA: Nice yeni şiirlere, nice yeni yapıtlara Sevgili Yılmaz Yeşildağ, teşekkür ediyorum.
YILMAZ YEŞİLDAĞ: Ben de sana başarılar diliyorum Sevgili Şaban Akbaba.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)
Bursa Tüyap Söyleşileri 5.
AYDIN ÖZTÜRK’LE
BAĞLAMA TELİNDEN,ŞİİR DİLİNDEN...
ŞABAN AKBABA: Sevgili Aydın Öztürk, iki yıl önceye dönersek; Bursa Tuncelililer Derneği’nin davetlisiydiniz ve sizin sunucunuz bendim...Şiir tadında bir anı. Ondan sonra bir kez daha Bursa’dasınız. Hoş geldiniz. Şiirlerinizi okuyoruz, bağlamanızı, bestelerinizi biliyoruz... Sizi birazcık da olsa sizden dinleyelim mi?
AYDIN ÖZTÜRK: Hay hay...Ama kişinin kendisini anlatması dünyanın en zor işi. Şunu söylemek istiyorum; bir insanı önce birkısım unvanlarıyla değil, bir insan olarak toplumsal yaşam içindeki yeriyle değerlendirmeyi önemsiyorum. Söz gelimi Türkiye’de “aydın” olmanın çok önemli bir erdem olduğunu düşünüyorum.Aydın olmanın sorumluluğunu taşımak çok önemli, bunu düşünüyorum. Bu bağlamda Aydın Öztürk nerededir sorusunun yanıtını benim vermem mümkün değil, dışarıdan sizlerin nasıl algıladığınız önemlidir. İkinci boyutuyla Aydın Öztürk dediğiniz zaman yazar kimliğiyle; görünüyor:Şiirlerle, romanlarla, denemelerle... On beş tane eserden oluşan bir boyut bu. Bunların dokuzu şiir, bir tanesi roman, üç tanesi deneme, diğerleri de söyleşi ve eleştirilerden oluşan kitaplardır. Bir de müzik yanıyla Aydın Öztürk var; bu bağlamda dördüncü albümüm çıktı, beşincisini hazırlıyorum. Bunlara ben “kent türküleri” diyorum. Sadece kendi bestelerimden oluşan, şiirlerini ve müziklerini benim yaptığım türkülerdir. Bunların içinde bazıları dilden dile dolaşır oldular.
ŞABAN AKBABA: Hepsi de birbirinden güzel, ama “bu bazıları” daha şanslı... Değişik bir çok sanatçının dilinde ses, yüreğinde güç oldu. Ve büyük çoğunluklara ulaştı. Birkaç isim verebilir misiniz?
AYADIN ÖZTÜRK:Gerçi çok...Sözlerini benim yazdığım Onur Akın’ın bestelediği “Yağmur Gözlüm”, “Geceyi Sana Yazdım,” “Nereye Gitsem” herkesin bildiği eserler oldu. Yine “Sele Verseydim”, “Saçlarını Savur”, “İçimdeki Yara” gibi; Edip Akbayram’ın bestelediği “Yalan Oldu”, Kıvırcık Ali’nin bestelediği “Sen kalbimde Değilsin”, Grup Çığ’ın yaptığı “Aybükem” gibi... Ayrıca şu anda aklıma gelmeyen başka eser de var. O tür olaylarda da dikkat ettiğim şu: Beni doğru temsil edebilecek, ya da şiirimin bestelenmesinden onur duyabilecek insanlarla çalışmak isterim Ya da taşıdığım kültürü doğru temsil edecek insanlarla... Milyonlarca insana ulaşmak beni çok sevindiriyor. Beni ünlü ettiği için değil, insanın içindeki güzellikleri çoğaltan bir yanının olması çok daha önemli.
ŞABAN AKBABA: Ve güzellikler adına paylaşılarak çoğaltılmak, değil mi... Şiirleriniz, öyküleriniz, bestleriniz falan çok güzel, ama konuşmanız da bir başka güzel. Düzgün tümcelerle ve olabildiğince de hızlı konuşabiliyorsunuz. Mesleğiniz neydi sizin? Türkçeyle nasıl bir bağınız var ki bütün bunları en güzel biçimde başarabiliyorsunuz?
AYDIN ÖZTÜRK: Ben şanslı biriyim. Çünkü Tunceli kökenli bir insanım. Tunceli insanının güzel bir özelliği var; hem kendi dilini çok güzel konuşabiliyor, hem de Türkçeyi. Bunun birçok nedeni var. Okur-yazar oranının yüzde 95’lerin üstünde olması... Halkın büyük bir kesiminin okumuş olması... Örneğin ben iyi bir okuma alışkanlığı kazandım. Örneğin bir çok roman klasiğini ortaokul yıllarında okuduğumu anımsıyorum. Bir dönem de insanlara olayları anlatan insan olarak hizmet ettim. Radyo sunuculuğu yaptım. Bir de insanın kendisine güveniyle ilgili bir durum bu. Okuduysanız, gözlemlediyseniz, insanlarla ilşkileriniz düzgünse, insanların gözlerinin içine baka baka konuşma cesaretiniz varsa bence doğru konuşursunuz.
ŞABAN AKBABA:Ve de yüreğiniz pırıl pırılsa... O pırıltıdan zaten ışıklı şeyler doğacak ve dile dökülecektir. Müzikle ilgili şöyle bir merakımız hep vardır, mutlaka gençlerin de vardır: Nitelikli müzik yapıyorsunuz ve bu nitelikli müziği kitlelere ulaştırmak gibi bir güzelliği de becermişsiniz; hem sanatsal yanınızın,hem de kişiliğinizin bir başarısı bu.Ülkemizin genel müzik yapısı ve niteliği nasıldır ve sizin müzik biçeminiz bunun neresindedir, nasıl bir etkileşim içindedir?
AYDIN ÖZTÜRK:Uzun ve yanıtlanması zaman alacak bir soru... Türkiye’de müzik de politikaya benziyor biraz. İnsanların hayata bakışına benziyor.Ama bunun geneline indiğimiz zaman iş biraz farklı... Türkü söyeleyen bir toplumuz ve bunun arkasında da iyi bir birikim var. Söz gelimi “Kırmızı Gül Demet Demet” adlı türkünün 1650’li yıllarda söylendiğini biliyoruz. 650 yıldan beri hiç durmadan akan bir nehir düşünün. Bunun gizemi ne?... Bu gizemin birincisi melodisindeki zenginlik, ikincisi de evrenseli kucaklamasıdır. Türkü söyleyen bir toplumuz, ama zaman zaman başka müzik formlarından da etkilenen bir toplumuz. Bunun içerisinde saray müziği, pop, arabesk, çok az da olsa klasik müzik ve etnik müzik de var. Ama halk müziği şimdilerde hemen hemen hepsinde daha yaygın durumda. Asıl önemli olan, bu değerlendirmenin nesnel olmasıdır. Doğru olmasıdır. Müzik alanında akademik birikimi olan bir insan değilim ama bir fikrim var: Son dönemlerde özellikle halk müziğinin yaygınlaşmış olması ve özellikle de genç kuşaklar tarafından özümsenmiş olması, hele böyle hiç bu müzikle tanışma şansı olmayan insanların bile bunu yaygın biçimde icra etmeye başlamaları, kurslara gitmeleri, özellikle bağlamayla tanışmaları beni çok heyecanlandırıyor. Ben yaptığım müziği nereye koyuyorum? Eskiden nüfusumuzun büyük kısmı kırsal kesimde yaşıyordu. Kırsal kültür çok daha ağırlıklıydı. Kırsal kültür neyi getiriyordu beraberinde? Doğal olarak kapalı bir ekonomiyi, yaşanan nesnelerin sayısının azlığını, dilde daha sınırlı ölçülerin olmasını, yer yer yerel tanımlamaların olmasını getiriyordu. Ama kentleşme olgusu insanlarımızın yaşamında çok şeyi değiştirdi. Bir; sosyalleşme süreci başladı, iki; insanlar değişik kültürlerle karşılaşma şansına sahip oldular. Artık evimizde televizyonun kumandasının ucunda dünyanın her tarafı var. Bir yandan aborjinlerin, diğer taraftan eskimoların müziklerini dinleyebiliyoruz. Bütün bunların sonucunda,diğer enstrümanlar da giriyor yaşamımıza. Değişik müzisyenlerle tanışıyoruz. İşte bu ortamda dilimiz zenginleşiyor, tanıdığımız objelerin sayısı artıyor. Günlük yaşamımızda kullandığımız çok şeyimiz var artık. Bu durumda duygularımız kırsal alandakinden daha farklı oldu, daha şiirsel, daha zengin ve daha çeşitli, daha kucaklayıcı bir tarz oluştu. Bu yüzden ben kentli bir insan olarak, kent insanının türkülerini yapabilir miyim, diye düşündüm. Bestelerini kendim yapacağım ama türkülerden de besleneceğim, falan... Bu gibi düşüncelerin en çok tartışıldığı yer TRT oldu son zamanlarda. Ben bu yeni türkülere “kent türküleri” diyorum. Ama şu da yanlış anlaşılmasın diye altını çizmek istiyorum; sanki kırsal kesimde oluşturulan şeyler daha dar da, ben daha büyük şeyler yapıyorum, gibisinden bir şey söylemiyorum Söz gelimi, adam yazmış, “seher vakti burda kimler ağlamış/ çimenler ütünde gözyaşları var.” Bu dizelerin Şekspir’in dizelerinden geriya kalır bir tarafı yok. “Güzelliğin beş para etmez/ Bu bendeki aşk olmasa” dizeleri benim yazdıklarımdan geri değil. Yalnızca yeni yaşam, yeni objeler, iletişim çağının getirdiği birtakım olgular, enstrümanların artık dünyanın her tarafında paylaşılan ortak bir dil olmaya başlaması yüzünden, biraz daha kentli insanın duygularına seslenen bir yaklaşım içerisindedir. Yaptığım bu türküleri nereye koyuyorum, türkü çınarının bir yaprağı olmayı başarabilirlerse, orda kalabilirlerse kalırlar,o kadar. Kalamazlarsa bu benim bir tezim olarak tartışılmış ve geçmiş bir şey olur.
ŞABAN AKBABA:Bu konuyu belki birazcık daha açmamız gerekecek. Çünkü biliyorsunuz ki öteden beri, folklorla, örneğin folklorik şiirsel yapıtlarla şiirin, çağdaş şiirin çeliştiği, türkülerin pek de şiir sayılmadığı gibi bir görüş de var, ama siz bu konuya az önce çok da güzel bir vurgu yaptınız. Daha açık seçik neler söylenebilir diye merak ediyorum.
AYDIN ÖZTÜRK:Ona hiç katılmıyorum. Mesala şu beni çok rahatsız eder; der ki örneğin, “gittim Arguvan’ın bir köyüne, bir derleme yaptım onu evrensele taşıdım.” Bu bana çok komik geliyor. Bir defa, otantik müzük de içinde evrensel değerler taşır. Şimdi siz ona ne yapıyorsunuz? Oradaki adam enstrüman çalmadığı için çıplak sesiyle söylemiş. Siz onu alıp getiriyorsunuz, biraz daha ritim içerisine koyuyorsunuz, değişik ensrümanlarla ona bir altyapı hazırlıyorsunuz. Müzik eğitimi olan bir insan onu okuyor. Bu o müziğin özüne çok yeni bir şey katmıyor. Olgular aynı, duygular aynı... Sadece ne var? Diyelim ki bir Fransız bunu dinlerken, enstrümanı iyi icra etmiş bir insanın çabalarını görmek ister. Evrensellik yerel kültürü başka insanların dilinde anlaşılır kılmaktır. Duygularını anlaşılır kılmaktır. Şimdi folklor edebiyata düşmandır mantığı aslında bir tartışma konusudur. Bunu söyleyen arkadaşlara da çok fazla kızmak istemiyorum. Ama ben şunu biliyorum ki, folklor şiire düşman değildir.
ŞABAN AKBABA: Tatlı diline, gönüllere taht kuran türkülerine, Anadolu’yu karış karış dolaşan şiirlerine bereket Sevgili Aydın Öztürk.Sağol.
AYDIN ÖZTÜRK: Sen de sağol Sevgili Şaban Akbaba.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), KASIM-Aralık 2007, sayı:15
Bursa Tüyap Söyleşileri 5.
HASAN KIYAFET’LE
BİR ÖMÜRLÜK DEMOKRASİ SAVAŞIMI...
Uzun saçları, gür bıyıklarıyla bembeyaz, “pir-ü pak” bir adam. Ermiş gibi, derviş gibi... Değirmende değil elbet, demokrasi, sosyalizm savaşımında, işkencelerde, tutukevlerinde, sürgünlerde ağartmış saçını sakalını. Ama nasıl yakışmış anlatamam!... Olsa da o kadar!... “Hoş geldin” sevgili ağabey, diyorum ona. “Hoş bulduk dost...” diyor. “Özgeçmişinizden alalım biraz,” diyorum. “Birazını anlatmak öyle güç ki...”diyor. Başlıyoruz söyleşmeye.
HASAN KIYAFET: Benim gibi yaşı da böyle epeyce geçmişse, değil mi?... Kırşehir’in bir köyünde doğdum. İlkokulu köyde okuduktan sonra Pazarören Köy Enstitüsü’nü ve daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü okudum. Sonrası kavga, döğüş; düzenin bizi hazmedemeyişi... Sonra edebiyat... Bunu soracaksın biliyorum, nasıl başladı, değil mi?... Emekle sermayenin arasındaki çelişkiyi gören insan, gördüğü andan itibaren birtakım haksızlıkları da görüyor. Bazı insanlar şanssız işte, deyip geçemiyoruz. Çünkü perişan. Şans değil bu. Kimileri çok iyi yaşıyor, bu niye böyle diyorsun. Eğer bilinçsizsen, Tanrı düzeltir, diye bekliyorsun. Belli bir bilince geldiysen, bu tanrının değil, insanın işi, diyorsun. Bingöl’ün Raba köyünde yazdığım bir şiirle bu işlere başladım. Sene:1956. Çocukları görüyorum, perperişan. “Kimisi validir kaymakam kalmaz/ kimisi yoksuldur hiç yüzü gülmez/benim memleketim kime ne diyem.” Giriş o giriş.
ŞABAN AKBABA: Sonra bir sürü güzel yapıtlar geliyor birbirinin ardından.... Nerede, nasıl başladınız yazmaya?
HASAN KIYAFET: Samsun 19 Mayıs Lisesi’de öğretmenken Kütüphanede Maxwel’in Sosyal Mücaelelerin Genel Tarihi adlı kitabını, sosyalizmin tarihiyle başladım okumaya. Onu okuduktan sonra gözümün önü daha bir ışıdı. “Bu sistemde çalışanlar koşu öküzü gibidirler” der. “Çalışır çalışır, yaşlanınca da kasaba teslim edilirler.” Çaltı Gazetesi’nde yazmaya başladım, sonra İmece Dergisi’nde...
ŞABAN AKBABA: Kaç oldu yapıtlarınızın sayısı?
HASAN KIYAFET:İngilizce’den Türkçe’ye dört çeviri kitapla birlikte kırkı aştığını biliyorum. Romanlar, öyküler, anı-inceleme, çocuk öyküleri ve romanları ve çeviriler... Hirfanlı Barajı yapılırken ben orada işçi, daha doğrusu garson olarak çalıştım, İngilizcenin temelini orada attım. Hasan İzzettin Dinamo diyordu ki, “yahu şu İngilizler, yabancılar buraya geliyor, insanımızı ucuz ucuz çalştırıyor. Bunu görüp de yazacak kimse olmayacak mı...Ve çok sevinçliydi. “Demek ki Hasan sen o durumu gördün, içinde yaşadın ki işimdi de yazıyorsun,” diyordu. O yazdıklarımdan oluşan “Baraj” adlı öyküm filme çekildi. İnsanın nasıl ufalandığını anlatan bir öykümdür o. Bu bağlamda şunları söyleyebilirim: İnsanın doğal gereksinmelerini karşılayabilmesi olanakları olmayınca insani özelliklerini hızla yitirebiliyor. İlkel yaşam koşulları insanı ilkelleştiriyor. İnsanın kültür düzeyi sığlaştıkça sanattan da uzaklaşıyor. Sanatı kültür besliyor. Kültür düzeyini yükselttiğimiz insanlar kitaba, sanata, müziğe düşkünleşiyor. Böyle...
ŞABAN AKBABA: Sizin önemli bir yanınız da çocuklar için yazan biri olmanızdır. Buraya nereden geldiniz, neden çocuk yazınında da yapıt üretme gereksinmesi duydunuz?
HASAN KIYAFET: Çocuk bizim en önemli varlığımız. Ayrıca bir ömrü öğretmenleri olarak onların arasında geçirdiğime göre, artık onları ihmal edemezdim. Kaldı ki çocuklar için çevrilerim de var benim. Fin ve Hint öykülerinden... Olaylara hep emekçi sınıfın gözlüğüyle bakarak... Yazarken de çeviri için seçim yaparken de... 1976’da Bulgaristan’a gitmiştim. Orada çocuklara ne kadar önem verildiğini gördüm. Kadınlara da...
ŞABAN AKBABA: O zaman şöyle bir soru da sormalıyım; çocuklar için çeviriler de yaptığınıza göre, “çocuk yazını” var mı, yok mu tartışmasına oralardan da bir bakış açısı getirebilir misiniz, oralarda bu tartışmanın karşılığı nedir, nasıldır?
HASAN KIYAFET: Oraları bırakıp kendi yanımızdan, birikimizden bakalım konuya. Bana soruyorsan; çocuğu tanımayan, ya da çocuğu yalnızca sokakta gören, ona o anlamda dokunmamış yazarların savıdır bu, derim. Çocuk vardır, insanın ufağıdır ve bunun da edebiyatı vardır. Olmalı da. Ön algıları gelişmemiş yazarların yaklaşımıdır o.
ŞABAN AKBABA:Çevirilerinizle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
HASAN KIYAFET: Steinbeck’in ünlü Bitmeyen Kavga’sı örneğin, ilk okuduğumda çarpılmıştım. Bu kitabı ilk kez çevirenlerden birisiyim. Bir başkası örneğin: Hitler Oyuncağımı Çaldı. Almanya’da en çok satan çocuk kitaplarından biriymiş. Hitler döneminde bir öğretmen profesör, Almanya’dan İsviçre’ye sürgün olarak geliyor. Çocukları da var. Çocukları yeni dili öğrenmeye durmuşlar ki, İsviçre’nin de Almanlarca işgali söz konusu oluyor. Bu kez de Fransa’ya kaçmak zorunda kalıyor.Çocukları ilkokul çağında, sürekli uyum sorunu yaşıyorlar. Bu kez Fransa’da aynı şeyi yaşıyorlar, uyum sorunları falan, arkadaşlık edinme, Fransızcayı öğrenme çabası falan derken, Almanlar’ın Fransa’yı işgal etmesi söz konusu oluyor ve bu kez de İngiltere’ye kaçıyorlar... Kısacası faşizmin kovalamacasında çocukların nasıl unufak edildikleri anlatılıyor bu romanda. Yazarı bütün bu olayların birinci dereceden bir tanığı, bu yanıyla da çok önemli bir kitap.
ŞABAN AKBABA: Bizim Lise adlı romanınızın ilginç bir öyküsü var, değil mi?
HASAN KIYAFET: Evet. Bu Lise Çamlıca Kız Lisesi. Orada öğretmendim. Kız öğrencilerimizi daha iyi tanımam nedeniyle, kızları konu alan pedagojik bir roman yazdım. 1985’de DGM kurulduktan sonra yargılanan ilk roman oldu. Savcının, “ideolojik,” benim “pedagojik,” olarak nitelediğimiz bir romanımdır o. Mahkeme Başkanı dehşetli bir yargıçtı:Süheyl Deliorman. Çağdaş kafalı ve aydın... Berat ettirdi beni.
ŞABAN AKBABA: Az önceki çağrışımdan yola çıkarak roman ve ideoloji ilişkisine dönmek istiyorum. Nemenem bir iş, nasıl bir ilişkidir bu?
HASAN KIYAFET: İçinde ideolojinin bulunmadığı bir tas su bile yoktur. Elbette o romanımda da ideoloji vardı, ama onların dediği gibi “al tüfeği, koş savaşa” türünden de değildi.
ŞABAN AKBABA: Yüreğine, emeğine bereket sevgili Hasan Kıyafet Ağabey, kültürümüze, sanatımıza ve demokrasi sürecimize yaptığınız katkı için de halkımız adına teşekkürler.
HASAN KIYAFET: Ben de teşekkür ederim Sevgili Dostum Şaban Akbaba.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)
Bursa Tüyap Söyleşileri 6.
ŞABAN AKBABA’YLA
TERSİNE BİR SÖYLEŞİ
Dostları ilə paylaş: |