CİHAN DEMİRCİ’YLE
BİR CİMCİK GÜLMECE
“...üç tane avcı, bunlar çok atıcı olurlar ya, kahvelerde otururlar... Birbirlerine köpeklerini övmeye başlamışlar. Birinci avcı demiş ki,bende öyle bir köpek var ki, köpeği bakkala yolluyorum, alışveriş yapıyor, aldıklarını geri getiriyor. İkinci avcı, bu kadar mı, demiş,bu da bir şey mi... Ben yolluyorum, alışveriş yapıyor, geri geliyor, kdv fişini de getiriyor. Üçüncü avcı bunların ikisine de gülmüş, arkadaşlar ben de çok önemli bir şey söyleyeceksiniz sandım, kendiniz bakkala gitmediniz,bilmiyorsunuz, sizin köpeklerinizi benim köpeğim işletiyor aslında.”
Böyle bir gülmece anlatıyla başlıyor Cihan Demirci. Gülüşüyoruz, gülümsüyoruz...
ŞABAN AKBABA:Dilinize sağlık Cihan Bey, şimdi ilk sorumla başlayalım. Kaç yapıtınız var?
CİHAN DEMİRCİ: Toplam onaltı kitabım var. İlk kitabım bir şiir kitabıydı. İkinci kitabım GEYİK MUHABBETLERİ’ydi. Bu güne kadar en çok satan kitabımdır o. Resmi olarak yirmi dört baskı yaptı, beş altı kadar da korsan baskısı olmalı. “Bir Mizah Dehası:Suavi Süalp” adlı bu kitabım da benim için özel. Çünkü Süavi Süalp benim örnek aldığım örnek bir mizah dehasıydı. Kandemir Konduk’un da ustasıdır. Absürd mizah dediğimiz, saçma espirileri Türkiye’de ilk kullanan, onun öncülüğünü yapmış çok önemli bir insan. Bu kitap onun çok yakın dostlarının onunla ilgili anılarını içermektedir. Gırgır Dergisi’nin babasıdır. Oğuz Aralı da etkileyen kişidir. Bu onaltı kitabın içinde ZOMBİLİRKİŞİ benim tek romanımdır. DELİ GÖMLEĞİ ÜTÜ İSTEMEZ adlı kitabım da bir deneme kitabıdır.
ŞABAN AKBABA: Cihan Bey mizah olmasaydı ne olurdu sizce?
CİHAN DEMİRCİ:Mizahın olmadığı bir dünya, cehennemim tamamının dünya olması gibi bir şey olurdu. Mizah bu işin biraz cennet kısmı. Nedir, insana soluk aldıran, rahatlatan, iç boşalımı sağlayan, hayata tutunmaya yardım eden, üstüne de çok kafa yorulmayan tuhaf bir şeydir.
ŞABAN AKBABA: Mizahı oluşturan unsurlar nelerdir? Karikatür müdür, çizgi midir, yazı mıdır, yani malzemeleri nelerdir?
ŞABAN AKBABA: Ben Aziz Nesin ustanın yolundan giden, mizahı biraz ciddiye alan, belli bir dünya görüşüne sahip bir insanım. Şimdilerde İstanbul’da Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde “mizah kültürü” diye bir ders veriyorum. Kısacası mizah üzerine kafa yoruyorum Mizah hem yazılı, hem çizgili alanlardır. İki koldan ilerliyor.Bir tür anlatım türüdür. Bizim edebiyatçılar uzun yıllar mizahı küçümsemiş ve dışlamışlardır. Aziz Nesin gibi bir mizahçı bile ancak başka şeyler söylediği zaman gündeme geldi. Mizah öyküden denemeye, romandan bütün yazın türlerinde mizah deneniyor ve var. Karikatür olarak, çizgi roman olarak var. Hareketli anlamda da çizgi film olarak var, komedi olarak var. Yine tiyatroda komedi olarak var. Yani sanatın bütün alanlarında, resimde de mizah vardır.Heykelde de mizah unsuru çıkabilir.
ŞABAN AKBABA:Tam olarak Türkçe karşılığı nedir mizahın? Unsurları nelerdir?
CİHAN DEMİRCİ:Çok çeşitli tanımı var. Aşağı yukarı on beş çeşit... Bence mizahta üç önemli unsur var. Bunlar olmazsa mizah ürünü diye bir şey olmuyor. Birincisi eğlendirmek. Bu çok önemli. “Standap”ın girdiği alan burası. İkincisi güldürmek, üçüncüsü de düşündürmektir. Standapçılar güldürüyorlar, eğlendiriyorlar, ama düşündürmüyorlar. Yani üçüncü ayak yok. Bu ayakların üçü de yere sağlam basmak zorundadır. Mizahta düşündürme tarzı Aziz Nesin’den sonra biraz azaldı. Ben bu yanını yeniden canlandırmak istiyorum. Ama şeyi de sevmem; mesajlar vermek, yumrukları kaldırarak, bağırarak ahkam kesmek falan... Slogan mizahçısı da değilim, ama insanların biraz olsun uyarılmasından, sarsılmasında, silkelenmesinden yanayım. Ben böyle yapmaya çalışıyorum. Dut ağacını sallamak gibi bir şey... Öbürü, yani standap tarzı mizah biraz uyuşturucu oluyor. O an biraz boşalıyor, ya da uyuşuyorsun, ama o andan sonra her şey yine kafanın içinde ve olduğu gibi duruyor. O gösterilerden çıkanlar soruyorum, esprilerden aklınızda kalan bir şey var mı,diye; yok, diyorlar. Sabun köpüğü gibi...
ŞABAN AKBABA:Sevgili Cihan Demirci şimdide biraz karikatür-ülkemizin durumu ve savaş diyalektiğine girelim... Savaşa mizahi yaklaşım yapabilir misiniz?
CİHAN DEMİRCİ:Savaş üzerine mizahi yaklaşım çok zor. Savaş gayet ciddi ve sert yaklaşımlar istiyor. Şöyle söyleyeyim. Şu an yaşanan aslında bir savaş falan değildir. Savaş karşılıklı yapılır. Taraflar birbiriyle çatışır. Şu anda dünyanın başına bela olmuş dev bir ülkenin; psikopat ve geri zekalı, gerçekten geri zekalı bir başkanı... Geçen yıl bu adam kraker yerken boğazına kaçırdı. Boğuluyordu. Bu kadar geri zekalı. Bu adam dünyayı savaşa sürüklemeye çalışıyor. Karşısında savaşan yok, saldıran, eden yok... Dünyanın bir ucundan gelip öbür ucundaki ülkeyi yok etmeye çalışıyorsun. Bu yalnızca bir tecavüzdür, saldırıdır!... Böyle bir şey var. O zaman bu geri zekalı, psikopat adamla uğraşmamız gerekiyor. Amerikalı mizahçı da uğraşıyor, biz de, Iraklı da...
ŞABAN AKBABA:Buradaki gerçek oyuncu olan emperyalizm de geri zekalı mıdır?
CAİHAN DEMİRCİ:Emperyalizm insanları geri zekalı yapmak için vardır. Geri zekalı ayağına da yatabilir ama esas amacı şudur: Ağzı açık, geri zekalı insan sayısını artırarak o toplumu ve insanları daha kolayca sömürmek, kandırmak, kazık atmak... Söylemek biraz acı ama, tıpkı Türk toplumunun bugünkü durumu gibi. Bizde 12 Eylül’den beri bu durumu yaratmaya çalışmaktadırlar.
ŞABAN AKBABA:Bir çok yere çağrılıyorsunuz, ediyorsunuz... Okulların, öğretmenlerin size ve sanatınıza ilgisi nasıldır?
CİHAN DEMİRCİ:Ben Türkiye’yi karış karış gezen bir yazarım. İlgi gösteriyorlar, ama gençlerin eskisi kadar okumadığını söylemeliyim. Onlara da fazla kızamıyorum. Çünkü bunalım içindeler. Bizler daha bilinçli bir kuşağız. Daha sabırlıyız, direnmeyi biliyoruz. Aslında mizah kitaplarının okunması çok kolaydır. Bu nedenle mizah kitapları okuma sevgisi ve alışkanlığı yaratabilmek için başlangıç malzemesi olarak kullanılabilir.
ŞABAN AKBABA:Çocuklarımıza gençlerimize genç bir mizahçı-yazar ağbileri olarak neler söylemek istersiniz?
CİHAN DEMİRCİ:Keyifsiz, tatsız anları çok olan bir ülkede yaşıyoruz ama her şeye rağmen gülmekten hiçbir zaman korkmasınlar, rahat gülsünler, kahkaha atsınlar... Çünkü kahkahanın yükseldiği yerde sorunlar azalır, mutluluk artar... Şimdilik daha çok sorunlarımız yüzünden gülüyoruz. Umarım bu ülkede bir gün keyiften de güleriz.
ŞABAN AKBABA:Hem dileğinize, hem de söyleşinize teşekkürler Cihan Bey, sağolun.
CİHAN DEMİRCİ:Ben de teşekkür ederim.
Bursa Kültür Bülteni,2008, sayı:16
33
a
Bursa Tüyap Söyleşileri 11.
ALPER AKÇAM’LA ÖYKÜ TADINDA, KISACIK...
Ş.AKBABA: Ayağınızın tozuyla, söyleşiye geçmeden söyleyeceğiniz bir şey var mı?
A.AKÇAM: Hemen söyleyeceğim bir şey var.Ben öğrencilere diyorum ki, öncelikli göreviniz kendinize karşı.Öğretmenlerinize sonsuz saygı duyuyorum, onların size iyi eğitim vermek istemeleri, bazı görevler yüklemeleri gayet doğal.Ama ben de size diyorum ki bu, görev olmamalı.Bu kendi kişiliğinize saygının, sevginin, hayata karşı duruşunuzun parçası olmalı. Yüreğinizden sevgiyi, insanlığı hele de çocukluğu eksik etmezseniz zaten öğretmenlerinizin istediklerini yapmış olursunuz.
Ş.AKBABA: Alper AKÇAM kimdir, bizlere anlatır mısınız?
A.AKÇAM: Ben çok uzak bir yerde doğdum.Kuzey Doğu Anadolu’da Ardahan ilinin bir köyünde doğdum.Ben köylü çocuğuyum. Annem ve babam birer köylü olarak Köy Enstitüleri’nde öğrenim görmüş ve öğretmen olmuşlar.Ben 8 yaşına kadar Ardahan’da, daha sonra Kırıkkale ve Ankara’da öğrenim gördüm.Öğrenimimin sonunda tıp doktoru(cerrah) oldum. 26 yıl Türkiye’nin değişik illerinde hekimlik yaptım.Ama ben hekimlik yaparken de okuyup yazardım.okumayı ve yazmayı o kadar çok seviyordum ki, hep insanlar beni bir tamsalar, yüreğimdekileri bir görseler diyordum.Hekimliği bırakınca da bütün emeğimi ve zamanımı yazmaya verdim.
Ş.AKBABA: Az önce öğrencilerimizle “öykü nedir” konusunda biraz konuşmuştuk. Ama biz istiyoruz ki yayımlanan 7 öykü kitabı olan A.AKÇAM, bize öykü türü hakkındaki düşüncelerini ve yaşanmışlıklarını anlatsın. Öykü nedir?
A.AKÇAM: Tamam, peki.Şöyle anlatayım, biz küçükken insanlar birbirlerine bir şeyler anlatırlardı. Bu anlatı dediğimiz tür, söziü ifadenin çok güçlü olduğu bir toplumun yansımasıdır.İnsanlar hep konuşma, anlatma ihtiyacı hissetmiştir.Çünkü yazılı anlatım ürünlerinin dili(Divan edebiyatı örnekleri) ile halkın dili önemli farklılıklar göstermiştir.Bugünkü öykücülük, ta Dede Korkut’tan gelen bir gelenektir.Biz anlatı geleneğimizi yeni yeni yazıya aktarıyoruz. Bunun için de öykü türü şu anda bu kadar ön planda.Öykünün iki özelliği var: Birincisi, bir olayı başkalarına anlatma; İkincisi ise, kişinin kurmaca dünyasını yansıtmadır. Yani her öykü yaşanmış bir olayı anlatmaz.Kurgulama, uydurma sanatı da diyebiliriz öyküye.
Ş.AKBABA: Neden öykü yazıyorsunuz Alper Bey, neden “hep” öykü yazıyorsunuz?
A.AKÇAM: Hep öykü yazmıyorum, roman yazmaya da çalışıyorum.Ama öykü daha yakın bana.Roman daha uzun ve iddialı bir yazı türü.Romanda okuru inandırma gereği, iddiası var.Ama öykü çok iddialı değil. Çok küçük bir olay bile öykü olabiliyor.Öykü, şu anda romandan da şiirden de daha önde gidiyor ve bana daha hoş geliyor. Belki de “an”ı yaşatma, zamanı durdurma, ölümsüz kılma sanatıdır öykü. Bu yönüyle daha çekici geliyor bana. Zamanın durdurulamazlığına karşı insanın isyan etmesidir bu.
Ş.AKBABA: Alper Bey, yazın kurgunuzun biçemi nedir? Biraz da bundan bahseder misiniz? A.AKÇAM: Ben yazarken nasıl yazayım diye düşünmüyorum. Yaşadığım “an”ı, o andaki duyguları olduğu gibi aktarıyorum. Karşımdakini eğitmek, ona bir şeyler öğretmek değil amacım. Zaten sanatta tek amaç, güzelliktir, hoşlukları aktarmaktır. Ben içinizden biri olarak, yaşadığınız bir “an”ı başkalarına aktarmak istiyorum. Sanat aslında bizi amaçlı uğraştan kurtarmak içindir. İnsanı tek çizgi üzerinde yürümekten uzaklaştırmaktır sanatın en güzel yönü.
Ş.AKBABA : Peki, doktorluk yazarlığınıza etki etti mi? AAKÇAM: Hekim olarak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde çalıştım. İnsanları çok yakından tanıdım, bana her şeylerini anlattılar. Bu da benim yazarlığımı olumlu yönde etkiledi. Ancak hekimliğin kısa ve net dili, bendeki edebiyat dilini bir dönem olumsuz etkilemiştir. Çünkü edebiyatta bire bir anlatım yoktur. Anlatımda genişlik, kapalılık vb. kavramlar esastır.Yani hekimlik, hem olumlu hem de olumsuz yönde etki etmiştir yazarlığıma. Zâten dünyada salt iyi ya da salt kötü yoktur. Her kavramda, insanda ve nesnede değişik özellikler iç içedir.
Ş.AKBABA: Kültürümüzün öykü yanı hakkında da bizleri bilgilendirir misiniz?
A.AKÇAM: Türkiye’de öykücülüğü, az önce de söylediğim gibi Dede Korkut’a dayandırmak yanlış olmaz. Hatta sözlü anlamda Alper Tunga, Kül Tigin gibi destanlar da dikkat çeker. Divan Edebiyatı’nda öykü hiç yok. 1860’dan sonra Avrupa’dan etkilenen bazı aydınlarımız öykü yazmaya başladılar. Tanzimat döneminin devamında Servet- i Fünun devrinde öykücülük bayağı yol kat etti. Ancak asıl gelişme Cumhuriyet sonrasındadır. M. Şevket, H. Rahmi, Ö. Seyfettin, S. Faik, O. Kemal, F. Baykurt, M. Makal ve adını anmadığımız daha pek çok öykücümüz, Cumhuriyet sonrasında öykücülüğü bu seviyeye taşımıştır. Fazla uzatmayalım. Bugün öykünün önde tuttuğu ilke önemlidir. Asıl önemli olan amaç da budur: Okurun yerinde durup onun gibi düşünebilmektir öykücülüğün bugünkü amacı. Zaten 14 şubat Dünya Öykü Günü olarak kutlandı biliyorsunuz. Bunda türk öykücülüğünün payı büyüktür.
Ş.AKBABA: Son olarak farklı bir soru sormak istiyorum: A. AKÇAM okuyor mu?
A.AKÇAM: Okumadan yazamazsınız. Ben çok okuyorum ve değişik alanlarda yazılmış kitaplar okuyorum. Kitap damıtılmış hayattır. Onlarca yıllık yaşamlar size sunuluyor.
Ş.AKBABA: Alper Bey, çok teşekkür ederiz. Kaleminize, yüreğinize sağlık.
A.AKÇAM: Ben de size çok teşekkür ediyorum. Çok keyifli bir akşam oldu.
BURSALI KİTAPLAR
NADİR GEZER’İN “YÜREK BAĞI”
Aklıyla olduğu kadar yüreğiyle yaşayan bir yazın emekçisi Nadir Gezer. Bu yüzden hep güzel şeyler üretiyor. Bunda onun köy çocuğu ve son kuşak Köy Enstitülü oluşunun da önemli katkısının olduğunu belirtmem gerekiyor. Büyük yazın gettolarının dışında, sırça köşklerin uzağında, Bursa’daki bir varoşta, yaşamını adadığı öğrencileri ve halkıyla birlikte yaşayıp onlarla birlikte üretmesi, sanatındaki yürekçe içtenliğin bir diğer kaynağı…
Yazın yaşamındaki ciddi, tutarlı ve toplumcu sanat anlayışının başlangıcını vurgulayan, bu bağlamda öykü klasiklerimiz arasında saydığım, ama ne yazık ki yazın dünyasından hak ettiği ilgiyi göremeyen, çizgisindeki değeri pek de anlaşılamayan, ancak “Nevzat Üstün(1980) Öykü Ödülü”yle kendini kanıtlayan ilk yapıtı Hanife Nine’den Öyküler’le başlayan kitaplaşma serüveni ondördüncü yapıtı olan Yürek Bağı’yla sürmektedir. Kitabının adının bu olmasının salt bir rastlantı olduğunu düşünmüyorum. İçgüdüsel olarak onu anlatan bir ad gelip kitabın kapağına oturmuş. Çünkü o aynı zamanda kalemiyle, daktilosuyla değil, yaşadığı gibi, yüreğiyle yazan bir yazarımızdır.
Yürek Bağı’nda dört öykü yer almaktadır.
Özellikle ilk üç öykünün ortak yanları ve ortak özellikleri var. Her şeyden önce öykü kahramanlarının üçü de gerçek kişiler olup İnegöl’ün bir köyündendirler. Üçünü de onca yokluğa, yoksulluğa, o günün koşullarına göre kim bilir ne kadar güç olan ulaşım ve iletişim sorunlarına karşın İstanbul Şişli Sanat Okulu’na yönlendiren, bunun için çok ciddi çabalar gösteren Hulusi adlı öğretmendir. Üçü de ayı okulun boya bölümünü okuyup bitirmişlerdir ve üçü de çalışma yaşamlarını Bursa’da sürdürmüşlerdir. Kısacası kitaptaki ilk üç öykü gerçek yaşamdan alınmıştır.
Öykülerin ortak yanlarından biri de üretilmeleriyle ilgilidir. Nadir Gezer bu öykülerin üçünü de bir devinim süreci içinde yazmıştır. Bir biçimde kahramanlarının yaşamöyküsüyle ilgili bilgileri edindikten sonra yollara düşmüş, onların her birini yaşadıkları ayrı bir yerde bularak birebir, baş başa söyleşerek anlamaya, tanımaya çalışmış, hatta çalıştıkları yerleri gezip görmüş ve edindiği bilgilerden yola çıkarak bu öyküleri yazmıştır.(Ne mutlu bana ki bu bilgiyi süreç içinde kendisi vermişti.)
Öteden beri Nadir Gezer’i okurken çok farklı duygu ve düşünceler içine dalmışımdır hep. Çünkü örneğin beş bin dizelik Yalnız Adamın Düşlerin’i, ya da Şenlet Öğretmenin Destanı’nı, okurken de Gün Doğarken Uyuyamam(şiir)’ı, Uludağ’ın Eteklerinden Sis Dağı’na(anlatı)’yı okurken de iç sesimden başka sesler de duyuyorum. İlyada’nın, Kerem ile Aslı’nın, Gılgameş’in, Dante’nin tarihin yosunlu duvarlarında yankılanan derin, uğultulu, özverili, acılı seslerini; çığlıklarını, hüzünlü mırıltılarını, öfkelerini, sevilerini, coşkularını…
Yürek Bağı’nı okurken de öyle oldu, dalıp gittim ötelere. Bu kez biraz daha yakınlardan geliyordu sesler. Bursa’dan, İnegöl’den, İstanbul’dan… Kahramanlarının üçü de yoklukları, yoksullukları, acıları katmerli yaşamış halktan insanlar çünkü. Yaşamlarının bir yanı hep eksik, yanlış, ya da yaralı…
Mavi Mor’un Demirci Bekir’i, yalnızca deneyimleriyle bilgilenerek insanlara yaşama şansı veren köyün emektar ebesi Emete Nine, bütün bir yaşamını verdiği demir işliğini, değişen ekonomik ve sosyal koşullar nedeniyle günün birinde işletemez duruma düşen kaynakçı Cavcı, Osman’ın eşi Pembe… Bu öykünün en yaralısı da Osman. Sanat Okulunu bitirdikten sonra çekmediği kalmaz Osman’ın. İş bulamaz, bulduğu iş ya sigorta yapmaz, ya da kısa süre sonra atıverir sokağa. “Kaynak makinesinin mavi. mor ışıltısının derinlerine baktıkça içini sıkıntılar sarıyor. Çalışma isteğin köreliyordu içinde!.. "Dipsiz kile, boş ambar... Sonu ne olacak bunun!.." diyerek, sekizinci ayın sonunda kaynak makinesini kapattı, ayrıldı oradan...”(s:32) Neyse ki gün olur sigortası, hatta sendikası bile olur, grevin tadını da yaşar, korkusunu da: “Koca çayırın bir köşesinde yükselen sesleri onlara güç vermişti... Üretimliğin bacaları isteksiz tütmeye başlamıştı, insanca yaşamaya yönelik bir sesti bu!.. Emeğin sesi, alınterinin sesi!.. O gün Osman'ın bir yanı korkulu, bir yanı başarılı iki duyarlık arasında dolandı yüreği!.. Ya yeni haklar elde edemezlerse, kovulmak da vardı...”(s:32) İşten kovulmaz, sonunda emekli olur, ama bu kez de emeklilik geliri ailesini geçindirmeye yetmez, yeni işliklerde çalışmak zorunda kalır…Dinlenmeyi hak etmesine ve buna gereksinmesi olmasına karşın çalışır…
“Yolum Yolum Dikenli Yolum” da yaralı insanlar ve onların yaralı yolculuklarıyla dolu:Yusuf Dede, emek ve insan dostu, bütün bir yaşamını işliğine verdiği halde, büyük sermayeli işlikler karşısında bir türlü varlık gösteremeyen oto boyacısı Ali Usta, Berber Hüseyin, eşi Mürvet bunlardan bazıları. Sonrası hiçbir önlem alınmadan insanların çalıştırıldığı zehir kuyusu bir oto boya işliğindeki işçiliği Hüseyin’in … Yediği zehir vurgunu sonunda sinir sisteminin felç ve kendisinin de yatalak olması… Tam da bu ve benzeri nedenlerle olacak 68 olayları patlak verir dünyada ve ülkemizde: "O koca kent de kıpır kıpırdı doğrusu!.. Gençler, öğretmenler ayaktaydı!.. Yeni bir dünya yaratmanın savaşımına durmuştu yürekleri. Nereye gitseler, nerede dursalar aynı kavganın uzantısı gelip dolanıyordu yüreklerine... Boğaz sularına demir atmış yabancı savaş gemilerine bakıp savaşım çığlığı atıyordu halk!.. Küçük bir yerleşim yerinden gelmiş olmanın şaşkınlığı da vardı üzerlerinde!.. Denize, gemilere bakıp bakıp onlar da bağrışıyorlardı gençlerle!.. 1967/1968 olaylarının yükselen güçlü sesleriydi bunlar!”(s:42)
“Çakıcı Çırağının Yürek Bağı” üçlemenin üçüncüsü… Yine Hulusi öğretmen devrede. Yine Şişli Sanat Okulu mezunu bir otoboyacının yarım kalan yaşam sevisi… Hayri’nin… Tütünü, köy kahveciliğini bırakıp okula gider Hayri. Okul, askerlik biter ama iş bitmez. İstediği ve eğitiminin gerektirdiğince başlamaz bile aslında. İstediği işi bulamayınca koyun, keçi, tiftik ticareti yapmaya çalışır. Bedenine ağrılar doluşunca bu işi de yapamaz olur. Tekrar çay ocağına döner. Neyse ki sonunda bir parti torpiliyle Bursa’da iş bulur, fırında ekmek üretmeye durur. Ancak yaşamının tortusu yüreğinin kıyılarına birikmiştir tozan tozan. Gün gelir hamur makinesinin başına yığılıverir. Bay-pas’dan sonra emekli olur. Ancak üzgündür, hem de çok üzgündür. Çünkü “Dinsel örgütlenmeler sarmıştı kenti. Tarikatlar, tarikatlar, tarikatlar… Birbirinin içine girmiş, kentte kök salımşlardı… Yaşam koşulları ağırlaştıkça tarikatlar dallanıp budaklanıyor, kara çarşaflı kadınların siluetleri büyüyor da büyüyordu çarşı pazarda. Cumhuriyet'in kadınlara verdiği özgürlükler altüst olmuştu…. Tarikat şeyhleri mutluluğun yolunu karalara bürünmede arıyorlardı.…Kara çarşaflı kadınlar sık sık kapısını çalıyor, eşini tarikata çağırıyorlardı.. Bu tür çağrılar çileden çıkarıyordu onu!”(s:99)
Kitabın son öyküsünün başlığı,”Işığın Parıldadığı An”dır. Ana izleği Sakarya Meydan Savaşı olan bu öykü tarihi belgelere dayanmakla birlikte kitabın tek kurgusal öyküsüdür. Nadir Gezer’in Mustafa Kemal sevisini anlatmak istediği bu destansı çalışması da ayrı bir tat, ayrı bir renk katmış öykü demetine.
"Yazın hayatımızın önemli emekçilerinden, ustalarındandır Nadir Gezer.” diyor kitabın yayıncısı Aydın Şimşek kapak yazısında. “Onun öykülerinde, dış gerçekliğin duygusal-düşünsel, imgesel-görsel tasarımları izlenir. Gerçeğin, hem kendi hem de parçalanmış halini okura ulaştırır. Onu okurken, gerçeğin gerçek üstü bir derinlik olduğunu duyumsamışımdır hep."
Nadir Gezer’in bitip tükenmez sevilerinden biri de dil sevisidir. Türkçe… Dilimizin tümüyle yabancı dillerin kuşatmasından kurtarılması gerektiğine, bunun için de dilde özleşmenin sürdürülmesine inanır. Bunun için kendine düşeni bilir ve yaşama geçirmeye çalışır. Örneğin “işlik”,”üretimlik”, “ayakça”, “sayrılarevi”, “im”, “sevi” v.b. gibi sürekli yeni sözcükler kullanır, belki de icat eder. Anlatımının en temel özelliğiyse sıcak ve içtenlikli olmasıdır. “O” ve “insan” sözcüklerini gereğinden fazla kullanması gibi (“Yeşiliyle beslerdi, meyvesiyle beslerdi… Çiçekleriyle inerdi insanın yüreğine… İnsanın sevincine sevinç ekler, güzelliğinin binbir erdemini sunardı insana!...”(s:57), “O dağdan dağa tırmanan, yokuşlar aşan yollara bakmış, o yollar ansıtmıştı ona kocasını… O yollar da apayrı bir sızı gibi oturmuştu yüreğine.”(s:73). bazı anlatım kusurları olsa da Yürek Bağı; sanatı yaşamdan ve insandan; bunun bir sonucu olarak da sanattan kopararak bir yerlere yaslamaya çalışanların içgüdülerini ve bilinçlerini sarsmak için de iyi bir yapıt. Akıcı, insancı ve içtenlikli…
NADİR GEZER’DEN MÜZİK KOKAN BİR ROMAN:
AYDINLIĞA YÜRÜYENLER
Kapağını açmadan kitabı burnunuza yaklaştırın, müzik koktuğunu göreceksiniz.
Müzik, tarih ve yaşam... Ve herbirine denk düşecek biçimde örgütlenmiş olan coşku, bilinç ve üretkenlik... Bunlar yalnızca romanın içeriğiyle değil, işlenişiyle de ilgili. Yöntemi, tekniği, dili, örgüsü, biçimi ve biçemiyle...
Kısacası özgün bir yapıt "Aydınlığa Yürüyenler. Yazınımızda yaşam bulan Köy Enstitüleri'yle ilgili yapıtların içinde kendine özgü bir yer alacağı kuşkusuz. Bireyleşebilmiş bireyler ve bu bireylerin bilinçle katıldığı, bilinçle oluşturduğu toplumsallık... Her şey bu ikilemin bireşimi, diğer bir deyişle bu bütünsellik içinde gerçekleşmektedir. İnsana ve topluma, olaylara ve olgulara böyle bir çerçeveden bakabilen, eytişimi özümleyip kaleminin ucuna aktarabilen ya da Köy Enstitüsü olgusuyla yaşama geçirilebilmiş olan eytişimi böylesine güçlü, sağlıklı biçimde ir deleyebilen önemli bir yapıt. Yaşam, yazar, yapıt üçgenindeki uyumlu, başarılı düzeyin tutturulabildiği güzel birçalışma.
Köy Enstitüleri olgusunun da yazarın romandaki başarısının da nirengi noktası: "Gizilgüç". Gerçekten köy Enstitüleri de, Aydınlığa Yürüyenler adlı roman da "gizilgüç" temeline oturmaktadır. Bu temelde yaşanılmış, büyük bir enerji harcanarak yazılmıştır. O gizilgüç ki, Nadir Gezer'e böylesine olgun bir yapıt ürettirir, sürükler götürür okuru. Götürüp "paylaşma"nın, "çokseslilik"in gizemli tahtına oturtur yaşayanı. Üretimi, tüketimi, acıyı, sevinci, zamanı paylaşmanın.. Köy Enstitüleri'nin geleceğini kendi iğrenç çıkar ve amaçları açısından görebilen karanlık güçleri kutlamak gerek: Çünkü bu "gizilgüç"ün toplumsal yaşamımızı, geleceğimizi nasıl etkileyebileceğini o günden görebilmişlerdir.
İmece ve dayanışma... Dobra dobra konuşma... Yani cesaretli ve yerinde eleştiri... Köylülüğün belki kaba, ama geleneksel ve temel özellikleri. Bu yapı iyi çözümlenmiş. Öylesine çözümlenmiş ve özümlenmiş ki, Köy Enstitüleri'nin de temel ilkeleri haline getirilmiş. Böylesi ilkelerle yürüyen bu kurumlar yaşamış olsaydı bugün ülkemizin yazgısı böyle olmayacaktı. Soygun, baskı, işkence, hayali ihracat, vergi kaçakçılığı v.b. ahlâkdışı değerler görülmeyecekti. Özgüvenini yitirmiş, korkak, pısırık, karabilmez insanların yaşadığı bir darbeler cehennemi yaşanmayacaktı.
Kısacası, demokrasi çoktan yaşama geçmiş olacaktı.
Köy Enstitüleri gerçeği “Aydınlığa Yüıüyenler*de yaşamın ve insanın bütünselliği gerçeğiyle örtüştürülerek ele alınmış ve örtüşmeleri sanatın güçlü sesinden sunmuştur bize. Bu bağlamda bir de aşk öyküsü var romanda. Naif bir aşktır o. Nabi'yle Elmas'ın aşkı... Bunca mükemmel bir kurgulama ve sorgulama içinde yerini almış bulunan aşk öyküsünün bunca naif olmasının yazarın yaşantısı, imgelem gücü ya da içeriği işlemesiyle ilgili değil bence. Öylesine insanca, dostça, kardeşçe bir ortamda oluşabilecek gerçek bir aşkın niteliğiyle ilgilidir. Köy aşkının ilkeleri de, köylülüğün diğer özellikleri gibi Enstitü aşkının ilkeleri olup çıkıvermiş. Sevgi dolu, saygılı, izin çıkmadan emanete el sürmeyen... Bu aşk öyküsü bile Köy Enstitüleri'ne saldıranlar için yeterince utandırıcıdır.
Tuğla ocağıyla mandolinin, mandolinle kitabın çoksesli nağmeleri, yeri geldiğinde cumhurbaşkanıyla öğrenci temsilcisinin sorunları yüzyüze konuşabilmesi, köylü ile Enstitü yönetiminin işbirliği; oluşmakta olan çoksesli ve aydınlıkçı gizilgücün bereketli topraklara atılan tohumuydu. “Aydınlığa Yürüyenler". Bu tohumu ve bu tohumun filizlenemeden öldürülmesinin inanılmaz öyküsünü elle tutulur somutlukla göstermektedir. Ders olsun diyedir elbet.
Müzik, tarih ve yaşamın; onlara denk düşen coşku, bilinç ve üretimin o inanılmaz eytişimsel bütünlüğü, o eytişimsel bütünlüğün yarattığı sevinç, cesaret ve hoşgörü bir daha yaşanmadı bu ülkede. Ne yazık!.. Hırsızlıkla suçlandığı için kendini asacak kadar onurtu insanlar azaldıkça azaldı, kelaynak kuşları gibi soyunun tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Şemsettin Sirer'ler, Tevfik İleriler, denetçi Mehmetler, öğretmen Bedriler çoğaldı; müdür Edipler sürgüne mahkum edildiler, Ha- nifeler okullardan soğutuldu, gerçek öğretmenler öğretmenlikten... İnsanlar kendine yabancılaştı, coşkusuna, emeğine, üretimine... Özüne... Toplumumuz güzel değerlerini yitirdi, kaosla yaşamaya koşullandı beynimiz. Güzel, iyi ve doğru olan değerler güme gitti. Erdemsizliklerin türlü türlüsü “yükselen değerler* olarak gündeme oturdu. Kaygı verici oldu insanımızın ve ülkemizin geleceği.
"Aydınlığa Doğru’yu okuyup özümleyince bunları çok daha net bir biçimde görüp algılayabiliyoruz.
Toplumcu gerçekçi yazın anlayışının düşünce yapısını, ilkelerini, yöntemini, tekniğini en iyi biçimde kullandığını görüyoruz Nadir Gezer'in. Başarısının gizi burada bence.
Romanın kurgusu, ayrıntıların örgüsü, dilin varsıllaştırılarak kullanımı v.b. biçimsel olumlulukların yanında bazı ufak tefek olumsuzluklar da görülmektedir. Örneğin 12,19, 22, 35. sayfalarda görülen "ben... beni" gibi sözcüklerin gereksiz yinelenmesi, 29 ve 37. sayfalarda olduğu gibi iki zamanın aynı tümce içinde kullanılmaya çalışılması ve eğlence sahnelerinin, kutlamaların v.b. etkinliklerin benzer biçimde yinelenmesi gibi...
Bildiriyle sanatın atbaşı götürüldüğü bu romanı, ağız tadıyla okuyacakları umuduyla herkese öneriyorum. Mutlaka okunmalı!
Nadir Gezer'i zaman zaman Bursa'daki evinde ziyaret ederek bu romanın yazım sürecini, serüvenini az boz görmüştüm. Uzun süren ve yoğun bir emek sonucunda ortaya çıkardı Aydınlığa Yürüyenleri. Hayranı olduğum o dinamizminin zerre kadar bile azalma-masını diliyor; nice romanlara... Sevgili ağabey, diyorum.
Kıyı Dergisi, Ekim 1993, Sayı:91
Dostları ilə paylaş: |