DEPREMDEN DEPREME
Deprem, özellikle de 17 Ağustos deyince derin düşüncelere dalarım. Tanrıyı(varsa elbet), ya da onun gölgelerini bile rahatsız edecek düşünceler, tepkiler akıp geçer içimden. Buyurdular ki, “tanrı böyle istedi; diskocu, şarapçı, bikinili, şortlu kullarını cezalandırmak için.” Gerçi bu deli zırvaları beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor, ama ne yazık ki toplumsal yaşamımızda, toplumumuzun genel kültür ve bilinç düzeyini gösteren somut bir kanıt olarak yerini aldı, yalnızca camilerde de değil, köylerde, kentlerde, üniversitelerde, sokak aralarında, esnaf kahvelerinde de...
Olgunun doğasal yanı bilim insanlarınca sürekli olarak anlatılmakta, açıklanmaktadır. Deprem nedir, neden olur, olanın niteliği nasıldır?... Deprem doğasal bir devinimdir, önüne geçilemez ve ne zaman olacağı önceden saptanamaz. Ama toplumsal boyutu çok su götürür. Deprem öncesi, deprem anı ve deprem sonrası toplumsal bilinç, davranış aynı zamanda o toplumun ekonomi politiğiyle de ilgilidir. Depremi deprem yapan asıl unsur da olgunun bu yönüdür işte! Kapkaççı düzenin kapkaççı inşaat sektörü, hırsız yüklenicileri, rüşvetçi kontrol dizgesi, çağdışı yasaları, oy avcısı yerel yönetimlerı, bilinçsiz kör alıcıları, üçkağıtçı aracıları ve diğerleri...
Bütün bunlar birbirleriyle ilgilidir.
Bu bağlamda “deprem” denince depremzede bir genç kızın anlattıklarını, o öykünün içinde yar alana “mühendis baba”yı anımsarım hep. Kapkaççı düzen içinde ünlü olmayı kolayca başarmış, kurnaz, zeki bir inşaat mühendisidir o baba. Kendisine sorarsanız, ülkemizin tek mühendisi odur. Toplumumuza sorarsan “babamız”dır. İyi ya, ben de öyle düşünüyorum zaten. Öyle düşündüğüm için de bütün sorumluluğu, tıpkı o genç kız gibi ona yüklüyorum. Kulakları çınlasın! Doğanın kimseye düşman olmadığını, ona karşı verilen savaşımda ve onun kimi yabanıl davranışlarına karşı alınan önlemlerde bilimsel ve namuslu olunması gerektiğini ikimiz de biliyoruz.
Güzel ülkemiz, arsası can-kan bedeli kazanılmış, yeni yapılacak bir binadır. Mühendisimiz de ailenin reisi ve binayı kurmakla kendisini yükümlü ve yetkili kılmayı başarmış önemli bir kişi. Yani o Genç Kız’ın babası. Binanın kurulması için gereksinilen her şey var. Mühendisimiz işine başlıyor, Ama binayı nasıl ve hangi nitelikte yaptığını kimseye göstermiyor. Bunu saklayabilmek için har fırsatta demokratik olmayan yöntemleri ve güçleri işe koşmaktan çekinmiyor. Bina yavaş yavaş yükselmeye başlıyor, ama çevreden bakanlar, gelip geçenler, binaya umudunu bağlayan aile bireyleri yükselenin pek de binaya benzemediğini görüyorlar, hatta kendi aralarında bunun dedikodusunu da yapıyorlar. Ama mühendisimiz ve onun yetkileri, etkileri karşısında susup oturmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Bazen, bazı “Donkişotlar” çıkıp “o bina bir bina değildir!”, ya da “o bina iyi bir bina olmayacak!” diye uyarılarını yapıyorlarsa da seslerini bir türlü duyuramıyorlar. Ya da mühendis sürekli olarak duyduklarını duymazdan geliyor.
Yıllar birbirinin ardından hızla geçerken mühendisin adına “bina” dediği inşaaat zamanın tersine bir kaplumbağa kadar yavaş adımlarla ilerliyor. O kadar ki, o gün yirmi yaşında olan Genç Kız, babası işe başladığında eksi onbeş yaşındaymış. O sürece değgin öyküyü de ona depremde ölen ablası anlatmış. O kadar ki, ben diyeyim yirmi beş, siz deyin otuzbeş yıl...
Bu sürecin tarihsel olarak da, toplumsal olarak da (ama ne yazık ki politik olarak değil) bittiği yer ancak o günler oluyor işte! 17 Ağustos gibi günler... “Deprem günleri...”
O gün(ler) depremin deprem olduğunu, depremin bir süreç ve toplumsal olgu olduğunu bir güzelce anlıyoruz. Biz unutmak üzere olsak da anlıyoruz, toplumsal bilincimiz de yüzeysel olarak anlıyor, ama mühendisimiz hiçbir şey anlamıyor(mu?). Hatta hayretler içinde kalmış gibi yapıyor. Anlamakla anlamamak, duymakla duymazdan gelmek arasında bocalıyor.
“Allah Allah!...” diye düşünüyor. “Yaptığım bina yerle bir oldu! Neden acaba?” Aslında nedenini de biliyor, ama kendisine bile söylemeyecek kadar sırdaş biri olduğu için kimselere söylemiyor, kızına bile söylemiyor.
Daha doğrusu da şu: Depremden sonra ne ölüsü bulunabiliyor mühendisin, ne de dirisi. Ölmemiş olabileceği halde ne bir mektup yazıyor kızına, ne de telefon ediyor.
İşte o gün(ler), o bina ve onun arkasındaki süreç kökünden sarsıldı. Kimi bölümleri sarsılmakla kalmayıp büyük büyük mezarlıklar oluşturacak denli yıkıldı. En azından otuz bin insanımızın, canımızın, ciğerimizin üstüne çöreklenerek onları öldürdü, çığlığa kesti bütün dünyayı, hıçkırığa boğdu.
“O Mühendis benim babamdı,” diyerek sürdürüyor sitem dolu sözlerini. Gözlerinden süzülen yaşlar gömleğinin yakalarını ıslatıyor. “Ailemizin büyük reisiydi... Yıllar yılı emek vererek yapmaya çalıştığı bina o gün, komşu evlere de zarar vererek başımıza çöktü. Annem ve kardeşlerimin bazıları öldü, bazı kardeşlerim sakat, bazıları da sahpsiz kaldı.
Ama baba bu nasıl bir babalıktı böyle, nasıl mühendislik?
Neden başımıza çöktü yaptığın bina, neyi eksikti baba?
Senin bunda Veli Göçer kadar bile bir sorumluluğun yok mu ki öyle uzak uzak dolaşıyor, sinsi sinsi susuyorsun?”
Hani ülkemizde “seçimden seçime....” diye bir söz vardır. Demokrasimizin, politikacılarımızın, yöneticilerimizin, “baba”larımızın ve seçim dizgemizin niteliğini anlatır bize. Depremin deprem olduğunu anladığımız o gün(ler)den bu yana aradan tam beş yıl(lar) geçmesine karşın hala sarılmayan kırıklar, kanayan yaralar, onarılmayan kalpler var.
Demek ki umut bir sonraki depremlere kaldı. Deprem(ler)den deprem(ler)e öyle mi?
EĞİTİM DİZGEMİZİN VEHAMETİ
Bu konuyla ilgili birkaç yazı daha yazdım, yayınladım. Çünkü bilime ve sanata inanan bir eğitimci olarak son derece de sakıncalı gördüğüm “sınavlı eğitim dizgemiz” ciddi bir takıntım olmuştur. Çocuklarımız, gençlerimiz ve hatta ülkemiz adına ciddi bir sorun çünkü; sınıf geçme v.b konularda neyse ne de, okuldan okula geçiş için yapılan ÖSS, LGS, Özel Okullar (ayrıca şimdilerde KPSS, Müdür, Müdür Yardımcısı v.b. ıvır zıvır) sınavları insan doğasına olduğu gibi, çağdaş eğitimbilime de aykırıdır.
Hızla “Avrupalılaşmaya çalıştığımız” bu dönemde bile eğitim dizgemizin en çağdışı yanı olan “sınav” konusu bir türlü anımsanmıyor. Oysa içinde yer almaya çalıştığımız Avrupa uygarlığında böylesi bir eğitim-öğretim “ve- hameti” yoktur. Oralarda artık çocuklara, gençlere, eğitim-öğretim kavramlanna, uygulamalarına daha “bilimsel ölçütlerle, sanatsal yaklaşımlarla” bakılıyor. Bu türden sınavlar ilgi, eğilim, yetenek ölçmediği için eleştiriliyor.
Nasıl mı yol almıyor peki?
Bir: Hamburg’da ilkokul (grundschule) yalnızca dört yıldır. Çocuklar, dört yıl süresince birlikte olduğu sınıf öğretmeninin verdiği rapora göre (velisi de inandırılarak), genellikle de önerdiği okula gönderilir. Böylece öğretmenliğin haklı saygınlığı da korunmuş olur.
Öğretmenin öneri ve inandırma gerekçelerine gelince... Her şeyden önce “öğretmenin aldığı eğitim-öğretimin ciddiyeti” kabul gören bir saygı unsurudur. Onun ötesiyse, kabul gören öğretmenlik mesleğinin, iyi yetişmiş ve “kendisini sürekli olarak (okuyarak, araştırarak, yazarak..) yenileyen öğretme”nin öğrenciyi ilgi, eğilim ve yetenekleri açısından doğru değerlendirebileceğine olan toplumsal inançtır.
İki: İlkokuldan sonra çocuk hangi okula gitmiş olabilir?
* Durumu çok özel bir eğitim gerektiriyorsa, özel eğitim okullarından en uygun olana (förderschule).
*Mesleğe hazırlayan orta dereceli bir okula (hauptschule).
*Hem mesleki, hem de genel eğitim-öğretim veren bir okula (realschule).
*Hem mesleki, hem genel kültür, hem de üniversiteye hazırlık amaçlı eğitim-öğretim veren bir okula (gesamtschule).
*Ya da yalnızca üniversiteye hazırlamak amaçlı eğitim-öğretim veren bir okula (Gymnasium)
Üç: Çocuk bu okullardan hangisine gitmiş olursa olsun, başarı düzeyini yükselttiği her an “bir başka okula yatay ya da dikey geçme şansı”na da sahiptir. Bu sonucu belirleyen seçenek de yine tek başına “sınav” değildir, demokrasi anlayışıdır.
Bu karşılaştırmalardan çıkan ilk sonuç; “sekiz yıllık ilköğretim okulu modeli”nin çok da çağdaş ve doğru bir model olmadığıdır. Diğer bir deyişle; bu okulların, gençlerimizin en az son üç (hatta dört) yılını pek de verimli ve yaşama dönük olmayan bir biçimde, sekiz yılı tamamla(t)ma avuntusuyla çar-çur etmesidir. Çünkü bu süre içinde onlara ne mesleki, ne de genel eğitim-öğretim verilebilmektedir.
“Fen Liselerine, Kolejlere, Meslek Liselerine ve özellikle de Üniversitelere giriş sınavları” sözlerinin anlattığıysa, eğitim dizgemizin ne büyük bir yaraya, ne kadar çağdışı ve “vahim bir yapıya sahip olduğuna” değgindir.
Vahametin birincisi, İmam-Hatipler sorununun çağdaş ve demokratik yaklaşımlarla çözümlenmemesi üzerine, 28 Şubat’ta başlayan ve son dönemlerde “Filler ve Çimenler” filmini çağrıştıran süreçle ayyuka çıkan “meslek lisesi öğrencileri”nin düşürüldüğü durumdur. İkinci ve en önemlisiyse; ilköğretim ikinci sınıftan başlayıp lise bittikten sonraki üç, dört yılı da içine alacak biçimde uzayıp KPSS’ye kadar giden ve “onbeş yılı bulan ‘sınav stresli’ süreç”tir. Bu İkincisi tam anlamıyla bir “ulusal vehamet”tir. Çünkü bu süreç içinde çocuklarımız çocukluğunu, gençlerimiz gençliğini yaşayamamakta, yaşama doğru biçimde hazır- lanamamaktadırlar. “Yalınkat”, “doyumsuz” ve “mekanik”... Mustafa Kemal Atatürk, ülkemizin geleceğini, (elbette ki kendilerinin sorumlu olmadıkları) bu nitelikteki gençlere emanet etmemişti herhalde, etmezdi de.
Bir de bu kavramların anlattığı başka gerçekler var. Bu kavramlar her şeyden önce çok büyük “ranf’lan anlatır. “Hazırlık sek- törü”nü; türlü türlü dersaneleri, bu amaçlı yayınları, özel öğretmenlik dizgesini... Öğretmenlerin ikilemini ve hatta ikiye bölünmüşlüğünü... Eşitsizlikleri haksızlıkları, dengesizlikleri anlatır. Arpaçay Lisesi mezunuyla Galatasaray Lisesi ya da bilmem hangi olanaklara sahip özel okul mezununun aynı eğitimi almadıkları halde aynı sorularla yarışa sokulduğunu... Sosyal dengeleri, ruh sağlıkları bozulan gençleri ve ne çok yazık ki en sonunda bir gün, bir yerlerdeki “intiharlar”ı anlatır.
Oysa bütün bu sonuçların yaşanmadığı, “sınavsız eğitim-öğretim dizgeleri” de var yeryüzünde. Böylesi bir dizgeyi bu “sınav diz- gesi”nden çok daha ucuza kurmak ve yaşama geçirmek olasıyken bütün bunlara (Atatürk’ten ve Köy Enstitülerinden sonraki süreçler boyunca) göz yummak da neyin nesi?... “Gaflet ve hatta dalalet” mi?
Sınavsız, rantsız, intiharsız geleceklere...
Yoğunluk Dergisi, Şubat 2006, sayı:2
SAVAŞ-EDEBİYAT DİYALEKTİĞİ
ve KİTAP YASAĞI
Alman şairi Heinrich Heine şöyle dedi: “Nerede bir gün kitaplar yakılırsa, orada bir gün insanlar da yakılabilir!”
1820’li yıllarda bunu dedi, ölümünden yetmiş yıl sonra hortlayan faşizm önce kitapları, sonra da insanları yaktı cayır cayır.
Berlin’deki Humbolt Üniversitesi’nin bahçesinde, Hamburg’daki İsebek Kanalı kıyısında ve daha birçok yerde Almanca adıyla “Gedankstatte”, yani (yakılan kitapları, insanları) anma yerleri; ve Avrupa’nın yüzlerce yerinde Faşist Toplama kampları var. Birincisi binlerce kitabın, ikincisi de milyonlarca insanın yakıldığı mezarlıklardır. Hitler’in Propoganda Bakanı Göbbels’i çıldırasıya mutlu eden bu lanetli kutsama töreninin bir benzeri de birkaç sene önce ülkemizde yaşam buldu. Yıllar önce İstanbul’da yapılan İslam Ülkeleri Konferansı’nın başlangıcında din adına, tepsi üstünde getirilen bir tıp kitabı utanmazca yakıldı ve hemen ardından da Kur’an okundu. Daha sonra da örneğin Sivas’ta insanlar yakıldı. Bu gün gündemimize yapay biçimde sokulan savaşa çanak tutanlar, ya da çanakçı yandaşlar iktidar oldu diye (savaş onların oğullarını kızlarını yemeyecekmiş gibi) dillerini yutmuşçasına susanlar o soydandır işte.
Yani geçmişte olduğu gibi bu gün de önce kitaplar yakılacaktır; şiir, öykü, roman, bilim, destan, tiyatro; sonra da yaşam… İşte bu denli birbiriyle ilişkili edebiyat ve yaşam; edebiyat ve savaş…
Çünkü faşizmin bir adı “emperyalist ideoloji”, diğer adı da “savaş”tır. Diğer bir deyişle; savaş emperyalist politikanın, paylaşım ve sömürü politikasının; ölüm makineleriyle, ya da hep bir iç savaşla getirilen faşizm gibi baskıcı devlet biçimi, faşist yönetimler, yöntemler ve araçlarla yapılmasıdır.
Savaşın mantığı, savaşanın mantığıdır. Yakıp yıkmak, olabildiğince çok zarar vermek ve hatta yok etmek... Yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek ve bütün bunlardan artakalanları ele geçirmek...
Edebiyatın mantığıysa sanatın mantığıdır. Yaşamı yeniden üretmek, zamanı, sevgiyi, her türden güzelliği var etmeye çalışmak, çoğaltmak, paylaşmak ve böylece hem insanı, hem doğayı, hem de yaşamı daha da güzelleştirmek; güzelliklere saygın bir yer bulmak, vermek... Bütün bu nedenlerle, savaşa karşı olmak...
Bu karşıtlık büyük bir çelişkinin sonucudur. Sınıf kökenlidir. Uzlaşmazdır. Savaş, en küçüğü bile onca pahalı savaş makinelerini üretebilen güçlerin, yani büyük sermayenin; barış ise savaş makinelerine harcanan paraya ivedi gereksinmesi olan, o paraları ekmeğine, aşına, çocuğunun eğitimine, deftere, kitaba harcaması gereken halkın isteğidir.
Bir çelişki daha var: Savaş aynı zamanda, yarattığı acılar, duyarlıklar yüzünden edebiyatı emziren bir canavardır. Hem de aç bir canavar. Her ne kadar emzirdiği, beslediği yavrularını yemek gibi bir özelliği varsa da; beslediklerinin çokluğu, yoğunluğu ve insanca gücü karşısında umarsızlığa düştüğü ve onu yiyip tüketemediği de bir gerçektir. Her savaş döneminin sonunda, sanatta ve özellikle edebiyatta büyük patlamaların olması bunun en iyi kanıtıdır.
Turuva savaşlarından İlyada doğdu. Binlerce yıldır yaşıyor. Ortaçağın engizisyonlu baskı dönemi Don Kişot’u, İlahi Komedya’yı yarattı. Servantes ki, uzun yıllar savaşmış ve hatta Osmanlı’da beş yıl tutsak kalmış bir yazardır. Dante’yse bütün yaşamını savaşlarda geçirmiş bir gözlemcidir.İngiliz savaşlarının ve devriminin Şekspir’i, Fransız savaşlarının ve devriminin İki Şehrin Hikayesi’ni, Fransız- Rus savaşlarından biri de Savaş ve Barış’ı (Tolstoy) yarattı.
İki Paylaşım savaşında ölenlerin toplamı 62, yaralananların toplamı da 54 milyon olunca edebiyat bu acıklı insanlık dışı birikimi olağanüstü yapıtlar vererek gündemde tutmayı başardı. Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonraki dönem Freud’un Savaş ve Ölüm Günleri Üzerine Düşünceler adlı deneme yapıtı, Ford Maddox’un Geçit Töreninin Sonu, Hemingway’ın Silahlara Veda ve nihayet Erich Marie Remarque’nin o ünlü yapıtı: Bati Cephesinde Yeni Bir Şey Yok gibi romanları üretirken; ikinci paylaşım savaşından sonraki dönemin edebiyat alanındaki üretkenliği çok daha ilgi çekicidir. İlya Hrenburg’un nehir romanı Paris Düşerken, Fırtına ve Dipten Gelen Dalga; Siegfried Lens’in Norveç direnişçilerinin erdem örneği savaşlarını anlatan İşgal Altında’sı, Hermann Wouk’un Savaş Rüzgarları, Savaşın Soluğu, Savaş Ve Anılar’ı; Ewelyn Waugh’un Onur Kılıcı üçlemesi, Norman Mailer’in o ünlü Çıplak Ve Ölü’sü, James Jones’in İnsanlar Yaşadıkça’sı ve daha niceleri…
Bütün savaşların özeti ve sonucu olan bir rapor vardır: Asker Katzinsky’nin cephede yediği kurşunla yaşamını yitirmesinden biraz sonra yayınlanan bu raporda “batı cephesinde kayda değer bir şey yok” diye yazıyordu. Savaş bu ya, basit bir halk çocuğu olan Kat’ın ölümü kayda değmezdi. Oysa Kat açısından baktığımızda, katın ölümünün dışında kayda değer bir şey yoktur. Yani doğrusu budur. Ama savaşın mantığı böyle demiyor. Bu romanın bir başarısı, anlatım gücünün üstünlüğü olarak savaşı bunca ayrıntılarıyla algılayabiliyor; Kat’ın temsil ettiği sınıfın, yani halkın savaşta ne duruma düşürüldüğünü, nasıl önemsiz bir şey yerine konduğunu çok daha iyi görebiliyoruz..
Brecht’in Cesaret Ana adlı tiyatro yapıtı, Halkın Ekmeği’ndeki şiirleri bu türden edebiyat ürünleridir.…
“Savaş istiyoruz”
En önce vuruldu
bunu yazan.” diyor bir şiirinde. Bir başka şiirinin son bölümünde de;
“Kardeşimin fathettiği yer şimdi
Guadarrama dağlarında
boyu tam bir seksen
derinliği bir elli.”
Savaşın sosyolojik, psikolojik yıkımlarını ve doğurduğu karmaşık sonuçları, bireyler ve toplumlar üzerindeki etkilerini duyumsatarak bireysel ve toplumsal bilincin alt yapısını etkileyen edebiyat yapıtlarının temel mantığı, amacı ve işleyişi de savaşın tersidir. Yaşamı derin acılardan, engin coşkulardan damıtarak ders vermek; insanı olgunlaştırmak, güzel duygularını geliştirmek, yabanıl duygularını evcilleştirmek ve sonul olarak da kötü olanın iyi olanla, çirkinin güzelle yer değiştirmesinde önemli rolü olan “öznel katkıyı” derinden derine devindirmek yönündedir. Bunun için edebiyat her şeyden önce savaşa karşı durup yaşamı savunur.
İlginç bir örnek şudur: Faşizmin dünyaya ve bu arada SSCB’ye dayattığı ikinci Paylaşım Savaşı sürecinde Sovyet Yazarlar Birliği’nin üyelerinin üçte biri, yani 900’ü ülkelerini ve barışı korumak için eylemli olarak cepheye gitmiş ve bunlardan 345’i ölmüştür.
Demek ki edebiyatçıya düşen, burada olduğu gibi bazen canını da yapıtlarının yoluna koymak, bazen de insanlığa yeni yapıtlar vererek gelecekteki yaşamın daha güzel olmasına hizmet edebilmek amacıyla örneğin bir Nâzım gibi başka ülkelere kaçmak, sürgün olmak ve hatta bütün bunları başaramadığı için İspanyol şair Lorca gibi, Nijeryalı şair Ken Saro Wiwa gibi, İranlı çocuk kitapları yazarı Behrengi, ya da bizim toplumcu öykünün babalarından Sabahattin Ali’miz gibi öldürülmektir.
Sözlü ve geleneksel edebiyatta bile aslında bu genellikle böyledir. Bu alanda da savaş sürekli olarak eleştirel biçimde dile getirilmiştir.
16. yüzyılda Çırpanlı,
”Baş başa çatarız gelir dem olur
savaşanda derya yüzü kan olur” diyerek;
Hayali,
”çamur dize çıktı kan ile yaştan
atlar dalmaz oldu serilen baştan
kaleler yığıldı kesilen baştan
ak gövdeler kana battı diyenin” diyerek feodal savaşların çarpıcı görüntüsünü sunuyorlar.
Bir yemen türküsünün anlattığını kim bu kadar etkileyici biçimde anlatabilir ki:
”Kışlanın önünde çalınır sazlar
Yüreğim yanıyor ciğerim sızlar
Yemen’e gidene ağlıyor kızlar
Ah o Yemen’dir/ Gülü çemendir/Giden gelmiyor/ Acep nedendir”
Ya da diğer bir halk türküsündeki gibi,
”Çanakkale önünde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni”…
Bir Virjinya Kızılderili Yaşlısı da şöyle diyor: “Yüz yaşındayım. Beyazlar ilk geldiğinde ayakları küçücüktü. Büyüdü. Öylesine büyüdü ki, kıtada ayaklarını koyabilecekleri yer bulamıyorlar, ayaklarını üstümüze koyuyorlar." Bunu bugün ABD için söyleyebilir miyiz?... Bence evet. Yani şimdi biz kendi ülkemizde Virjinyalı Kızılderililer durumun mı düşeceğiz? Afganlılar öyle olmadı mı, İrakılılar öyle mi olacaklar? Bunların ayakları öylesine büyüdü ki değil kıtada, dünyada basabilecek yer bulamıyorlar. Kirli, pis kokulu ayaklarını üstümüze basıyorlar.
İki milyon yıl mı oldu insan olalı. Çok daha eskilerini bir yana bırakıp son 1500 yılda yapılan 15000 savaşta 3 milyar insanı yiyen savaşı daha nasıl anlatsın edebiyat dediğimiz sanat dalı.
Bedeli bunca pahalı ve edebiyatın engin, derin,kalıcı, karşıt savaşımına karşın savaşlar sürüyor. Savaşların sürmesinden yana olan Arjantin’in Peron Hükümeti yayınladığı bildiride; “Kitaplara hayır, ayakkabılara evet” diyebiliyor. Bu böyle olmasaydı, dünyanın en değerli kitaplarının bulunduğu en büyük kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi yakılmaz ve şiirin, masalın külleri ayakkabılar altında çiğnenmezdi.
Onlar öyle diyorlar, ama o pahalı bedelleri Anne Franklar ödüyor. Anne Frank ki, ailesiyle birlikte Gestapo’nun Amsterdam’a kadar uzayan faşist ve dolayısıyla bir o kadar da acımasız, kanlı diktatörlüğünün pençesine düşmekten kurtulamıyor. Daha küçücük bir genç kızken faşizmin lanetlenmesine yetecek kadar aşağılık işkencelerin uygulandığı, insanların gaz odalarında kitleler halinde boğulduğu, canlı canlı yakıldığı kamplardan kamplara dolaştırılıyor. Hatta on beş yaşında öldürüldüğü halde, “tifustan öldü” yalanıyla ölü defterine kaydediliyor. Ne ki, ondan geriye edebiyatın yüz akı adına bir yapıt kalıyor. Aileden sağ kalan tek kişi olan babasının kitaplaştırdığı ”Günlükler.”…(Alman) Hitler faşizminin içyüzünü en iyi anlatan yapıt budur.
Anne Frank’ın kahredici ölümüne karşın ve uzay çağına ayak atmışken John Klima’nın bilgisayar oyunları devreye giriyor. Bu bir savaş oyunudur. Çocukların ve gençlerin psikolojik yapıları, ilgi ve gereksinmeleri bilimsel biçimde ele alınarak kurgulanmıştır. Savaşta camilere benzer yerler bombalatılmaktadır. Bu oyunun dünya bilgisayar ağına ve dolayısıyla dünya çocuklarının beynine çöreklenmesinden birkaç hafta sonra Afganistan Savaşı başlamıştır.
Yıllar önce Akademi Kitabevi Çocuk Yazını dalında bir yapıtım özendirme ödülüne layık görülmüştü ve ben ödül töreninde yaptığım konuşmada L. Adlı bir içeceğin reklamından söz etmiştim.Ne hazindir ki bir holding yayını olan bir çocuk dergisinin armağanı olarak dergiyle birlikte verilen haftalık ders dağıtım çizelgesinin üstünde L.’nin reklamı vardı.”Kutuları biriktirin ve savaş oyunları alın’…” diyordu.”Savaş alanları oluşturun. Askerleriniz, piyonlarınız, tanklarınız, tüfekleriniz olacak böylece…”
Şimdi de öyle… Oyuncaklar dünyasında en çok savaş araç-gereçleri ve savaş oyunu CD’leri satılmakta, evlerde savaş haberleri kanal kanal dolaşılarak, saatlerce dinlenmekte, savaş uçakları izlenmekte ve hatta çocuklarla bu konular üzerinde konuşulmaktadır. Bunlar çocuk edebiyatının yerini almaktadır. Çocuklar masal, roman, öykü, şiir okumuyorlar; bundan alıkonuluyorlar. Yalnızca bakıyorlar. Okumuyorlar, bakıyorlar. Militarist yaklaşımlarla yapılmış reklâm filimlerine, bilgisayar oyunlarına, televole izlencelerine, savaş makinelerini albenili, kışkırtıcı trafiğini bıkıp usanmadan sunan haberleri izliyorlar. Çocuklar okul harçlıklarıyla kitap almıyorlar, harçlıklarını internet kafe avcılarının tuzağında vurdulu kırdılı oyunlara harcıyorlar.Bütün bunlardan sonra da, bütün bunların da bir sonucu olarak gelen savaşlarda ateşler içinde kalarak, boyundan büyük top mermilerinin altında unufak olarak, kocaman füzelerin çığlık çığlığa kasırgalarında tozanlarına ayrılarak; anlatılması olanaksız acılar içinde kıvranarak can veriyorlar,sakat kalıyorlar,öksüz, yetim oluyorlar…
Oysa onlar ve onların anne babaları Norman Mailer’in Çıplak ve Ölü adlı romanını okumuş olsalardı,resmi tarihlerin yazmadıklarını, savaşın gerçek yüzünü öğrenirlerdi. Bu yapıt olmasaydı İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde Pasifik Çıkartması’nın bir parçası olarak, Japonların elindeki Anapope Adası’na düzenlenen ABD saldırısında, ABD askerlerinin ne büyük acılar çektiğini, nasıl yalnız bırakıldıklarını, nasıl boşu boşuna ölüme yollandıklarını bir türlü öğrenemezdik. Savaşın boşunalığını anlatan en iyi edebiyat yapıtlardan biri bu yapıttır. Savaş boşunadır ve ABD askerleri yine çok büyük acılar çekeceklerdir. Yalnızca ABD askerleri mi?...
Gerçek böyleyken bakın aynı ABD kökenli bir olay bize neyi anlatıyor. Sivester Sttallone,Arnold Schwarzeneger, Brus Willis v.d... Emperyalist kültür politikalarının edebiyat kökenli bir çalışma olan senaryo, film sektöründe insanlığın beynini sulandırmaya, şiddete, savaş özendirmeye;sağlıksız eğitim ve kültür ortamındaki gençliğin evcilleştiremediği saldırganlık, sapıklık dürtülerini körüklemeye koşulu starlarından olan bu piyonlar,savaş yanlısı, saçma sapan açıklamalar yapıyorlar. Irak’ta ve ileride dünyanın başka köşelerinde yakılacak kitaplar, öldürülecek çocuklar, çiğnenecek sanatsal ve edebi yapıtlar adına utanmaları gerektiğini anımsatıyor, kınıyor ve diyorum ki, onların çağdışı, akıldışı, insanlık dışı çabalarına karşın, bu geri zekalı savaş çığırtkanları ve onları piyon olarak kullanmak üzere sık sık satın alan tekelci sermaye bilsin ki, bu gün dünyayı yok edebilecek bir savaşın süresi yalnızca 8 dakika olacaktır. Bunun için üretilerek çok büyük çoğunluğu da büyük kapitalist, ya da emperyalist ülkelerin depolarında bekleyen 20 000 nükleer füzeden yalnızca 200’nün kullanılması yeterli olacaktır.
Öyle de olsa;
Volter’in, Behrengi’nin, Mayakovski’nin, Yesenin’in, Nâzım Hikmet’in, Neruda’nın, Lorca’nın Brecht’in savaşa ne büyük darbeler vurduğunu bilmeyeniniz mi var?... Ayrıca o ünlü Kurtuluş Savaşı’mızın en güzel şiirini kim yazdı dersiniz? Biliyorsunuz elbet:Nazım Hikmet;”Kurtuluş Savaşı Destanı.”..
Bir F-16’nın satın alınması için ödenen parayla kaç tane(85 milyon) masal kitabı yayınlanabilir, kaç zeka oyunu üretilebilir, kaç (120) tiyatro sahnesi, kaç (42 İlköğr.Okulu) okul yapılabilir dersiniz? Kaç çocuğa yaşam boyu eğitim verilebilir, yada kaç (28333) çocuğa birer bilgisayar alınabilir ?
İyi de bunca kötülük yapıldığına ve dolayısiyle (haksız) savaş bir suç olduğuna göre,suçlular kimler? Bunu da bilmemiz gerekmiyor mu?
Savaştan büyük yararlar sağlayanlar:
Savaş makineleri ve onları kullananlar, kullandıranlar...
Savaşa karar veren politikacılar, bürokratlar ve komutanlar...
Burada “savaş suçluları” filmi kopuyor mu?
Elbette hayır. Çünkü savaş suçluları zincirinin diğer birçok halkası daha var:
Savaşın birinci dereceden suçlularına, yani savaşı kolayca göze alanlara oy verenler, savaştan küçük büyük çıkarlar umanlar, görenler, susanlar ve hatta savaş karşısında tarafsız kalanlar.
Savaşın politik, ekonomik, sosyal ve hatta felsefi nedenlerini, amaçlarını iyi bilmeyenler, hiç bilmeyenler ve hatta duyup durdukları halde öğrenmeyenler, kusura bakmasınlar ama salt bu vahşilik hakkında bilgi edinebilmek için olsa bile okumayanlar.....
Bence asıl savaş suçluları bunlardır. Gerekçeleri, koşulları ne ve nasıl olursa olsun; bilimsel yapıtlar, roman, öykü, şiir, resim yazıları, heykel eleştirileri, makale, söyleşi; dergi, gazete ve özellikle de kitap okumayanlar... Hatta en büyük savaş suçluları bunlardır! Çocukları bin türlü kirli savaşlara gönderilip öldürtüldüğünde boşuna ağlamasınlar... Çünkü ancak okuyarak öğrenebilirler savaşı da, barışı da. Çünkü ancak bilgi ve bilgiden doğan sevginin gücü, bilinç durdurabilir savaşı. Bu yeteneği insana kazandıracak en etkili malzemelerden biri de sanat ve edebiyat yapıtlarıdır.
En büyük savaş suçlularıysa kitap yasaklayanlardır. Özellikle de çocuk kitaplarını yasaklayanlar.
Sözün burasında, Kültürel Dengeli Beslenme (KDB)den söz etmek istiyorum. İnsanın insanlaşma sürecinden. Bilim insan için bilgi üretir, ama insanı insan yapan büyük oranda sanattır. Sanat, daha çok, sanatçının duygularından doğar, alıcısının da daha çok duygularına seslenir. Duygularımız ki özünde; öfke, kin, nefret, kıskançlık, saldırganlık v.b gibi yabanidir. İşi güzellik ve dolaylı olarak etik (ahlaka dair, biraz da vicdana dair) olan sanat alıcısının bu duygularını törpüler, azaltır, yok eder, yerine sevgi, dostluk, kardeşlik, saygı, barış, hoşgörü v.b gibi güzel duyguların geçmesine katkı yapar. Duygu farkındalığı kazanmış birey iyidir, güzeldir, erdemsel olana daha yakındır. Bu tür bireylerden oluşan toplumlar da barışçıdır, hoşgörülüdür, saygı, sevgi, hak, hukuk gibi kavramların, “vicdanlı olma”nın gereğini yaparlar. Toplumların, temelinde sınıf bilincine dayanan ve o bilincin gerektirdiği dönüşümü hedefleyen bu projeye, sanatın dahil edilmesiyle savaş altyapısı ve onun o iki büyük üstyapısal nedeni (din ve milliyet) ortadan kalkar.
İşte tam da bu v.b. nedenlerle yasaklanır kitaplar. Tamda bu nedenlerle sanatın bu işlevinin inkârı, sanata ve dolayısıyla de insana ihanettir. Çocuk kitaplarının yasaklanmasıysa ihanetin daniskasıdır. Bu inkâr ve ihanet anlayışının getirisi, savaş ve insanların yakılması tehlikesidir. Bütün bu nedenlerle kitap yasaklayanlar yargılanmalıdır.
Öyle görünüyor ki, savaşın; yani emperyalizmin, yani kapitalizmin, yani her türden sömürücülerin ve yasakçıların yeryüzünden kovulmasında önemli rolü olacak bir sanat dalıdır edebiyat. Geniş anlamda edebiyattan ve özellikle gücünü, güzelliğini, etkisini, işlevini, ezilen sınıfın düşün temelinden alan toplumcu edebiyattan söz ediyorum elbet.
BENİM PİLOTLARIM
Benim pilotlarım
Uçaklarına
Bomba değil
Çiçek doldurup saçacaklar
Düğünde damat gibi
Savaş alanlarına.
Böylece
Kurtarmış olacaklar
İnsanlığın onurunu.
(Ş.Akbaba,GÜNEŞİ DE GETİR BİZE adlı çoc.şiirleri kitabından)
Bu umudum ve dileğimle, yaşasın barış, edebiyat ve kitap!...
Lacivert Dergisi……………………
EĞITIM DIZGEMIZ VE BIR EŞİTSİZLİĞİN SAĞLAMASI
Eğitim-öğretimin ülkemizdeki sorunları üzerine kafa yoranların bile çoğu zaman unuttuğu ya da kısa geçtikleri bir sorunumuz var ki “düşman başına”
Nedir derseniz?
Beş sımflı-tek öğretmenli ilkokullar, yanıtını alırsınız.
İlk bakışta çok önemli bir sorun varmış gibi görünmüyor. Ancak ülkemiz (ve geri kalmış ülkeler) bağlamında bu olgunun, “sorun içinde sorun” olarak tanımlanabilir nitelikte olduğunu görüyoruz.
öz olarak eğitim dizgemizdeki ‘fırsat eşit- sizliği’nin en çarpıcı yanlarından birini göstermesi bakımından da üzerinde durulması gerekir.
Yalnızca “sorun” değil, “sorun halkaları” vardır burada.
Nelerdir bu halkalar?
*Eğitim dizgemizin öz ve biçim bakımından evrensel ölçütlerle karşılaştırılamayacak kadar yetersiz (geri, eksik, yanlış, ezberci vb) olması.
* Ülkemiz özelinde, bölgeler arasında,
* Bölgeler özelinde, iller arasında,
* iller özelinde, ilçeler arasında,
* Il ve ilçelerdeki semtler arasında.
* Semtlerle köyler aıasmda,
* Köyler özelinde, birden fazla öğretmeni bulunan okullarla tek öğretmenli okullar arasında önemli niteliksel ayrımların bulunması.
Bütün bunlara bir de özel okul, özel öğretmen, özel dershane,özel koşulları ve ortamları da eklemek gerekmektedir.
İşte sorunun boyutları!
Ülkemizin bir köşesindeki falanca köyün beş sımflı-tek öğretmenli okulundan mezun olan bir öğrenci, çağdaş dünyada kendine bir yer (çağdaş bir yer) edinebilecek mi dersiniz? Ben sanmıyorum. Ya da öğrenimini sürdürmeye kalksa, bunu nereye kadar götürebilecektir? Kimse kestiremez. Kesin olan bir şey varsa o da bu öğrencinin, ilkokuldan sonraki öğrenim yaşamında zorlu bir yarışmayla baş başa kalacağıdır. Zorlu, acımasız, eşitsiz... Sorunun evrensel boyutu bir yana, bu öğrenci verili koşullarda kendisinden altı değil, belki de altmış kat daha iyi eğitim-öğretim görmüş akranları öğrencilerle bir eşitsizliğin sağlamasını yapmaya çalışacaktır. “Fırsat eşitsizliği”nin...
Yazık ki bu durumda bulunan okullarımızın sayısı hiç de azımsanacak kadar değildir. Kaldı ki tek bir öğrenci için bile şu ya da bu gerekçeyle hafifletilemez sorunun ağırlığı.
öte yandan “öğrenciye de yazık, öğretmene de” diye formüle edebileceğimiz (böyle bir sonuç veren) bu olgunun içinde öğretmen de var. En az yedi kat daha güç koşullarda çağdaşlık savaşımı vermeye çalışar ve bunca güç koşullarda çalışmasına kar şın hiçbir ek olanağa kavuşamayan... İşir ilginç yanı, çoğu zaman bu olgunun gerek çesi olarak “öğretmen yetersizliği” diye bi: söz duymaktayız.
öğretmen olmayı çoktan hak etmiş üni versite, eğitim enstitüsü mezunları şu ya di bu çağdışı, hukukdışı ölçüt ve gerekçeleri öğretmenliğe alınmazken öğretmen açığın dan, giderek “öğretmen yetersizliği”ndeı söz etmek!... öğretmen diye yol gözleyen oı binlerce yavruyu bu gerekçeyle öğretmen siz bırakmak... Bir anlamda öğretimsiz, bi linçsiz, geleceksiz...
Gülünç kaçıyor doğrusu.
Cumhuriyet Gazetsesi, Tartışma, 1 Mayıs, 1991
BİR HAYLİ ADALETSİZLİK!
Boşverin şimdi öğretmenlik mesleğinin kutsal olup olmadığını!
Biz somut ve gerçek olana bakalım biraz.
Her ne zaman ve kaç sayılıysa çalışan öğretmenleri ödüllendirmek, diğerlerini de daha iyi çalışmaya özendirmek amacıyla bir yasa çıkarılmış. Yasada (yoksa yönetmelik mi?) belirtilen koşullara durumu uyan öğretmenler bir ‘kademe’ verilerek ödüllendirilecek. Bunun için aranan (herhalde) tek koşul, öğretmenin son beş yılda aldığı teftiş raporları notlarının ortalamasının en az 90 olmasıdır. Ama...
Her şeyden önce söz konusu olan ‘ödüllendirme’ de olsa öğretmenlik mesleğiyle çelişir. Çünkü bu mesleğin üretimdeki çıktısı hiçbir ölçütle net bir biçimde ölçülememektedir. Kullanılan ölçütler de nesnel bir değerlendirmeye elverişli değildir. Öte yandan ülkemizde, teftiş-denetim mekanizması, yapısında bir sürü olumsuzluk, eksiklik taşımaktadır. Teftiş edenlerin öznel değerlendirmeleri, yeterli ya da yetersiz oluşları, dünyaya bakış açıları vb. değerlendirmelerini etkilemektedir. Sonuçta, genellikle kusur arayıcı, eksik yakalamaya, yanlışları bulmaya koşulu bir teftiş denetim mekanizması işlerlik kazanmaktadır. Dahası, geçim sıkıntısı ve ek iş yapmak zorunda olduğu için öğretmenin mesleğindeki başarı düzeyi sürekli olarak düşmektedir.
İkinci olarak, fiziki ve ruhsal yapıyı, biyolojik dengeyi en hızlı biçimde bozan, ülkemizin en güç koşullarında yaşama geçirilmeye çalışılan bir meslektir öğretmenlik. Bu durumda, ödülü hak etmemiş öğretmen yoktur. Ödüllendirilme her öğretmenimizin hakkıdır.
Öyleyse geçerliliği bunca tartışılır olan kimi değerlendirme sonuçlarına göre öğretmenlerden bazılarını ödüllendirmek var olan çelişkileri yoğunlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İlle böyle bir yola gidilmesi gerekiyorsa, belli aralıklarla (daha çok çalışma koşulları göz önüne alınarak) tüm öğretmenler ödüllendirilmelidir.
Yürürlükteki ödüllendirme dizgesinin ne kadar yanlış ve yetersiz olduğunun somut bir kanıtını sunuyorum şimdi: Bu ödüllendirme dizgesi ‘birleştirilmiş sınıf’ (iki sınıfı, üç sınıfı ve beş sınıfı birden) okutan öğretmenleri otomatik olarak dışarıda bırakmaktadır. Çünkü; 1) Normal okullardan koşullanmış olarak gelen müfettiş, teftiş ve denetiminde esnek davranamıyor, çok değişik ölçütlerle devinemiyor, 2) Bu okullarda teftiş ve denetimi olumsuz etkileyecek koşulların ortadan kaldırılması çeşitli nedenlerle (yapılması gerekenler ve sorunlar karşısında elemanların yetersiz kalması, köy koşulları vb.) olanaksızdır, 3) Bütün bunlardan ötürü bu koşullarda çalışan öğretmenin beş yıllık teftiş raporlarının not ortalamasının en az 90’ı tutturması olanaksızdır. (İstisnalar olabilir ve istisna istisnadır!)
Görüyoruz ki bu ödüllendirme dizgesi belli esnekliklerden yoksundur. Öyleyse bu ödüllendirmeyi düzenleyen yönetmelik en kısa zamanda değiştirilmeli, birleştirilmiş sınıf okutan öğretmenlerin, müdür yetkili öğretmenlerin de bu ödüllerden yararlandırılması sağlanmalıdır. Örneğin şöyle bir düzenleme getirilebilir. Söz konusu not ortalaması; 1) Üç yılın teftiş raporları ortalaması olmalıdır, 2) İki sımf okutan öğretmenler için bu ortalama (üç yılı da böyle geçmişse) 85, üç sınıf okutan öğretmenler için 80 ve beş sınıfı okutan öğretmenler için 70 olmalıdır. Ayrıca bu koşullardaki öğretmenlerden okul müdürlüğünü yapanlar için not ortalaması (her değişik koşul için) 5 puan daha aşağı tutulmalıdır, 3) Öğretmenin değişen koşulları (yer değişikliği durumunda) da göz önünde tutulacak biçimde ek bir düzenleme yapılmalıdır.
Daha önce bu sütunlarda yayımlanan bir yazımda da vurgulamıştım. Bu koşullarda bulunan öğretmenlerin sayıları hiç de önemsenmeyecek kadar az değildir. Bundan ötürü de yürürlükteki bu ödüllendirme yönetmeliği ‘bir hayli adaletsizlik’e neden olmaktadır.
“Görünen köy kdavuz istemez’’ artık. Öyleyse Sayın Milli Eğitim Bakanımızı bu köye davet ediyorum. Hem de yalnız başına. Belki o zaman bu alanda ‘adalet’e kavuşabiliriz.
Cumhuriyet Gazetsesi, Tartışma, 25.07.1991
YUNUS EMRE SEVGİ YILI VE İNSAN
Herkes biliyor, 1991 “Yunus Emre Sevgi Yılı...” Bu yıl her yerde, herkes Yunus Emre’den, “sevgi”den söz ediyor. Ama bir şeyden hemen hemen hiç söz edilmiyor: “İnsan”dan... Onun özünden, sorunlarından... Bu bağlamda insanın; insan, doğa, toplum üçgenindeki yerinden, ilişkilerinin niteliğinden doğru dürüst bir biçimde söz eden yok. En azından “resmi” ağızlarda, organizasyonlarda böyle.
Oysa günümüzde “insan” olgusu (bir genellemeyle) sayrılı bir yapı göste:mektedir. Özünü bozan sayrılık, onun biçimini de bozmuştur. Bundan ötürüdür ki davranışları da bozuktur. Belirtiler ortada:
-
Her şeyden önce insan, kendisiyle (özüyle) uzlaşmazlığa düşmüştür.
-
Toplumla uzlaşmazlığa düşmüştür.
-
Doğayla uzlaşmazlığa düşmüştür.
-
Bilim ve sanatla uzlaşmazlığa düşmüştür.
Sonuçta “bu insan” kendinden olanlara (diğer insanlara) “insanca” bakama- makta, insanca davranamamaktadır. Özse- verdir, bencildir. Sosyo-ekonomik, sosyo- psikolojik yönden kendi düzeyinde olmayan herkesi aşağılamakta, her şeyin kendine ait olması gerektiğine inanmaktadır. Sadisttir: Bir başkasının acı çekmesinden haz duymakta, örneğin yeri geldiğinde İşkence etmekten çekinmemektedir. Hatta mazoşisttir: Kendine acı vermekten bile zevk duyar.
“Bu insan” kişisel çıkarları gerektirdiğinde topluma, toplumsal çıkarlara göz kırpmadan zarar verebilir. Doğanın ve çevrenin kirlenmesi, yakılıp yıkılması, kültürel ve toplumsal değerlerin yozlaşması karşısında duyarsızdır. Dahası bu yıkıma kendisi de katkı sağlamaktadır. Bilimden, bilimsel gerçeklerden rahatsız olur, sanattan zevk almaz; bilim adamını ve sanatçıyı küçümser.
“Bu insan” niçin böyledir? Doğuştan mı getirmiştir sayrılığını? Değilse onu bu hale getiren nedenler nelerdir? Bilim adamları bu soruların yanıtını ayrıntılarıyla vermeye çalışıyorlardır, vermişlerdir de. Kısaca saptamak gerekirse şunları söyleyebiliriz: Çünkü “bu insan” sayrılıdır ve sayrılığını çok büyük oranda sonradan kazanmıştır. Öğrenerek. Dayatılan koşullamalarla. Kısacası o, içinde yetiştiği (bulunduğu) sayrılı koşulların bir toplamıdır. Çünkü her şey onu kendisinden koparmaya yönelik biçimde tasarlanmış, yaşama geçirilmiştir.
İnsanın insan olma özelliğinin başında sevgi yetisi gelir. Doğru. Ama bunca uzlaşmazlıklar içinde bulunan bir insan, bu yetisine nasıl işlevsellik kazandırabilir? “Sevme bilinci” nasıl kazanabilir? Ne adına olursa olsun “bu insan”dan bu doğrultuda önemli bir şeyler beklemek biraz safdilliktir. Hele bu istemler yalnızca düşünsel planda kalıyorsa; yalnızca sözde, biçimsel gösterilerde (törenlerde) kalıyorsa... O zaman yalnızca bir istem, bir beklenti olarak kalmaya da koşuludur.
Yoksa her şey bir içtenliksizlikten mi ibarettir?
Değilse, önce sayrılığın varlığı kabul edilmeli, gerçekçi ve doğru bir tanı konmalı ve yine bu doğrultuda (doğru, gerçekçi ve bilimsel) sağaltım işlemine geçilmelidir.
Ancak ondan sonra gelsin Yunus Emre, gelsin “Sevgi Yılı..'” Ya da en azından onunla birlikte...
Cumhuriyet Gazetsesi, Tartışma, 12.04.1991
ÇOCUK YAZINI(EDEBİYATI)NA DAİR
Dostları ilə paylaş: |