ÖZGEN ERGİN’İN
“FIRDÖNDÜ”SÜ
“Gönüllü sürgünlük, içinde nasıl bir acıyı bandırır bilir misin?... Nasıl dönek bir acıyı, nasıl da fırdöndü bir ağrıyı?…”(s:251) Adının geçtiği bu tümceden de kolayca anlaşıldığı gibi kitabın eksen konusu, gönüllü de olsa “sürgünlük” ve “sürgünlük içinde sürgünlük” olarak da betimlenebilecek zorlu ve sorunlu bir yaşamın içsel devinimlerinin, psikolojik gel-gitlerinin, yabancılaşma olgusuyla buluştuğu noktadaki yakıcı özlemlerinin ürettiği duyguların (günlük yaşamla doğrudan bağları da olan) organik bütünlüğüdür.
Sahte pasaportla yurtdışına çıkıp Fraknfurt’a giden kahramanımız, orada karanlık işlere karışır ve arkadaşı yüzünden cinayet işler. Bir süre Amstardam’da saklandıktan sonra ülkesine dönerek teslim olur ve Samsun cezaevinde bol bol kitap okuyarak cezasını çeker. Bu olaylar zincirinden önce ve sonra hep yurtdışında yaşamak zorunda kaldığı için sürekli olarak çocuklarıyla yeteri kadar ilgilenememenin üzüntüsünü yaşar. “Son Sevgilim” dediği İstanbul’a olan özlemiyle yanıp kavrulurken “Oğluma Günlükler” adıyla üç defter dolusu yazı yazar, bütün bunları psikyatristine anlatır ve ne yazık ki gurbet ellerdeki bir trafik kazasında(!?) yaşamını yitirir. İçten içe kanayan en büyük yarası bir yere ait olamamaktır. Bütün bu sorunların yarattığı psikolojik açmazdan kurtulabilmek için denemediği kalmaz, ama çözüm de bulamaz. İçgüdüsel telafi mekanizmalarına, duygularının çevresindeki herkes tarafından paylaşılmasına, sık sık karşılaştığımız ve lümpence harcanan para ve kadın bolluğuna karşın, “Şu benim yaşadığım kendi yaşamım, ama onu ben yaşamıyorum”(s:252) diyecek kadar kendine yabancılaştığı gibi; “Çevremdeki insanlar bilgisiz, görgüsüz, kurnaz, aptal, bilenler, bildiklerini sananlar, kendini bilmez, küstah, kıskanç, birbirlerine çok uzak(s:252) diyecek kadar içinde yaşadığı yabancı ülkelere ve oraların insanına yabancılaşır. “…Frakfurt’ta büyük bir yalnızlık çekiyordum. İsteyerek ayrıldığım…, yurdumu çok özlesem bile, özlemle anmayı kendime yediremiyordum,”(s:56) diyecek kadar ülkesine ve “…yorgun ve bitkin yalnızlığımı nereye gidersem gideyim, nereye kaçarsam kaçayım, oraya da götürüp sürdüreceğimi biliyordum. Beni sevenlerin…bana uyguladıkları “sevgi faşizmi” beni çok yoruyor, bıktım artık… İnsan yorgunu oldum. Eşimle aynı televizyon kanallarını, ayrı odalarda izliyoruz,”(s:245) diyecek kadar da yakın çevresine yabancılaşır. Denemeleri, sınamaları bunca yabancılaşmasını engelleyemez, psikolojik yaraların sağalmasına yetmez, bitip tükenmeyen, neredeyse kişilik özelliği haline gelen arayışlarından alıkoyamaz. Bu yüzden sürekli bir iç çatışma yaşar, ikircik ve yerine koyma eylemi içinde bocalayıp durur. Bu bağlamda tutulan notlar, yapılan yazışmalar, özellikle mektuplaşmalar kendi içinde ve insani ilişkiler bağlamında işlevsel görünse de kahramanımızın sorunlu iç dünyasına hiçbir olumlu etki yapamaz. Belki de bütün bunlardan sonra ve bu nedenlerle zaman zaman çocukluğuna dönmek ve oradaki yaşamsal tatlarla oyalanmak gereksinmesi duyar. Bunu da olağanüstü ayrıntıları bile anımsayarak oldukça başarıyla gerçekleştirir: “Çocukluğumun üç beş yılı Üsküdar’da geçti… Annemler bir firmadan jilet ve ambalaj kağıdı alırdı ve biz geç saatlere kadar bu jiletleri o ambalaj kağıtlarına sarardık….”(s:240) Bunun hemen ardından da ülkede yaşanan sosoyo-ekonomik duruma gönderme yaparak; “…hatırladığım bir şey de, demiryollarından kömür toplamaktı, kışı bu kömürlerle geçirirdik,”(s:240) der.
Kitaptaki izleklerden biri de “yalnızlık”tır. Bitip tükenmeyen, yaşamının hemen hemen her “an”ını dolduran haşin bir yalnızlığı yaşar kahramanımız: “…yaşadığım yalnızlık duygusunun bunca umarsız olduğunu, yıllardır aklıma bile getirmemiştim.”(s:243)
Kitabı okudukça görüyoruz ki, kahramanımızı rahatsız eden sorunlar yalnızca onun içsel bunalımlarından kaynaklanmamaktadır. Demokrasi kültüründen yoksun bir ülkenin insana duyarlı bireyi olarak ülkesinin, toplumunun sorunlarını da dert edinmekte; gezip gördüğü, yaşadığı ülkelerin, toplumların gerçekleriyle karşılaştırmaktadır. Yalnızca bu durum bile onda ciddi uyum sorunları yaratmakta ve içsel çelişkilerini çoğaltmaktadır. İşte bu noktada “…devlet terörünün kol gezdiği yurdumu…”(s:56) diyerek toplumcu bir anlayışla çok ciddi eleştiriler yapan, yaşama tanık, ama sorunların birkısmını içselleştirmiş kahramanımızın; “Yurdumdan yıllardır uzakta olmak –sık sık giderek yakınlaşmayı denesem bile- orada yerleşik olamamak, daha doğrusu oraya, yurduma ait olamamak, doğrusu: olmamak… Çocuklarımızı karı koca mutsuzluğu pahasına- buradaki sisteme uygunca yetiştirerek bu ülkeye armağan ettik. Çocuklar bir yana, bu kişilik parçalanmasından ben nasıl kurtulacağım?...”(s:253) diyerek çok ciddi özeleştiriler yaptığını da görüyoruz.
Yaşamının büyük bir bölümünü Köln’de geçiren ve bu nedenle Alman kültürünü, toplumsal yapısını çok iyi tanıyan kahramanımız zaman zaman (“roman tekniği”nin de dışına çıkarak) ironik salvolarla bu yapılardaki olumsuzlukları da eleştirmekte ve böylece okuruna gerçekçi bir görüş açısı vermektedir: “Köln’de iki günde bir kadınlar, ayda bir çocuklar tecavüze uğrar. Sık sık taksi şoförleri bir günlük -akşam işe çıkmışsa- belki de birkaç saatlik hasılat için direksiyon başında ölü bulunur.Benim bu bildiklerin ancak bulvar gazetelerinde yer alanlar”(s:18),”Haftada bir banka soygunu yaşayan bu huzurlu ülkede, halkı rahatsız eden haberler basında ve televizyonlarda yer almaz, ya da birkaç satırla geçiştirilerek halk alıştırılır….Bütün bunlara ekleyeceğim: Almanların da Türkler gibi, tepki reflekslerinin milliyetçilik uğruna iğdiş edildiğidir.”(s:19)
Kahramanımız anavatanı Türkiye’ye gelip umduğunu bulamadığında, ya da insan yaşamına ve haklarına aykırı şeylere tanık olduğunda da duygu ve düşüncelerini olduğu gibi ortaya koymaktadır: “Taksiden indikten sonra, nerede oturacağımıza bile karar veremeden Çankaya'nın tepesinden yürüyerek tekrar aşağı, zengin çocuklarının cumartesi günleri, en son model, pahalı arabalarıyla, arabasına yarıştıkları, şimdi Protokol Yolu denen dik yokuşlu geniş cadde bitince de Kuğulu Park'a girmiştik.” (s:77). “Yolu izi belirsiz dağ köylerinde oturan, oturamayıp yangın anığı köylerini terk etmek zorunda kalan insanları, yalın yapıldak çamurlu yollarda yürüyen çocuklarını, ensesine kurşun sıkılarak kim vurduya giden, faili meçhullarla kaybolan, kaybedilen yüzlerce insanı düşünüyor, bunca güzellikler karşısında bile sevinip gülemiyordum.”(s: 110)
Yazarın kişisel yaşantısından belirgin izler taşıdığını düşündüren kitap, anı, mektup, günce, deneme, film senaryosu ve hatta makalelerden oluşan eklektik bir yapı. Kendine özgü bir kurgu ve örgü yapısı oluşturmuş. Bazı bölümlerin sonuna koyduğu efektlerle biçemini ilginç hale getirmiş, hem de okuruna özgürce düşleyebilme, düşleme yeteneğini sınayabilme şansı da vermiştir: “İşte tam buraya şiddet, hırpalama, ya da önce zorbalıkla başlayan, sonra seyri geliştikçe, ikisini de gevşeten bir sevişme sahnesi eklenebilirdi.”(s:145)
Yazın yaşamımıza egemen olan edilgin sanat anlayışının geniş ve yaygın atmosferi içinde “Fırdöndü”; duyargaları gelişmiş, okurunun daygusal yanını depreştiren, okuyanın içini sarsan, etkili bir kitap olarak insana ve insanlığa dair işlevini, sanatsal yanını feda etmeksizin becerebiliyor. Bu bağlamda İsrail’in Lübnan saldırısında ayaklarını kaybeden genç askerin trajedisini, dünyanın en başarılı empatisine, eğik yazılmış metni de savaş karşıtlığının en yakıcı anlatımlarından biri diye örnek gösterebiliriz:
“Sarışın genç kadınla tekerlekli sandalyedeki genç askerin dansı, neredeyse yarım saat sürdü. Kadının yüzüne, dolgun göğüslerine bakarken, boynu yorulup başı göğsüne düşen genç asker, gözlerini tam karşıya diktiğinde, kadının titreyip binlerce kez kısacık devinimlerle sarsılan külotundan başka birey göremiyordu.
Sabahın üçü oldu.
Tekerlekli sandalyede oturan, ayaklan kopuk İsrail askerinin dans boyunca kurduğu hayal, sarışın kadının dans boyunca gösterdiği yakınlığın, mutlu bir sonla doruğa ulaşmasıydı.
Kadın sürerdi tekerlekli sandalyeyi disko kapısındaki asansöre, çıkarlardı odasına. Genç askeri, sandalyesinden kucaklayarak kaldırmasına bile gerek kalmadan, ince şeritli minicik külotunu tek parmağıyla çıkarıp genç erkeğin kucağına oturabilirdi.
Saydam etekli kadın, bu gözü pekliliği gösteremedi... Oysa, ne kadar iyi yürekli, ne kadar da iyilikseverdi..”(s:160)
"Güney Lübnan'daki sivil bölgeye yoğun saldırı emri verildiği anda,ne kadar sivili öldürmek zorunda olduğumuzu bilmiyorduk.
İlkyardım yardım arabasıyla kaçmaya çalışan sivillerin içinde, on yaşında, üç yaşında çocuklar, on bir aylık bebekler olduğunu bilmiyorduk.
Ama tüm ilkyardım arabalarını, tanksavarla havaya uçurma emrini aldığımızı biliyorduk.
İlkelerimiz arasında onları öldürmemek, onları bağışlayıp sağ olarak elimizden kaçırmak diye bir şey yoktu.
Dört yüz bin insana, sekiz saatlik bir süre içinde Güney Lübnan'daki evlerini terk etme emrini verme yetkisini almıştık.
Cana'daki Birleşmiş Milletler Kampı'nda korunduklarını sanan her Arap barakasında, kaç çocuğun yaşadığını bilmiyorduk.
Cana Mülteci Kampı'nda yüzü aşkın insanı öldürmek yalnızca on iki dakika sürmüştü.
Arap kurbanlarımızın üstüne on iki dakikada, on altı bin top mermisi yağdırmıştık.
On iki dakikada, kaç kez düşünebilirdik ki.
Onları, gururla, kahramanlıkla, kendini beğenmiş bir delilikle öldürdük.
Makine tıkır tıkır işledi, her asker kayıtsız şartsız bu makinenin bir parçası oldu.
Kudüs'e döndükten üç gün sonra, ben de o korkunç patlamayı yaşadım. Hastanede uyandığımda, dizlerimin felç, ayaklarımın parça parça olduğunu söylediler. "(s:159).
Her öykünün, mektubun, güncenin altında derinden derine kendini belli eden çok özel bir anlam, çözülmesi güç bir şifre var sanki. Ya da konular, bölümler, parçalar arasındaki örgünün ve yer yer anlatımın dokusundaki zayıflığın bir tür dışavurumu. Belki de bu nedenle ortaya konan metni roman olarak değerlendirmeyecekler de olabilir.
Dokusunun zayıf olduğu bir başka ve önemli unsuru da dilidir kitabın. Bu yazının ilk alıntısındaki (…) noktalı yerde bulunan “barındırır içinde” sözcüklerin yinelenmesinde olduğu gibi; “Kışı bu kömürlerle geçirirdik”(s:240), “benim kendi yaşamım”(s:252), “uygunca yetiştirerek”(s:253),”benim yazıp yazamayacağımı bilmeden”(s:252), “yangın yanığı”(s:110) v.b anlatım bozukluklarına ve özellikle “zamir” enflasyonuna rastlıyoruz. Bazen bazı sözcüklerin hem eskisinin, hem de yenisinin, ya da yabancısının kullanıldığını da görüyoruz.”seyr”, “refleks”, “medya” gibi.
Romanın (bu kavramı kitabın üstünde öyle yazdığı için kullandım) benim açımdan en zayıf yanlarından biri dil ve anlatım, diğeri kurgu ve en önemli yanlışı da sevgiyle faşizmi yan yana getirerek “sevgi faşizmi”(s:197, 254) gibisinden “sekter” bir anlayış sergilemesidir.
* Özgen ERGİN, Roman.Dünya Kitapları, 255 sayfa.
İSKENDER PALA’NIN “OD”UNDA YAN(AMA)MAK
Od’daki Molla Kasım nasıl bir insandır? Yüceltilmek istendiği kadar yüce bir “molla” mı; o günün bilimsel ve sanatsal verilerinden dengeli biçimde beslenmiş erdemli bir kişi mi; yoksa ciddi bir bağnaz mı? Ya Yunus Emre?...
Hemen her şeyin hemencecik “din”e bağlandığı bir kitabın o yaşa kadar dindar, muhafazakâr yaşamış insanlar için sevindirici olduğu konusunda kuşkum yok; bu böyledir ve o insanlar açısından iyi bir şey yapılmış, iyi bir kitap yazılmıştır. “Dinciler için” kullanılacak iyi bir malzeme; “din” yoluna yeni girmişler için, yetersiz birikimleri nedeniyle iyi(!) bir pekiştireçtir. Yeni yetişme çağında olan gençler ve çok gençler için nasıl bir “vebal” sorusunun yanıtı ne olabilir? O gençlerin ve çocukların insan yaşamına yön veren tek etkenin “din” ve “dinsel”lerin olduğuna inandırılması psikolojik, pedegojik ve vicdani olarak doğru mu?
Yunus Emre’nin şiirlerini vererek değerlendirmesini istediği, görüşlerini merak ettiği kişi, beylik sözlerle sunulmak istendiği gibi iyi bir âlim olsaydı ya da iyi bir şair; her şeyi “din”e bağlar, dinsel niteliği olmayan şiirleri “sûfilerin hezeyanları”(s.4) ya da “safsata” olarak betimler miydi? Çünkü yazar, Molla Kasım-Yunus Emre şiiri ilişkisini şöyle kurguluyor: Yunus’un “din” ve “Allah’ın birliği üzerine sağlam bir iman eseri” üretemediği şiirleri şiir değil. “Sensiz yola girer isem/ Çarem yok adım atmağa// Gövdemde kuvvetim sensin/ Başım götürüp gitmeğe” dizelerinden örülü şiirini bu kurgu gereği beğeniyor ama şurasını düşünemiyor: Bu dizelerdeki “sen”; salt insan olabilir örneğin ya da insan sevgisi; salt sevgi de olabilir, gerçekten sevilen bir kadın da… Allah olabilir mi? Olabilir. Doğrusu şu ki bu şiir, iyi bir şiir olarak böylesine geniş bir çağrışım ve simgesellik özelliği taşıyor. Onu yalnızca “Allah’ın birliği”ni kanıtlamak üzere yazmış olduğunu savlamak Yunus’u da, şiirini de küçümsemektir. Şiir ve şair adına ne büyük bir cehalet!
Sıra ikinci şiire geliyor: “…ikincisi sûfilerin hezeyanlarına benziyordu. İnsanları Kur’andan uzaklaştırıp başka yollar aramaya itecek bu tür safsatalara tahammül edemezdim. Öfkelendim. Kâğıdı tomarından çıkardım, avucumda buruşturup ırmağa attım. Üçüncü şiir gözüme daha kötü göründü. (ne demekse? ş.a.) Şairine, kâtibine, hatta kâğıdını hazırlayana lanetler okuyarak “Cehennem ateşinde yanasıcalar!” bedduasıyla onu da alevleri kabaran ateşe attım. Üçüncü şiir aşktan bahsediyordu: “Aşk davasın kılan kişi/Hiç anmayı hırs u heva/ Aşk evine girenlere/ Ayrık ne meyl ü vefâ.” Tam onu da yırtıp suya atacaktım ki “aşk” kelimesiyle “din” kelimesini değiştirmek geldi aklıma. Baktım, bu şekliyle şair doğruyu söylemiş, ama ne hikmetse dinin adını aşk koymuştu…. Böylece sayısız şiirler okudum. Kimini tuttum, kimini attım.”(s.4). “… son beyit kanımı dondurdu: “Derviş Yunus bu sözü/ Eğri büğrü söyleme/ Seni sigaya çeker/ Bir Molla Kasım gelir.” Bu adam benim adımı nereden bilmişti… Tevbe ediyor ve ağlıyordum. Ağladığım iki sebeptendi; ilki o güne dek tarikat ehline hor bakmış olmam; ikincisi de şiirleri ateşe ve ırmağa atmış olmam”(s.5)” Bir kitabın daha ilk sayfalarında bunca fecaat!
Yunus Emre Molla Kasım’ı nereden biliyordu? Yunus Emre Yunus Emre olacak ama Molla Kasım’ı bilmeyecek! Yazarın kurgusu gereği bilmemeli elbet; çünkü orada yazara bir metafor gerek. Somut olan gerçeği allem kalem edip mistik, uhrevi, dini bir kisveye büründürerek yarattığı sihirle okuru ve herkesi büyüleyecek, aklını karıştıracak, Molla Kasım’ı yüceltecek, Yunus Emre’nin insani yanını törpüleyecek; ikisine de derviş/ evliya süsü vererek “tabu”laştıracak ve onların üzerinden kendi skolastiğini dayatacak. Dahası; “Akşam yolda yarı çıplak, saçı sakalına karışmış meczup bir derviş, yağmurun altında elime bir tomar kâğıt tutuşturmuş, “Bunu sana gönderdi gönderen, oku bakalım!” diyerek kaçıp gitmişti.(s.3) Sondan başlayalım: Niye kaçıp gitmiş; birkaç söz daha etseydi, iki derviş bir araya gelmişken tadına doyulmaz bir sohbet ortamı doğmaz mıydı, birbirlerine hikmetli sözler etmezler miydi? Çocuk gibi, oyun oynar gibi, hem de yağmurun altında; tabanlarını poposuna vura vura “kaçıp gitmiş” öyle mi? Hem niye meczup, niye yarı çıplak, niye saçı sakalı birbirine karışmış? Halkın belleğine yerleştirilen “derviş”ler hep böyle olur değil mi? Hep böyle mistik, büyüleyici, bilinemez, “Allah vergisi” güçleri olduğu için “hikmetinden saul olunamaz”… Hep de görünür, dini açıdan akıl verir, yok olurlar, kaçar giderler, falan… Üstelik kaba ve buyurgan, selam bile vermiyor, “oku bakalım!” diyor koskocaman Molla Kasım’a. Yazar yaratılan tabuyu yüceltmek ve kurduğu mistik atmosferin etkisini arttırabilmek için “köylü kurnazlığı”, cahil yandaşlığı yapmayıp izin verseydi, ayakları yere basa basa Yunus Emre’nin kendisi getirirdi şiirlerini, Molla Kasım’ın üzülmesine de neden olmazdı. Ha evet, Yunus Emre başka biriyle de göndermiş olabilirdi şiirlerini. O durumda da zavallı biriyle değil, örneğin şiirin değerini bilen belki de şiir yazan biriyle gönderirdi mutlaka. Ancak böyle birine emanet edebilirdi. Kısacası kitaptaki Yunus, Yunus Emre değildir, herhangi bir Yunus’tur; yarı cahil derviş kılığındaki bir gezgindir.
En kötüsü de; yazarın, Yunus Emre’yi ve onun şiirlerini araç olarak kullanıp kendi kurgusundaki tarikat olgusunu övmeye ve ona yaranmaya çalışmasıdır. Yazar öyle bir zarf atıyor ki, bugün yaşamakta olan, örneğin cahil halkı kandırabilmek için avurduna şiş geçirerek şov yapan ya da allı pullu artistleri, mankenleri, topmodelleri, şarkıcıları pazarlayarak modern görüntüsü veren ya da emperyalist- kapitalist ilişkiler içinde büyüyerek holdingleşen birçok tarikatı da okuruna benimsetmeye çalışıyor.
Molla Kasım, yazarın yerine konuşuyor; “ne hikmetse dinin adını aşk koymuştu” diyor. Bu nasıl bir tümcedir? Doğrusu, ‘… dine aşk adını vermişti’ v.b. mi olmalı?... Gerçi buna benzer dil ve anlatım sorunları da bol miktarda ama biçimden çok içerik üzerinde durmak istediğimden, bu faslı geçiyorum. Yunus Emre gibi bir şair şiirinde neyi nereye koyacağını, neyi neyle isimlendireceğini, daha doğrusu ne demek istediğini bilmez mi? Üstelik herhangi bir yazarın, şairin şiiriyle oynamak kimsenin haddi değil! “Ne hikmetse” diyor, “hikmetinden sual olunmaz” efendim, çünkü o bir şair ve şiir ona ait.
Gelin şiiri bir de Molla Kasım kılığındaki İskender Pala’nın istediği biçimde okuyalım: -Din davasın kılan kişi/ Hiç anmayı hırs u heva/ Din evine girenlere/ Ayrık ne meyl ü vefâ.- Görüldüğü gibi şiir basitleşti, sığlaştı, ideojileşti, erdemsel ve evrensel değerini yitirdi; sanatın, şiirin dışına düştü! Yunus Emre’nin kulakları çınlasın!
Şu iyi bilinmelidir artık; Yunus Emre de Mevlana Celâlettin Rûmi de tek başına hiçbir dinle, hiçbir tarikatla anlaşılamaz ve açıklanamaz. Onlar felsefe sahibidirler; çok daha geniş, çok daha derin ve uzun soluklu dünya görüşünün, bakış açısının erdemli insanlarıdırlar. İnsana, doğaya, dünyaya ve yaşama o büyük insan olmuşluklarından, derin, çok yönlü, kültürel dengeli beslenmesini tamamlamış insanlıklarından bakarlar. Örneğin Yunus Emre’nin o bakış açısını tamamlayan en önemli unsurlar Molla Kasım ve onun temsil ettiği zihniyetin suya ve ateşe attığı şiirlerinde, Mevlâna’nınki de Mesnevi’nin, kimi zaman da müstehcen özellikler taşıyan öykülerinin derinliğinde var ve Molla Kasım’da olduğu gibi son pişmanlık yarar getirmez. Aslında doğru bir saptama da yapılmış bu bahiste; o zihniyet insana dair unsurların pek çoğunu dar kafalılık yaparak ateşe ve suya verince geniş bakabilme, felsefi kalabilme, hoşgörü gösterebilme özelliğini yitirdi.
Adı romansa eğer, yani sanatlardan bir sanatsa bunca ideolojik, bunca bağnaz olamaz diye düşünüyorum. Kitabın ikinci bölümünde bir baba- oğul diyalogu var örneğin. Oğlu, babası Yunus Emre’den, kendisini terk edip gittiği, bir daha da sorup aramadığı için; “Demek gidilesi yollarda benim yerime O’nu tercih ettin. Bensiz gittin, O’nsuz gitmemek için?” diyerek hesap sorar. Baba, dil döker, yalvarıp yakarır, Allah’ı şahit gösterir oğlunu inandırabilmek için. Tartışma ilerler ve bir noktasında oğul babaya, “Senin kudretli dediğin Allah’ın neden şu bozkıra yoksulluk verdi de zenginlik vermedi; neden insanlara savaşmayı verdi de barış vermedi?” diye sorar. “ın” ekinin ayrı yazılması yanlışı bir yana, tümcedeki tam bozukluk da öte yana, yazarın Yunus Emre’ye söylettiği sözler tüylerimi diken diken etti: “Kader, oğul, yüzyılların kaderi… Kader de bir imtihan içindir…”(s.15) Yunus Emre ve onun felsefesi asla böyle söylemez; sapla samanı birbirine karıştırmaz. Bu yazardaki ne cür’et ki, Yunus Emre’yi tıpkı cahil cühela bir insan gibi konuşturabiliyor. Ona söylettiği sözler bir yana; bu sözleri Yunus Emre’nin bir çocuğa/ gence söylemesini nasıl açıklayabilir? Birileri bir birey olarak yoksulluğu, zenginliği ve savaşı kader olarak algılayabilir, cahil halkın da böyle algılamasını isteyebilir; ama Yunus Emre adına yapamaz bunu. Hele de o kişi bir yazarsa… Çünkü Yunus Emre gerçek bir halk bilgesi olarak bu kadar cahilce bir açıklamada bulunmaz. “Kader”i de asla böyle anlamaz, böyle anlatmaz. “Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı” diye insanın “irade-i cüziyesi”ne dair bir olgu olarak, onunla bağlantısını kurarak açıklar. “Hem kader de bir imtihan içindir…” ne demek ve oğulun sorusuyla ne ilgisi var? “Bozkırın yoksulluğu”(s.14) nasıl bir kader ve nasıl bir imtihan ki? Yazar, salt böylesine kasıtlı ve sihirli bir söz söyle(t/y)ebilmek için bu tümceyi oraya yamamış. Üstelik sihirli gibi gözükse de çok bozuk bir tümce! Çok genel olanın (kader) tekili/tikeli (bir imtihan) nasıl olabilir ki?
“Sevelim sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz” diyen Yunus Emre’nin düşürüldüğü duruma öyle çok üzüldüm ki kitabı ancak bu sayfalara kadar okuyabildim. Anladım ki İskender Pala din, tarikat (biri de ticaret miydi Uğur Mumcu’ya göre) ve kader kavramlarını kendi birikiminin izin verdiği kadarıyla, özellikle gençlere ve çocuklara “aşılamak” için yazmış. Bu yüzden Yunus Emre’nin hakkını verememiş, onun engin felsefesini daraltmış, insanlığından soyutlamış; bütün bu nedenlerle onu küçümseyen, küçülten bir kitap ortaya çıkarmış. Sanatsal yanı ve dolayısıyla biçemi(üslubu) de olmayınca hedef kitlesinin hoşuna giden, kolay okunabilen bir kitap olmuş.
“Tahammülsüzlük, öfke, beddua ve lanet (s.4.5.); ne sanat ne sanatçı, ne bilgi ne de bilge dili olabilir. Belli ki Molla Kasım’ın dili, üslubu(biçemi) böyle ama Yunus Emre asla ve asla bu kavramlara yakın durmaz, yakın duranlara yakınlık göstermez, düşün ve yaratım anlamında insanın kıpırdama olanaklarını sınırlayabilecek kadar “kaderci”liği de asla önermez.
Evrensel Kültür Dergisi, Eylül 2012, sayı:249
ÖZLEM TEZCAM DERTSİZ
“FAİLİ MECNUN”
Faili Mecnun, Özlem Tezcan Dertsiz’in adı belli incilerinin toplandığı ikinci hazinesi. Şimdi Gitsem Güz’dü ilk hazinesinin adı. Oradaki şiirlerini de sevgiyle anımsıyorum.
Kapaktaki şiirin dizeleri neden sola yaslanmış, anlayamadım. Çünkü onun şiir biçimi yıllardan beridir belli, sağa ya da sola yaslanmış değil, ortaya asılmış… Bir bilgisayar kolaycılığı değil elbet, o bunu bilerek yapıyor. Çünkü modernitenin ortasına asılı yaşamlardır onun şiir izleğinin ekseni.
Şairin müzik notalarına düşkünlüğü biliniyor. Yine “do”yla başlamış, “do”yla bitirmiş: “do-ğdum bir dolu bavulla yollara çıktım/ hayatın flütünü kavradım iki elle/… /ne zaman kaçtı ilmek, söküldü hırkam/ne zaman bitti bayram, sustu ban-do.” Bir anlamda yaşamöyküsünün ya da süreç algısının şiirce sunulması ilginç. Daha ilginç olanı da insanın bilincinde bıraktığı iz: Sanılır ki çok uzun yıllar yaşamış şair. Şiirinin gücü, demek gerekiyor
Şiirce öyküleme müziğin diğer notalarıyla sürüyor. İlk sekiz şiir okunduğunda sanrı büyüyor, şairin yüzlerce yıl yaşadığı duyumsanıyor. Son “do” ile biten şiir yaşama ve insana dair olağanüstü güçlü ve doğru bir gerçekliğe ulaşıyor: “do-lup dolup taştı fincan doymadı yanılmaya/ bin gam çekti bülbülüm, çeker bir o kadar daha/…/do-re-mi-fa-sol-la-si-do”
Müzik ve notalar olur da “es” olmaz mı? Olur: “eski fotoğraflarda kanayan kesiklere/susesinden bir merhem sürüyorum ince ince/…/ ama esti iyi geldi çılgın sıcaktan sonra/ağzında notalar, kaçtı kuşlara boşaldı Kaf-es.”
Şiir adlı çetrefilde bile dili son derece yalın kullanabilen şair “yanlış biletler”le “doğru ülkeler” e gidilemeyeceğini iyi biliyor çünkü. Üzerinde çalışılan şiir bile olsa dili, olanca özgünlüğü, yalınlığı ve çağrışım gücünün gereğince kullanıyor. Bu beceriyi örneklemek ve çağrışımın götürdüğü yeri imleyebilmek için kitabın Faili Mecnun bölümündeki her şiirden bir dize seçtim:
“Tenimin her köşesinde tren rayları”(s.17), “hangi anneler doğurdu bu isli adamları”(S.18), “bilmezsin freni patlamış bu şehir(s.19), “herkes balkonunda tutsakken iki şekere”(s.20), “büyük puntolarla söylenirken yalanlar”(s.21), “gevşedi giderek kilitleri sırların”(s.22), “mektuplarımı dilsiz bir mahalleye dağıttım”(s.23), “güzel kadın adları, vahşet burcunda”(s.24), “Pinokyo’yu okumamış çocuk ülkesi”(s.25), “kirli mi kirli herkesin iç denizi”(s.26), “eylül battı içime bir dolu işaretle”(s.27), “anne, beni çığlık kurslarına gönder” (s.28) “korkarak eğildim ırmağın aynasına/ bir baktım kalbime, delik deşik/faili Mecnun”(s.34).
Dostları ilə paylaş: |