Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə40/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   58

OHA(L)! KÜLTÜR(SÜZLÜĞ)Ü

I.

Aslında “halkın motiflerinden yararlanan” anlamındaki “pop” sözcüğüyle, “halkın beğenisine uygun” anlamına gelen “popüler” sözcüğünün, “insanoğlunun yarattığı her şey” anlamındaki “kültür” (Türkçesi “ekin”) sözcüğüyle birleşmesinden oluşan bir kavramdır “popüler kültür.” Klasik anlamda halka dair olanları anlatır.



Ancak ileri emperyalizm çağını yaşayan kapitalizm, daha başından itibaren “yabancılaştırma programı”nın ilk maddesine kültürü almış, ürettiği “tüketim toplumu modeli”ne uyumlu hale getirebilmek amacıyla içini boşaltmış, klasik anlamını sulandırmış, toplumların gerici birikimlerinin de desteğiyle, halka (halkın kendi gücüne inancını ve güvenini kırmak amacıyla) günübirlik tüketilen bir tür uyuşturucu gibi sunmuştur.

Bu olgunun bir adı “küresel kültür”, diğer adı da “modernite”dir.


II.

İnsanoğlunun yarattığı her şeyin, yani kültürün günübirlik tüketime dönük olması, bu amaçla üretilmesi öncelikle “insanın kendine yabancılaştırılması ve yadsınması” anlamına gelir.

İçinizdeki Öküze Oha Deyin” adlı kitabın yazarı Bülent Akyürek şöyle diyor: “Modern insan evinden adımını dışarı attığı andan başlayarak gördüğü her şeye sahip olmak ister. Gördüğü kadına, paraya, arabaya…” Modernitenin etiğinin (ahlakının) olmadığı gerçeğini doğru saptayan bu tümcenin içeriğine “Oha!” İyi de günübirlik okunup bir kenara atılmadan önce yazarına para kazandırsın diye içine sapla samanı sıkış tepiş doldurduğu tepeden tırnağa yazgıcılık kokan, imamvari vaaz dolu kitabına ve yazarın pragmatizmine ne diyeceğiz? “ Oha!” mı?

Sonrası Süpermen, Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi “çocuk yazını sanayii”, Best Sellerler, spiritüel-tinsel- kitaplar… Ya da “Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi”, “Ferrarisini Satan Adam”, “Çekim yasası” zırvasıyla insan beynini uyuşturmaya çalışan “The Sıkret,Sır” v.b…

İş, okurun birkaç saatlik zamanını çar çur etmesiyle bitmiyor. Öyle değil işte! İlk gençlik okuyor bu kitapları, gençler okuyor. Yaşken eğiliyor fidanlar boşluğa, bomboşluğa, hiçliğe, hiçbir şeyliğe, mistisizme, narsizme…

Bu türden modern kitap, dergi, film, televizyon v.b iletişim araçlarıyla topluma pompalanan “modernite” böyle bir olgudur işte, bütün bunları öğütler çaktırmadan: Önünüze çıkan her şeyi harcayın, tüketin, yenisini alın… Kadının, erkeğin, emekçinin, namuslu düşün insanının, yazarın onurunu, çocuğun masumiyetini çiğneyin… Viskiyi, dostluğu, aşkı, anneyi, amcayı, şiiri… Geriye hiçbir şey kalmasın. Çünkü hiçbir şeyin hiçbir şeyle ilgisi yoktur. Değeri de yoktur, anlamı da.

Oysa Kızılderili bilgenin dediği gibi, “doğa bize babamızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldığımızdır.” İnsan doğası da buna dahildir elbet.

Öyle de olsa söz konusu davranışlara kaynaklık eden “felsefesizlik felsefesi”nin temel ilkeleri de şöyle özetlenebilir: Ekonomi-politik okunmasın, emek-sermaye çelişkisi öğrenilmesin, altyapı-üstyapı ilişkisini bilinmesin, felsefe, sosyoloji, biyoloji, teoloji konuları için kafa yorulmasın, gerçek sanatla, yazın(edebiyat)la ilgilenilmesin v.b. Toplumun hangi kesimine ait olunduğu bilinmesin, aidiyet duygusu yaşanmasın. Ya oha’yla mohayla ilgilenilsin ya da bir tanesi okunduğunda bütün bir yaşam kurtulacakmış gibi dayatılan “kişisel gelişim kitapları”yla oyalanılsın.


III.

Bu modele dair ilişkiler ağının kurulması ve en üst düzeyde örgütlenmesi tamamlanmıştır. Başlangıcı 16. yüzyıla dayanan “popüler kültür” son çözümlemede; emperyalizmin sanat ideolojisi, küreselleşmenin kültür-sanat düzlemi olan “postmodernizm”e dönüşmüştür. Altyapısı, insan-meta ilişkisinin kapitalist davranış biçimi olan meta fetişizmidir. İnsan ilişkilerinin, doğasının ve davranışlarının yalnızca parayla-pulla ölçüldüğü bir sosyo-ekonomik davranış modeli gelişmiştir. “İnsan”ın dibe vurmuş halidir bu. Dibe vurmuş “postmodern birey”i “temel içgüdü” yönlendirmektedir. Birey; niteliğe, akla, insani ve evrensel değerlere yabancılaşmıştır. Gançarov’un Oblomov’udur; yemeye, seks yapmaya ve uyumaya dairdir yaşam belirtileri. T/s/g/özsüzdür.

Sermayenin maddi üretim süreçlerinin, ideolojisinin ve iktidarlarının gereksinmesi nedeniyle “modernite”, sanatı da dönüştürerek kullanmak durumundadır. Örneğin, aslında halka dair bir kavram olan popüler kültürün müzik dalının içinde türkü yoktur; pop, arabesk, fantezi vb. vardır. Niteliksiz ama yaygın, özsüz ama süslü. Çünkü popüler kültürün motifleriyle halısını, kilimini dokuyan, “ekin” eken, çok üretip az tüketen köylülük anlayışı çözülüp dağılan feodaliteyle birlikte yerini kapitalizme, burjuvaziye bırakmış, köyler kentleşmiş, bütün değerler paramparça edilmiş, bütünlük, uyum, öz-biçim dengesi kaçırılmıştır. Moda, spor, özellikle kapitalizmin yeni dini futbol, sözcüsü-gözcüsü medya üretilmiş; sanatın diğer dalları ve edebiyat kendi içine hapsedilmiştir. Bütün bunlara teknoloji, diğer iletişim unsurları ve reklam da eklenince Adorno’nun dediği gerçekleşmiştir: Özetle, beğenilmeyen, istenilmeyen, hatta gereksinilmeyenler bile tüket(tiri)ilmektedir. Aslında hep var olan, kendini duyumsatan ama doğal yollardan karşılanamayan kültürel gereksinmeyse estetikten yoksun kaba saba popüler kültür ürünleriyle karşılanmaktadır.

“Kültür sözcüğünü duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor, elim tabancama gidiyor,” diyen Hitlerin Savaş Bakanı, General Göbbels şimdilerde yaşamış olsaydı, “popüler kültür” olgusundan büyük bir hoşnutluk duyar, “postkültür” olgusundan mutlanırdı.


IV.

Beklenendi; “tarihi determinizm (kendiliğindencilik)” işledi, “modernite” insanla, bireyle birlikte kendini de tüketmeye durdu ve II.Paylaşım Savaşı’ndan sonra sürecini tamamladı. Şimdilerde çok daha yeni bir kültür ve ona bağlı yaşam biçimiyle iç içeyiz. Modern, değil “postmodern kültür”dür bu. Kısaca, “postkültür.” En son biçimlendiricisi ve egemeni bireysel-toplumsal davranışlarımızın.

Bilgisayar teknolojisiyle özdeşleşen temel ilkelerini şu başlıklar altında özetleyebiliriz: Dil, nesnel gerçekliği yansıtamaz. Zaten nesnel gerçeklik diye bir şey yoktur. Nesnellik, insan, özne, fiil(yüklem) de yoktur. Bütünsellik, biçem, evrensellik ve bilgi gereksizdir. Günlerimizi, gecelerimizi dogmaların gücüyle yönetebiliriz.

1980 askeri darbesinden sonra ülkemizde de gelişmesi hızlanan, sıkıyönetimlerle, OHA(L)-olağanüstü hal-lerle pekişen, hatta egemen olan “postkültür çağı”, yaşantımızı bu ilkelere uygun olarak hücrelere bölmüş (ve biçemsizce) formatlamıştır. Yazılım, üç maymun ideolojisine dairdir ve emir kipindedir: Görme, duyma, söyleme!


V.

Sorunsallaştırmamız gereken temel unsurlara gelince… Öz ve biçimin diyalektik bütünlüğü, yani biçem (üslup)… Özgünlük, özgelik ve özgürlük… Dilin doğru kullanımı, bilim ve sanatın bütünlüğü… Toplumsal barış, devinim ve üretim… Erki özünde, parçalanmamış birey…

Tek kanatlı kuş uçamaz çünkü, timsah da.

Timsah da mı? OHA!



+L yine gündemde.

MAKALELER

EMPERYALİZMİN SANAT İDEOLOJİSİ,

SANATIN DÖNÜŞ(TÜR)ÜMÜ VE ROMAN

Romanın suya sabuna dokunması gerektiğine inananlardanım.”



Özcan Karabulut’uan a TRT2’deki (3 Ağustos 2009) konuşmasından.

Emperyalizmin tasarlanmış sanat-estetik(roman) ideolojisi var mı? Uzun sözün kısası: Var. Tasarımı­nın gerçekleştirmek istediği en temel amaç nedir? Genel bir yaklaşımla ve tek sözcükle: İnsazsızlaştır- ma. Bu tasarımın ulaşmak istediği son noktayı ünlü ressam Salvador Dali apaçık söylemiş: “İnsanları a- lıklaştırmayı seviyorum.” Hitler'in Savaş Bakanı Ge­neral Göbbels ne diyor: “Kültür sözcüğünü duydu­ğum zaman tüylerim diken diken oluyor, elim taban­cama gidiyor.”

Şimdi de Berna Moran'ı dinleyelim: “Felsefe sistem­lerinin doğuşu, dinsel inançlardaki değişimler, yeni sanat ürünlerinin ortaya çıkması, temelde, yani eko­nomik yapıda meydana gelen değişikliklerin sonuç- larmdadır ve sınıflara ayrılmış bir toplumda, üstyapı, ekonomik bakımdan egemen durumda olan sınıfın görüşlerini, isteklerini yansıtır. Başka bir deyişle, bir toplumun ideolojisi o toplumdaki egemen sınıfın çı­karlarını korumaya, onları meşrulaştırmaya yönelik­tir. Sanat da üstyapının bir parçası olduğuna göre, o da döneminin ideolojisini yansıtacak, bilinçli ya da bilinçsiz, egemen sınıfın çıkarlarına hizmet edecek­tir. O halde toplumun altyapısı üstyapısını ve dolayısı ile ideolojisini belirleyecek ve sanat eseri de bu ideolojiyi yansıtan biryapıt olacaktır.”

Demek ki genel olarak sanatın, özel olarak da roma­nın son yıllarda nitelik ve daha çok da nicelik olarak yükselişi olgusunu, bir kez daha sanatın bir üstyapı kurumu olduğu gerçeğinden devinerek değerlendir- mekyerinde olacaktır.

Kısaca, “kentsoylu-sanat-roman” eytişimine göz atalım önce. Süreç içinde kentsoylunun geleneksel, halkçı, devrimci sanatı gözden düşürerek modern sanatın üretimine çanak tutmasıyla örneğin masal fantastik kurguya, tiyatro talk schowa, yontu makete, robota, öykü de romana dönüştü ve bu onu çok sevindirdi. Çünkü amacı sanatın içini boşaltmak, sanatı da sanat üreticisini de kendi amaçları için kullanılabilir niteliğe (kişiliğe) dönüştürmekti. Böylece her şey yalnızca egosantrik yapılanmaya ve kendine hizmet edecek, eğlencesine meze olarak işe yarayacaktı. Romana da “yoksul yaşamlardan roman çıkmaz” diyerek kendisi için kendisini anlattıracaktı. Öyle de oldu: Romanlar hep kentsoyluyu, onun renkli, alengirli, alavereli dalavereli, sazlı sözlü, seksli alkollü maceralarını; aşklarını, aldatmalarını, iktidar oyunlarını kaleme aldı, övdü, ataerkil, egosantrik, paranoyak kişiliğini yüceltti, böylece kurulu düzenin işine yarayacak bir araç işlevi verdi. Diğer bir deyişle, popüler kültürün hizmetine koşuldu. Zaman zaman çıkış aralıkları bulan toplumcu romansa, emperyalizmin büyük paralar harcayarak yaşama geçirdiği projesi gereği, toplumun statükocu, sığ değer ölçülerine indirgenerek görüldüğü yerde başı ezilmesi gereken kaba ve komünist olarak damgalandı, sürekli olarak sanat dünyasından kovuldu.

Genel ırasının böyle olması öngörülen/tasarlanan roman, kentsoylunun desteğini alarak; holding yayıncılığı, reklamlar, medya fırsatları, akçeli ödüller gibi ortamlarda el bebek gül bebek büyüdü, gelişti, popüler kültürle buluştu ve popülerleşti.

Kapitalist ekonomi ortamında palazlanan başka bir olgudan daha söz etmeliyiz: Kapitalizme dair insan-meta ilişkisinin altyapısal biçimi olan meta fetişizminden ve onun gecikmiş üstyapı kurumu olan postmodernizmden. Yani emperyalist popüler sanat ideolojisinden.

Pazar ekonomisi gelişmiş; değişim ve kullanım değeri olan metalar, yani para eden mallar üretilmiş; paranın ve metanın değeri insani değerleri dönüştürerek kendi ırasına uygun biçimlendirmiş, hatta onun yerini almıştır. Kısacası özünde insan sıcağı taşıyan insani ilişkiler paramparça edilmiştir. Bir yanda sömürüyle beslediği malı, mülkü, parası, egosu ve besili/doyumsuz libidosu olanlar; diğer yanda sömürüldüğü için işsiz, aşsız, eğitimsiz ve psikolojik sorunlarıyla baş başa kalanlar…

Bu gelişmelerden üstyapı kurumları da payına düşeni almıştır elbet. En önce, sanatın en soylu yanı, yani en insani değerlerden, insanın daha çok duygu yanından doğan şiir etkilenmiştir. Önce, metalaşabilmek için mekanikleşmiş (felsefi şiir, deneysel şiir, nano şiir v.b. gibi), ama metalaşamadan yozlaşmaya başlamış, insandan ve onun genel yaşamından, sorunlu dünyasından kopmuştur. Kısacası bindiği dalı kesmiş, düşmüş, düşkün olmuştur. Örneğin Avrupa kitapçılarında şiir kitabı bulmak artık düşsel bir durum, ülkemizdeyse düşe dönüş(türül)mesi yakın. Bu sonuç, zaten şiir yazmayan, okumayan kentsoylunun alkışladığı modernizmin başarısıdır.

Sonra sıra öyküye gelmiştir. Öykü için kuşatma, çürütme, koparma, düşürme eylemi sürmektedir. Modernizmin kolayca başaramadığını, postmodernizm başarmıştır. “Öykü öldü” diyenler, bilgi yetersizliği bir yana, öykünün de metalaşamaması nedeniyle, bir bakıma haklıdırlar. Ancak bu teoriyi ayaklarının üstüne doğrultmak ve “önce şiir öldü(rüldü), sıra öyküde, daha sonra da bütün dallarında sanatın” demek gerekmektedir. Kentsoylu için bu olgunun da üzücü bir yanı yok, çünkü yaşam biçemi ve ideolojisi gereği öykü de yazmıyor ve okumuyor.

Ülkemizde romana gelince…

Ülkemiz özelinde şiir kitabı ortalama 500 adet, öykü 1000 adet basılırken romanın 4000-5000 adet basılması, romanın şiir göre sekiz-on kat, öyküye göre dört-beş kat daha fazla satılması anlamına gelir. Popülerleşmiş romanın yükselişte olduğunun açık kanıtı…

Roman, koşullar nedeniyle meta olmayı başardığı için nitelik ve daha çok da nicelik olarak yükselişe geçmiştir. Artık o sanat değeri olmasa da değişim değeri olan toplumsal bir mal konumundadır. Mal olanın zanaat anlamında işlevsellik, yarar ve gösteriş kaygısı olsa da, sanat anlamında estetik ve t/öz kaygısı yoktur. Parayla değişebilme kaygısı vardır. Bu meta, yani roman, estetik değeri , insana dair özü, insanın geleceğine dair sezgisel düzeyde bile bir savı olmasa da iyi yazıldığı, kitle psikolojisini kavrayabildiği, popüler kültüre uyum sağlayabildiği, konjoktürel, küresel politikalara, hizmet edebildiği, kültürel çatışmalarda kullanılabildiği zaman iyi para ediyor. Önce kentsoylunun işine yarıyor; onun ruhunu okşuyor, onun sözcülüğünü yapıyor, sonra da doğrudan ya da dolaylı olarak ideolojiyle kültür kasasını besliyor.

Demek ki roman artık bir meta ve para ediyor. Onun ulaştığı bu aşamada yepyeni türediler çıkıyor yoluna. En kısa yoldan para kazanmayı düşleyen düşperestler, müşkülpesentler… Kültürel, sanatsal, dilbilimsel ve estetiksel birikim kaygısı gütmeden yazmaya koyuluyorlar. Bunların içinde kıvrak sanat zekasına sahip olanlar, hitabet gücünü yazma yeteneğiyle birleştirebilenler, toplumun nabzını yakalayabilen kurnaz ve yapay psikologlar, kahramanlık, tarih ve acı duygularını sömürebilenler başarılı oluyorlar. Başarılı ya da başarısız, ayrımı yok, herkes harıl harıl roman yazıyor. Okuma düzeyi yükseldikçe okuma alışkanlığı olanlar çok okumanın getirdiği bir sonuç olarak ellerine ne geçse okuyorlar. Roman dünyasındaki bir başka biçimsel dönüşümün sonucu da, Avrupa okuma uygarlığına damgasını vuran tuğla kitap okuma alışkanlığıdır. Tuğla roman olgusu içindeki türlere gelince… Polisiye, macera ve tarihi romanlar en çok ilgi gören roman türleridir. Hatta giderek bu romanların üç türü de mitolojik ve mistik unsurlardan atmosfer oluşturma yarışındadırlar.



Tuğla roman olgusu, ülkemizde de, okullardan başlayarak yalnızca roman okunmasına çanak tutulan çocuk yazını alanında çok daha belirginleşerek öne geçmiştir. Öne geçmekle kalmayıp romanla masalı içi içe geçirerek tür ve kavram kargaşası da yaratmıştır. Bu alanda ilk sırayı fantastik kurgu denen modern bir tür almaktadır. Bu türün en çok kullandığı unsurlar sırasıyla macera, mistik konular, hayal, düş ürünleri ve mitolojik unsurlardır. Bu türün en ilginç örneği Harry Potter kitaplarıdır. Sanayisi oluşan bu kültürel çocuk metası ve onu izleyen diğer metalar oldukça yetenekli, zeki, kurnaz ve çocuk dünyasını çok iyi bilen yazarlarca kaleme alınmıştır. Bu yapıtlar ideolojilerini ve ait oldukları kültürel değerleri empoze etmek gizilgücünü taşıdıkları için emperyalist-kapitalist dünya tarafından özellikle desteklenmekte, pohpohlanmakta, medya ve reklam ("Reklamın kültür endüstrisindeki zaferi budur işte; tüketicinin, sahte olduğunu gördüğü halde, bastırılması zor bir istekle kültür metalarını almaya ve kullanmaya devam etmesi.” Adorno) desteğiyle büyük kitlelere ulaşması sağlanmaktadır. Anlam böyle olmasaydı, Harry Potter (7cilt)’ın yazarı Rowling, kitabın filminin yapabilmesi için Hollywood’a İngiliz artisti, İngiliz kostümü, İngiliz dili koşulunu öne süremez, sürse de kabul ettiremezdi. Kısacası çocukların dünyasında da meta roman yükselişini, hatta altın çağını yaşamaktadır. Çünkü haşlanmak istenen kurbağanın suyu yavaş yavaş ıstılmaktadır. Sözün burasında, 7. yaşına basan Bursa Kitap Fuarı’ndaki yedi yıllık tanıklığımı aktarmalıyım: Çocuklar küçücük harçlıklarıyla kalın kitap (onların deyişidir) satın almak istiyorlar. Çarpık olgunun en çarpıcı örneklerinden biri de, ülkemiz çocuk yazınındaki yapıtların %70’inin çeviri ve %100’ünün de roman olmasıdır. Bir de öznel çalışmamdan söz etmeliyim: Üstün ve/ya özel yetenekli yetmişbeş öğrencimle yaptığım çalışmamdan vahim sonuçlar elde ettim:1)Yüzde 99’u şiir kitabı satın alıp okumuyor. 2) Yüzde 97’si yazmaktan nefret (onların deyişidir) ediyor. 3)Yüzde 36’sı yalnızca Harry Potter okuyor. 4) Yüzde 48’i Harry Potter filmi izliyor. 5) Yüzde 44’ü bilgisayarla oynamaktan hoşlanıyor. 6) Yüzde 71’i kitap okumaktan, %81’i resim yapmaktan, %93’ü de tiyatroya gitmekten hoşlanmıyor. Çünkü kentsoylu eğitim dizgesi de yalnızca roman okuyor, okutuyor. Bunların (okur çocuk) oranı da yalnızca yüzde 5.

Post-modern (s)algının çocuk yazınına ve romanına armağanı; 'çocuklar için yazarken hiçbir şey yazma­yın; ottan, böcekten, çevresiyle, ortamıyla hiçbir bağ kurmamış salt laf ebeliğinden oluşan şeyler (roman­lar) yazın, o romanlarda toplumsal koşullar, baskılar, işkenceler, açlık, yoksulluk gibi toplumsal gerçekle­re, bizatihi kendilerinin yaşadığı köprü altı, sokak, park serüvenlerine, okulda olmaları gerekirken is- pas içinde çalışma koşullarına, uyuşturucu trafiğin­deki yerlerine, çöpten ekmek toplama çabalarına, taş atanlarının başına gelenlere, yurtdışmdaki yaşantı­larına, reklamlarda tepe tepe kullanılmalarına asla değinmeyin,' biçimindeki buyruklardır. Çocuklar yaşamın dışında bir yerlerdedirler, soygun-sömürü, varsıl-yoksul, kavga-gürültü bilmezler, öğüt-buyrak sevmezler diyenlerdir bu buyrukları (tanrı-sermaye buyruğu olarak) topluma sunanlar. Şimdilerde bu uyutma, kandırma furyasının başını çekenler birkaç yayınevinde ve bir gazetenin ekinde öbekleşmiş durumdadırlar. Bir yandan bunlar, öte yandan çocuk klasiklerinin içini boşaltarak, kahramanlarını dinsel söylemlerle konuşturanlar son kertede bir yerde buluşmakta ve elbirliğiyle sermayenin değirmenine — su taşımaktadırlar.

Çocuklar buyrukları sevmezler elbet, ama içi boş gevezelikleri hiç sevmezler. Hangi çocuk bir süre oynadıktan sonra oyuncağını söküp dökmemiştir, bilen var mı? Önce biçimine bakarlar her şeyin, sonra yavaş yavaş içine girerek özünü araştırırlar. Biçim Onlar için yeterli olsaydı böyle yapmazlardı. Çünkü biçim kadar özde önemlidir onlar için.
Belirtmek gerekir ki az sayıda ve az baskıda olsa bile başarılı örnekler de ülkemiz roman grafiğinin yükselmesine neden olmuştur. Orhan Pamuk’un “Nobel Ödülü” parasal boyutuyla birlikte manşetlere taşınınca iştah kabartıcı oldu. Öte yandan Ayşe Kulin, Ahmet Ümit, Ahmet Altan, Elif Şafak, Tuna Kiremitçi gibi yazarların, Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü gibi çocuklara yazanların romanlarının yüzbinlerce, hatta bazılarının milyonlarca satması “Nobel”siz de olsa romandan iyi para kazanıldığını gösterdi. Ömer Türkeş’in Virgül Dergisi’ndeki (Şubat/2007) yazısı bu eğilimi doğruluyor. 1923'le 1997 arasında yayınlanan roman sayısının yıllık ortalaması 50, 1998-2007 tarihleri yıllık ortalaması ise 234. 1941-47 tarihleri hariç hiçbir zaman yayınlanan roman sayısı yılda yüzü geçmemiş. 1998'de 110, 99'da 138, 2000'de 134, 2001'de 140, 2002'de 214, 2003'de 217, 2004'de 311, 2005'de 336, 2006'da 389 ve 2007'de de 354 roman yayınlanmış. 2007’de yayınlanan romanların 196’sı ilk roman. Yani romancılık gözde bir meslek.

Ömer Türkeş bu çalışmasından yaptığı çıkarsamaların birinde şöyle diyor: "Romanın patlamasını körükleyen, edebiyatın değil piyasanın dinamikleri. Piyasaya kitap sürebilmek için edebi değere boş veren, editörlük müessesesini işletmeyen, önüne gelen her dosyayı yayınlamak zorunda kalan yayıncılar, günü kurtarmak adına edebiyata zarar veriyorlar. Çok sayıda kötü roman, hem az sayıdaki "iyi"nin gözden kaçırılmasına hem de insanların her yazdıklarının roman olduğuna inanmalarına, daha iyisini yapmak için gayret göstermemelerine neden oluyor.” Demek ki romanın niceliksel yükseliş göstermesinin bir diğer etkeni de yanlıca Pazar ekonomisinin kurallarını dikkate alan yayıncılardır.

Kısacası tıpkı pamuk, zeytin ya da makine dişlisi kadar değerli olmasa da gerçek bir meta. Theodor W. Adorno’nun daha 1940’lı yıllarda saptadığı gibi bir sanayi ürünü. Kültür sanayisinin en gözde ürünü. Roman okuru da tüketici. Bu olgunun en somut sonuçlarından biri de, giderek ülkemizde de baş tacı edilen best seller olayıdır. Üretici konumunda olanlar, aracılar, tefeciler bu listeleri yayınlıyorlar, kültür sanayi tüketicileri de o listeye bakarak kitap satın alıyorlar. Ölçüt “yazınsal-estetik değer değil, satış sayısıdır.

Emperyalist sanat ideolojisi roman medyasını ve yazarları da dönüştürmektedir. Metin Celal özel sitesinde özge ve doğru bir değerlendirme yaparak şöyle diyor: “… romanın medyası değişti. Edebiyat, dergilerinin konusu olmaktan çıkartılıp gazetelerin haftasonu eklerinin, televizyon talk showlarının malzemesi haline getirildi. Yazarın eserinin önüne geçmesi ve bir pop starı gibi sunulması da bu sürecin ürünüdür. Tarkan'ın yeni albümüyle Orhan Pamuk'un yeni romanının sunumu arasında fark kalmadı. Reklam ajansları her ikisi için de özel kampanya stratejileri geliştiriyor. Romanın hakkında Tahsin Yücel'in, Jale Parla'nın ya da Ömer Türkeş'in yazması değil, yazarın Ayşe Arman'ın kırmızı koltuğuna uzanması önemli

Romanın kırklara karışmak anlamında yükselmesinde yayıncıların, medyanın ve medya yazarlarının da katkısı var elbet. Bu katkı yalnızca romanın yazılıp baskıya gönderilmesiyle ilgili değidir, starlık sistemi kurallarına göre oynamalarıdır. Yine Metin Celal’den ödünç alarak söyleyelim: “Sistem iyi işledi ve artık bazı yazarlar "star"lıklarını sırf okurlara değil, edebiyat çevrelerine de kabul ettirdiler. Örneğin usta bir yazarımızı anmak amacıyla bir üniversitemiz bir sempozyum düzenlediğinde edebiyat üstadları, kusura bakmasınlar ama, amiyane tabirle, üvertür (eski deyişle sıra kızı) sayılıp, dört beş konuşmacılı panellere davet edilirken bu starlar özel oturumlarda, gazino assolistleri gibi tek başlarına konuşuyorlar. Kimseden bir itiraz duyulmuyor. Bu hâl, malumu ilandır!”
Eliz Edebiyat Dergisinin 2009/11. sayısından sesle­nen Abdullah Şevki'ye kulak verelim biraz da. Roma­nı da içine alan genel değerlendirmeleri oldukça ilginç ve gerçekçi: ’’Türkiye'de Ocak-2008 ile Ağustos 2009 arasında toplam 20 kitabın 2 milyonun üzerinde satması bana göre edebiyatımızın medyaya, holdinglere ve gazetelere bağımlılığının açık bir göstergesidir... Kitapları en çok ciro yapan, ciroları 27.5 milyonu bulan beş yazarımız varmış istatistiklere göre: Elif Şafak, Turgut Özakman, Ayşe

Kulin, Orhan Pamuk, Canan Tan. Hadi Orhan Pamuk'u anladık da, diğerleri ne oluyor? Hiçbir özelliği yok romancı olarak Elif Şafak’m, hele de Ayşe Kulin'in...ve de Canan Tan'ın... Yazarlar şimdilerde niteliği iyice aşağılara düşen YKY yayınlarının bir prestij olduğunu düşünüyorlar kendileri için.” Doğan Kitap yayınlarını da ben ekleyeyim.

11 Aralık 2009 tarihli Radikal Kitap'ın verdiği bilgileri de(ülkemizdeki erkek egemen ideoloji ve onu yaratan sermaye sınıfının üretim ilişkileri içinde ve roman üretiminde kadına ayırdığı yeri görebilmek açısından) buraya almakta yarar görüyorum: “Cumhuriyet dönemi romanlarının sayısı 7114.1923- 2009 arasında ürün veren yazar sayısı; 78ori kadın, 2172'si erkek olmak üzere 2972 olarak görünüyor. 7114 romandan 1622'si kadın, 5442'si erkek yazarların kaleminden çıkmış... 2009 yılında yayımlanan 427 romanın 277si erkek, 149'u kadın yazarlara ait.”
Romancı güzel kızla romancı güzel oğlanın imza kuyruğunda sabırla bekleşenlerin büyük çoğunluğunun okur değil hayran olması, daha sonra bu güzellerin evlenmesi, ayrılması gibi star oyunlarını da etkenler listesine katmak gerekiyor.

Bütün bunlar sanatın(romanın), sanatçının, sanat ortamlarının yükselişinin değil, maddi üretim süreçlerine yenik düştüğünün ve dönüştürüldüğünün anlatımıdır.

Sürecin son perdesine gelince… Kapitalizmin sonul ve asıl amaçlarından biri insan beynini, diğeri de insan yüreğini, kısacası insanı devre dışı bırakmaktır. Bunun için, sanatın eğlence, şov malzemesi haline dönüştürülmesi gerekiyordu. Böylece sanat en postmodern ve en önemli misyonunu yerine getirebilecek, yani düşünmelerini engelleyebilecek kadar eğlendirecekti insanları. Demek ki insanı insan edenin sanat olduğu gerçeği iyi algılanmıştı. Çünkü sanat sanatçının “soylu ve ehil” duygularından doğar, alanın/algılayanın (varsa/ önce) “yabanıl” duygularına etki eder, onları eğitir, dönüştürür, ehlileştirir; daha çok insanlaşmasının yolunu açar. Bu gidişle sanat artık insana insanlaşma sürecinde önemli bir katkı yapamayacaktır. Çünkü aslında sanatı değil yalnızca zanaatı istemektedir sermaye.

Ve roman bütün tarihi boyunca, yalnızca ülkemizde değil, dünyada da estetikten, insandan ve içerikten bu kadar uzak düşmemiş, bireye, topluma, doğaya ve kendine bu kadaryabancılaşmamış; sermaye sınıfına bu kadaryalakalık etmemişti.




Çinikitap Dergisi, Ocak-Şubat 2011, sayı:7

postmodern köşkün hüznü:

İNSANSIZLIK VE SANAT

Sanatın insandan, toplumdan, doğadan koparılmışlığını anlatan bir kavram vardı: ”Sırça Köşk.” Topluma sırtını dönen sanat insanları(!)nın kaçıp saklandığı, ayıbını örtbas edebileceği barınağı, eleştiri oklarından korunabileceği sığınağı... Diğer bir deyişle, ekonomik açıdan olmasa da sosyal olarak sınıf atlamışlığın, hatta belki de yalnızca kendi kendine, bireye ve topluma yabancılaşmasının ödülü. Çünkü kurt koyuna yabancıdır.

“Koyun postmodern felsefenin önemli bir nesnesi olarak insandır; uysaldır, aptaldır, telef olabilir.”

Bir “paye”ydi belki de. Yükseklere tırmanabilmişliğin, bu başarıyı gösterebilmiş olmakla, diğer bireylerden ve toplumdan farklılaşabilmişliğin haklı(!) rütbesi.

Hemen hemen hep öyledir; yükseklik baş döndürür.

Ve kesilmiş koyun başı gibi bakarsa zaman; yabani mandanın üstüne on aslanın çullanmasını sadomazo tünellerinden kayıtsızca izleyebilir, hatta bundan akılalmaz bir haz bile duyabilirler. Dikkat; zamanla da oynuyorlar! Zamanın ağzına etmeye çalışıyorlar. Oysa Metin Güven bir telefon konuşmamızda “Bir dakikada” demişti. “yirmi çocuk ölüyor!”

“Ölsün…”

Belki bazı sanat insanları salt bu düşünceyle çık(arıldı)tı(lar) köşklerine. Ama tıpkı Hızır Paşa gibi yanıldılar. Onlara o payeyi sunan katil düzen her türlü üstyapısal önlemlerini de almıştı elbet. Büyük ve muhkem bir tuzak kurmuştu sanata ve sanat insanına.

İyi de aymazdan sanatçı olur mu?

Her şeyden önce, sırça köşke yalnız gitmeyecekti, sanatsal üretimini, elini, ayağını, kolunu, dilini sıkı sıkıya bağlayan sistemsel prangalarını da götürecekti. O atmosfere bulayacak ve kaynağına yabancılaştıracaktı.

Sanatçısının sanatına yabancılaşmasıysa ayrı bir faciadır.

“Olsun…” Nasılsa Irak’ta, Guatemala’da, Sudan’da ve dünyanın birçok yerinde dolar, euro üreten savaş çarkları sanatı da, onun büyüklü küçüklü insanını da hal yoluna koyuyor; etini kavurup yağını alıyor.

Öyle, ya da böyle bir kez tırmandı mı sanat insanı “sırça köşk”e, merdiveni çekilir öteye. İletişimi kesilir yaşam ve onun her türden unsurlarıyla.

Tuzaklar bazıları düşsün diye kurulur zaten.

“Düşsünler elbet, bu iyidir!”

O noktada Sırça Köşk’ün konuklarının yaşama etkin katılımı söz konusu olamayacaktı elbet. Çevresi tutuşturulmuş bir akrebin yazgısını yaşamaktan öte bir şeyler düşünebilme yetisi de körelecekti zamanla. İnsana, topluma, çevreye olduğu gibi, kendisine de yabancılaşacaktı sonunda. Böylece “sanat” kavramının içeriğine sanatın kendisine ve sanatsal üretimlere de yabancılaşacaktı.

Bu bir intihardı kendini bilene. Ama dayatılmış bir intihar! Ne çok intiharlar yaşanmıştır, yaşanmaktadır sanat dünyasında!...

“İntihar da iyidir, etsinler!”

Olan oldu:”Sırça Köşk” kavramı içini böyle doldurdu. Büyük bir boşlukla...

Aklımın almadığı nedir, biliyor musunuz?

Yaşama yabancı olanın yaşamı yeniden üretmedeki iddiası. Nasıl söz konusu olabilir bu? Köşkü yeniden üretmek çabası mıdır artık köşk konuklarının sanat kısırdöngüsünün adı? Estetiğin güzellik bilimi olduğu yalan galiba, yoksa adı “sanatçı” olanın ne işi olabilir Fukuyama mezarlığında.

“Öyle deme, Fukuyama iyi insandır!”

Her şeye yabancı...

Doğal olarak “erdem”e ve “erdemselliğe” de yabancı...

Ne kaldı geriye?...

Şairlik mi örneğin? Yazarlık, ressamlık, ya da heykeltıraşlık mı?

Sürekli uyumsuzluk, sürekli kaçış, sürekli küçümseme, sürekli “bencillik”... Belki bir im üstünde başında, giyiminde kuşamında, belki de bir gün “insansız” bir yerlerde bir çift keskin söz... Tüy taksınlar kel kafalarının yanlarındaki kulaklarına ki, kulak kulaklığıyla övünebilsin hiç değilse.

“Kulağa da gerek yok çağımızda.Tele’si var…”

Çatıştırılmaya çalışılan farklı uygarlıkların bireşimi olacağına inanmak zorunda olduğumuz yeni uygarlığın hızla geliştiği günümüzde “sırça köşk”ün en azından kendi içsel bakışıyla onursal duruşunu bulma olanağımız kalmamıştır.

“Onur mu dediniz?”

Öyle de olsa sanat var ve hatta yaşam içinde çok daha geniş bir yer bulmaktadır kendine. O kadar ki, feodal ağa artığı kapitalistler (kentsoylu demiyorum, sözcük ona haksızca “soylu” namını vermiş çünkü ve bu türden kapitalistler soysuzdur) bile kendilerine sanat yamamaya çalışıyorlar sürekli. Onu ranta çevirebilecekleri bilinci, doğal olarak onursal değer ve saygınlık kazandırdığının da ayrımına vardırıyordu çünkü alıcısını.

Ama sessiz olsun sanat dediğin, ağızsız, dilsiz; dudaksız olsun, anlamsız, elsiz, kolsuz; sözsüz olsun, eylemsiz… Sizin Huntington’la ne gibi bir yakınlığınız, bağınız, ortaklığınız olabilir ey şairler, öykücüler, yaşam kaçkınları?

“Huntington deyip geçme; piridir allem kulemin, alavere dalaverenin ve de bilcümle eğreti otlarının babası ve anasıdır!”

Kısacası sanat da var toplumsal karşıtlıklar da. Her ikisi de değişim geçirmekte. Temel karakterlerini korumakla birlikte çeşitlenmekte, biçim ve biçem değiştirmekte, farklı teknikleri gereksinmekte, farklı etkenlerden etkilenmekte, farklı sanatçılar ve sanatlar gereksinmekte…

“Sırça Köşk” kavramı da bu değişim ve gelişimden nasibini alacaktı elbet.

“Postmodern” postuna bürünecekti sonunda. Tam anlamıyla da kuzu postuna bürünmüş kurt olarak...

Şimdi durum daha vahim ve tehlikeli!

Öylesine ki, çok gizli, ama çok güçlü bir el adamın ve kadının şairliğini elinden alıp “artist” yapabiliyor. Ya da örneğin roman yazarı... Şiir gitti, yazdığı roman değil, övgüsü bol, parası bol, sanatı kıt, esen her rüzgârda yer değiştirmeye koşulu... Yine o el; adam toplumcu konuşup postmodern yazıyor, iyi de yazıyor doğrusu. Dili düzgün, anlatımı derin... Mangalda kül bırakmıyor, ama ne mangal var aslında, ne ateş, ne de kül.

“Belki de ”sanat” dediğin de onunkisi kimbilir.”

Hadi canım sende, hadi, hadi!...



Amanos Yazıları Dergisi, Mart-Nisan 2010, sayı:1
POSTİSLAM KÜLTÜRÜ

ya da

İSALAMİ FAŞİZM

I.

Aslında “halkın motiflerinden yararlanan anlamındaki “pop” sözcüğüyle, “halkın beğenisine uygun” anlamına gelen “popüler” sözcüğünün, “insanoğlunun yarattığı her şey” anlamındaki “kültür” (Türkçesi “ekin”) sözcüğüyle birleşmesinden oluşan bir kavramdır popüler kültür.” Klasik anlamda halka dair olanları anlatır.



Ancak ileri emperyalizm çağını yaşayan kapitalizm, daha başından itibaren; sömürü temeline dayalı ekonomik altyapısına en uygun (sömürtücü) üstyapı kurumlarını oluşturmak ve sürdürebilmek için yabancılaştırma programı”nın ilk maddesine kültürü almış, ürettiği “tüketim toplumu modeli”ne uyumlu hale getirebilmek amacıyla klasik anlamını sulandırmış, içini boşaltmış, toplumların gerici (dini, etnik) birikimlerinin de desteğiyle, halka (halkın kendi gücüne inancını ve güvenini paramparça etsin diye) günübirlik tüketilen bir tür uyuşturucu gibi sunmuştur.

Bu olgunun yakın çağımızdaki kültürel adı “küresel kültür”, ideolojik adı da “modernite”dir.

Ülkemiz modernitesinin karakteri öz itibariyle klasik anlamına uygun biçimde yürümekle birlikte içerik “dincileştirilmeye çalışıldığı için ortaya tam olarak bir “kültürel-ideolojik ucube” biçemi çıkmıştır. Bu ucubenin erki, “ne candan ne de yardan” vazgeçmek istemeyen yapısı/biçemi gereği çağdaş yaşamın gereksinmelerine yanıt veremediği için yöntem olarak (ona nasip olan) günah, cennet, cehennem korkutması, kader ve şükür ikizini, takiyye adlı yalan yöntemini ve bütün bu gizemli güçlerinin tükendiği noktada da, “cihat”, “katli vacip” (“domuz bağı”, “ateşle yakma”) v.b. “tarihsel, ilkel zoru kullanmaktadır.

Birincinin örneği, Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Mısır, Fas, Tunus, Cezayir, Libya gibi İslam ülkelerinde “Allahu ekber!” diyerek gece gündüz kan dökmekte; ikincinin örneği de bütün bu ülkelerde ve ülkemizde olduğu gibi İslami söylemleri kullanarak kapitalist sömürünün çok daha vahşi biçimde sürmesini sağlamaktadır.


II.

İnsanoğlunun yarattığı her şeyin, yani kültürün günübirlik tüketime dönük olması, bu amaçla üretilmesi öncelikle insanın yadsınması ve kendine yabancılaştırılması anlamına gelir. Buradaki asıl ve gizli amaç “tabular silsilesini bilinç üstünde tutmaktır. Çünkü en büyük ve en kolay dinsel duygu sömürüsü tabular üzerinden yürütülmektedir. Yunus Emre’yi düz bir köylü mantığıyla “kaderci evliya”, Osmanlı’yı kutsal ecdadımız hamasetiyle insan üstü, devletler üstü olarak gösteren mantık, sömürüye bilinçle hizmet etmektedir.

Birincisi, sömürülenlerin sömürüyü kader olarak kabullenmesini ve buna şükretmesini sağlamak; ikincisi devlete ve ona egemen olanlara kayıtsız koşulsuz boyun eğmeyi, itaat etmeyi dayatmak içindir.

İçinizdeki Öküze Oha Deyin” adlı kitabın yazarı Bülent Akyürek şöyle diyor: “Modern insan evinden adımını dışarı attığı andan başlayarak gördüğü her şeye sahip olmak ister. Gördüğü kadına, paraya, arabaya…” Modernitenin etiğinin (ahlakının) olmadığı gerçeğini doğru saptayan bu tümcenin içeriğine “Oha!” İyi de günübirlik okunup bir kenara atılmadan önce yazarına para kazandırsın diye içine sapla samanı sıkış tepiş doldurduğu tepeden tırnağa yazgıcılık kokan, imamvari vaaz dolu kitabına ve yazarın pragmatizmine ne diyeceğiz? Bir “ Oha!” da ona mı?

Sonrası Süpermen, Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi çocuk yazını sanayii”, Best Sellerler, spiritüel-tinsel- kitaplar… Ya da “Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi”, “Ferrarisini Satan Adam”, “Çekim yasası” zırvasıyla insan beynini uyuşturmaya çalışan “The Sıkret,Sır” v.b… Ama bütün bunların üstünde, ötesinde ve en çok okunması gerçeğini de anımsatarak belirtmek gerekir ki bir de Kur’an… Milyarlarca Kur’an okuru var dünyada, Kur’anın anlamını, telaffuzunu bilmeden okuyan milyarlarca Kur’an cahili.

İş, okurun zamanını çar çur etmesiyle bitmiyor. En çok da çocuklara, gençlere okutuluyor bu kitaplar; yaşken eğiliyor fidanlar boşluğa, bomboşluğa, hiçliğe, hiçbir şeyliğe, mistisizme, narsizme… Günah, cennet, cehennem ve Allah korkusuna; acınacak yoksulluğuna bile, kader diyerek şükretmeye…

Bu türden modern kitap, dergi, film, televizyon v.b iletişim araçlarıyla topluma pompalanan modernite” böyle bir olgudur, bütün bunları öğütler çaktırmadan: Önünüze çıkan her şeyi harcayın, tüketin, yenisini alın… Kadının, erkeğin, emekçinin, namuslu düşün insanının, yazarın onurunu, çocuğun masumiyetini çiğneyin… Viskiyi, dostluğu, aşkı, anneyi, amcayı, şiiri, dini… Geriye hiçbir şey kalmasın. Çünkü hiçbir şeyin hiçbir şeyle ilgisi yoktur. Değeri de yoktur, anlamı da.

Oysa Kızılderili bilgenin dediği gibi, “doğa bize babamızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldığımızdır.” İnsan doğası da buna dahildir elbet.

Öyle de olsa söz konusu davranışlara kaynaklık eden “felsefesizlik felsefesi”nin temel ilkeleri de şöyle özetlenebilir: Ekonomi-politik okunmasın, emek-sermaye çelişkisi öğrenilmesin, altyapı-üstyapı ilişkisini bilinmesin, felsefe, sosyoloji, biyoloji, teoloji konuları için kafa yorulmasın, gerçek sanatla, yazın(edebiyat)la ilgilenilmesin, sömürü, yalan, talan, şiddet, işkence v.b. olguların farkında bile olunmasın. Bir tanesi okunduğunda bütün bir yaşam (hatta öbür yaşam bile) kurtulacakmış gibi dayatılan “kişisel gelişim kitapları”yla, Kur’an, hadis ve menkıbelerle; futbol maçları ve mitleriyle başı sonu gelmeyen, saçma sapan dizi filmlerle oyalanılsın.

III.


Bu modele dair ilişkiler ağının kurulması ve en üst düzeyde örgütlenmesi tamamlanmıştır. Başlangıcı 16. yüzyıla dayanan popüler kültür oluşumu son çözümlemede; emperyalizmin sanat ideolojisi, küreselleşmenin kültür-sanat düzlemi olan “postmodernizm”e dönüşmüştür. Altyapısı, insan-meta ilişkisinin kapitalist davranış biçimi olan meta fetişizmidir. İnsan ilişkilerinin, doğasının ve davranışlarının yalnızca parayla-pulla ölçüldüğü bir sosyo-ekonomik davranış modeli gelişmiştir. “İnsan”ın dibe vurmuş halidir bu. Dibe vurmuş “postmodern birey”i “temel içgüdü” yönlendirmektedir. Birey; niteliğe, akla, insani ve evrensel değerlere, doğaya, hatta bu dünyaya yabancılaş(tırıl)mıştır. Gançarov’un Oblomov’udur; yemeye, seks yapmaya, namaz kılmaya, şükretmeye ve uyumaya dairdir yaşam belirtileri. T/s/g/özsüzdür.

Sermayenin maddi üretim süreçlerinin, ideolojisinin ve iktidarlarının gereksinmesi nedeniyle “modernite”, sanatı da dönüştürerek kullanmak durumundadır. Örneğin, aslında halka dair bir kavram olan popüler kültürün müzik dalının içinde türkü yoktur; pop, arabesk, fantezi vb. vardır. Niteliksiz ama yaygın, özsüz ama süslü. Çünkü popüler kültürün motifleriyle halısını, kilimini dokuyan, “ekin” eken, çok üretip az tüketen köylülük anlayışı çözülüp dağılan feodaliteyle birlikte yerini kapitalizme, burjuvaziye bırakmış, köyler kentleşmiş, doğaya daha yakın değerler paramparça edilmiş, bütünlük, uyum, öz-biçim dengesi bozulmuştur. Moda, spor, özellikle kapitalizmin yeni dini futbol, s/g/özcüsü medya üretilmiş; sanatın diğer dalları ve edebiyat kendi içine hapsedilmiştir. Bütün bunlara teknoloji, diğer iletişim unsurları ve reklam da eklenince Adorno’nun dediği gerçekleşmiştir: Özetle, beğenilmeyen, istenilmeyen, hatta gereksinilmeyenler bile tüket(tir)ilmektedir. Aslında hep var olan, kendini duyumsatan ama doğal yollardan karşılanamayan kültürel gereksinmeyse estetikten yoksun kaba saba popüler kültür ürünleriyle karşılanmaktadır.

IV.

Proje başarıyla yürüdü, yürüyor; modernite” insanla, bireyle birlikte kendini de tüketmeye durdu ve II.Paylaşım Savaşı’ndan sonra sürecini tamamladı. Şimdilerde çok daha yeni bir kültür ve ona bağlı yaşam biçimiyle iç içeyiz. Modern, değil “postmodern kültür”dür bu. Kısaca, “postkültür.” Bireysel-toplumsal davranışlarımızın en son biçimlendiricisi ve hatta egemeni. Beslendiği ve dayandığı en önemli kaynaksa din ve bilim, din ve çağdaşlık, birey ve toplum çatışmasının parçaladığı insan ve onun psikolojisidir. Hacca gitmiş olduğu halde modern yaşamın dayatmaları yüzünden yalan söyleyen, hile yapan; katıksız Müslüman olduğunu savladığı halde faiz yiyen ya da yediğini bildiği halde yemediğini söyleyen; beş vakit namaz kılmak istediği halde iş, yaşam ve zaman koşulları yüzünden bunu yapamayan ya da beş vakit namaz kıldığı halde on vakit dedikodu yapan, yalan söyleyen, sömürü çarkını çeviren; Müslümanlığıyla övündüğü halde alkol alan; ekonomik rekabet ortamında yarıştıklarını rahatlıkla harcayabilen, iki yüzlülük yapabilen, yoğun trafik ya da borç harç yüzünden sinir sistemi sağlığını koruyamayarak saldıran, küfreden, savaşa, çatışmaya, kıyıma, kırıma çanak tutan ya da gerekçe üreten v.b. postmodern, insanın ve o insanın yarattığı postislamın, postmodernizm tarafından kolayca kullanıldığı somut bir gerçekliktir.



Temel ilkelerini şu başlıklar altında özetleyebiliriz: Dil, nesnel gerçekliği yansıtamaz. Zaten nesnel gerçeklik diye bir şey yoktur. Nesnellik, insan, özne, fiil(yüklem) de yoktur. Bütünsellik, biçem, evrensellik ve bilgi gereksizdir. Yaşam dogmalarla, dogmaların en yaygın ve etkili olan din gücüyle yönetilebilir. Aslolan bu dünya değil, sonsuzca sürüp gidecek olan öbür dünyadır… Eleştiri, kuşku ve reform şirk koşmaktır, günahtır…

1980 askeri darbesinden sonra ülkemizde de gelişmesi hızlanan, sıkıyönetimlerle, OHA(L)-olağanüstü hal-lerle pekişen, hatta egemen olan postkültür çağı”, yaşantımızı bu ilkelere uygun olarak hücrelere bölmüş (ve biçemsizce) formatlamıştır. Bunun en somut örneğiyse ülkenin yönetim erkinin, yıllar sonra da olsa darbe felsefesince savunulan bir anlayışın eline geçmiş olmasıdır. Doğrusu postkültürün ve posislamkültürünün kendisi de tam anlamıyla bir ucubedir. Dinin insani, iyi yanlarına hizmet edemez çünkü o zaman bir biçimde, içinde büyüdüğü sistemle çelişerek elde ettiği maddi, manevi mevzileri kaybedebilir; tam anlamıyla çağdaş ve demokrat olamaz, çünkü o zaman da din sömürüsü yapamaz, din sömürüsü temeline dayanan bir erk olamaz.

“Kültür sözcüğünü duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor, elim tabancama gidiyor,” diyen Hitlerin Savaş Bakanı, General Göbbels şimdilerde yaşamış olsaydı, “popüler kültür” olgusundan büyük bir hoşnutluk duyar, postkültür” olgusundan mutlanır, İslam dinini egemen olduğu toplumların doğurduğu postislamkültürünü kendi dinine uyarlamaya çalışarak posthıristiyankültürünün üretilebilmesi için birkaç milyon insanın daha vahşice öldürülmesi için elinden geleni yapardı.

İnsanın insanlaşabilmesi, erdeme ulaşabilmesi yolunda birincil etken olan sanat ürünlerinin, tükürülmesi gereken ucubeler olduğunu bağıra bağıra söyleyen ve ilk fırsatta yerle bir eden postislamucubepolitikaların muhafazakardemokrat(!) savunucuları, beslendikleri sistem içinde, alttan alta yalnızca kendilerinin insan gibi yaşaması, diğer insanların kendilerine ve birbirine yabancılaşması, ama herkesin dine ve onlara(dincilere, dindarlara) tabi olması projesini yaşama geçirmeye çalışmakta ama takiyye yaparak bunun tersini savunmaktadırlar.

V.

*En mükemmel ideoloji (din, düzen vb.) İslamiyetse, neden en kalkınmış, gelişmiş ülkeler, İslam ülkeleri değil? Ya da İslam ülkelerindeki sefaletin, boğuşmanın, gaddarlığın, cehaletin asıl nedeni nedir?



*Bin dört yüz yıldır insanları eğitmeye çalışan İslamiyet neyi başarmıştır? Postmodern yöntemleri kullanarak tarihten bazı alıntılar yapmadan, bugün ulaşılan sonuçlara bakıldığında İslam ülkeleri bilimsel gelişmenin neresinde görünüyor? Doruğunda mı?

*Sanatın her dalındaki, özellikle de müzikte, resimde, balede, tiyatroda, operada, romanda, en büyük yapıtları İslami sanatçılar mı üretmiştir? Oransal olarak gerçek durum nedir? Neden özellikle Müslümanlar, insanı insan eden asıl unsura, yani sanata karşıdırlar? Neden tükürüyorlar, neden yıkıyorlar, neden Taliban’ın Afganistan’da yaptığı gibi doğa heykelini bombalıyorlar? Ya da Ankara’daki bir heykele tükürüyor, Kars’taki bir heykeli “ucube” diyerek yıktırıyorlar?

*Müslümanlığın hangi şartları, farzları ya da kuralları çağa uymuyor? Ekonomiyle, faizle ilgili olanı mı, barışla ilgili olanı mı? İmana, şüküre, kadere, kadına ve özgürlüğe dair kuralları mı? Çocuklara, gençlere, kadınlara bakış açısı mı? Günah teorisi mi? Öbür dünya; cennet, cehennem, araf varsayımları mı? Talak, takiyye, tanıklık (3T) kurumları mı?

*Her iki halde de insanları paramparça ettikleri unutulmadan; “Allahu ekber”, diyerek bomba atan mı, “Allahu ekber” diyerek karşılık veren mi daha iyi Müslümandır? Barış mı İslamiyetin karakterine daha uygundur savaş mı?

*İslamiyet-çocuk ilişkisi, pedegojik ve psikolojik açıdan hangi durumdadır? Teoride ve pratikte karşılaşılan gerçekler, sorunlar nelerdir?

*İlk buyruğu “oku!” olan İslamiyet’in İslamları neden kitap okumazlar? Yoksa, kulların okumamamları için kasıtlı olarak mı “buyruk” olarak başlanmıştır söze? İştede nesenel sonuç: Okur yazarlık ve kitap okuma alışkanlığı oranının en düşük olduğu toplumlar İslam ülkelerinde yaşayanlardır. Okuyan batı toplumlarıyla okumayan doğu toplumları arasındaki büyük fark da bir başka nesnel sonuçtur.

*Dinlerin ve bu arada İslam dininin bunca olumsuzluklarına karşın ateist olabilmek de onca güçtür. Neden? Yalnızca İslami baskılar, yasaklar ve cezalar yüzünden mi? Sıkça kullanıldığı biçimiyle, Allah korkusundan mı?

VI.


Ateist olma isteğini, giysileri ıslanmış bir insanın kurumak isteğiyle özdeşleştirerek bakalım:

-Doğar doğmaz, kulağa ezan okunarak başlar ıslanma faslı. Sünnet törenleriyle sürüp gider. Sünnet olayı tek başına bütün yaşamı uzun erimli etkileyecek kadar büyük, travmatik ve yıkıcı psikolojik etkisi olan bir sulama biçimidir. (Kurt koyunu yaralar ve kaçar; koyun, kurtarıcısını bulduğunu sanarak onun ardından gider ve …)

-Günde beş vakit (sabah, öğlen, ikindi, akşam ve yatsı), hem de yukarıdan aşağı, tepesinden tabanına ıslatacak biçimde en yüksek desibelden, gür bir suyun (ezanın) üstüne boşalması ve her kezinde namaza durarak kuru kalan yerlerinin de ıslatılmasıyla gün içinde de sürüp gider… Sabah ıslatılır, öğlene kadar kurudu kuruyacak derken öğlen ıslatılır, kurudu kuruyacak derken ikindi, akşam ve hatta gece (yatsı) bile ıslatılır. Cuma günleri öğlen vakti çok daha gür bir suyla ıslatılır.

-Hutbelerde, vaazlarda, irşatlarda, hatim seanslarında, hatim secdelerinde, Mevlit okumalarında, Mirac ve kandil gecelerinde. İlahilerde, semalarda, semahlarda…

-Yalnızca ezan ve cami içi etkinliklerle ıslatılmakla yetinilmez, sular bazen de mikrofon açık tutularak cami dışına da sıçratılır ve bu yolla da Müslüman ıslatılır. Din eğitimi, öğretimi veren kurumlarda, sokaklara kadar yayılmış, pek çoğu da İslam cahili, küçücük kızlara öğretmeye çalıştıkları Kur’anın tecvitini bile bilmeyen kadınların elinde kalan Kur’an kurslarında, tarikat, cemaat yurtlarında, mahalle sohbetlerinde, muhafazakar kurum ve kuruluşların her türlü etkinliklerinde…

-Devlet ve muhafazakar medya (televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap) yayınlarında, sanal alemde, dijital dokümanlarda…

-Ramazanda, otuz gün boyunca oruç tutularak, nafile ibadetlere ağırlık verilerek, ek olarak iftar ve imsak zamanlarında da ıslatılır. Teravih zamanlarında yoğunlaştırılmış olarak, sabaha kadar asla kuruyamayacak kadar ıslatılır.

-Aylar süren hac ve umre süreçlerinde…

-Zekat, fitre, kurban seanslarında…

-Nikahlarda, düğünlerde, zifaf öncesinde, dini bayramlarda, savaşlarda, ağıt ve askere uğurlama törenlerinde, “Peygamber Ocağı” denen askerlik ocağında…

-Herhangi bir işe başlarken, evden adımını dışarı atarken…

-Çocuk kitaplarında, Namaz Hocalarında, öbür dünya; cennet, cehennem, cenk hikâyelerinde…

-Cenaze törenlerinde… Ölüsü bile ıslanır Müslüman olanın: Üçünde, yedisinde, kırkında, elli ikisinde, mezar ziyaretlerinde…

-Batıl inançlarda, beddualarda (Allah evine ateş salsın! gibisinden…)

-Kadınlar birkaç kat daha etkili ve yoğun biçimde ıslatılır.

*Sonuç: Bütün bir yılın içini dolduran bunca töhmete can (kişilik mi) mı dayanır, beyin mi, psikoloji mi? Üstelik, tamamladığı çağının ötesinde bir yerde, sürekli uyumsuzluklar, çelişkiler ve çatışmalar içinde… Psikolojisi bozulmaz mı insanın? Bunca soyut baskı yöntemlerinden, somut ritüellerden sonra nasıl kurutsun ki insan dediğin üstünü, başını, bedenini? Kurutamaz ya da kurutması bu kadar güç olur işte.

Böyle bir sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik sistemin günümüzde kazandığı biçim itibariyle adı ne olabilir?

İslami Faşizm mi?




Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin