4.ANTAKYA BİLİM- SANAT VE EDEBİYAT GÜNLERİ
(28-29-30 NİSAN 2006)
27 Nisan 2006
Bir kez daha Antakya’dayım. Bir kez daha dostlar sofrasında… Mehmet Karasu’dan başka bir can dostum daha var orada; Musa Artar. Yine o karşıladı beni. Küçük kızı Ada bir kez daha “aaa Şaban amcam gelmiş,” diyerek gül gibi gülümsedi, koşup boynuma sarıldı. Büyük kızı Deniz yakında yapılacak düğününün heyecanıyla davetini bildirdi. Memet de her zamanki ağırbaşlılığıyla saygısını, sevgisini sundu. Hemen ardından Ferdane hanımın hazırladığı geçen yıldan ünlü kahvaltı sofrasına oturduk. Sıra Mehmet Karasu’yu aramaya gelmişti. Arayıp geldiğimi bildirdim.”Hoş geldin,” diyerek 4. Antakya Bilim-Sanat ve Edebiyat Günleri’ne katılmak üzere Antakya’ya ulaşan yazın-sanat insanlarından söz etti kısaca.
Bir değerbilirlik adına belirtmeliyim ki, Antakya’yı olduğu gibi tümüyle ülkemizi onurlandıran bu etkinliklerin varlık nedeni Mehmet Karasu adlı bir gönül, bilgi ve bilinç adamı. Yalnızca Antakya’nın, Türkiye’nin değil, neredeyse ortadoğunun yetiştirdiği seçkin bilim insanlarını ve sanatçıları bir araya getirmeyi başaran bu cömert eli, cesur yüreği kutsuyorum, kutluyorum.
İşte tam da bu yüzden, yarınımız çok daha güzel olacak…
ÇOCUK YAZINI NOTLARI:
28 Nisan 2006
Çocuk yazını son yıllardaki tutkum. Çünkü çocukluğu olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz. Bugünün çocuklarını ve gençlerini sağlıklı yazın ürünleriyle buluşturabildiğimiz ölçüde geleceğin sağlıklı okurlarını ve bilinçli insanını yetiştirebiliriz.
Çocuk yazını “4. Antakya Edebiyat Günleri”nin de tutkusu. Temel konu olarak bu alanı seçişinden belli. Değil mi ki bu çerçevede düzenlenen “Çocuk Yazını” konulu panelin konuşmacıları ağız birliği etmişçesine; çocuk yazınının ülkemizde ve dünyada hak ettiği yerde olmadığı belirttiler.
Antakya Ticaret ve Sanayi Odası toplantı salonunda düzenlenen ve şair Mustafa Köz’ün yönettiği “Çocuk Yazını” konulu panele, Suriye’den Meryem Hayrbek ve Nazmiye Ekrad ile Türkiye’den Necdet Neydim, Ali Gültekin, Medine Sivri, şair-yazar Gülsüm Cengiz, şair-yazar Şaban Akbaba konuşmacı olarak katıldı.
Suriye Arap Yazarlar Sendikası Üyesi Hayrbek, Suriye’de çocuk edebiyatının 1985’ten sonra büyük bir gelişme sağladığını belirtti. Hayrbek, “Bana göre çocuk edebiyatı şu an dünyada hak ettiği yerde değil. Bu kendi ülkem için de geçerli” dedi. Sosyalist edebiyatın Suriye edebiyatı üzerinde güçlü bir etki bıraktığını ifade eden Hayrbek, “Bu etki sadece Suriye için değil, tüm Ortadoğu için geçerlidir. 1960’lı yıllardan sonra sosyalist ülkelerin edebiyatının getirdiği ahlak ve kültür birikimi bizi çok derinden etkiledi. Aynı zamanda bu birikim edebiyatımıza çok büyük bir katkı sağlamıştır” diye konuştu. Hayrbek, Suriye edebiyatının, devletin bizzat desteklediği edebiyat ve kendi çabaları ile şahısların ortaya koyduğu edebiyat olarak ikiye ayrıldığını söyledi.
Suriyeli çocuk öyküleri yazarı Nazmiye Ekrad da, edebiyatın çocukların hayallerini geliştirdiğini belirterek, “Çocuklar dinledikleri hikayeleri baz alarak sorular çıkartır ve hayaller kurar. Bu nedenle çocuklarımıza mutlaka çocuk öyküleri okutmalıyız” dedi
Bilim insanları çocuk yazınının bilimsel-teorik yanına değinirken, örneğin Medine Sivri, çocukların yetiştirilmesinde ve eğitilmesinde masalların etkili olduğunu ve çocuğun kişiliğinin, kimliğinin olumlu yöne doğru evrilmesine ciddi katkılar yaptığını söyledi. Şair-yazar Gülsüm Cengiz çocuk yazınını kuşatan koşulları sergilerken ben de, özellikle ülkemizde çocuk yazınının; tahditli değilse bile tehditli yanımız olduğuna dikkat çektim. 12 Eylül sürecinde çocuk kitaplarını üstüne bastırılan damgada büyük harflerle şöyle yazıyordu:TAHDİTLİDİR. Neyse ki zamanla bu lanetli söz yaşamımızdan çıktı, ama bu kez de Harry Potter’ler ve “piyasa işi” çocuk kitapları girdi.
ANTAKYA’NIN İKİNCİ NEHRİ:ŞİİR
28-29 Nisan 2006
Doğru söylemek gerekir; Antakya’da şiir etkinliklerine gösterilen ilgi hepimizi tek tek şaşırttı.
Birinci günün akşamı Saklı Ev’deydik. İkinci günün akşamı da Harbiye Belediye’sinin bahçesinde. Açılıştan sonraki şiir etkinliğini Filsitin’in dünyaca bilinen sürgün şairi Halid Ebu Halid de onurlandırmıştı. Uzun,yeleli saçları, iri gövdesi ve uzun boyuyla İsrail’in üstüne düşüp canını çıkaracak heybetli bir yontu gibiydi Antakya’da. Onu, Arap Yazarlar Birliği Başkanı Ali Akle Orsan’ı, Ürdünlü sempatik şair Mohammad Migdady’i gibi şair ve yazarları dinlemek benim için ayrı bir onurdu. Ülkemin şairlerini görmezden gelecek değilim elbet; hepsinin adını anmasam da Enver Ercan’dan, Celal İnal’a, Metin Turan’dan Mustafa Köz’e, Sebahattin Yalkın’dan Adil Okay’a, Ayten Mutlu’dan.Ümit Yaşar Işıkhan’a Gülsüm Cengiz’den Bedran Cebiroğlu’na v.d birçok şairimizin şiiriyle buluştuk. Etkinliklerin her ikisi de yüzlerle anlatılabilecek kadar kalabalık şiirseverlerce izlendi. Akşamın serinliğine, oradan da gecenin gizemli yanına sinen Arapça-Türkçe şiir dizeleri birbirine eklene eklene şiirden nehirler oluşturdu. Her akşama bir nehir düştü böylece; derin ve serin. Asıl giz de Arap şairlerin kendi dillerinden okudukları şiirlerin yarattığı gizemli havada saklıydı. Şiirin ses, müzik, oylum özellikleri evrensel dilini oluşturuyordu demek ki. Sözlerini bire bir anlamasak da hangi şair hangi şiirinde yaşamın hangi rengini vermek istediyse onu çok net biçimde duyumsadık, algıladık, duygu dağarcığımıza kattık.
SORGULANAN İLLET:KİMLİK
29 Nisan 2006
Her biri ayrı bir değerde ve önemde olan etkinliklerden biri de “kimlik” sorunsalının irdelendiği paneldi. Panelde Emre Gökalp “milliyetçilik” konusuyla ilgili son derece de ilginç ve dişe dokunur görüşlerini sergiledi.”Milliyetçilik biz ve düşmanlarımız üzerine oturur” diyen Gökalp, “Milliyetçiliğin olmazsa olmazı iç ve dış düşmanlar yaratmaktır,”diye sürdürdü. Panele Hollanda’dan katılan Murat Tuncer, “Euro-ulusu, haçlı anlayışının geri gelmesi” olarak niteledi. Ayrıca Metin Turan, Cem Erdoğan, Celal İnal ve Osman Elbek’in konuşmaları da dinleyenlerin ilgisini çekti.
Sonuç olarak, kimliğin biraz da kişilik sorunu yarattığı ortaya çıktı.
ANTAKYA TRT FM’DE BİR DİLEK
30 Nisan 2006
Üçüncü günün benim için anlamı, konuk olarak çağrıldığım ve canlı olarak yayımlanan Antakya FM’de Antakya-Asi ve Şiir üçlüsü üzerine yaptığım söyleşiydi. Bir sürecin sonucuydu bu.
Amik Dergisi yayın Kurulu üyesi olan, dostum Musa Artar, bir süre önce aynı yayında benim Damar Dergisi’nde yayımlanan 2005 ANTAKA EDEBİYAT GÜNLERİ GÜNLÜKLERİ’me değinerek, oradaki isteğimi yineliyor:”Şaban Akbaba’nın Antakya Belediye Başkanı’ndan bir isteği vardı. Onun gerçekleşmesini ben de istiyorum,” diyor. Bunu Mehmet Karasu da bazı konuşmalarında yineliyor. O yazımda Antakya Belediye Başkanı’na seslenerek, Asi nehrinin Antakya içindeki kıyılarını kaplayan büyük beton blokların üzerine küçük şiirlerin, şiir dizelerinin yazılmasını istemiştim. Radyo bir fırsat daha vermişti bana, isteğimi yineledim. Bir kez de buradan sesleniyorum. Umarım Antakya Belediye Başkanı bir biçimde sesimi duyar ve belki de dünyada ilk olacak böylesi bir güzelliğe imza atar. Antakya gibi sanatsever bir kente de bu yakışır doğrusu.
EDEBİYAT GÜNLERİNİN ÖTEKİ YÜZÜ
1 Mayıs 2006
Türkiye Yazarlar Sendikası, Aalen-Antakya Kültür ve Sanat Kulübü Derneği ile Antakya Edebiyatçılar Topluluğu’nun ortak düzenlediği 4. Uluslararası Antakya Bilim-Sanat ve Edebiyat Günleri Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Enver Ercan’ın Antakya Temsilcilik binasını açması; Arap Yazarlar Birliği Başkanı Ali Akle Orsan ve üyelerinin, Kıbrıs Balkanlar Avrasya Türk Edebiyatları Vakfı Başkanı araştırmacı yazar İsmail Bozkurt ve yine ünü Türkiye dışına da taşmış yazar Nedim Gürsel gibi isimlerin katılımıyla daha bir anlam kazandı.
Antakyalı sanatsever iş insanlarının da desteğini alan program her adımda güzel ve başarılıydı. Bilimsel panellerden şiir akşamlarına, Antakya kitapçılarının yüz akı sanat söyleşilerinden sonra düzenlenen kent, köy ve sahil gezileri ve birlikte topluca yenen yemekler de anılmaya değerdi doğrusu. Her şeyden önce alanında dünya ikincisi olan Antakya Mozaik Müzesi’ni görmek gerçekten heyecan vericiydi. Devasa mozaiklerin tarihi görkemi ve kulağıma fısıldadığı gizler yüreğimi hoplattı, tüylerimi diken diken etti. Ne büyük bir birikim, ne göz alıcı görkem!
Ferdane hanımın kahvaltı sofralarıyla başlayan Antakyalı güzel günlerim, künefe tadında bir Antakya güzelinin, minik Ada’nın el sallamasıyla sonlandı. Ne kadar da güzeldi herkes ve her şey!
Damar Edebiyat Dergisi
BURSA 3. KİTAP FUARI GÜNLÜKLERİ
5 Mart 2005,Cumartesi:
Üç, iki, bir...
Bir’deyiz.Bursa 3. Kitap Fuarı yarın başlayacak. BUYAZ Yönetim Kurulu Üyesi ve Saymanı arkadaşım Ceyhun Erim ve Nadir Gezer’le telefon görüşmesi yaparak yarın erken Fuar’da buluşmayı kararlaştırıyoruz. Edebiyatçılar Derneği standını ziyarete, imzaya hazırlayacağız.
Sabah saat dokuz suları... Nadir Gezer’i ve ömrü boyunca taşımaktan haz duyduğu kitaplarıyla dolu çantalarını alıp Fuarın yolunu tutuyoruz. Dokuz buçuk sularında Ceyhun Erim’le buluşup Teknik Ofis’e gidiyoruz. Kendimizi tanıtıyor, standımız için gerekli malzeme listesini veriyor, hızla içeri geçip beklemeye koyuluyoruz. Ortalarda yüzünden, gözünden yorgunluk akan insanlar dolaşıyor. İşçisi, sürücüsü, yazarı, çizeriyle güzel insanlar...
Standımızın iki cepheli olmasına çok seviniyoruz. Çünkü geçen yıl olduğu gibi sıkışmayacak, konuklarımıza daha rahat çay sunacak, imzacılarımızı daha rahat ettirebileceğiz.
Kocaman bir sergi salonu var Fuarın. Tümüyle dolu. Dün akşamadan hazırlanarak üstleri örtülen kitaplar fırtına öncesi sessizliğin tadını çıkarıyor. Uludağ’ın sabah serinliğiyle konuk kitapların kokusu birbirine karışmış. Bir hoş ki!...
Biraz sonra da konuk yazıncıların, sanatçıların kokusu eklenecek bütün bunlara. Cennet kokacak Bursa’mız.
Öyle de oluyor. Yavaş yavaş geliyor konuklarımız.İlk tanıdık kişi olarak İsmet Arslan’la karşılaşıyoruz. Hüsam Kurt’la birlikte Berfin Standını açmak üzere geliyor, ilk “hoşgeldiniz”i ona diyoruz, hatta sarılıp öpüşüyoruz. Yorgun, ama ışıklı görünüyor. Sonra Aydın Şimşek, sonra da diğerleri geliyor sevgili üretimlerinin başına.
Cennet faslı güzel başlıyor. Kemal Selçuk’un Hüznün Kantosu adlı romanıyla ilgili konuşmasını dinliyor, sonra da Tahir Abacı, Ramis Dara ve Feridun Andaç’ın konuşmacı olarak katıldığı “Kent ve Edebiyat” konulu paneli izliyorum.
O gün bir de “facia”sı oluyor Fuarın. Kitabının adı bile bir dil faciası olan Cezmi Ersöz, çok ilginç bir zeka cambazlığı yapıyor, Can Yücel’in bir şiirini alet ederek cinselliğe, ciselliğin, kadının saygınlığına gölge düşürecek, hatta lekeleyecek denli, patavatsız bir konuşma yapıyor. Cinselliğin gizemini bozuyor… O kadar ki bazı kadınların “terbiyesiz!” diyerek tepki vermesine, bazı kadınların da salonu terk etmesine neden oluyor. Bravo!
6 Mart 2005,Pazar:
Nadir Gezer’i evinden alıyorum, Kitap Fuarı’nın yolunu tutuyoruz.Her sabah yaptığımız ve yapacağımız gibi Edebiyatçılar Derneği standını açıyor, temizliğini yapıyor, Bursalı yazıncıların kitaplarını düzenliyoruz. Kitaplar gecenin derin sessizliğinden sonra büyük bir merakla Fuarın ikinci gününe hazırlanıyor. Oldukça tenha sayılan ilk günden sonra ikinci gün nasıl olacak acaba?...
Derken yavaş yavaş ortalık şenleniyor.
Öğlenden sonra Doğan Kitapçılık’ın hazırladığı;Mario Levi yönetiminde Hakan Akdoğan, İnanç Çakıroğlu, Rıza Kıraç, Göksel Yılmaz’ın konuşmacı olarak katıldığı “Kent, Kültür ve Roman” konulu panele gidiyorum. Levi dışındakiler oldukça genç... Bu fark panel süresince kendini belli ediyor; Levi geniş bir bakış azçısı ve derinlikli yaklaşımlarıyla ilgi uyandırıyor. Gençler de güzel şeyler söylüyorlar. Ne ki, kente dair olmaktan çok kent-birey bağlamında kendileriyle başbaşa bir anlatım içinde kalarak birbirbirlerine benzer şeyler söylüyorlar. Biz izleyiciler de insansız, simgesiz ve sorunsuz kentlerle yüzyüze kalarak mutlu(!) oluyoruz.
Fuar programında “kent” izleği altı ayrı etkinliğe yayılmış olarak vurguluydu, bu yüzden üzerinde en çok konuşulan oldu, ama nedense hepsi de biraz böyleydi.
7 Mart 2005, Pazartesi:
Bugün, Hürriyet Bursa’nın günler öncesinden, Fuar etkinlik programından seçerek duyurduğu altı programdan biri olan “Bursalı Şairlerden Şiirler” adlı programı sunacağım. Doğrusu çok heyecanlıyım. Bunun en önemli nedeni, salonu doldurabileceğimize dair kanaatimdi. Çünkü hem etkinliğe katılacak şairlerin sayısı fazlaydı, hem hemen hepsi de Bursa’nın iyileriydi, hem de iyi bir ön çalışma yapmıştık.
Zaman geçip etkinliğin başlamasına dakikalar kalınca heyecanlanmakta ne kadar haklı olduğum da ortaya çıktı. Bir önceki etkinliğin son dakikalarından başlamak üzere salon hızla dolmaya başladı. Doldu, doldu...
Bu bir Edebiyatçılar Derneği etkinliğiydi ve salon pırıl pırl gençleri ağırlamaya durmuştu. İlköğretimli,liseli, üniversiteli gençleri… Şairlerimiz şiirlerini okumaya devam ederken salonda dolmaya devam etti. Halide Yıldırım, Nuri Demirci, Alev Kutluözen, Özlem Tezcan dertsiz, Yusuf Topçu, Hilmi Haşal, Yusuf Yağdıran, Halime Yıldız, Serdar Ünver, Aysel Ekiz ve Hüsam Kurt derken, salon taşmaya durdu. Bunun üzerine öğrencileri kürsünün önüne ve aradaki boşluklara davet ettim, oturmalarını istedim. Öyle yaptılar. Daha rahat ettiler. Aralıklı olarak gelip belli sürelerle etkinliği izleyen iki,üç lisenin öğrencilerini de sayarsak etkinliği yaklaşık olarak üç yüz kişinin izlemiş olabileceğini söyleyebilirim.
Fuarın belki de en kalabalık etkinliğiydi o gün paylaştığımız.
Paylaştıkça güzelleşmek bu olsa gerek.
Bir de üzüntüm oldu o gün:Kum Dergisi’nin düzenlediği “Öykücülerden Öyküler” adlı etkinlikle çakıştığımız için orada öykü okuyamadım.
8 Mart Salı:
Öğrenci akınının biraz daha yoğunlaşarak başlattığı bir gün olarak Fuara şen-şakrak başladık.Bu kez yanımda, Fuara gelmeden önce otobüsten aldığım bir konuğum da vardı:Adana’dan Arslan Bayır. Aykırı Sanat’ın yeni sayılarını, iki bidon şalgam suyunu ve Adana kokusunu da alıp gelmişti. Fuara vardığımızda Nadir Gezer’in standımızı açtığını, hazırladığını gördük ve hemen Arslan Bayır’a imza alanı açtık. Kitaplarını, dergilerini ve isimliğini yerleştirip başına oturttuk. O imzaya başladı, biz de Nadir Gezer’le söyleşiye.
Arslan Bayır öğlenden sonra da yine Edebiyatçılar Derneği olarak düzenlediğimiz, Bursa Yazın ve Sanat derneği (BUYAZ) olarak desteklediğimiz “Yazar ve Coğrafyası” konulu panelimize de konuşmacı olarak katılacaktı. Öyle de oldu.
Saat onüçte başlayan panelimizi Ramis Dara yönetti. Hilmi Haşal, Hakan Akdoğan, Nadir Gezer ve Arslan Bayır konuşmacı olarak yer aldı. Her ne kadar panelin sonunda sevgili Aydın Şimşek, “yazar ve coğrafyası” konusunu beğenmediğini” söylediyse de konuşmacılarımızı dinlediğimde gerçekten üzerinde çokça konuşulabilecek, varsıl bir konu üstünde olduğumuzu gördüm ve sevindim. Gerçekten de konuşmacıların her biri son derece de farklı ayrıntılarla paneli ilginç hale getirmeyi başardılar.
Sevincimin coşkumun bir nedeni de BUYAZ olarak yaptığımız, Latife Tekin, Özgen Seçkin ve Alper Akçam gibi değerli yazıncıların katıldığı ilk etkinliğimizin adının da bu olmasıydı:”Yazar Ve Coğrafyası.”
O etkinliğimiz de renkli geçmiş, izleyicisini kendine bağlamıştı.
Bu kez de öyle oldu. Kırk kadar izleyicinin etkin katılımıyla verimli bir ortam doğdu.
Aynı gün bir önceki panelden hemen sonra yine Kum Dergisi’nin düzenlediği “Susmalar ve Sesler bağlamında Aydın Şimşek Şiiri ve Anlayışı” konulu paneldeydik. Soruları ben soruyordum Aydın Şimşek’e. Bu arada, soruları sorabilmek için Aydın Şimşek’in “Sesler” adlı kitaplaşmamış dosyasını okumanın da bana nasip olduğunu belirtmeliyim. “Sesler”deki şiirleri bildiğim için şairi sorguladım:Susmalar’da zaman koşutluk varmış gibi gerçekten susmuş, susmasının “ödülü”nü de almış, ama “Sesler”de yeniden özüne dönerek konuşmaya durmuştu. Kısa bir zaman diliminde nasıl bir şizofreniydi bu? Sesler çıktığında bu soru mutlaka sorulacaktı, önce ben sordum. Öznel değerlendirmem de şöyleydi:”Susmalar” ve “Sesler” eytişimsel bir bütünü oluşturuyor aslında. O da yanıtını vermişti zaten. Ben haklıydım.
Anlaşılmaz olansa sevgili Yılmaz Yeşildağ’ın yaptığıydı. Fuarın son günü ansızın ortaya çıktı, geldi, “Aydın müritlerini yaratıyor” dedi asık bir suratla ve tam o sırada yanımızda biten Aydın’ın koluna girerek çekip gitti. Biraz haklı, ama çokça da anlayamadığımdı. Belki konu başlığı abartılıydı, ama yine de Yılmaz’ın tepkisi ve yüzündeki anlam çok daha abartılıydı.
9 Mart 2005, Çarşamba:
Gece sevgili konuğum Arslan Bayır’la enine boyuna söyleşmiştik. Özellikle Adana yazın ve sanat atmosferini merak ediyor olduğum için Aslan Bayır’dan bir hayli bilgi aldım. Mehmet Demirel Babacanoğlu dostumu anlatmasını istedim. Ortak dostlarımızdan Tacim Çiçek’in kulaklarını çınlattık. Geç saat uyuduktan sonra az bir uykuyla Fuarda olduk. Arslan Bayır imza için masaya oturdu. Edebiyatçılar Derneği standımızda Erdem Katırcıoğlu, Alev Kutluözen, Hilmi Haşal, Nadir Gezer ve Hüsam Kurt’un da imzası vardı. Onlarla merhabalaştıktan sonra Fuar gezisine, eş, dost ziyaretlerine çıktım. Sevgili Server Tanilli üstatla imza yerinde, Hüseyin Yurttaş’la, daha sonra Orhan Tüleylioğlu’yla da koridorda ayaküstü söyleştim.
Zaman geçtikçe ziyaretçi okulların sayısı artıyor, Fuar alanına oluk gibi öğrenci akıyordu. Akıntı giderek yoğunlaştı, hatta katılaştı desem yanlış olmaz. O kadar ki koridorlar yürünmez hale geldi.Bu ilgiden herkes hoşnuttu.
Öğlenden sonra Edebiyatçılar Derneği olarak hazırladığımız “Edebiyat Dünyasında Örgütlenme” konulu bir panelimiz daha vardı.
Melih Elal’ın yönettiği panele konuşmacı olarak Ramis Dara, Şaban Akbaba, Metin Turan ve Cevat Akkanat katıldı. Konuşmacılardan biri de Nuri Demirci’ydi ancak o, olağanüstü bir neden yüzünden katılamadı.
Özellikle üniversite öğrencilerinden oluşan otuz kadar izleyicinin izlediği bu panelimiz de güzel oldu. Özellikle Metin Turan gerçekten çok iyiydi. Diğer ülke yazar çizerlerinin sosyo-ekonomik durumlarıyla bizimkilerin durumunu bazı nesnel ölçütlerle karşılaştırarak ortaya koyması ilgiyle karşılandı. Doğrusu biz de Metin Turan’ın bu konuşmasından yararlandık.
10 Mart Perşembe:
Yine öğrenci tufanına yakalandık... Çokça kitap almayan, hatta çokça kitapla ilgilenmeyen, tırtıl gibi kayıp giden, giderken standalardaki kitapların düzenini, duruşunu alt-üst eden kalabalıklar olarak...
O gün üzüldüğüm şey;Yaşar Miraç’ı, Süleyman Diyaroğlu’nu izleyememek oldu. Çünkü o gün Ceylan Yayınları standında SEVGİ ANA adlı çocuklara şiirler kitabımı imzalıyordum.
11 Mart Cuma
Edebiyatçılar Derneği standında, hemen hemen her gün olduğu gibi bugün de sevgili genç şairimiz Yusuf Yağdıran var. Tıpkı Yunus’un Taptuk Emre tapınağına düzgün odun taşıması gibi, o da güzel kişiliğini taşıyıp duruyor buraya. Standımızı ziyaret eden dostlarımızla ilgileniyor, onlara çay yapıp sunuyor, bir gün Aydın Şimşek’le, bir gün Hilmi Haşal, Halide Yıldırım, ya da Halime Yıldız’la şiir üzerine, ya da örneğin Server Tanilli’yle eğitim üzerine konuşuyor.
O gün bir şeye çok seviniyorum; Fuar alanını gezerken Mehmet Güler’in adına rastlıyorum. İsimliğin arkasına top sakal, esmer yakışıklısı bir delikanlı… Mehmet Güler mi acaba? Nice yıldır biliriz birbirimizi, severiz de gıyabımıza, ama bir türlü yüz yüze gelemeyiz. Yaşam bizi hep teğet geçirir birbirimize, ötesine berisine savurarak buluşmamızı engeller… “Mehmet Güler?...” diye soruyorum. “Evet,” diyor. “Şaban Akbaba…” diyorum. Karşılıklı heyecanlanıyoruz. Ne güzeldi o an, anlatamam. An’lar güzeli!
Kesekağıdı Ustaları adlı çocuk kitabı kutsalım benim. Öyle dedim;”Kesekağıdu Ustaları”nın ustası, öyle mi?...”
Boşuna “benim cennetim” demiyorum Kitap Fuarı için.
12 Mart 2005,Cumartesi:
Cumartesi hiçbir etkinliğe gitmiyorum. Çünkü “Işığa Yolculuk” ve “Kolonya Kokulu Mendil” adlı çocuk kitabımı okuyup bitirmem gerekiyor. Neden mi?
Ceylan yayınları’nın yeni editörü Necati bey, öncelikle “Işığa Yolculuk”u, belki onunla birlikte, ya da ondan hemen sonra da Kolonya Kokulu Mendil’in ikinci baskısını yapacağını söyleyerek, bir kez daha beni biledi.
Değil mi ki öyle, “güzelin de güzeli var,” diyerek Işığa Yolculuk”u didiklemeye başlıyorum. Didiklemeli, gerekli gördüğüm düzeltmeleri yapmalı, eklemeli, ya da çıkarmalı, tamamlayıp yarın akşama teslim etmeliyim. Bütün gün aralıklı olarak bu işi yaptım. O arada biraz kitap imzaladım, biraz eş, dostla söyleştim…
O gün beni sevindiren bir başka neden de Ceylan Yayınları’nın bir önceki Editörü sevgili dostum, yazar Mukaddes Erdoğdu Çelik’in yeni yapıtı İşkencede Ve Hapiste: ”Üç Dönem Üç Kuşak Kadınlar imzalamak üzere Fuara gelmesi oldu. Çok iyi gördüm kendisini. Oldukça kapsamlı bir çalışmaya imza atmış olmanın dinamik huzuru vardı yüzünde.
13 Mart 2005 Pazar:
Hüzün günü…. Cennet bitiyor.
Standımızda sevgili ağabeyim ve dostum Nadir Gezer, Süleyman Diyaroğlu, Melih Elal, Ramis Dara, Nuri Demirci, Nursel Aras… Kimi kitap imzalıyor, kimi söyleşiyor… Yoğun bir trafik var. Vecdi Çıracıoğlu geliyor bir ara. BUYAZ Yönetimi’nden Ceyhun Erim arkadaşımızın çocukluk arkadaşı… Birbirlerine takılıp söyleşiyorlar, bizler de şenleniyoruz. Bursalı sanatseverler ve okur dostlarımız da bizi hiçbir gün yalnız bırakmadılar. Kimler gelmedi ki standımıza; Harun Cici’den Yahya Şimşek’e, Bedriye Sönmez’den Nevin Çelik’e, Eğitim-Sen Bursa Şube başkanı Saim Gültekin’den adlarını tek tek sayamayacağım öğretmen arkadaşalarıma…
Bütün bunlar güzeldi elbet. Ne ki şimdilik “veda” zamanı gelmişti. Bursa’mızı onurlandıran sevgili yazar, çizer, şair, sanatçı dostlarımızla yepyeni özlemlere kanat açmak, bir yıl sonra yeniden özlem gidermek üzere kucaklaştık.
Saat onsekize kadar böyle geçti zamanımız. Ama o dakikalardan başlayan devinim müthiş bir burukluğa neden oldu. Sanki bir yarış yapılıyordu. Düzeni çabucak bozma, karıştırma, ortalığı darmadağın etme, kirletme, toparlanma, paketleme, bir an önce oradan uzaklaşma yarışı… Öyle oldu. Düzen bozuldu, renkler soldu, yüzler asıldı, ortalık karmakarışık oldu, kitaplar korkuyla kaçışıp oraya buraya saklandı, klasik müzik sustu ve koca Fuar alanı yapayalnız ve ıssız bir çöl gibi kalakaldı oracıkta.
Ama bütün bunların üstüne açık kapılardan sızıp gelen tatlı esinti kulağıma şöyle fısıldadı:Bursa kitaba sahip çıktı, gelecek yıl yeniden buluşulacak nasılsa,fazla üzülme…
GURBETİN, UMUDUN VE GÖZLERİN BÖYLESİ
"Ben cezamı Türkiye'de çekmek istiyorum," diyor S.Y. Duyuyoruz, başka ülkeler, insanlarını dünyanın neresinde olursa olsun izliyor, onlara sahip çıkıyorlar. Konsoloslukları araya giriyor, Dışişleri Bakanları, hatta Başbakanları Bu bir insanlık görevidir, devlet görevidir. Türkiye'de doğup büyümüş, sonra kalkıp buralara gelmiş. Ama ne olmuş, nasıl olmuşsa suç işlemiş ve ceza alarak hapishaneye atılmış S.Y. Ama umudunu kesmemiş ne gelecekten, ne de ülkesinin bir gün görebileceği ilgisinden...
Akşam bana ulaştırılan bir görev olmuştu bu hapishane ziyareti. Bütün sabahlar, öğlenler, öğleden sonraları bitmişti de, akşamın alacası seçilmişti bunun için. İlgili kişinin evinden telefonla yazdırdığı bilgiler içinde gideceğim cezaevinin adresi foktu. Yalnızca telefon numarası vardı ve görüşmenin yarın sabah saat onda gerçekleşebileceği... Yani bana. Bütün hazırlıklarımı yapabilmem, cezaeviyle telefon iletişimi sağlayabilmem, adres ve oraya nasıl ulaşabileceğimle ilgili bilgileri alabilmem için yalnızca bir gece kalmıştı. Karanlık bir gece... Ne gideceğim yeri biliyordum, ne de yönü...
Ramazan Bayramı'nın ilk günüydü. Hamburg'dan oldukça uzakta ve sapa bir yerde bulunan cezaevine, yine aynı nedenlerle gerçekten de çok güç ulaşabildim. Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra vardığım son durakta Elazığlı birine rastlayınca . nasıl sevindim!... Sabahın erken saatiydi, taze taze bayramlaştıktan sonra, bana yardımcı olmasını istedim. İtemez olaydım!... Zaten telefon edecektim.
"Grünedeich durağında bekliyorum de" dedi ve bana da öyle dedirttikten sonra durağı göstererek ayrıldı.
Değil mi ki o durak, yakınlardaki bir köprü yapımı nedeniyle çok zamandır kullanılmıyormuş. Ben orada beklerken cezaevinin arabası gelip beni aramış, bulamayınca da geri dönüp gitmiş. Zenginiyle, yoksuluyla karabilmez, vurdumduymaz kişiliğimizin ülkeler aşırı bir yansımasıydı sabah sabah orada yaşadığım. Bizim insanlarımızdan biriydi o öyle ya!...Her şeyiyle bizden biri!
Sonuçta bana gösterilen odaya geçtikten kısa bir süre sonra Ş.A. adlı genç bir tutuklu geldi, bayramlaştık, söyleşmeye durduk. Daha on yedi yaşındaydı. Diğerlerine olduğu gibi ona da, suçunun niteliğiyle ilgili bir soru soramadım. Kıyamadım kısacası. Yalnızca siyasi mi, adli mı olduğunu sorduğumda "adli" olduğunu söylemişti. Tutuklanalı daha iki ay olmuştu. Mahkemesi altı ay içinde başlayacakmış. Ama hakimler isterse bu süreyi uzatabilirlermiş. "Bir isteğin var mı?" diye sorduğumda, "Hayır," dedi. "Yalnızca okumak için gazete ve kitap..."
Ondan az sonra gelen daşnıman M.S, tutukluların psikolojik durumlarını ve gereksinmelerini iyi biliyordu.
"Bu yalnızlığın nasıl olabileceğini düşününüz lütfen!... Her şeyden önce bizim insanımız yalnızlığa alışkın değildir. Oysa burada her bir kişi için bir oda var. Müthiş bir yalnızlık demektir bu," diyerek sözü aldı. "İnsanlarımıza, bu yalnızlıkları paylaşabilecekleri günlük bir gazete bile veremiyoruz."
Z.D. dediği de yirmi yaşında, Elazığ doğumlu bir genç tutukluydu. Onun mahkemesi de sürüyordu daha.
""Ben," dedi." Nişanlıyım. Evlenme kağıtlarımı Türkiye'den getirmiştim. Başıma bu gibi işler gelince evlenmeyi gerçekleştiremedik ve bu arada benim pasaportumun süresi doldu. Şimdi, buna ivedi olarak gereksinmem var.
Pasaportumun süresi uzatılmalı ki, ben de evlenebileyim. Benim isteğim de budur." Hauptschule (Alman Ortaokulu) mezunu olan Z.D. de şimdi ne yazık ki Elbe'nin kolları arasında kalan bir adadaki bu uzak cezaevinde sayısını bile daha bilmediği günlerini saymaktadır.
Üçü de nasıl pırıl pırıl gençlerdi, anlatamam... Nasıl bakıyorlardı öyle!... Nasıl suçsuz, nasıl sevecen, nasıl ışıklı... Üçüncünün de bakışları içime oturdu o görüşmemizde. Hele de S.Y'nin...
Devletinden beklentisinde öylesine bir haklılık vardı ki, öyle inanıyordu ki söylediklerine, ama öylesine de umarsızdı ki!... Birer ışık demeti gibi, inanılmaz derecede canlı, sevecen ve aydınlık bakan gözlerinden. S.Y'nin kolayca suç işleyecek bir yapının insanı olmadığı yine aynı kolaylıkla anlaşılıyordu. Ama sonuçta işlemiş. Belli ki suçu işleyen asıl özne koşullar olmuş. İçinde bulunduğu "gurbet koşulları" ...Şimdi orada büyük bir sahiplenme bekliyor devletinden. Uluslararası anlaşmalar devinime geçirecek ve uygulayacak büyüklükte bir ilgi...
Güneş ülkesinin güneş gözlü gençlerinin üçü de marangozluk işinde çalışıyorlar. "Bunların iyi bir öğrenimleri, belli bir meslekleri yok. Dışarı çıktıklarında ne yapacaklar, nasıl yapacaklar? ..." diye soruyor Danışman M.S.
Cezaevinin genel toplamının yüz yirmi kadar olduğunu, bu sayının üçte birini Türkiye insanının oluşturduğunu, bunların da en çok "hırsızlık ve uyuşturucu" suçundan buralara düştüklerini öğrendiğimde; insanımızın elin ülkesinde nasıl harcandığını daha iyi kavradım. Yangınlar düştü içime... Gariban her yerde, her zaman garibandı öyle ya... Kurtuluş Savaşı'nda da, Kore'de de, Kıbrıs'ta da savaşmaları için en öne, kurşun ıslıklarının içine atılırken; ülkenin refah paylaşımında, ucu taa buralara kadar da uzayan kuyruğun en arkasında bırakılmışlardı. Sonra da adları "uyuşturucu bağımlısı"na, "hırsız"a çıkmıştır. Ach so!(Ah yaa!...) derler Almanlar böylesi durumlar karşısında.
Böylesine apar topar olmuştu her şey, ama "eli boş, yüzü kara" da gidemezdim ki oraya. Okumak için aldığım kitaplardan bir miktar seçmiş, birkaç tane de kendi kitabımdan almıştım yanıma. O kitaplardan ikisi vardı ki benim için çok, ama çok değerliydi. Biri sevgili dostum şair, yazar Tacim Çiçek'in "Süremez Daima Hükmü Acının" adlı şiir kitabıydı ve "...uzaklaryakın olacak" diye bana yazmış, imzalamış, ta buralara kadar da göndermişti. İkincisi de, Almanya'ya ilk geldiğim yıl gittiğim Almanca kursundaki Alman öğretmenim Bay Schulz'un, şiire olan ilgimi bilmesi nedeniyle, bir İstanbul dönüşü (o şimdi hep İstanbullu... Çünkü Istanbul/Alman Lisesi'nde Almanca öğretmeni olarak çalışıyor) bana armağan olarak getirdiği bir kitaptı. Bekir Sıtkı Erdoğan'ın hem Almanca, hem de Türkçe olarak basılmış bir kitabı... Bu dostlarımın ikisinin de kulakları çınlasın!... Kendilerinden özür diliyorum, ama yapabileceğim başka bir şey yoktu. İyi ki bu kadarını bari yapmıştım. Nasıl sevindiler!... Sonra da, "Güneşi De Getir bize" adlı çocuk şiirleri kitabımdan "Tartıcı Kız Destanı" adlı şiirimi okudum. İlgiyle dinlediler ve kitapların bir kısmını hemen okumak üzere paylaştılar, diğerlerini de, kütüphaneye bırakmak üzere Danışman M.S. aldı.
Annesi de, babası da Mark'ın peşinden koştuğu, ya da bu kültürün çok boyutlu baskısına, etkisine, yarattığı sonuçlara dayanamayıp ayrıldıkları için boynunda anahtarıyla zamanın anlamını, önemini kavrayamadan, sokakların egemenliğine boyun eğmek zorunda kalarak, saman çöpü gibi amaçsızca , denetimsizce su yüzünden dolaşan çocuklarımızın geleceğinden de bir kesitti orada o üç kişiyle birlikte yaşadığım!... Böylesi bir gurbet ortamında, derin bir kuyuya atılmış lav parçaları gibi, alyans, elmas parçaları gibi ışıldayan umutlu gözlerin içinde...
Hamburg'un uzak bir köşesinde, Jork dolaylarında, Hahnöfersand'da bulunan "Jugendanstalt, Gençlik Kurumu" adlı "Cezaevi"nde yaşayan "Türkiyeli umutlar"ın sesini, umut sahiplerinin de umduğu ve dilediği gibi "Başbakanımız" bile duyarlar umarım. Gerçekte de olduğu gibi, saygı ve sevgi dolu bir selam gibi algılarlar...
"Aleykümselam..." derler sonra da elbet, kimbilir...
Dostları ilə paylaş: |