Osmanlı Kültürünün Eflak ve Boğdan’ın Yaşamına Etkisi


İstanbul Mescitleri / Şükrü Sönmezer - Selçuk Seçkin [s.139-148]



Yüklə 11,12 Mb.
səhifə15/105
tarix15.01.2019
ölçüsü11,12 Mb.
#96589
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   105

İstanbul Mescitleri / Şükrü Sönmezer - Selçuk Seçkin [s.139-148]


Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Bir ibadet yapısı olan mescitin mimari gelişimine değinmeden önce, terminolojik olarak ele almak gerekir. “Mescit” kelimesi etimolojik olarak Arapça kökenli olup, “dik durmak, baş eğmek, alnını yere koymak… vb.” anlamlarını içeren “s, c, d” kökünden bir mekân ismi olmakla birlikte “ibadet yeri, mescit, cami” anlamlarını türetmiştir.1 Mescit kelimesi ve kaynağı hakkındaki bilgileri değerlendirdiğimizde bu kelimenin İslâmiyet’ten önce de var olduğunu anlamaktayız. Ancak, İslâmiyet’in ortaya çıkışından sonra bir mekândan bahsederken mescit kelimesi kullanıldığında, oranın sadece müslümanlara ait bir ibadet yeri olduğu anlaşılmaktadır.

İslâm dininin doğuşu ile birlikte, toplu ibadetin yapıldığı yer olan Hz. Muhammed’in Mekke’deki evi, ilk dinî yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. “mescit’ül Harim” veya “el-harim” adıyla bilinen bu ilk örnek aslında (50 x 50 m. ölçülerinde) kare planlı bir avludan ibaretti. Bu avluda kuzey ve güney yönlerinde sazdan yapılma damlı iki sıra palmiye gövdeleriyle taşınan, sundurma (zullah) ve doğu yönünde ise doğrudan avluya açılan yanyana odalar bulunmaktaydı. Avlunun güneyindeki sundurmaya göre kuzeyde yer alan daha küçük palmiye gövdelerinden yapılmış olan kısa sundurmanın namazın yönünü belirleyici bir özellik olduğu bilinmektedir. Bu yapı, aslında bir bahçe ve sıralanmış bir dizi odadan ibaret olan sivil yapı örneğini sergiler. Mescit terimi Kur’an-ı Kerim’de de sık sık kullanılmakla birlikte müslümanlara ait bir yapının nitelendiğine dair kanıt yoktur.2 Mescit ile “el-harim” kelimesinin birlikte kullanımı ile Mekke’deki müslümanların toplandığı yerin kasdedilmesi, bu tarihlerde bu merkez dışında mescit teriminin kullanılmadığını göstermektedir.

Mescitler zamanla Hz. Muhammed’e bağlı, ileri sürdüğü inanç ilkelerini benimseyen, bütün müslümanları aynı çatı altında toplayan, üstü kapalı, etrafı duvarla çevrili bina anlamında kullanılıp bu şekliyle yaygınlaşmaya başlamıştır. İslâmiyet’in kısa sürede yayılmasına paralel olarak mescit yapısının, tipi de değişmiş ve boyutları büyüyen bu mimari örnekler, cemaatin çokluğu nedeniyle cami olarak tanıdığımız yapı tipini ortaya çıkarmıştır. Mekke, Medine ve Kudüs dışında iddealı yapılar ortaya çıkmaya başlamış, kentlerin ortasında ve sosyal hayatın içerisinde anıtsal varlıkları ile ortaya çıkan bu yapılar, aynı zamanda devlet yönetimi ile halkın buluştuğu, cuma namazının kılındığı ve minbere sahip, dinsel ibadet mekânı olan camilerin, zamanla çevresinde ticari ve sosyal yaşam ihtiyaçlarının karşılandığı yapılar oluşmuştur. Cuma Camilerinin sayılarının artması, dilde de etkisini göstermiştir. 8. yüzyılda kitâbelerde büyük camilere hâlâ mescit denildiği halde, 9. yüzyılda hemen hepsine cami denilmiştir.

İslâmiyetin ilk yıllarında, bu dini kabul eden küçük toplulukların ibadetini yapabilmesi ve biraraya gelerek sosyal bir birlik oluşturma düşüncesiyle günlük hayatta kolayca edinilebilen malzemeler kullanılarak inşâ ettikleri mescit yapıları mimari olarak basit plan şemasına sahiptirler.

Terminolojik anlamda mescitlerin, bazı bölgelerde geçmişteki cami ile aynı anlamı koruduğu, genel kullanımda ise minbersiz ve sadece vakit namazlarının kullanıldığı yapılar adlandırmasında kullanıldığı görülür. Büyük dinsel yapılar ise cami, şehrin merkezinde yer alan yapıların da Ulu Camii, Cami-i Kebir, mescit-i Cuma olarak adlandırılmıştır. mescitler, mahalle ölçeğinde ibadet birimleri, hanlarda ve diğer küçük ticari yapılarda görüldüğü gibi tarikat ehlinin ibadetlerini sürdürmesinin yanında, belirli günlerde bir araya geldikleri yapılar olarak da bilinmektedir. Küçük yerleşim birimlerinde, kışlalarda, medreselerde, kervansaray ve hanlarda, saray ve köşklerde ibadetin yapılacağı mescit niteliğinde yapıların inşâ edildiği görülmektedir. İnşâasında, çoğu zaman yığma taş, ahşap ve bazen de kerpiç gibi, basit malzeme kullanılmış bu yüzden de zamanla pek çoğu yok olmuş veya sık sık yapılan onarımlar ile günümüze ulaşmıştır. Sivil mimariye benzeyen şekilde inşâ edilen mescitler, dönemin konut mimarisinin özelliklerini de taşımaktadırlar.3

Özellikle yeni kurulan şehirlerde veya fetih sonrasında yeniden imar edilen yerlerde, yerleşmenin nasıl gerçekleştiği ve o devirde bu imar faaliyetine katılanların kimliklerini belirlemede, hangi bölgelerde daha yoğun nüfusun iskân edildiği, ticaretin yoğunlaştığı bölgeler hakkında, çeşitli sonuçlara ulaşmada, o dönemde inşâ edilen yapılarla beraber, birincil olarak mescitlerden yola çıkıldığında sağlıklı sonuçlara ulaşılabilir. Söz konusu yerleşme, İstanbul olduğunda, bu yapı grubunun önemi daha da artmaktadır.4

Türklerin fethi öncesindeki, Bizans başkentine bakıldığında; 6. yüzyılda yaşanan kentin tarihindeki altın devrinin ardından, İkonaklazma dönemi,5 yaşanan askeri başarısızlıklar, iktidardaki yöneticilerin başarısız yönetimleri ve sonrasında gelen ekonomik bunalımlar sonrasında, 1203 ve ardından yaşanan 1204-1261 Latin işgâli ile kentte, nüfus yoğunluğu hızla azalarak, suriçinin belirli bölgelerinde köy tipinde küçük yerleşimler ile halkın yaşamını sürdürdüğü görülmektedir. Yaşanan bu süreçte, pek çok gerek dinsel gerekse sivil yapılar kaderine terkedilmiş durumdadır. 1321-1357 yılları arasında yaşanan iç savaşlar, 1344 depremi ve veba salgınları (1347-1348)6 ile Bizans’ın başkentinde hayat daha da yaşanmaz hale gelmiş, VIII. Mikael’in şehirde yaşamın devamını sağlayacak yolların, su yollarının ve bazı kamu yapılarının onarım işlerini gerçekleştirmesi de, bu görünümün değişmesinde pek etkili olamamıştır. Özellikle I. Beyazid’ın şehri kuşatması ve Anadolu Hisarı’nı inşâ etmesi ile daha de belirginleşen Türk tehtidi karşısında, yapılan harcamaların, savunma yapılarının onarımı ve asker ihtiyacının sağlanmasında şeklinde olmaktadır. Bu görünümüyle kentin nüfusu yapılan araştırmalar tarafından 25.000 ilâ 40-45.000 arasında tahmin edilmektedir.7

Bizans’ın Konstantinopolisi’nin, Osmanlı’nın İstanbulu’na dönüşmesi sürecinde tarihi boyunca rastlanmayan hızlı ve sistemli imâr faaliyetlerine yaşanmıştır. Fatih Sultan Mehmed, fetih sonrasında yaşananan süreçte, ilk iş olarak kentin en büyük dinsel yapısı olan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi emrini verir. Şehirde yaşayan cemaatlerden Rumların patriği olarak Georgios Skolarios’u (Gennadios) atamış, Ermeni patriği olarak Ovakim, Musevî Cemeati başında Rabbi Mos{e Kapsali’nin ruhani liderliklerini tanımıştır. Pera’daki Venedik ve Ceneviz kolonisine de giderek, burada da güvenliği sağladıktan sonra, şehrin imârı için Subaşı Süleyman Karıştıran Bey ve idarî işlerin çözümü için de Kadı Hızır Bey görevlendirilmiştir. Kendisi de yirmi gün kadar Blakherna Sarayı’nda kaldıktan sonra, bugünkü Beyazıt Semti’nde Saray yapılmasına karar verir ve Edirne’ye geri döner.8

Şehrin imarı ile görevlendirilen Subaşı Karıştıran Süleyman Bey, ilk olarak ülkenin her yanından mimar, mühendis ve yapı ustalarının şehrin imarında görevlendirilmek üzere kente gelişlerini Fatih’in çıkartmış olduğu fermanlar yardımıyla sağladıktan sonra, yollar onarılarak, iskânlarla artacak olan kentin su ihtiyacının karşılanması yolunda, Halkalı su tesislerinin onarımı ve getirilen suyun şehrin içine dengeli dağıtımı sağlanmıştır.9

Şehirde yaşamın canlanması amacıyla, kuşatma sırasında kaçan yerli halka 1459’da geri dönme izni verilir. Ülkenin değişik bölgelerinden halkın şehre yerleşimlerinin sağlaması amacıyla sürgün yoluna gidilmiştir. İlk olarak Anadolu ve Rumeli’den 4.000 aile İstanbul’a getirilmiş, yeni alınan Silivri ve Marmara Ereğlisi halkının da İstanbul’da iskânı sağlanmıştır.10 Bu süreçte ülkenin huzurunu bozan gruplar da İstanbul’a yerleştirilmiştir. İshak Paşa’nın Konya ve Karaman Seferi sonrasında bu bölgeden İstanbul’a halkın büyük bir kısmı göçe zorlanmış, bunlar bugünkü Aksaray ve çevresine yerleştirildiklerinden bu bölgeye adlarını vermişlerdir.11

Bunun yanında kentin ticari hayatını canlandırmak maksadıyla Bursa, Edirne, Gelibolu ve Filibe’den de halk, İstanbul’a gönderilir. Bursa halkının ve özellikle tüccar kesimin İstanbul’a gelmek istememeleri ve bunu ellerindeki ekonomik güç sayesinde belli bir süre ertelemeleri üzerine, Fatih Bursa’ya giderek buradan yapılacak göçü kendisi yönlendirmiştir. Bursa halkı da bugünkü Eyüp semtine iskan edilmiştir. Fethi izleyen tarihlerde Akşemseddin tarafından yeri tespit edilen, Hz. Muhammed’in arkadaşı, Eyüp el-Ensari’nin mezarının çevresine de, H. 863/M. 1459 tarihinde bir külliye inşâ edilerek,12 sur dışında oluşturulmaya başlanan yerleşimin, ilk temelleri atılır ve bu yapılaşmanın çevresinde, mahalleler belirmeye başlar.

Fatih, yeni alınan yerlerin halkından da, özellikle tüccar ve gelir düzeyi yüksek kişileri, İstanbul’a göndermiştir. Mahmut Paşa’yı 1468-74 yıllarında Fatih tarafından bu iş için görevlendirilerek, İstanbul’a gönderilecek kişilerin yöre halkının zengin, sağlıklı ve saygın kişileri arasından seçildiği bilinmektedir.13 1459’da Foça, 1460’da Mora ve hemen arkasından Ege Adaları halkı, 1475’de de Kefe’nin alınması sonrası Konya, Larende, Ereğli bölgesi Ermeni halkı ile, Patras ve Sinop’ta yaşayan Museviler de kentin yeni sakinleri olmuşlardır.14 Sürgünler, 1468-71 yılları arasında daha da yoğunlaşmıştır.

Sürgün edilenlerin, Üsküp’ten gelen grubu, Üsküplü Mahallesi’ne, Yenişehir halkı Yeni Mahalle’ye, Mora’dan gelenler Fenerkapı’ya, Selanik Yahudileri Tekfur Sarayı ve Şuhud Kapısı civarına, Akka, Gazze ve Remle’den gelenler Tahtakale’ye, Balat’tan gelenleri Balat Mahallesi’ne, Arnavutlar Silivrikapı’ya, Safed Yahudilerini Hasköy ve Üsküdar’a, Tokat ve Sivas Ermenileri Sulumanastır’a, Manisalıları Macuncu mahallesine, Eğirdirlileri Eğrikapı’ya, Karamanlıları Karaman’a, Konyalıları Küçük Karaman’a, Tirelileri Vefa’ya, Çarşambalıları Çarşamba’ya, Kastamonuları Kazancı Mahallesi’ne, Trabzonluları Beyazıt Camii civarına, Geliboluluları tersaneye, İzmirlileri büyük Galata ve Frenklerin Küçük Galata’ya, Sinop ve Samsunluların Tophane’ye yerleştirildikleri Evliya Çelebi’de belirtilmektedir.15

Fatih, çeşitli defalar İstanbul’a gelerek imar faaliyetini yakından takip etmiş, 1458’de geldiğinde ise, bu kenti başkent olarak kabul edip, kalıcı olarak yerleşmiştir.16 İstanbul’un Fetih sonrası en önemli iki yapılaşması olan, Fatih Külliyesi ve Topkapı Sarayı’nın inşâ kararı da 1459 yılında alınmıştır.

Saray olarak kısa bir süre, bugünkü Beyazıt’ta yer alan ve daha sonraki yıllarda Eski Saray olarak adlandırılan yapıyı kullanan Fatih, yeni inşâ edeceği saray için eski Bizans Akrapolü’nde Zeytinlik denilen mevkîyi seçer.17 Daha sonra, Bizans’ın Havariyun Kilisesi’nin yerine, mimarlığını Atik Sinan’ın yaptığı ve 1462-70 yılları arasında, cami ve çevresinde yer alan diğer fonksiyonel elemanlarıyla kendi adını verdiği büyük külliyesini inşâ ettirmiştir.18 Bu tarihten sonra ise, vezirlerin kendi adlarına külliyeler inşâ ettirdikleri görülür. Fatih kentin ticari hayatını canlandırmak için, bedestenlerin yapım masrafını kendi vakfından karşılamış ve bugünkü Tahtakale’de de bir hamam inşâ ettirmiştir. İşte bu süreçte veziri Mahmut Paşa da kentin bugün dahi, en işlek ticari merkezi konumunu koruyan ve semtine de adını veren cami, medrese, türbe, hamam ve handan oluşan külliyesini inşâ ettirmiştir (1462). Mahmut Paşa’yı, Aksaray’daki külliyesiyle Murat Paşa, Üsküdar’daki külliyesiyle Rum Mehmet Paşa izlemiş ve bu külliyelerle de kent içinde mahalleden daha büyük mahalli bölümlenme olan, semtlerin oluşmasını sağlamıştır.

Fatih’in baniliğini yaptığı yapılar, vezirlerin külliyeleri ve Osmanlı toplumunda saygı gören kişilerin yeni başkentte yaptırdıkları mescit ve oluşturulan vakfiyelerle devamlılığının güvence altına alındığı, İstanbul’un ilk Türk yapılaşmasının önceden planlanmış imar sistemi içinde gerçekleştiği görülür. Fatih, ilk yapılaşma ve onarımları, tayin ettiği kişilere bırakmış ve daha sonra kentin, gerek nüfus olarak, gerekse yapılaşma olarak, belli bir düzeye gelmesinin ardından, İstanbul’u başkenti olarak ilan edip tahtını buraya taşımıştır. Planlanan yapılaşmanın sonuçlarını ise Kadı Muhyiddin tarafından 1478 yılında yapılan nüfus sayımı ile ortaya çıkar. Buna göre; Müslümanlar, Rumlar, Museviler, Kefeliler, Karaman Ermenileri, çingeneler, Latinler olarak sınıflanan İstanbul halkı, İstanbul ve Galata olarak iki bölgeye ayrılarak sayım gerçekleştirilmiştir. Toplam 16324 hanenin kentte yaşadığı ve buna karşılık gelen yaklaşık 75.000 kişilik nüfusun da %41,7’sinin gayrimüslim olduğu bu sayımda ortaya çıkmıştır.19

Fethin sonrasındaki ilk yıllarda, gelen grupların yerleştirildikleri mahallerde mescitlerin de inşaasına başlandığı görülür. Bu nitelikteki ilk yapılar, Topkapı Beyazıt Ağa, Fatih Akseki, Eminönü Yavuz Er Sinan, Eyüp-Ayvansaray Ya Vedud mesciti, Silivrikapı Bâlâ Süleyman Ağa mesciti, Balat Hacı İsa, Unkapanı-Cibali arasında İbn-i Meddas, Unkapanı Hızır Bey, Unkapanı Attar Hacı Halil,20 Balat Tahta Minare, Fatih Akşemseddin vakfiye kayıtlarındaki tarihlerden haraket edildiğinde, günümüze ulaşan en erken tarihli mescitlerdir. Günümüze ulaşmayan şekliyle de erken tarihli mescitler arasında Uzunçarşı Attar Hacı Halil, Eyüp Sinaneddin Yusuf, Eyüp Balçık Tekke-mesciti sayılabilir. Fetih sonrasındaki ilk on yıllık süreçte, Karıştıran Süleyman Bey’in denetiminde devrin saygın kişilerinin baniliğinde gerçekleşen mescit yapılaşması çevresinde, kentteki ilk Türk yerleşimlerinin izleri de ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Bahçekapı, Eminönü-Unkapanı Haliç şeridi ve Eyüp’e kadar uzanan hat ile “Bedesten-i Âtik” ve çevresinde inşâ edilen hanlar ve bugünkü Mahmutpaşa Semti çevresi ile bu merkeze açılan ana caddeler boyunca yerleşim, Fethin hemen sonrasında, ticarî potansiyelin görüldüğü bölgelerde yoğun şekilde gerçekleşmiştir. Fatih Semti’nde Fatih Külliyesi ve çevresi ile Haliç’e inen caddeler boyunca Türk yerleşimi gerçekleşmiştir. Sur kapılarının hemen dışında ve içinde -Silivrikapı Bâlâ Süleyman Ağa ve Ayvansaray Ya Vedud tekke-mescitleri- özellikle tarikat ehlinin yerleştiği görülmektedir.21

Fatih Dönemi’nde inşâ edilen mescitlerin sayısı 167’yi bulmaktadır. Bunlardan günümüze 79 mescit ulaşmıştır. Çalışmamız sırasında yaptığımız sınıflandırmada mescitler üç grupta incelenmiştir. Bu çalışmada ilk grubu, Bizans şapellerinden, mescitlere dönüştürülen örnekler oluşturmaktadır. Fethin hemen sonrasında kilise-manastır niteliğindeki yapıların -Aya Sofya, Pantakrator Manastırı, Pentopoplos Manastırı, Akateleptos Manastırı- ihtiyaçlar dahilinde cami, medrese-mescit, imaret, zaviye fonksiyonu değerlendirilmiştir. Balaban Ağa, Etyemez Tekke mesciti, Hoca Hayreddin, Kasım Ağa, Sancaktar Hayreddin, Toklu İbrahim Dede, Yıldız Dede ve Mustafa Çavuş (Manastır) mescitleri de şapel niteliğindeki yapılardan Fatih döneminde mescite çevrilen yapılardır. Bunlardan Topkapı’da yer alan Mustafa Çavuş (Manastır) mesciti günümüze ulaşmıştır.22

Günümüze ulaşan Fatih dönemi mescitlerinden ikinci grubu, özgün plan şemasını koruyarak günümüze ulaşan örnekler oluşturmaktadır. Bu mescitler Fetih sonrasındaki hızlı yapılaşma sürecinde genellikle kerpiç, moloz taş ve ahşap malzeme kullanılarak inşâ edilmiştir. Özgün şekliyle pek çok mescitde minare kaidesi günümüze ulaşmıştır. Büyük oranda Fatih döneminin özgün minare örneği olarak Aksaray Kızıl Minare, Saman-ı Viran-ı Evvel, Vefa Molla Hüsrev mescitleri minareleri ulaşmıştır. Kare veya dikdörtgen plan şemasının uygulandığı mescitlerde, üst örtü özgün örnek olarak İshak Paşa mesciti dışında, dört yöne eğimli çatıyla örtülmüştür. mescitlerin iç tefrişlerinde yapılan onarımlar nedeniyle özgün unsura rastlanılmamıştır.

Fatih dönemi mescitlerinin yerine, yangınlar, depremler, yol açımı nedeniyle ortadan kaldırılarak -özellikle 19. yüzyılda- dönemin üslubuna uygun olarak yeni mescitlerin inşâ edildiği görülmektedir. Bu örneklerden Cağaloğlu Nallı mesciti’nde olduğu gibi bazı örneklerde özgün planlamada bazı düzenlemeler yapılma yoluna gidilmiş, Bâlâ Süleyman Ağa, Uzun Şücâ gibi örneklerde 19. yüzyılda yaygın olarak kullanımı görülen merkezi planlı yapılara dönüştürülmüştür. Bu grup yapıların cephelerinde dönemin eklektik üslubu hakimdir.23

II. Beyazid Dönemi’ndeki bani kimliği profilinin, Fatih Dönemi’ne bakıldığında farklılaştığı görülür. 1453 sonrasında, fethe katılan askerlerin ve esnafın, mescitlerin pek çoğunu inşâ ettirirken, II. Beyazid Dönemi’nde bürokratların ve dinsel nitelikli banilerin sayısı artmıştır. Mimari açıdan bakıldığında da, İstanbul’da Fatih dönemi ile başlayan mimarî oluşum, II. Beyazid döneminde daha da belirgin bir hâl almıştır. mescitler de dahil olmak üzere pek çok yapı grubunda, inşâ malzemesi olarak kesme taşın kullanımı ve taş işçiliği bu dönem özelliği olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.24 II. Beyazid dönemi İstanbul mescitlerinde inşâ tarihini veren kitâbe örneklerine de rastlanılmaktadır.

Mimar Sinan ile Osmalı klâsik çağında oluşan üslubun etkileri mescit mimarisinde de görülmektedir. Bu dönemde inşâ edilen mescitlerden günümüze, yirmisi ulaşabilmiştir. Bu örneklerden de on üçü klasik karakterini yapılan onarımlar ile kaybetmiş, sadece yedisi özgün şekliyle günümüze gelebilmiştir.25 mescitlerin İstanbul içerisindeki dağılımına bakıldığında, şehrin Fatih Dönemi’nde sur içinde, belirli bölgelerde yoğunlaşan yapı gruplarının dışında, bugünkü Eminönü-Fatih semtlerinin kenar mahallelerinde inşâ edildikleri görülür. Özellikle Eminönü bölgesinde 15. yüzyılda, yapı yoğunluğunun olması nedeniyle, 16. yüzyılda bu semtte az sayıda mescit inşâ edilmiştir. Kent içerisindeki konumlanmalarında, bu yüzyılda cami ölçeğinde yapılar çok sayıda inşâ edilmiş olup mescitlerin de, bu yapıların uzağında inşâ edilmiş oldukları görülür. Surların iç bölgelerinde ve surların hemen dışında, Eyüp’te, Fener’de ve Haliç’in karşı kıyısında Hasköy-Kasımpaşa-Galata bölgesinde Mimar Sinan’ın inşâ ettirdiği mescitler yoğun şekilde görülmektedir.

16. yüzyıl mescitlerinin inşâasında genel olarak kesme-moloz taş, yer yer tuğla ve yapıların iç tefrişinde ahşap kullanılmıştır. Planlama olarak kare ya da kareye yakın dikdörtgen plan şemasının uygulandığı görülmektedir. Sadece Mimar Sinan mesciti’nde enine ve boyuna içiçe geçmiş iki dikdörtgen, plan şeması olarak uygulanmıştır. Üst örtü ve son cemaat yerinde, ahşap malzeme kullanılmış, zamanla ahşap üst örtünün yerine betonarme olarak yapılan ilâvelerle, yapıların çoğunda özgün form bozulmuştur.

Yaklaşık 600 yıl boyunca hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyıl sonrasında duraklama dönemine girerek, imparatorluğu güçlü kılan ve uzun süre ayakta kalmasını sağlayan merkezî otoritedeki birçok toplumsal ve yönetimsel kurumlarda çarpıklıklar ve aksaklıklar baş göstermiştir. Kurumlardaki bozulmalar yolsuzluklara, toprak gelirlerinin azalmasına, askerî açıdan zayıflamaya ve dolayısıyla sıkça tekrar eden isyanlara neden olmuştur.

İmparatorlukta savaş ekonomisine dayalı bir devlet yapısının varlığı nedeniyle, savaşlar sonunda elde edilen ya da kaybedilen ganimetler ve topraklar ile ekonomik sıkıntı ve refah, birbiriyle doğrudan ilişkilidir. Osmanlı Devleti’ndeki en geniş tabanlı kurum olan ordunun geçim kaynağı da bu ganimetlere ve toprak gelirlerine bağlıdır. 1580’li yıllarda başlayan ve 17. yüzyıl boyunca etkili olan bunalımların ve dış yenilgilerin sonucu olarak ekonomik sorunlar gösterildiği gibi, neden-sonuç ilişkisinde savaşa dayalı bir ekonomi baz alındığında bunun tam tersini de düşünmek yanlış olmaz.

Bu yüzyılda savaşların uzun sürmesi ve cephelerin fazlalaşması nedeniyle ordu giderleri önemli ölçüde artmış, iç ayaklanmalarla birlikte merkezî idareyi yıpratan ve ekonomiyi kötüye götüren bu durum, sürekli olmasa bile genel olarak bütün asır boyunca sürmüştür. Bunun üzerine eklenen, kısılamayan harcamalar ve gelir kaynaklarının arttırılamaması gibi olumsuzluklar da ekonomiyi içinden çıkılamaz bir hale sokmuştur. Bütün bu yaşanan kaos ortamından nasibini (belki de her şeyden çok), Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllar boyunca varlığının, gücünün hatta yaşam felsefesinin en iyi şekilde ve somut bir biçimde ifadesini bulduğu mimarî eserleri ve faaliyetleri almıştır.

17. yüzyıl boyunca süregelen önemli olaylar, bize bu yüzyıl hakkında yeterli bilgiyi vermekle kalmayıp, yine bu yüzyıldaki mimarî faaliyetlere ne şekilde yansıdıklarını gösteren birer kanıt olmuşlardır. Yukarıda çok kısa olarak değinilen etkenler nedeni ile anıtsal mimarî ve sanatsal faaliyetlerin duraklama sürecine girmesi tabii bir sonuçtur. Böyle bir duraklama döneminde sınırlı büyük yapı faaliyetlerinin yanı sıra mimarîdeki yoğunlaşma valide sultan, sadrazam, vezir ve hatta daha az varlıklı kişilerin teşebbüsleri ile küçük yapılar üzerinde odaklanmıştır. Bu yüzyılda inşa edilen yapılar arasında küçük külliyelerin ve özellikle dinî yapı olarak mescitlerin çokluğu dikkati çeker.

Yukarıda belirtilen ekonomik nedenlerin yanısıra mescitlerin yapılış amaçlarında, aşağıdaki noktalar dikkati çekmektedir;

a. İbadet edenlerin sayılarının az olduğu yerler,

b. Görevleri nedeniyle bulunmak zorunda oldukları yerlerde (çarşılar, kışlalar,…vb.) ibadet etme imkânı sağlamak,

c. İbadet yeri yaptırarak hayır kazanmak isteyen Müslümanların, maddî varlıklarına göre camilerden daha küçük ve ucuz olan mescit yapılarını tercih etmeleri.

Ayrıca, han-kervansaray ve çarşı yapılarında bulunan mescitlerin, dinî ibadetlerin yapıldığı birer mekân olmalarının yanısıra, çeşitli toplantıların, duyuruların ve buna benzer faaliyetlerin yapıldığı yerler olarak başka görevleri de üstlendiklerini görmekteyiz.

Genel olarak, 17. yüzyılda inşa edilen mescitlerin fonksiyonlarına göre konumları dört ana grupta ele alınabilir:26

Bağımsız Mescitler (Mahalle Mescitleri)

17. yüzyıl İstanbulu’nda, önceki yüzyıllarda hızla gelişen ve yayılan şehirleşmenin sürekliliğini koruduğu görülmektedir. Bu yüzyılda da, şehrin içinde ve çevresinde yeni mahalleler kurulmuş, mevcut olanları ise yoğun bir yapılaşma sonucu genişlemiştir. Nüfusun hızla artması, buna paralel olarak ticarî ve sosyal hayatın canlanması ile şehir içindeki merkezler çoğalmıştır.

Bu yüzyılda, başkentte, Türk, Ermeni, Rum ve Yahudilerden, kısmen de Frenklerden oluşan bir nüfus topluluğu bulunmaktaydı. Türk nüfusun yerleşim alanı, genel olarak surların çevresinde, Yedikule ve Eyüp banliyölerine doğru yayılmıştı. Etnik gruplar ise Haliç’in güney kıyıları boyunca yerleşme gösterirlerdi. Galata’da Frenkler, Rum, Ermeni ve Yahudi toplulukları ve azınlık olan bir müslüman varlığı görülmekteydi.27

Müslüman nüfusun yerleşim alanlarında, büyük dinî yapı komplekslerinin, özellikle camilerin yer aldığı bölgeler adeta bir mahalle kimliğindedirler. Örneğin; Süleymaniye Külliyesi tek başına bir mahallenin alanını kaplar. Fatih Camii ve Sultan Ahmet Camii çevreleri için de aynısını söylemek mümkündür.

Evliya Çelebi ve Ermeni yazar Eremya Çelebi’nin gözlemlerine göre; nüfusun çeşitli bölgelerdeki dağılımına bakılırsa Evliya Çelebi, İstanbul’da 9990 Müslüman mahallesi, 304 Rum mahallesi, 657 Yahudi mahallesi, 17 Frenk mahallesi ve 27 Ermeni mahallesi olduğunu yazar. Evliya Çelebi’nin verdiği bu rakamlar abartılı olmakla birlikte Müslüman mahallelerle gayrimüslimlerin yaşadıkları mahalleler arasında sayısal olarak büyük farklar olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Daha sonraları yerleşim yoğunlaştıkça çevrelerinde başka yerleşim yerleri de tabii olarak oluşmuştur.28

Bu merkezler çevresinde yoğunlaşan mahallelerde hızla gelişen sivil mimarî doku ile birlikte yeni ibadet yerlerine duyulan ihtiyaç, şehirleşmenin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu küçük ibadet yerleri (mescitler) günlük, olağan ibadetler için kulanılmış, fakat cemaatin toplanmak zorunda olduğu cuma namazı, basit bir ibadet yeri olan mescit yerine daha geniş ölçekli bir dinî yapıda (camide), cemaatin toplanma yeri anlamında yapılır olmuştur. İslam ibadet tarzının büyük törenleri de bu camilerde yapılmakta idi. Mescitler (minber ihtiva etmediklerinden), toplu olarak cuma namazı kılmaya elverişli ibadet yerleri değildir. Ancak bu mescitlere yakın tarihlerde minber ilave edildiğini görmekteyiz.

Mahallelerdeki bağımsız mescitler (mahalle mescitleri) konumları itibarîyle, genelde merkezleşen bölgelerde yoğunlaşmışlardır. Bu bölgelerdeki kesişen sokakların oluşturduğu kavşaklar ve sokak köşeleri üzerinde yer alan mescitler, bazen de hızlı yapılaşma nedeniyle yapılar arasında sıkışıp kalmışlardır.

Günümüzde mahalle mescitleri, yapıldıkları dönemlerdeki konumlarını bütünüyle koruyamamış olsalar bile, bugün üzerlerinde bulundukları sokaklar caddelere, meydanlar ise kavşaklara dönüşerek hareketliliklerini ve canlılıklarını yitirmemişlerdir. 17. yüzyıl İstanbul mescitlerinin büyük bir kısmını oluşturan bağımsız (mahalle) mescitlerinin, bulundukları bölgelere göre, yoğunlukları yukarıda açıklanan Müslüman yerleşim bölgeleri ile paralellik gösterir. Bu durumun daha net olarak anlaşılabilmesi için, mahalle mescitlerinin semtlere göre dağılımına baktığımızda bu yüzyılda, Fatih’te 18, Beyoğlu’nda 16, Beşiktaş’ta 5, Eminönü’nde 3, Üsküdar’da 6 ve Beykoz’da 2 olmak üzere toplam 50 mahalle mesciti tespit edilmiştir.29

Külliye Mescitleri

Külliye mescitlerinin konumları ele alındığında, iki önemli nokta üzerinde durmak gerekir. İlki, bütün mescitlerin içinde yer aldıkları yapı komplekslerinin (küliyelerin) şehir içindeki konumları, ikincisi ise mescitlerin külliye içindeki konumlarıdır. Gerek Bizans, gerekse Osmanlı Dönemi’nde İstanbul şehrinin en önemli ve merkezî yolu konumundaki Divanyolu ve çevresi, 15. ve 16. yüzyıllarda II. Mehmed’in (Fatih) yaptırdığı ilk Osmanlı sarayı ve daha sonra yaptırılan Topkapı Sarayı ile devletin merkezî birimlerinin bu bölgede yoğunlaşması sonucu, sonraki yüzyıllarda da önemini sürdürmüştür. 17. yüzyılda bazı sadrazamların ve devlet büyüklerinin yaptırdıkları külliyeler, Divanyolu ve çevresinde yer almaktadır (Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Köprülü ve Kuyucu Murad Paşa Külliyeleri gibi).

Genel olarak ele alındığında bu yüzyılda yapılan küçük külliyeler, çevre yapı dokusuna, ayrıca etrafını çevreleyen cadde ve sokakların konumlarına göre ya dağınık halde (Köprülü Külliyesi ve Bayram Paşa Külliyesi gibi) ya da düzgün olmayan bir plan şeması sergiler ().

15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul’da inşa edilen büyük sultan külliyeleri şehrin yapılaşmasında belirleyici birer faktör olurken, 17. yüzyılda inşa edilen külliyelerin plan kuruluşlarının, mevcut yapılaşmadan dolayı zorunlu olarak etkilendiklerini görmekteyiz. Osmanlı Dönemi’nde İstanbul’un yine önemli bir semti olan Üsküdar’da, Kösem Valide Sultan’ın yaptırdığı Çinili Külliyesi’nde, dağınık ve çevre sokaklarının konumlarına göre zorunlu olarak şekillenmiş bir plan şeması gözlenir.

17. yüzyılda inşa edilmiş olan bu külliyelerde, medrese-türbe-sebil üçlüsünün belirgin bir karakter kazanmasının yanısıra mescit, bu yapı kompleksinin daima dershanesiyle birlikte düşünülmüştür.

Bu yüzyılın ilk yarısında medrese hücreleri dizileriyle birleşen kare planlı dershane-mescit yapıları (Kuyucu Murad Paşa Külliyesi Medresesi’nde olguğu gibi), 1660’tan sonra hücrelerden kopuk ve sekizgen planlı kütlelere dönüşmüştür. Bu eğilimin en güzel örneği, Köprülü Külliyesi’nin mescitinde görülür. Ancak daha erken bir tarihte bu uygulamayı Bayram Paşa Tekkesi mesciti’nde buluyoruz. Tekke hücrelerinin diziliş düzeni ve mescit yapısının konumu açısından, iki külliye benzerlik göstermektedir.

Bu tip külliyelerde mescit-dershane yapıları, planları ve kütlesel özellikleri bakımından külliyenin ana yapısı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tekke Mescitleri

17. yüzyılda, İstanbul tekkelerinin mimarisine bakıldığında gözönüne alınması gereken önemli bir nokta, bu tekke yapılarının önceleri farklı amaçlarla inşa edilmiş olup, sonradan Osmanlı kaynaklarına göre “vaz-ı meşihat” edilmesi (şeyhlik konulması) yani tekkeye dönüştürülmesi sonucu, özgün tekkelerin yanısıra “dönme tekke” türlerinin ortaya çıkmış olmalarıdır. II. Mehmed (1451-1481) ve II. Bayezid (1481-1512) dönemlerinde mescit-tekkeye dönüştürülen bazı Bizans dinî yapıları, bu yapı türünün erken örnekleri olarak tanınır.30 Bu yüzyılda “özgün tekkeler” olarak adlandırılan tekke amaçlı inşa edilen yapılar, yok denecek kadar azdır. Tekkelere dönüştürülen mescit yapıları zaman içerisinde çeşitli ilaveler sonucu birer yapı kompleksi halinde gelmişlerdir. Bu tür tekkelerde mescit yapılarının planları değişikliğe uğramamıştır. Bulundukları bölgelerdeki konumları da bağımsız mescitlerle aynı özellikleri göstermektedirler.

Tekkelerin, İstanbul şehri içindeki ve civarındaki yerleşimi, şehrin nüfus ve tarikatların bir takım kurumlarla olan ilişkilerine, ayrıca devletin kültür politikasına bağlı olmuştur. Ancak, şeyhülislâmlık makamının varlığından ötürü, çoğunlukla ilmiye mensupları tarafından iskân edilen Süleymaniye semtinde hemen hiç bir tekke bulunmaması, duraklama devrinden itibaren medrese-tekke ilişkilerine egemen olan, hatta zaman zaman soğukluğa ve mücadeleye varabilen, mesafeli tutum ile açıklanabilir.

Özellikle surları içeriden kuşatarak Yedikule’den Ayvansaray’a kadar uzanan, yakın zamana kadar kısmen bostanlarla kaplı seyrek yerleşim kuşağı, Beyazıt-Edirnekapı ekseninde sıralanan semtler, bu eksenden Haliç ve Bayrampaşa Deresi’ne doğru alçalan yamaçlar, Aksaray çevresi, Aksaray-Kocamustafapaşa eksenindeki semtler tekkelerin en yoğun olduğu bölgeleri teşkil eder.

Bunlardan ayrı olarak; Müslüman mahallelerin yoğun olduğu Haliç’in kuzey yakası, Kasımpaşa, Galata ve Beşiktaş ile Üsküdar semtleri, tekkelerin de yoğun olduğu diğer bölgelerdir. Bu tekkelerin içlerinde barındırdıkları fonksiyonlar; ibadet, eğitim, barınma, beslenme vs.’dir. Tekkelerin tevhidhane ve semahaneleri çoğunlukla mescit niteliği taşımaktadır. Bu mekânlar kıbleye yönlendirilmiş mihrap gerektiğinde de minare ihtiva ederler.

Han Mescitleri

Şehirler arası ya da şehir içinde yer alan, konaklama ve ticaret yapıları olarak karşımıza çıkan han-kervansaray yapıları, İstanbul’da, Fatih Külliyesi ile başlayıp, 20. yüzyılın başına kadar, dörtbuçuk asırlık bir süreç içinde inşa edilerek, gelişim göstermişlerdir.

17. yüzyılda, şehir dokusu bakımından klasik silüetini kazanmış olan İstanbul’da, nüfusun hızla artmasına karşın, ekonomideki duraklama sebebiyle, kent içinde Eminönü, Beyazıt, Aksaray ve Fatih gibi ticarî güzergâhlarda bu tip yapılar az sayıda inşa edilmişlerdir. Eminömü ile Beyazıt arasındaki bölgede inşa edilen hanlardan Valide Hanı ve Vezir Hanı, bu yüzyıla tarihlenmektedirler. Bu hanların kare ya da dikdörtgen planlı avlularında, bağımsız olarak yerleştirilen mescit yapıları diğerlerinde olduğu gibi esnafın ibadetlerini yerine getirdiği, çeşitli nedenlerle topladığı ve gerekli duyuruların yapıldığı birer mekân olarak en ideal konumda inşa edilmişlerdir.

Konumlarına göre gruplandırdığımız 17. yüzyıl İstanbul’unda inşa edilen mescitlerin mimarî özelliklerine bakıldığında, bağımsız mescitlerin dikdörtgen, kareye yakın dikdörtgen ve yamuk; tekke ve han mescitlerinin dikdörtgen; külliye mescitlerinin ise kare ya da çokgen planlı olduklarını görmekteyiz. Az sayıda da olsa bazı mescitlerin yamuk şeklinde plan şemasına sahip olmalarının (ki mahalle mescitlerinin bazıları bu plan şemasına sahiptir) nedeni olarak, yapının inşa edildiği arazinin topografyası ile çevredeki sık mimarî dokunun etkili olduğunu düşünmek mümkündür.

Mimarî karakterlerinin ve plan şemalarının fazla değişmeden günümüze kadar gelebilmiş az sayıdaki örneklerine bakıldığında, külliye mescitleri (Ekmekçioğlu Ahmed Paşa Külliyesi, Köprülü Külliyesi, Kuyucu Murad Paşa Külliyesi ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi mescitleri vb.) kubbe ile, han (Valide Hanı mesciti vb.), tekke (Kadirîhane Tekkesi, Nasuhî Tekkesi, Şenlik Dede mesciti ve Arapkapısı Mescitleri vb.) ve mahalle mescitleri de (Gedik Abdi, Arabacılar, Kürkçübaşı, Şahkulu, Bulgurlu ve İmrahor Mescitleri vb.) düz ahşap tavanlı olup, kırma çatı ile örtülüdürler. Yine 17. yüzyılda inşa edilmiş külliye mescitlerinin beden duvarları kesme taş (Bayrampaşa Külliyesi ve Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi mescitleri vb.), han, tekke ve mahalle mescitlerinin ise taş-tuğla (Sirkecibaşı ve Yalıköy mescitleri vb.) ve moloz taş (Arapkapısı ve Tuti Abdüllatif mescitleri vb.) örülü olduğu dikkati çeker.

17. yy. İstanbul mescitlerinde, minarenin yapıdaki konumuna bakıldığında, son cemaat yeri duvarının bir ucunda ya da kitleden uzak, avlu kapısı yanında bulunur. Anadolu Selçuklu döneminin minareli taçkapılarını hatırlatan avlu kapısına bitişik minare uygulaması ise Tulumcu Hüsam mesciti’nde, minarenin avlu kapısı üzerine yerleştirilmesiyle bir biçimde, tekrarlanmıştır.

Genelde giriş cephesindeki, ortada kapı iki yanda birer pencere düzeninin bazı mescitlerde bozularak, kapının merkezden yana doğru kaydırıldığı ve yanındaki iki pencere arasına son cemaat yeri mihrabının konulduğunu görmekteyiz. Böyle bir düzenleme, 17. yüzyıl ilk yarısına tarihlenen Defterdarburnu mesciti’nin son cemaat yerinde görülür. 17. yüzyıl mescitlerinde son cemaat yeri, ya harim bölümünden çalınarak (Bulgurlu, Sahaf Muhiddin, Tulumcu Hüsam Mescitleri’nde olduğu gibi), ya da kapalı mekânının giriş cephesine sonradan eklenerek (Ağaçayırı, Arabacılar Mescitleri gibi) yapılmıştır.31

18. yüzyılda başlayan Batılı etkilerin, Osmanlı mimarisi içinde, mescit örneklerine yansıdığı görülmektedir. Özellikle süsleme ve iç mekân tefrişinde yoğunlaşan bu özelliklerin, sonraki yüzyıllarda, plan ve cephesel özelliklerde daha da belirginleşmiş, bunun yanında, klâsik üslupta örneklerin inşâasına bu süreçte devam edilmiştir. Yeni inşâ edilen mescitlerin yanında, mevcut örneklerde yapılan onarımlara, dönemin üslubu yansımış ve pek çok mescit örneği, geç tarihli onarımla kazandığı görünümü ile günümüze ulaşmıştır.

1 R. A. Kern; “Mascid”, First Encyclopedia of İslam. C. IV, Leiden 1987, s. 315.

Oleg Grabar; İslâm Sanatının Oluşumu. Çev. Nuran Yavuz, İstanbul 1988, s. 80-81.

2 Kur’an-ı Kerim’de çeşitli ayetlerde mescit kelimesine rastlanılmaktadır. Kur’an-ı Kerim; “9. 17-8” ayetlerinde şu ifade yer almaktadır: “Allaha secde edilen yerleri (Mesacid-Allah), ancak ve ancak Allah’a, ahret gününe inannan, namaz kılan, zekât veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar imâr ederler.

3 Celâl Esad Arseven; “mescit” Sanat Ansiklopedisi, C. IV, İstanbul 1950, s. 1208.

4 Semavi Eyice; “Mescit”, İslâm Ansiklopedisi, C. VII, Ankara 1971, s. 111.

5 İkonoklazma dönemi için bkz. Gülgün (Kalkınoğlu) Köroğlu; Bizans Sanatında İkonoklazma Dönemi – Bizans Sanatı ve Mimariye Bağlı Resim Sanatı-, M. S. U. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Anabilim Dalı, Batı ve Çağdaş Sanatlar Programı, Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul 1994.

6 Wolfgang Müller-Wiener; İstanbul’un Tarihsel Topografyası. Çev. Ülker Sayın, İstanbul 2001, s. 27.

7 Osman N. Ergin; “İstanbul’un fethinden sonra şehir nasıl imâr ve iskân edildi ?”, Resimli Tarih Mecmuası, C. IV, S. 41, İstanbul 1953, s. 2352; Ekrem Hakkı Ayverdi; Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskânı ve Nüfusu. Ankara 1958, s. 70-71.; A. B. Schneider; “15. Yüzyılda İstanbul nüfusu”, Belleten, S. 62, Ankara 1952, s. 1-39.

8 Kritovulos; İstanbul’un Fethi. Çev. M. Gökmen, İstanbul 1967, s. 109.; Jean-Lois Bacqué Grammont; “Kâtip Çelebi’nin Cihan-nüması’nda Fatih Sultan Mehmed’in dönemi ve fütuhatı”, I. Uluslararası İstanbul’un Fethi Sempozyumu, İstanbul 1997, s. 167.

9 “… ve müsellem ve yaya sancaktarları beylerine emr olundu ki hendekleri pâk edüb hisarın topla sadematından malûl ve harap olmuş yerlerini yapup evvelki halinden dahi yigrek eyleyeler”, Tacizade Cafe Çelebi, Mahrûsa-i İstanbul fetihnameleri. İstanbul 1329, s. 24. Bkz. Zeki Arıkan; “Şeyhülislam Zekeriyy Efendi’nin İstabul Sayımı (985/1577-1578)”, Tarih Boyunca İstanbul Semineri, 29 Mayıs-01 Hazira 1988 Bildiriler, İstanbul 1989, s. 42 dipnot 23.

10 Halil İnalcık; “The re-building of İstanbul by Sultan Mehmed the Conqueror”, Cultura Turcica, C. IV. İstanbul 1964, s. 24.

11 Yaşar Yücel-Ali Sevim; Klasik Dönemin Üç Hükümdarı, Fatih, Yavuz, Kanunî. Ankara 1991, s. 95.

12 Gönül Cantay; Osmanlı Külliyelerinin Kuruluşu. İstanbul 1989. (Baskıda); Gönül Cantay; “İstanbul’un Tarihî Topografyası”, Tarihi, Kültürü ve Sanatıyla III. Eyüpsultan Sempozyumu, Tebliğler (28-30 Mayıs 1999), İstanbul 2000, s. 88.; Gönül Cantay; “Eyüp Sultan Külliyesi”, Tarihi, Kültürü ve Sanatıyla IV. Eyüpsultan Sempozyumu, Tebliğler (05-07 Mayıs 2000), İstanbul 2001, s. 156-163.

13 İbn-i Kemal; Tevarih’İ Al-i Osman, VII. Defter, Çev. Şerafeddin Turan, Ankara 1991, s. 291.; Ayrıca bkz. “… bunun üzerine zengin ve yoksul her taraftan dökülüp geldiler. Evler ve saraylar tuttular. Ayrıca bir fermanla da her şehirden ve her memleketten şöhret bulmuş bir miktar hoca getirdi. Sultan, hallerine münasip evler ihsan etti ve kendi mülkleri kıldı…” Tursun Bey; Fatih’in Tarihi “Tarih-i Ebul Feth” Haz. Ahmet Tezbaşar. İstanbul tsiz. s. 58.

14 Halil İnalcık; “The Policy of Mehmed II toward the Greek population of İstanbul and the Byazantine buildings of the city” Dumbarton Oaks Papers, S. 23-24, Washington 1969-1970, s. 229-240.

15 Evliya Çelebi; Seyahatname. Çev. Zuhuri Danışman. C. I, İstanbul 1969, s. 114.

16 Stefanos Yerasimos; “Osmanlı İstanbul’unun kuruluşu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun 7 Yüzyılı “Uluslararası Bir Miras” (25-27 Kasım 1999), İstanbul 2000, s. 200.

17 İbn-i Kemal; a.g.e., s. 103.

18 “… Gerçek Bizans saltanatı Fatih ile Bayezid külliyelerinin İstanbul’un iki tepesine bir fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi beyaz ve yumuşak kondukları zaman yıkılır. Üçüncü tepeyi onlardan biraz sonra gelen Sultan Selim’in çok usta ve rahat plastiği fetheder…” Ahmet Hamdi Tanpınar; Beş Şehir. İstanbul 1998, s. 32.

19 Ekrem Hakkı Ayverdi; Fatih Devri Sonlarında… s. 71-84.

20 Ekrem H. Ayverdi, “İstanbul’un Fethinden Sonra Yapılan İlk İki mescit”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, S. 1957/Mart, İstanbul 1957, s. 29.; Ekrem Hakkı Ayverdi; Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri 855-886 (1451-1481) İstanbul 1989; Ayrıca bkz. Hafız Hüseyin Ayvansarayî; Hadikat’ül Cevamî. c. 1-2, İstanbul h. 1281/m. 1864-65.; Tahsin Öz; İstanbul Camileri I-II. Ankara 1997.

21 M. Baha Tanman; İstanbul Tekkelerinin Mimari ve Süsleme Özellikleri Tipoloji Denemeleri. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü, Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul 1990. ayrıca bkz. B. Tanman tarafından kalema alınan, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul 1994 ve Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin çeşitli ciltlerinde yer alan tekke-mescit maddeleri.

22 Semavi Eyice; İstanbul’un camiye çevrilen kiliseleri”, Türkiye Anıt ve Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı Yıllığı, C. I, S. 2, İstanbul 1986, s. 9.

23 Geniş bilgi için bkz. Selçuk Seçkin; Fatih Dönemi İstanbul mescitleri. M. S. U., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Anabilim Dalı, Türk İslâm Sanatları Programı, yayınlanmamış yüksek lisans tezi İstanbul 2002.

24 İ. Aydın Yüksel; Osmanlı Mimarisinde II. Bayezid Yavuz Selim Devri (886-926/1481-1520) C. V., İstanbul 1983.

25 Necla Arslan; Mimar Sinan Üzerine Araştırmalar: 1, İstanbul mescitleri. MSU, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1987, s. 119; Aptullah Kuran; “Mimar Sinan’ın mescitleri”, Semavi Eyice Armağanı-İstanbul Yazıları, İstanbul 1992, s. 140.

26 Şükrü Sönmezer; 17. Yüzyıl İstanbul Mescitleri, İ. T. Ü., Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarliı Anabilim Dalı,

Mimarlık Tarihi Programı, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul 1996, s. 11.

27 Robert Mantran; 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul. Ankara 1990, s. 40.

28 Robert Mantran; a.g.e., s. 42.

29 Daha geniş bilgi için bkz. Şükrü Sönmezer; 17. Yüzyıl İstanbul Mescitleri, İ. T. Ü., Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarliı Anabilim Dalı, Mimarlık Tarihi Programı, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul 1996.

30 M. Baha Tanman; “Cerrahîlik”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. VII., İstanbul 1994, s. 236.

31 Daha geniş bilgi için bkz. Şükrü Sönmezer; 17. Yüzyıl İstanbul Mescitleri, İ. T. Ü., Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarliı Anabilim Dalı, Mimarlık Tarihi Programı, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul 1996, s. 198.


Yüklə 11,12 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin