Bugün İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde bulunan ve “Letta Asım Baloya Giderken” adını taşıyan 1912 tarihli bu tablodan da anlaşılacağı üzere bayan “Letta Asım” güzellik kraliçesi seçilmek başarısıyla şefkat nişanı almaya hak kazanmıştır.
Bu nişanı 1879’da çıkarılan ve bilim, askerlik, yönetim alanında üstün hizmet gösterenlere verilen “nişan-ı Âli İmtiyaz” nişanı izlemiş, 1895’de ise dönemin son önemli nişanı olan “Hanedân-ı Âli Osman” nişanı çıkarılmıştır. Hanedân-Âli Osman nişanı, Osmanlı soyundan bu nişana lâyık görülenlerle yabancı devlet adamlarından ve hanedanlardan Osmanlı Devleti’ne maddi ve manevi yakınlığı görülenlere verilmiştir. nişanın en büyük özelliği Avrupa da özellikle sara mensuplarının taşıdığı gerdanlıklara (col’lar) benzer bir kolyesinin bulunmasıdır. 19 adet büyük, 18 adet küçük baklava formunda paftalardan oluşan kolyede büyük paftalarda kırmızı mine üzerine beyaz renkte ay-yıldız, küçük baklava dilimi paftalarda ise beş kollu bir yıldız bulunmaktadır. Kolye bir klips ile ensede birleşmekte, ön tarafta en ortada bulunan merkez paftası üzerinde ay-yıldız yerine nişanın görünümü yer almaktadır.
nişan ise; üzerinde askılı ay-yıldıza bağlı kordelâ fiyongu ile iki bitki dalından oluşan beyaz mineli çerçeve içersinde oval formda kırmızı bordürlü altın göbek kısmından oluşmaktadır. Göbek kısmında “El müstenid-ü bi’ttevfikat el rabbaniye Melik-i Devlet-i Osmaniye” çevre yazısı ortasında “El Gazi” ibaresi ve Sultan II. Abdülhamit’e ait tuğra yer almaktadır. nişan ve kolyenin takılma zamanı nizamnamesinde kısıtlandığından normal zamanlarda takılan kırmızı-beyaz yollu kordelası bulunan bir de şerid rozeti vardır.
Yeni nişanlar çıkarılması Sultan V. Mehmet Reşat zamanında devam etmiş bu dönemde öğretmen, ilim ve sanat adamlarına verilmek üzere 1912’de Maarif nişanı, beş rütbeli Meziyet nişanı, Zıraat Liyakat nişanı ve Meclisi Mebusan nişanı çıkarılmıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na seçilenlere verilmek üzere çıkarılan bu nişanın önemli günler dışında takılmak üzere bir de rozeti bulunmaktadır. nişan göbek kısmında ay-yıldız bulunan altın üzerine beyaz mineli sekiz köşeli şualı güneş formundan oluşmaktadır. nişanın en büyük özelliği diğer nişanlarda mutlaka yer alan Tuğra’ya bu nişanda yer verilmemiş olmasıdır.
nişanların çıkarılması, form ve şekilleri, ne zaman takılabileceği ve hangi kıstaslarla kimlere verilebileceği Abdülmecid Dönemi’nden itibaren nizamnamelere bağlanmıştır. nişanlar hakkında önce irade çıkarılmış, daha sonra nizamnameler hazırlanarak yürürlüğe girmiş ve
nişan verilmeye başlanmıştır.
Devletlerarası bir konumu da olan nişanlar bazen hükümdarlar arasında da alınıp verilmiştir. Osmanlı Padişahları çok ender olarak yabancı devletlerden nişan kabul etmişlerdir. Ki, Sultan Abdülaziz bunlardan biridir. 1867’de Londra’da bulunduğu sırada kendisine kraliçe tarafından bir diz bağı nişanı verilmiştir. Sol diz altına lacivert bir kadifenin altın halka ile bağlanması gerekir. Ancak Hükümdar pantolon yerine üç etek giydiği için bu nişan gelenek dışı olarak sol omuzuna asılır.
Yabancı nişanlara ait diğer bir ilginç olay da ünlü Basiret gazetesinin sahibi Basiretçi Ali Efendi ile ilgilidir. İtalya devleti, devlet başkanlarına ve asillere verilen “Annunziata” nişanından Veliaht Murat Efendi (V. Murat) ve Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’ya verilmek üzere iki adet göndermiştir. Fakat Sadrazam nişanın birini kendisi almakla beraber, diğerini daha sonra Veliaht olan Yusuf İzzeddin Efendi’ye verir. Haber Beyoğlundaki yabancı gazetelerden Courrier d’Orient’te yayınlanır. Ali Efendi haberi buradan alarak kendi gazetesinde yayınlayınca kıyamet kopar ve Müslüman topluma bir sahtekârlığı ve bunu yapanları açıkladığı için tutuklanır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda nişanlar başlangıçta nizamnamelere ve bunlarda yazılı kurallara sadık kalınarak verilmiştir. Ancak ne var ki daha sonraları hak etmedikleri halde iltimas yolu ile bendegân, zadegân takımına hatta bunların çok küçük yaştaki çocuklarına, herhangi bir sebeple, dalkavukluk yolu ile saraya yakınlaşmış olanlara da verilmiştir. Dönemin gazetelerinde “Tevcihat” veya “nişan” sütunlarında bunlara sıkça rastlamak mümkündür. Böylece ulu orta nişan dağıtılması, nişanlar üzerinde enflasyona neden olmuş ve değerlerini de düşürmüştür. Suphi Paşa bir beyitinde:
Kesretinden kalmadı rağbet nişan-ı devlete
Bî nişan olmak nişan-ı iftiharımdır benim
“Devletin nişanının bollaşması ile itibarıda kayboldu. Benim nişan iftiharım da nişan’a sahip olmamaklığımdır” demek suretiyle devlet nişanlarının bu durumunu hicvetmiştir. Maliyeti büyük paralara ulaşan bu nişanlar daha sonraları Kırım Harbi öncesinde “1851” toplatılarak darphaneye teslim edilmiş ve değerli madenlerinden hazineye gelir sağlanmaya çalışılmıştır. Günümüzde darphanenin kıymetler muhafızlığında mevcut bulunan birçok madalya ve nişan da bu dönemden kalmadır.
nişanın verildiğinin, verilene bildirilmesi, nişan alanın veren makama teşekkürü, nişan alana alt kademelerin tebrik mektupları ise ayrı bir olaydır. Teşekkür ve tebrik mektupları ağdalı bir dil de ve yazıldığı kişiyi öven, yücelten dahası verilen nişanın kendi değeri yanında az olduğu ve daha yükseklerinin verilmesini dileyen ifadelerle doludur. nişan tekliflerinin, teşekkür ve tebrik mektuplarının nasıl yazılacağına meşhur kişilerin nasıl yazdıklarına dair örneklere münşeat mecmualarında ve kitaplarında çokca rastlanmaktadır. Örneğin “Münşeat-ı Aziziye fi Âsar-ı Osmaniye” adlı eserde kendisine nişan-ı Osmani verilen Serasker Müşir Fuat Paşa’nın Sadrazama teşekkür mektubu ile Âli Paşa’nın nişan verilmesi sebebiyle Fuat Paşa’ya gönderdiği tebrik mektubu örnek olarak verilmiştir.
nişanlar, bir övünç ve gurur nedeni olmakla beraber, belirlediği rütbe ve makam açısından aynı zamanda toplum içerisinde iş yapabilmek, amaca ulaşabilmek için bir nüfuz ve etki alanı olarak da kullanılmıştır. Pek tabidir ki bu aşamada ticareti de yapılmaya başlanmıştır.
Yükselmek isteyen, çıkarcı, iş peşinde koşan devlet adamları ile, imparatorluk toprakları üzerinde siyasal nüfuz edinmek, ticarete ilişkin üstünlük ve öncelik elde etmek isteyen yabancılar para ve rüşvet karşılığında nişanlar edinmişlerdir. II. Abdülhamit Dönemi gazetelerinden “Malûmat” gazetesinin sahibi “Malûmatçı Baba Tahir” madalya ve nişan ticaretinin önde gelen isimlerindendir. Kendisi nişan almasını istediklerinin listesini yapmakta hatta bu listeyi dönemin ileri gelenlerine göstererek onaylarını almakta ve onlardan da isim isteğinde bulunmaktadır. Bir ara Ahmet Rasim’e de bir liste götürmüş, üstad listede ilgisiz kişileri, bu arada Beyoğlunda genelev işleten bir yabancıyı da görünce kızarak geri çevirmiştir.
Bunlarla yetinmeyen Baba Tahir, işi daha ileriye götürerek Beyoğlu’nda bulduğu İtalyan asıllı bir hakkâka nişanların ve madalyaların sahtelerini yaptırır, beratlarını da kendi matbaasında basarak para karşılığı satar. Ancak çabuk yakalanır ve mahkemeye verilerek mahkûm edilir.
Baba Tahir kaç berat bastı, kaç nişan ve madalya imal etti, kaç kişiye veya kimlere verdi, asıllarından ayrılan ölçü ve görünüm özellikleri varmı idi, varsa nelerdi? Bunları bugün tesbit edemiyoruz. Ancak 1900-1920 tarihleri arasında bunların bir kısmının da muhtemelen yurt dışına çıkarılmış olabilecekleri de düşünülebilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda madalyalar nişanlardan daha önce verilmeye başlanmıştır. 1730 yılında Patrona Halil İsyanı sonrası çıkarılan altın “Ferahi” madalyası Osmanlılardaki ilk madalyadır. Önceleri sadece savaşta ve barışta üstün hizmet gösterenlere verilen madalyalar daha sonraları toplumsal bir olayı sürekli gündemde tutabilmek amacıyla hatıra madalyaları yada devletin felaketli anlarında yardım amacıyla bağış madalyaları olmak üzere de çıkarılmıştır.
Madalyalar genellikle altın, gümüş, bronz ve bakır olarak imal edilmişlerdir. Onları nişanlardan ayıran fark görünüm olarak nişanlardan daha küçük ve iki taraflı yapılmış olmalarıdır. Madalyaların ön yüzünde çoğu kere
olayı vurgulayan rölyefler veya bazen Osmanlı arması bazen de hükümdarın tuğrası konulmuş, arka yüzleri ise verilen kişinin adının yazılacağı ince bir şerit ile olayı açıklayıcı yazılara ayrılmıştır.
Devlete hizmet için verilen madalyalar içersinde Liyakat Madalyası, İmtiyaz Madalyası, savaşları belirleyen Silistre, Kırım, Yemen Madalyaları sayılabilir.
Hatıra madalyalarına ise Hünkâr İskelesi Madalyası, Alman Mulakatı Madalyası, Kolera Madalyası, Hareket-i Arz Madalyası örnek olarak gösterilebilir.
Bağış madalyaları olarak da Hilâl-i Ahmer “Kızılay” Madalyası, Malûl Askere İane Sergisi Madalyası, Donanma İane Madalyası, İane-i Harbiye Madalyası gibi madalyalar örnek olarak verilebilir.
Madalya ve nişanlar Osmanlı döneminde özellikle 1908’den sonra taşınırken elbise üzerinde belirli kurallara bağlı olarak taşınmış ve hatta bir nizamname ile bunların ceket üzerinde takılış yerleri ayrı ayrı belirlenmiştir. Birinci Dünya Savaşı sıralarında asker kişilerin hangi madalyalara ve nişanlara sahip olduklarını göstermek üzere “Peyk” adı verilen küçük rozetler çıkarılmış ve üzerlerinde madalya ve nişanın çok küçük örneklerini taşıyan bu rozetler bugün Silahlı Kuvvetlerde kullanılan şerit rozetler gibi cekedin sol tarafında cep kapağı üzerinde taşınmıştır.
Yabancı devletler tarafından verilen madalya ve nişanların taşınması da padişah iradesine bırakılmış ve bu irade ile izin alındığı takdirde önemli günlerde takılması uygun görülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu’nda madalyaların da nişanlarda olduğu gibi zaman zaman niteliksiz kişilere de verildiği görülmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk çıkarıldığı andan itibaren yirmi beş adet Abdülmecid Dönemi’nde, sekiz adet Abdülaziz Dönemi’nde, yirmialtı adet Abdülhamit Dönemi’nde, yirmi bir adet Sultan Reşad Dönemi’nde olmak üzere toplam seksen adet madalya ve hatıra madalyonu çıkarılmıştır.
Osmanlı dönemi madalya ve nişanları 1934 yılına kadar varlıklarını sürdürmüşler, 1934 yılında çıkarılan 2590 sayılı yasa ile tamamen kaldırılmışlardır.
KAYNAKLAR
ARTUK İbrahim, Cevriye, Osmanlı Nişanları, İstanbul-1967.
ÇAPANOĞLU, Münir Süleyman, Basın Tarihine Dair Bilgiler, Hatıralar İstanbul-1962.
HACI NURİ EFENDİ, Münşeat-ı Aziziye fi Âsar-ı Osmaniye, İstanbul-1286 (1870).
İSMAİL GALİP, Takvim-ı Maskükat-ı Osmaniye, İst.-1307 (1891).
KIRCH, Richard, A Cataloque of Imperial Ottoman Insignia the armoury of St, James, London 1995.
MOLTKE, Feldm Helmuth Von, Türkiye Mektupları-Çev. Hayrullah ÖRS İstanbul-1969.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul-1963.
ZİYAEDDİN, H. M., Münşeat ve Malümat-ı Umumiye, İstanbul-1314 (1898).
ASKERİ Müze Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Madalya ve Nişanlar Kataloğu.
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin Kuruluşu ve Çalışmaları
Doç. Dr. Zuhal ÖZAYDIN
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi / Türkiye
Giriş
Bugün bütün uygar ülkelerde kurulmuş olan ulusal ve uluslararası yardım cemiyetleri yeni sayılabilecek kuruluşlardır. Savaş yaralılarına örgütlenerek yardım etme fikri Batı’da 19. yüzyıl ortalarında başlamıştır. Fakat Mısır, Şam ve Hicaz’da Eyyubî Devleti’ni kuran Selâhaddin-i Eyyubî’nin 1189-1192 yıllarında 3. Haçlı Seferi’nde Saint Jean Şövalyelerinin Müslüman ordusu karargâhına gelerek, yaralı Hıristiyanlara bakmalarına izin vermesi, savaşın fertler arasında olmayıp, devletler arasındaki bir münasebet olup, kişilerin insan olarak değil, asker olarak düşman olduğunu, fertlerin silâhını bıraktıktan sonra düşman olarak kabul edilmeyip, yaşama hakkı olduğunu savunan 1712-1778 yılları arasında yaşamış Fransız yazar ve filozofu Jean Jacques Rousseou’nun tezi gibi tarihi örnekler, savaş yaralılarına yardım fikrinin eskilere dayandığını göstermektedir.1
Bu fikrin temsilcilerinden biri de Dr. Ferdinand Palasciano’dur. 1815’te doğmuş olan bu İtalyan cerrah, Napoli Bourbonlar ordusu tıp heyetindendi. 1848 İhtilâli’nde Mesina’nın muhasarası sırasında, yaralı da olsa hiçbir âsiye aman verilmemesi emrine rağmen, mensup olduğu ordu yaralılarına yaptığı tedaviyi aynen karşı taraf yaralılarına da yapmış, bu yüzden tevkif edilmiş, Napoli kralının kişisel müdahalesi sayesinde kurtulabilmişti. Palasciano fikirlerini yaymak için büyük gayret gösterdi. İtalya, İsviçre ve Almanya’da yaralı ve ağır hasta olan muhariplerin tarafsızlığını savundu. George Sand’ın kızılhaç’ın kurucusu Henry Dunant’ın meziyetleri kadar övdüğü Fransız Arrault da aynı fikirleri savunuyordu.2
Kurulduğu yıllarda amacı sadece savaş yaralılarına bakmak olan Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Kızılhaç’ın kurulmasından sonra teşkil edildi.
Kızılhaç Derneği’nin Kuruluşu
Amacı sivil örgütlerin savaş yaralılarına bakmasını sağlayacak bir derneğin kurulması fikir ve önerisi İsviçreli Henry Dunant’ın 24 Haziran 1859 tarihinde yaptığı bir İtalya seyahati sırasında gördüğü dehşet verici bir savaş sonrası sahnesinden doğdu. H. Dunant İtalya’ya giderken Kastilyon della Silvar’a Solferino savaşı yaralıları getiriliyordu. Fransa-İtalya, Avusturya arasında Solferino’da yapılan savaşta yaralanmış 40.000 askerin feci durumu Dunat’ı dehşet içinde bıraktı. Cenevre’ye döndüğünde “Bir Solferino Hatırası” isimli kitabını yazdı. H. Dunant bu yapıtında şöyle diyordu: “Savaş yaralılarını tedavi ettirmek için barış zamanında gönüllüler tarafından dernekler kurmak mümkün olamaz mı? Bir kongrede bu derneklere temel teşkil edecek, uluslararası sözleşmelere dayanan ve kutsal bazı ilkelerin formüle edilmesi uygun değil midir?3
H. Dunat’ın bu önerisi kabul gördü ve hukukçu Gustave Moynier bu ideale hizmet edecek yardımseverleri biraraya getirdi. G. Moynier,4 General Guillaume H. Dufour,5 Dr. Théodore Maunoir (1806-1869), Dr. Louis Appia (1818-1898) ve H. Dunant’tan oluşan ve Beşler Komitesi olarak da bilinen bu kurul 17 Şubat 1863 tarihinden itibaren ileride adı “Uluslararası Kızılhaç Komitesi” olacak olan “Uluslararası Askerî Yaralılara Daimi Yardım Komitesi” adı altında toplanmaya başladı. Komite görüşlerini tespit ettikten sonra, diğer ülkelerden söz konusu konuyu müzakere etmek üzere delegeler davet ettiler.
On altı ülkenin resmi olmayan delegeleri 26-29 Ekim 1863 tarihinde Cenevre’de toplandılar. Toplantıda alınan kararlar: 1. Savaşta yaralıların ve onları tedavi eden sağlık ekibinin tarafsızlığını, 2. Sağlık ekibini ayırt edecek bir sembolün tespitini, 3. Bu sembolün sancak halinde
kullanılmasında, bu mahallerin tarafsız olarak kabul edilmesini kapsayan esaslardı. Bu kararlar resmi olmadığı için İsviçre Devleti aracılığı ile tüm dünya devletlerinden delege göndermeleri istendi. Bu çağrıya İsviçre, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, İspanya, İsveç, Norveç, Danimarka ve bir Alman Prensliği olan Bad hükümetlerinin temsilcileri geldi.
Cenevre’de toplanan bu konferansta yapılan müzakereler sonunda Cenevre Sözleşmesi (La Convention de Genéve) 22 Ağustos 1864 tarihinde kabul edilerek imzalandı.6 Bu toplantıya katılmayan ve sözleşmeyi imzalamayan devletlere, alınan kararların duyurulması ve hükümlerini kabul ve imza için bir yıllık süre tanındı.7
Osmanlı Devleti’nde Ruznâme-i Ceride-i Havadis’in 11 Eylül 1864 tarihli nüshası kongreden söz etti, kabul edilen sözleşmenin tamamını da neşretti.8
Cenevre Sözleşmesi’nin Deniz
Savaşlarına Uygulanması
Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu ülkelerin delegeleri tarafından Lahey’de 31 Ekim 1907 tarihinde benzer hükümler deniz savaşları için de kabul edilerek imzalandı.
Kızılhaç’ın gelişmesine ek olarak, Lahey’de 1899 ve 1907 yılında toplanmış olan barış konferansları, savaşın kanun ve geleneklerini tespit ediyordu. Böylece insan hakları ile ilgili meseleler iki şubeye ayrılıyordu. Cenevre Hukuku ve Lahey Hukuku. Lahey hukuku Cenevre ilkelerinin etkisindeydi. Savaş metotları ve silâhlanmanın gerektiğinde sınırlandırılması ele alınıyordu. İnsan haklarının bu kısmı hükümetler kararına bağlıydı.9
Kızılhaç Sembol ve Hükümleri
22 Ağustos 1864 tarihinde imzalanan Cenevre Sözleşmesi’ne göre kurulan komitenin sembolü, fikir İsviçre’den çıktığı için İsviçre’ye saygı olmak üzere, bayraklarının renginin aksi şekilde kullanılması, yani beyaz zemin üzerinde kırmızı haç kullanılması tespit edildi.10
Grand Larousse, Coix Rougie maddesinde beyaz zemin üzerinde haç sembolü bulunan beyaz bayrak önerisini General Dufour’un, H. Coursier ise konferans tutanaklarına göre Dr. Appia’nın yaptığını belirtiyor. Yardım derneklerine Kızılhaç adını verme fikri ilk önce Hollanda’dan geldi. 1867 yılında kurmuş oldukları derneğe bu ismi verdiler. Bu fikir daha sonra yayıldı. Cenevre Uluslararası Komitesi, “Yaralı Askerlere Yardım Milletlerarası Komitesi” olan kuruluşun adını, 20 Aralık 1875’te “Kızılhaç Uluslararası Komitesi” olarak değiştirdi.
Kızılhaç teşkilatı, hükümlerinde bulunmamasına rağmen salgın hastalıklarda, su baskını, deprem, yangın gibi felâketlerde de yardım yaptı.
Kızılhaç Dernekleri Ligi
Kızılhaç, savaş yaralılarına yardım için kurulmuş bir dernekti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra derneklerin elinde çok miktarda para kalmıştı. Savaştan sonra Amerikan Kızılhaçı komitesi başkanı; Amerikan, Fransız, İngiliz, İtalyan ve Japon Kızılhaçı Derneklerine, kalan paranın insanların sağlığı için ve ayrıca doğal afetlerde yardım için kullanılmasını önerdi. Böylece 5 Mayıs 1919’da “Kızılhaç Dernekleri Ligi doğdu”. Bu birlik uluslararası yardımlaşmada büyük imkânlar sağladı. İlkelerde Uluslararası Kızılhaç Komitesi’ne bağlı kalındı. Diğer milli dernekler süratle kurucu beş dernekle birleşti.
Lig’den başka 1929’da savaş esirlerinin durumu hakkında bir sözleşme daha yapıldı. Yine Cenevre’de Nisan 1949’da daha önce yapılan sözleşmeler tekrar ele alındı. Uluslararası Komite ve Lig’in dört ay süren müzakerelerinden sonra 12 Ağustos 1949’da dört Cenevre Sözleşmesi imzalandı, Bunlar; 1. Sefer halindeki ordularda yaralı ve hastaların durumlarının ıslahı, 2. Deniz kuvvetlerindeki hasta, yaralı ve deniz kazazedelerinin durumlarının ıslahı, 3. Savaş esirlerine yapılacak muamele, 4. Savaş zamanlarında sivil halkın korunmasına aitti.
Dr. Schweitzer’e göre Kızılhaç, kurucusunun hiçbir zaman tasavvur etmeye cesaret dahi edemediği derecede büyümüş ve kudret sahibi olmuştur.11
Osmanlı Hilâl-i Ahmer
Cemiyeti’nin Kuruluşu
1863 yılında Cenevre’de toplanan Uluslararası Kızılhaç Konferansı’na birçok ülke gibi Osmanlı Hükümeti de katılmadı. Ancak 22 Ağustos 1864 tarihinde imzalanan Cenevre Sözleşmesi uyarınca konferansa katılmayan devletlere bir yıl zarfında sözleşme hükümlerini kabul ve imza hakkını tanıyordu. Osmanlı Devleti sözleşmeyi 5 Temmuz 1865 tarihinde imzaladı.
Mecrûhîn-i Asâkir-i Osmâniyye’ye Muâvenet Cemiyeti’nin Kurulması İçin Yapılan İlk Girişim
Daha sonra adı Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti adını alacak olan bu teşkilâtın kurulması için ilk girişim Dr. Abdullah Bey tarafından yapıldı.12 1867 yılında açılan Uluslararası Paris Sergisi’ne Osmanlı Devleti delegesi olarak giden Dr. Abdullah Bey, sergi münasebetiyle Paris’te toplanan Sıhhiye Konferansı’na da iştirak etti ve burada Cenevre Konferansı kararlarının Osmanlı hükümetince de uygulanmasının faydalı olacağını düşündü. Bu düşüncesini Sıhhiye Konferansı’nda da söyleyen Abdullah Bey daha sonra Sağlık Konferansı başkanı Comte Serurier ve Henry Dunant’tan İstanbul’da yaralı askerle-
re yardım edecek bir derneğin kurulması için öncülük yapmasını isteyen mektuplar aldı.13
Abdullah Bey böyle bir derneğin kurulması için çalışmalara başladıysa da bazı çevrelerce bu girişim boş bir hayal olarak değerlendirildi.
Dr. Abdullah Bey’in Kızılhaç’ın kuruluşu, hükümleri, Osmanlı Devleti’nde böyle bir derneğin kurulma güçlüklerinin sebepleri hakkında Gazette Médicale d’Orient’in çeşitli sayılarında makaleleri bulunmaktadır. Dr. Abdullah Bey bu makalelerinde, Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan gayrimüslimlerde vatan sevgisi olmadığını, sadece servet ve kendi çıkarları peşinde olduklarını, ayrıca gayrimüslimlerle birlikte İstanbul’da yaşayan Müslümanların da askerlik yapmadıklarını, bunun sonucu kardeşi, babası veya akrabası askerde olmayan insanların bir yardım derneğine yardım etmeyeceğini yazıyordu.14
Abdullah Bey’in umutsuzluğuna karşın Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa15 bu fikri himaye etti. Mekteb-i Tıbbiye Nâzırı Marko Paşa,16 Kırımlı Aziz Bey, gibi aydın ve yardımsever kişilerin girişimleriyle Mecrûhî-i Asâkir-i Osmâniyye’ye Muavenet için kurulacak cemiyete 66 üye kaydedildi. Bu üyelerin 43’ü hekimdi.
Cemiyet Marko Paşa’nın başkanlığında toplandı. Meclis-i Sıhhiye17 ikinci başkanı Dr. Salih Efendi,18 Dr. Mavroyani,19 Dr. De Castro’dan,20 oluşan bir encümen Cemiyetin nizamnâme-i esâsîsini hazırlamakla görevlendirildi. Yapılan toplantılardan sonra Haziran 1869’da Cemiyet’in nizamnâmesi okundu ve kabul edildi. Nizamnâme hükümetin onayına sunuldu.
Seraskerlik makamı,21 yaralı askerlere yardım için kurulması istenen bu cemiyete, sivillerin askeri işlere müdahale edecekleri düşüncesi ile karşı çıktı. Aylarca süren yazışmalardan sonra böyle bir cemiyetin gerekli olup olmadığının tetkiki için Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye’ye havale edildi. Böyle bir cemiyetin faydaları Bâb-ı Seraskeriye’ye bildirildi, ancak ikna edilemedi. Nizamnâme onaylanmadığı için kurucu üyeler dağıldı.22
Böyle bir görüş Kızılhaç’ın kurulmasından önce kamuoyu yaratma aşamasındayken İsviçre’de de mevcuttu. İsviçre’de orduyu idare edenler ve ordu mensupları, sivillerin savaş alanlarına girmeleri düşüncesine taraftar değildiler.23
Savaş yaralılarına yardım amacıyla bir cemiyet kurmak için yapılan girişimin sonuçsuz kalmasından birkaç yıl sonra Sırbistan, Karadağ (1875), bu takiben Osmanlı-Rus Savaşı (1877) çıktı. Kızılhaçlarını kurmuş olan Sırbistan, Karadağ, Romanya ve Rusya ordularının yaralılarına bakıyor, diğer kızılhaçlardan da yardım alıyorlardı.24
Cenevre Uluslararası Komitesi’nin 8 Temmuz 1876 tarihinde Sırbistan Savaşı sırasında yayınladığı 33. genelgede Başkan Gustave Moynier şöyle diyordu: “Bu genelge ile yaralılara yardım Osmanlı Cemiyeti’nin arz ve talebini beyan etmek isterdik. Zira düşmanları kadar Türk askeri de bizi düşündürüyor. Fakat ne yazık ki bu Cemiyet’in kurucusu olan Abdullah Bey’in ölümünden beri dağılmış olduğu ortadadır. Mevcûdiyetine dair bilgi vermesi hakkında tekrar tekrar vâki olan haber vermemize ve ısrarımıza rağmen hayli zamandan beri sükûnu bize bu kanaati veriyor. İstanbul’dan aldığımız bilgi de böyle düşünmekte haklı olduğumuzu gösteriyor”
Gustave Moynier, Cemiyet-i Tıbbiye-i Şâhâne25 üyelerinden Dr. Peştemalcı Efendi’ye yazdığı özel mektupta; İstanbul’da derhal bir cemiyet tesis edilerek Cenevre’deki merkezle irtibat kurulmasını öneriyor, ancak bu şekilde Avrupa’daki yardım cemiyetlerinden önemli yardımlar alınabileceğini belirtiyordu. Dr. Peştemalcı bu mektubu mensubu olduğu Cemiyet-i Tıbbiye-i Şâhâne’de okudu.26
Osmanlı Hilâl-i Ahmer
Cemiyeti’nin Resmen Kurulması
Cemiyet’in kurulması için bu kez Sadrâzam Mehmet Rüştü Paşa27 nezdinde girişimde bulunmak üzere Cemiyet-i Tıbbiye-i Şâhâne başkanı Nurican ve üyelerden Peştemalcı Efendiler görevlendirildiler. Sadrâzam bu müracaatı önemle ele aldı ve gerekli emirleri verdi. “Mecrûhîn ve Zuafâ-i Askeriye’ye İmdâd ve Muâvenet Cemiyeti”nin resmen kurulması için hükümetten, Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’den28 ve sıhhiyeden üyeler çağırıldı.29
İlk toplantı 25 Temmuz 1876’da Mektep Nâzırı Marko Paşa’nın başkanlığında yapıldı ve şu kararlar alındı:
1. Cenevre Sözleşmesi’nin Osmanlı ülkesinde nasıl uygulanacağı,
2. Haç yerine ordularımızda nasıl bir sembol kullanılacağı düşünülecek ve,
3. Cemiyet için bir tüzük hazırlanacak,
4. Derhal yardım toplanmaya başlanacak,
5. Cemiyet’i devamlı olarak idare edecek bir kurul seçilecek.
Bâb-ı Seraskeri ordularımızda haç sembolünün kullanılmasını istemediğinden, haç yerine hilal sembolünün kullanılması uygun görüldü. Kurulacak olan bu cemiyette haç yerine hilal sembolünün kullanılacağı Cenevre aracılığı ile diğer diğer devletlere bildirilip siyasi yazışmalar devam ederken komisyon Cemiyet’in tüzüğünü hazırladı ve Bab-ı Âlî’ye sundu. Bab-ı Seraskeri tüzüğü kabul etti ve onayladı.
Kızılhaç’ın 25. Kuruluş yıldönümünde G. Moynier şu sözleri söyleyecekti: “Osmanlı Devleti’nin Cenevre Antlaşması’na iltihak etmesiyle, İslâm dünyasının, Hıristiyan dünyasınca kurulmuş olan bir esere iltihak etmesi, ilk defa görülüyor. Asırlardan beri “Hilâl” ile “Haç”ın mücadelelerinin her iki taraf kanaatlerine göre
Dostları ilə paylaş: |